ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Allah’ın İsim ve Sıfatları Hakkında Ehl-i Sünnet’in Yolu
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat; Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetine (yoluna) sımsıkı sarılmanın, sözde, işte ve inançta açık ve gizli olarak O’nun sünnetiyle amel etmenin gereği üzerinde birleşmiş topluluktur.
Ehl-i Sünnet’in, Allah’ın isim ve sıfatları hakkındaki yolu şöyledir:9
1- İspat (Olumlu Sıfatlar) Hakkındaki Yolu: Allah’ın kendisi için kitabında ya da Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in dilinde O’nun hakkında bildirmiş olduğu sıfatları, ne herhangi bir tahrîf ve ta’tîle, ne de herhangi bir tekyîf ve temsîle10 kaçmaksızın olduğu gibi saptayarak kabul etmektir.11
2- Nefy (Olumsuz Sıfatlar) Hakkındaki Yolu: Allah’ın kendisi için kitabında veya Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in dilinde O’nun hakkında reddettiği sıfatları kabul etmemek ve Allah’ın, bunların karşıtı olan en mükemmel sıfatlarla niteliği olduğuna inanmaktır.
3- Cisim,12 yer tutma,13 yön14 ve benzerleri gibi insanların ayrılığa düştükleri, haklarında olumsuz ya da olumlu yönde bir kanıtın gelmediği sıfatlarda ise Ehl-i Sünnet’in yolu şudur:
Haklarında olumlu (ispat) ya da olumsuz (nefy) yönde bir kanıt gelmediği için bu tür sözler hakkında bir şey söylemeyerek ispat ve nefye kalkışmazlar. Bu tür sıfatların anlamlarına gelince, bunlar hakkında şöyle bir ayrıntılı açıklamada bulunurlar: Eğer bunlarla Allah’ın kendisini tenzîh ettiği bâtıl bir anlam kastedilmişse onu reddederler, yok eğer Allah hakkında imkansız olmayan hak (doğru) bir anlam kastedilmişse onu kabul ederler.
İşte uyulması gereken yol budur. Bu, ta’tîl ehli ile temsîl ehli arasındaki orta yoldur. Bu yolun gerekliliğini akıl ve nakil kanıtlamaktadır:
Aklın Kanıtı: Akıl, Allah-u Teâlâ için gerekli, câiz ve imkansız şeylerin ancak nakil yoluyla öğrenilebileceğini bilir. İşte bundan dolayı, bu konuda naklin; Allah için saptadığı sıfatları saptamak ve O’na uygun görmediği sıfatları reddetmek gerektiği gibi hakkında hiçbir şey söylemediği hususlarda da susarak nakle uymak gerekir.
Naklin Kanıtı: Bu konuda yalnız nakle başvurmanın zorunluluğunu Allah’ın şu buyrukları kanıtlamaktadır:
1- “En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola (ilhâda) sapanları bırakın. Onlar yapmakta olduklarının (yâni ilhâdlarının) cezasına çarptırılacaklardır.” (A’râf, 180)
2- “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şûrâ, 11)
3- “Hakkında bilgin bulunmayan şeylerin ardına düşme.” (İsrâ, 36)
İlk ayet, tahrîf ve ta’tîle kaçmadan Allah’ın bildirdiği sıfatları kabul etmenin gereğini gösterir. Çünkü tahrîf ve ta’tîl, ilhâdın pek çok şeklinden yalnızca ikisidir.15
İkinci ayet, temsîli reddetmenin gerekliliğini gösterir.
Üçüncü ayet, tekyîfi reddetmenin gerekliliğiyle, hakkında olumlu ya da olumsuz bir şeyin gelmediği hususlarda susmanın gerekliliğini gösterir.
Allah hakkında sâbit olan tüm sıfatlar, kemâl (olgunluk) sıfatlarıdır. Allah’a bunlarla hamdedilir ve bunlarla Allah övülür. Hiçbir bakımdan bu sıfatlarda bir eksiklik yoktur. Allah-u Teâlâ hakkında sâbit olan tüm kemâl (olgunluk) sıfatları en olgun sıfatlardır.
Allah’ın kendisi hakkında reddettiği her sıfat, O’nun zorunlu olgunluğuna aykırı olan eksiklik sıfatıdır. Allah-u Teâlâ’nın kemâlinin gereği, eksiklik bildiren bütün sıfatlar O’nun hakkında imkansızdır.
Allah’ın, kendisi hakkında reddettiği sıfattan kastedilen, olumsuz anlam içeren o sıfatın reddedilerek onun en mükemmel karşıtının kabul edilmesidir. Çünkü olumsuzluk olgunluk göstermez ki olumlu bir övgü sıfatı içermiş olsun. Bir şeyin olmamasının (yâni olumsuz olmasının) nedeni acziyet (güç yetirememe) olabilir ki bu durumda bu olumsuzluk şâirin16 şu sözünde olduğu gibi, bir eksikliktir:
Anlaşmayı bozup hıyânet etmeyen ve insanlara hardal tanesi kadar zulmetmeyen bir kabilecik.17
Ya da “Duvar zulmetmez”18 şeklinde söylenen sözdeki gibi bir şey yeteneksizliğinden dolayı olumsuz yapılır ki bu takdirde övgüyü haketmez.
Bu husus iyice anlaşıldıysa deriz ki: Allah’ın kendisi hakkında reddettiği sıfatlardan biri de “zulüm” sıfatıdır. Bununla ilgili olarak bizden istenen Allah hakkında zulmetme sıfatının reddiyle beraber zulmetmenin en mükemmel karşıtının -ki o adaletli olma anlamında olan el-adl’dir- kabul edilmesidir.19
Yine Allah kendisi hakkında “el-lugûb” sıfatını reddetmiştir ki anlamı, yorulmak ve takatsiz düşmektir. O halde bizden istenen, Allah hakkında yorulma ve takatsiz düşme sıfatının reddiyle beraber onun en mükemmel karşıtının -ki o el-kuvve’dir, yâni kuvvetli olmak- kabul edilmesidir.20
Allah’ın kendisi hakkında reddettiği geri kalan sıfatlar da bunlar gibidir. Allah en doğrusunu bilir.
Tahrîf:21
Tahrîf dilde değiştirmek demektir. Terim olarak tahrîf, nassı (ayet veya hadisi) lafız veya anlam olarak değiştirmektir. Lafzı değiştirmeyle beraber anlam ya değişir ya da değişmez.
Tahrîf üç kısımdır:
1- Anlamı Değişen Lafız (Söz, Kelime) Tahrîfi: Bazılarının sırf konuşan Mû-
sâ Peygamber olsun diye “Ve Allah Mûsâ ile konuştu” (Nisâ, 64) ayetinde Allah lafz-ı celâlini üstün okumaları gibi.
2- Anlamı Değişmeyen Lafız (Söz, Kelime) Tahrîfi: “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur” (Fâtiha, 2) ayetinde dâl harfini üstün okumak gibi. Bu tür hata, genellikle cahilden kaynaklanan hata olup kasıtlı olarak ard niyetle yapılan bir hata değildir.
3- Anlam Tahrîfi: Delilsiz olarak bir lafzı (sözü, kelimeyi) açık anlamı dışına çıkarmaktır. Allah’a izâfe (nispet) edilen “iki el”’in kuvvet, nimet ve benzeri sözlerle anlamını değiştirmek gibi.22
Ta’tîl:23
Dilde ta’tîl, boşaltmak (bir şeyin veya kavramın içini boşaltmak) ve terk etmek demektir. Terim olarak ise, Allah-u Teâlâ için gerekli olan isim ve sıfatların tamamını veya bir kısmını inkar etmektir. Buna göre ta’tîl iki kısımdır:
1- Tam (Küllî) Ta’tîl: Allah’ın sıfatlarını inkar eden Cehmiyye24 gibi. Bunların aşırıları, Allah’ın isimlerini de inkar ederler.
2- Kısmî (Cüzî) Ta’tîl: Allah’ın bazı sıfatlarını kabul edip bazılarını inkar eden Eş’ariyye25 gibi. Bu ümmet içinde ta’tîl fitnesi ile bilinen ilk kişi el-Ca’d b. Dirhem’26 dir.
Tekyîf:27
Tekyîf, bir sıfatın niteliğini (keyfiyetini) anlatmaktır. Allah’ın elinin ya da dünya göğüne inmesinin niteliği şöyle şöyledir, demek gibi.28
Temsîl29 ve Teşbîh:30
Temsîl, bir şeye örnek, teşbîh ise benzer vermektir.
Temsîl (iki şey arasında) her bakımdan eşitlik ve denklik bulunmasını, teşbih ise bir çok bakımdan eşitlik ve denklik bulunmasını gerektirir.31 Bunların biri diğeri yerinde de kullanılır.
Bunlar ile (temsîl ve teşbîh) tekyîf arasında iki bakımdan fark vardır:32
Birincisi: Tekyîf, bir şeyin niteliğini mutlak olarak veya bir benzerle kayıtlayarak anlatmaktır. Temsîl ve teşbîh ise, örnek ve benzerle kayıtlanmış bir niteliği gösterir. Bu bakımdan tekyîf daha geneldir. Çünkü her mümessil (temsil yapan) aynı zamanda mükeyyif (tekyif yapan)dir, tersi olamaz.33
İkincisi: Tekyîf sıfatlara özgüdür. Temsîl ise değerde (adet), sıfatta ve zâtta olabilir. Bu bakımdan yani temsîlin zât, sıfat ve değerle olan ilgisi bakımından temsîl daha geneldir.
Sonra insanlar içinde birçok kimsenin sapıtmasına neden olmuş teşbîh de iki kısma ayrılır:
Birincisi: Yaratılmışı yaradana benzetmek.
İkincisi: Yaradanı yaratılmışa benzetmek.
•Yaratılmışı Yaradana Benzetmek:34 Allah’a özgü fiiller, haklar ve sıfatlardan herhangi birini yaratılmışa da vermek demektir.
Birincinin yâni Allah’ın fiillerinden herhangi birini yaratılmışa vermenin örneği: Allah ile beraber başka bir yaratıcı bulunduğunu ileri süren kişinin Rubûbiyyet Tevhidinde Allah’a şirk koşması gibi.
İkincinin yani Allah’ın haklarından herhangi birini yaratılmışa vermenin örneği: Müşriklerin, putlarının ilahlık hakkı olduğunu ileri sürerek onlara tapıp kulluk etmeleri gibi.
Üçüncünün yâni Allah’ın sıfatlarından herhangi birini yaratılmışa vermenin örneği: Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’i övme veya diğer konularda aşırıya kaçanların yaptıkları şeyler gibi. Örneğin Abdullah b. Yahyâ el-Buhturî’35yi öven Mütenebbî’36nin:
Ey benzeri olmayan kimse, dilediğin gibi ol.
Ve nasıl istersen öyle ol. Sana benzer bir kimse yaratılmamıştır.
sözünde37 olduğu gibi.
•Yaradanı Yaratılmışa Benzetmek:38 Bu ise yaratılmışa ait olan bazı özellikleri Allah’ın zâtına ve sıfatlarına vermektir.
“Allah’ın iki eli yaratıkların elleri gibidir”, “Allah’ın arşına istiva etmesi yaratıkların tahtlarına oturup kurulmaları gibidir” ve benzeri sözler gibi.
Bu çeşit sözler söylemekle bilinen ilk kişinin, Râfızî39 olan Hişâm b. el-Hakem40 olduğu söylenir. Allah en doğrusunu bilir.
İlhâd:41
İlhâd, dilde eğilim, terim olarak da inanılması ya da yapılması gerekli olan şeyden başka yana sapmak demektir. İlhâd iki kısımdır:
Birincisi: Allah’ın İsimlerinde İlhâd
İkincisi: Allah’ın Ayetlerinde İlhâd
Allah’ın İsimlerinde İlhâd:42 Bu isimler için kaçınılmaz ve gerekli olan gerçekten sapmaktır. Bunun da dört çeşidi vardır:
1- Ta’tîlcilerin yaptıkları gibi isimlerden herhangi birini veya bunların gösterdiği sıfatları inkar etmek.
2- Teşbîhcilerin yaptıkları gibi isimleri, Allah’ı yaratıklarına benzetmek için bir kanıt (gösterge) olarak kullanmak.
3- Allah’ın kendisine vermediği bir takım isimlerle Allah’ı adlandırmak. Çünkü Allah’ın isimleri tevkîfîdir yâni delile dayalıdır. Bu çeşide örnek, Hıristiyanların Allah’ı “baba”, filozofların da “ille-i fâile=etkin güç” olarak isimlendirmeleri.
4- Allah’ın isimlerinden putlara isimler türetmek gibi. el-İlâh isminden “el-lât”, el-azîz isminden “el-uzzâ” adları türetmek gibi.
Allah’ın Ayetlerinde İlhâd:43 Bu, ya peygamberlerin getirdiği hükümler ve haberlerden oluşan şer’î ayetlerde ya da Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı ve yaratmakta olduğu varlıklar olan kevnî ayetlerde olur.
•Şer’î ayetlerdeki İlhâd, ya bu ayetleri tahrîf etmek, yahut bunların bildirdiği haberleri yalanlamak veya da hükümlerine karşı çıkmaktır.
•Kevnî ayetlerdeki ilhâd ise, bu ayetleri, Allah’tan başkasına nispet etmek veya bu ayetlerde bir ortağı ve yardımcısı olduğuna inanmaktır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Selef Yolunun Doğruluğu, İlim ve Hikmet Bakımından Halef Yolunun Selefin Yolundan Üstün Olduğu İddiasının Geçersizliği
Yukarıda selef yolunun açıklaması ve bu yola uymanın gerekliliğini gösteren kanıtlardan bahsedilmişti. Burada ise biz, doğru yolun selef yolu olduğunu kanıtlarıyla belirtmek istiyoruz. Selefin yolu iki bakımdan doğrudur:
Birincisi: Selefin yolu, kitap ve sünnetin gösterdiği yoldur. İlim ve adaletle selefin yolunu araştıran herkes, o yolun, gerek bütün, gerekse ayrıntı olarak kitap ve sünnete uygun olduğunu bulur. Elbette böyle olması gerekir. Çünkü Allah, insanların ayetlerini düşünüp taşınmaları, eğer hüküm içermişlerse onları uygulamaları ve eğer haber bildirmişlerse onları doğrulamaları için kitabını indirmiştir. Şüphesiz insanların, bu ayetleri anlamaya, doğrulamaya ve hükümlerini uygulamaya en yakın olanları seleftir. Çünkü bu ayetler kendi dillerinde ve çağlarında inmiştir. O halde hiç şüphesiz onlar, insanların bu ayetleri anlayış olarak en iyi bilenleri, uygulayış olarak da en sağlam olanlarıdır.
İkincisi: Bu konuda gerçek, ya selefin ya da halefin dediği gibidir, demek gerekir. Cümlenin ikinci bölümü geçersizdir. Çünkü bu takdirde Allah’ın ve Rasûlü’nün ve islam dinine girme hususunda öne geçen ilk muhâcirler ve ensârın doğrudan veya açıkça bâtılı söylemiş, bir kez dahi olsun inanılması gereken gerçeği ne doğrudan ne de açıkça söylememiş olmaları gerekir. Böylece kitap ve sünnetin varlığı dinin esasına apaçık bir zarar verir ki, insanları kitap ve sünnetten yoksun bırakmak onlar için daha hayırlı ve daha doğru olur. Bunun bâtıllığı da açıktır.
Bazı geri zekalılar:44 “Selefin yolu daha sağlıklı, halefin yolu ise ilim ve hikmet bakımından daha üstündür”!! demişlerdir. Bu sözün kaynağı şu iki kanıdır:
Birincisi: Bunu söyleyenin, taşıdığı bozuk süpheler nedeniyle, Allah-u Teâlâ’nın, bu nasların (ayet ve hadislerin) gösterdiği gerçek bir sıfatı yoktur şeklindeki inancı.
İkincisi: Selefin yolunun, sıfatlarla ilgili nasların lafızlarına hiçbir anlam vermeden inanmak olduğunu sanması. Böylece iş dönüp dolaşarak şu iki şey arasında kalıverir:
Biz, ya anlamsız kupkuru boş sözlere inanmak durumundayız -ki onun kanısına göre- selefin yolu budur. Ya da nasların açık anlamlarının bizzat gösterdiği Allah’ın sıfatlarını saptarken, bu naslara açık anlamlarına ters anlamlar veririz. Halefin yolu da budur.
Hiç şüphesiz, nasların anlamlarını saptamak, onları büsbütün anlamsız boş laflar halinde bırakmaktan hem ilim hem de hikmet bakımından daha iyidir. İşte bundan dolayıdır ki bu geri zekalı, ilim ve hikmet bakımından halefin yolunu, selefin yolundan daha üstün tutmuştur.
Bu geri zekalının sözünün bir doğru bir de yanlış yanı vardır:
Doğru yanı “selefin yolunun daha sağlıklı olduğu” sözüdür.
Yanlış yanı ise “ilim ve hikmet bakımından halefin yolunun daha üstün olduğu” sözüdür. Bu söz (yanlış yanı içeren söz) birkaç bakımdan açıkça yanlıştır:
1- Bu söz, “selefin yolu daha sağlıklıdır” sözüyle çelişmektedir. Çünkü selefin yolunun daha sağlıklı olması, onun ilim ve hikmet bakımından daha üstün olmasının bir gereğidir. Şöyle ki, ilim ve hikmet olmadan selâmet (sağlık) olmaz. İlim, selâmet sebeplerindendir. Hikmet ise o sebeplere göre hareket etmektir. Böylece selefin yolunun daha sağlıklı, ilim ve hikmetçe de daha üstün olduğu anlaşılmış olur. İşte bu geri zekalının bu kaçınılmaz gerçeği bilmesi gerekir.
2- Allah’ın, bu nasların gösterdiği gerçek bir sıfatı yoktur şeklindeki inancı da bâtıldır. Çünkü bu ilk olarak bozuk şüpheler45 üzerine kurulmuş bir kanıdır. İkinci olarak da hem akıl, hem yaratılış (fıtrat) hem de dinin kendisi, Allah-u Teâlâ’nın en olgun sıfatlara sahip olduğunu göstermektedir. Bunları şöyle açıklayabiliriz:
Akıl, Allah’ın en olgun sıfatlara sahip olduğunu gösterir. Şöyle ki: Bu evrende fiilen var olan her şeyin bir sıfatı vardır. Bu sıfat ya olgunluk ya da eksiklik sıfatıdır. İkinci yâni eksiklik sıfatı, gerçek anlamda ibadet edilmeyi hak eden Rabb’e nispeti yönüyle bâtıldır. Bundan dolayı Allah-u Teâlâ, putların ilahlıklarının (tanrılıklarının) geçersizliğini ve bâtıllığını göstermek için, onları “işitmez, görmez, ne fayda ne de zarar vermez, yaratmaz ve yardım etmez” gibi eksiklik ve âcizlik belirten sıfatlarla nitelemiştir. İkincisi yâni Allah’ın eksiklik bildiren sıfatlarla nitelenmesi mümkün olmadığına göre, birincisi yâni O’nun için olgunluk sıfatlarının saptanmış olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış oldu. Kaldı ki yaratıkların da olgunluk sıfatları bulunduğu, duyu ve gözlem ile saptanmıştır. Bu olgunluk sıfatlarını, onlara veren her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh olan Allah’tır. Elbette tüm bu olgunlukları veren onlara daha layıktır.
Fıtrat (yaratılış) kanunu da Allah’ın olgunluk sıfatlarına sahip olduğunu gösterir. Çünkü sağlıklı nefisler (canlar), Allah’ı sevmek, O’nu yüceltmek ve O’na kulluk etmek eğilimi ve doğasıyla yaratılmışlardır.46
Şimdi sen, tüm bunlardan sonra, rablığa ve ilahlığa lâyık, olgun sıfatlarla niteli olduğuna inandığından başka bir varlığı sever, onu yüceltir ve ona kulluk eder misin?!
Din ise, Allah’ın en olgun sıfatlara sahip olduğunu gösteren sayılmayacak kadar pek çok kanıtla doludur. Örneğin Allah’ın şu buyrukları bunlardan bazılarıdır:
“O, öyle Allah’tır ki, O’ndan başka ilah yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağışlayandır. O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O, mülkün sahibidir, mukaddestir (çok kutsaldır), selâmet verendir, emniyete eriştirendir, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah (müşriklerin) ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır. En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) O’nundur. Göklerde ve yerde bulunan her şey O’nu tesbîh eder. O, azîzdir (gâliptir), hikmet sahibidir.” (Haşr, 22-24)
“Göklerde ve yerde en yüce sıfat(lar) O’nundur.” (Rûm, 27)
“Allah, (o Allah’dır ki) O’ndan başka ilah yoktur; O, diridir, zâtıyla ve kemâliyle kâimdir. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir ki? Onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir. O’nun ilminden, yalnız kendisinin dilediği dışında hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır, onları koruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O, zâtıyla yüksek olandır, çok büyüktür.” (Bakara, 255)
Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in de şu sözü bunun güzel bir örneğidir:
“Ey insanlar! Kendinize acıyınız. Çünkü siz, ne bir sağıra ne de bir gâibe dua ediyorsunuz. Tam tersine işiten, gören ve yakın olana dua ediyorsunuz. Hiç şüphesiz kendisine dua ettiğiniz sizden birinize bineğinin boynundan daha yakındır.” 47
Buna benzer daha pek çok ayet ve hadis, Allah’ın olgunluk sıfatlarıyla niteli olduğunu göstermektedir.
3- Selefin yolu, sıfatlarla ilgili nasların lafızlarına hiçbir anlam vermeden inanmaktır şeklindeki sanısı da hem bâtıldır hem de selefe atılan bir iftiradır. Çünkü gerek lafız, gerekse anlam bakımından sıfat naslarını en iyi bilen, Allah ve Rasûlü’nün istekleri doğrultusunda bu nasların anlamlarını Allah-u Teâlâ’ya yaraşır biçimde en açık ve güzel şekilde saptayan seleftir.
4- Selef, nebîlerin ve rasûllerin mirasçılarıdırlar. Onlar bilgilerini ilâhî risâlet kaynağından ve iman gerçeklerinden almışlardır. Fakat şu halef ise, sahip oldukları bilgilerini, ateşe tapan mecûsilerden, müşriklerden, Yahûdi ve Yunan sapıklığından almışlardır.48 Şimdi nasıl oluyor da, mecûsilerin, müşriklerin, Yahûdilerin, Yunanlıların ve bunların yavrularının mirasçıları olanlar, Allah’ın isim ve sıfatları konusunda nebîlerin ve rasûllerin varislerinden daha bilgili ve daha hikmetli olabiliyorlar?!
5- Bu geri zekalının, ilim ve hikmetle ilgili metodlarını, selefin metodundan üstün tuttuğu halef, aslında Hz.Muhammed -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ile gönderilen açık kanıtlar ve hidayetten yüz çevirdikleri ve Allâh-u Teâlâ’yı bilmeyi, Allah’ı bilmeyenlerden öğrenmek istedikleri için şaşırıp kalmışlardır. Bu şaşkınlıkları bizzat kendi itirafları ve ümmetin de aleyhlerine tanıklığı ile sâbittir. Nitekim bunların liderlerinden biri olan Râzî,49 sonunda vardığı kanaati şöyle ifade etmektedir:
Akılların gidişinin sonu bağlara takılmaktır.50
Akılla uğraşan âlimlerin çabasının çoğu sapıklıktır.
Ruhlarımız, bedenlerimizde yabancı kalmıştır.
Dünyamızın sonu eziyet ve vebaldir.
Ömrümüz boyunca araştırmalarımızdan istifâde etmedik.
Sadece onun bunun dediklerini toplamak dışında.51
“Ben kelâm yollarını ve felsefe metodlarını inceden inceye inceledim de bunları, ne bir hastaya şifa verecek ne de bir susamışı kandıracak nitelikte görmedim. (Allah’a ulaştıran) yolların en yakınının Kur’ân yolu olduğunu gördüm. Allah’ın sıfatlarını ispat hususunda:
“Rahman arşa istiva etti.” (Tâhâ, 5)
“Güzel söz ancak O’na yükselir (çıkar).” (Fâtır, 10)
ayetlerini, eksiklik ve kusur belirten sıfatları reddetme hususunda ise:
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 11)
“Onlar O’nu ilmen (bilgice) kavrayamazlar.” (Tâhâ, 110)
ayetlerini oku.
Benim deneyimimi geçiren kimse, benim bildiğim gibi bilir.”52 Râzî’nin sözü burada bitti.
Şimdi nasıl oluyor da, kendilerinin sapıklık ve şaşkınlık içinde olduklarını itiraf eden bu şaşkınların yolu, Allah’ın kendilerine bahşettiği ilim ve hikmetle diğer peygamberlerin ümmetleri arasından sıyrılıp çıkarak onlara üstün gelen hidâyet önderleri ve gece karanlığının kandilleri olan selefin yolundan daha bilgili ve daha hikmetli olabiliyor?! Onlar öylesine, imân ve ilim gerçeklerini idrak etmişlerdi ki, başkalarının bütün bilgileri toplanıp onlarınkinin yanına konsa, başkalarını bunlarla karşılaştırmak isteyen bu yaptığından utanırdı. Öyleyse nasıl oluyor da başkalarının onlardan daha üstün olduğu hükmü verilebilmektedir?!
Böylece selefin yolunun daha sağlıklı, daha bilgili ve daha hikmetli olduğu ortaya çıkar.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Sonradan Gelen Bazı Kimselerin Selefin Yolu Hakkındaki Kötü Niyetli Nakilleri
Sonradan gelenlerden bazıları şöyle demişlerdir: “Selefin sıfat nasları hakkındaki görüşü (yolu), sıfat naslarını (lafızlarını) geldiği gibi alıp açık anlamlarının (zâhirlerinin) kastedilmediğine inanmaktır.”
Doğal olarak, böyle bir sözü geneli itibarıyla olduğu gibi almak problem olabilmektedir. Çünkü “zâhir=açık anlam” sözü mücmel olup aşağıdaki şu ayrıntılı açıklamaya gereksinim duyar:
1- Eğer zâhir sözüyle, bu naslardan, teşbîhe (benzetmeye) kaçmaksızın Allah’ın, kemâline yaraşır sıfatları olduğu ortaya konmak istenmişse, bu kesinlikle kastedilen anlamdır. Kastedilen anlamın bu olmadığını söyleyen kimse şayet buna kendisi inanmışsa sapıtmış, yok bu sözü yâni kastedilen anlamın bu olmadığını selefe nispet etmişse yalancı veya hatalı olmuştur.
2- Yok eğer zâhir sözüyle, bazı insanlar için, “bu nasların zâhirleri (açık anlamları) Allah’ı yaratıklarına benzetmektir” gibi bir anlamın belirebileceği kastedilmek istenmişse, bu durumda kastedilen anlam kesinlikle bu değildir. Zaten nasların zâhiri (açık anlamı) de bu değildir. Çünkü Allah’ın yaratıklarına benzemesi olanaksız bir şeydir. Kitap ve sünnetin zâhirinin olanaksız bir şey olması mümkün değildir. Her kim nasların zâhirlerinin (açık anlamlarının) Allah’ı yaratıklarına benzetmek olduğunu sanarsa, ona bu sanısının yanlış olduğu ve bu nasların zâhirlerinin (açık anlamlarının), hatta bunun da ötesinde açık seçik dile getirdiklerinin: “Allah’a yaraşır ve O’na özgü sıfatların ispat edilmesi” gereği olduğu açıklanır.
Böylece bu ayrıntılı açıklamayla, hem lafız hem de anlam bakımından naslara hakkını vermiş olduk. Allah en doğrusunu bilir.
ALTINCI BÖLÜM
Sonradan Gelen Bazı Kimselerin Hakkı Bâtılla Karıştırmaları
Sonradan gelenlerden bazıları şöyle demişlerdir: “Sıfat nasları hakkında selefin yolu (görüşü) ile bu nasları te’vîl edenlerin yolu (görüşü) arasında bir fark yoktur. Çünkü bunların hepsi de ayet ve hadislerin Allah’ın sıfatlarını göstermediği hususunda birleşmişlerdir. Ancak te’vîl edenler, ihtiyaç duyulduğundan dolayı bunları te’vîl etmeyi yararlı görmüşler ve bunun sonucu olarak da kastedilen anlamı belirlemişlerdir. Selef ise te’vîlcilerin kastettikleri anlamdan başka bir anlamın da kastedilmiş olabileceği düşüncesiyle kesin bir anlam belirlemekten kaçınmışlardır.”
Bu söz, selefe atılan açık bir iftiradır. Selef arasında nasların, Allah’a yaraşan sıfatları göstermediğini söyleyen hiç kimse yoktur. Tam tersine onların sözleri, genel olarak sıfatların cinslerini kabul etmeyi, genelin dışında da sıfatları inkar eden ya da Allah’ı yaratıklarına benzetenleri reddetmeyi gösterir.
Nitekim İmam Buhârî’53 nin hocası Nuaym b. Hammâd el-Huzâ’î’54nin şu sözü bunun güzel bir örneğidir:
“Allah’ı yaratıklarına benzeten kâfir olur. Allah’ın, kendisini nitelendirdiği şeyleri inkar eden de kâfir olur. Ne Allah’ın kendisini nitelendirdiği ne de Rasûlü’nün O’nu nitelendirdiği hiçbir şey teşbîh değildir.”55 Selefin buna benzer sözleri daha pek çoktur.
Selefin bu te’vîlcilerle aynı düşüncede olmayıp, sıfatları olduğu gibi kabul ettiğinin kanıtlarından biri de bunların, sıfatları olduğu gibi kabul etmelerinden dolayı selefe düşman olmaları ve selefi teşbîh ve tecsîm (cisimlendirme)56 ile suçlamalarıdır.57 Eğer selef de bunlar gibi nasların, Allah’ın sıfatlarını göstermediği görüşünde olsaydı, onlara düşman olmaz ve onları teşbîh ve tecsîm ile suçlamazlardı.58 Allah’a hamdolsun ki bu durum açıkça görülebilmektedir.
Dostları ilə paylaş: |