Kadınların nübüvvet ve imamet makamından mahrumiyeti, onların manevi eksikliği ve Allah katına kadar uzanan sülûkün yüksek mertebelerine ermekten aciz oldukları şeklinde yorumlanabilir. Ama bu doğru mudur?
İlerleyen bölümlerde kadınların nübüvvet ve imamet konusunu detaylı bir şekilde ele alacağımız için burada kadınların bu iki görevden mahrumiyetini varsaymakla beraber, söz konusu mahrumiyet ile kadınların manevi eksikliği arasındaki bağ iddiasını erkeklere kıyasla incelemeye çalışacağız.
Bu bağı çok basit bir beyanla reddetmek mümkündür: Ehlisünnet’in rivayet kaynaklarında birkaç belgeye istinaden nakledilen ve merhum Tabersî gibi bazı Şiî müfessirlerin de doğruladığı bir hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.a) tüm kadınlar arasında birkaç kadını en mükemmel kadın olarak tanıtmıştır. Bu hadis üç farklı şekilde nakledilmiştir.
Ehlisünnet’in Buharî, Müslim, İbn Mace ve Tirmizî Sahihleri gibi birçok kaynağında bu hadis sadece iki mükemmel kadına işaret ediyor; bu kadınlardan biri, Hz. Meryem (a.s) ve diğeri, Firavun’un eşi Asiye’dir.[1]
Bazı nakillerde Hz. Hatice’nin (a.s) adı de eklenmiş ve böylece üç mükemmel kadına işaret edilmiştir.[2]
Bir başka nakilde ise Hz. Fatıma’nın (a.s) adı da eklenmiş ve sonuçta dört mükemmel kadının adı gündeme gelmiştir.[3]
Ehlisünnet muhaddislerinin bu konuda naklettikleri diğer bazı rivayetlerde bu dört kadın, dünyanın en iyi kadınları olarak tanıtıldığı ve tüm Ehlisünnet müfessirlerine göre Hz. Meryem (a.s) ve Hz. Fatıma (a.s) diğer iki kadına nazaran daha faziletli ve daha üstün olduğu beyan edildiğinden,[4] üçüncü nakil daha doğru kabul edilmektedir. Zira Hz. Fatıma’nın (a.s) fazilet bakımından birinci veya ikinci sırada yer aldığı halde kemale ermemiş olması, fakat daha az faziletli olan Asiye’nin kemale ermiş olması kabul edilemez.
Her hâlükârda, esas üzerinde durmak istediğimiz konu şudur: Mevzu bahis hadise göre, bazı kadınlar kemalin en yüksek mertebesine ermiştir. Bu kadınlar varsayımımıza göre, “Nübüvvet makamına ermemiştir” dediğimizde bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Nübüvvet öz itibarı ile kemale erme ve manevi seyr ve sülûk aşamalarından biri değil (ne kadınlar, ne de erkekler için), sâlik insanın bazı yüksek manevi derecelere ermesi ile kendisine verilecek ilahî bir sorumluluktur. Öte yandan bu sorumluluğun sosyal bir boyutu da söz konusu olduğundan, yüce Allah bu sorumluluğu kadınlara vermemiştir; zira erkekler bu sorumluluğu yerine getirmek için daha uygundur.
Dolayısıyla kadınların nübüvvet makamından mahrumiyeti, onların yüksek manevi derecelere ermeleri bağlamında kapasitelerine aykırı bir durum sayılamaz; nitekim başta Ehlibeyt İmamları (a.s) olmak üzere evliyaların ve Allah’ın Lokman Hekim ve Zülkarneyn gibi bazı seçkin kullarının nübüvvet makamına nail olmamaları, bu insanların peygamberlerle kıyasla manevi eksikliklerini ifade etmez.[5]
Bu konuda çağdaş İslam düşünürlerinden biri şöyle diyor:
Söz konusu aşamalar (“Esfar-i Erbaa”, ariflere göre dört sefer[6]) velayetin genel çizgilerini ve tesirlerini belirleyen aşamalardır ve bu siyerin yolcuları kadın ve erkeklerdir. Hakka doğru giden bu yolda dişi ve erkek arasında hiçbir fark yoktur ve üçüncü ve dördüncü yolculukta gündemde olan şey, velayetin çeşitli dereceleridir ki burada kadın ve erkek arasında asla bir farklılık söz konusu değildir ve nübüvvet ve risalet meselesi ile de hiçbir ilgisi yoktur. Yani üçüncü ve dördüncü yolculuk, nübüvvet ve risalet olmaksızın da gerçekleşir.
Nübüvvet ve risaletin desteği, velayettir ve velayette kadın ve erkek arasında hiçbir üstünlük farkı yoktur, bilinen teşrii nübüvvet ve risaletten ibaret olan icra aşamasındaki bazı tesirlerinde, bu iki cins arasındaki fark bu gerçeği etkilememektedir.[7]
[1] Buharî, Sahih-i Buharî, c.4, s.131; Tirmizî, Sünen-i Tirmizî, c.3, s.179
[2] İbn Kesir, el-Bidayetu ve’n Nihaye, c.2, s.73
[3] Son nakle göre hadisin metni şöyledir: “Erkeklerden birçokları kemale ermiştir. Ancak kadınlardan Firavun’un eşi Asiye, Huveylid kızı Hatice ve Muhammed Kızı Fatıma’dan başka kimse kemale ermemiştir.” Taberî, Camiu’l-Beyan, c.3, s.358. Yine bk. Tabersî, Mecmau’l-Beyan, c.10, s.65
[4] İbn Kesir, el-Bidayet-u ve’n Nihaye, c.2, s.72
[5] Ehlibeyt İmamlarının geçmiş peygamberlerden üstünlüğü konusunda bk. el-Müfid, Evailu’l-Mekalat, s.70-71 ve 177-178
[6] Birinci sefer: Halkın Hakk’a (yaratılmışların Yaratana) seferidir, kesretten vahdete harekettir. İkinci sefer: Hak’tan Hakk’a seferdir; vahdet deryasında, Allah’ın isim ve sıfatlarını müşahede seferidir. Üçüncü sefer: Hak’tan halka ve yaratılmışlara seferdir, vahdetten eser ve fiillerin kesretine harekettir. Dördüncü sefer: Hakk’ın eşliğinde halktan halka seferdir, yaratılmışlardan yaratılmışlara doğru harekettir, Allah Teâla ile kesretten kesrete harekettir. Bk. Cevadî Amulî, Zen Der Aile-i Celal ve Cemal (Celal ve Cemal Aynasında Kadın), s.230
[7] age. s.231
2.4. Ahlakî Gelişme
İnsanın manevi kemal ve saadetinin esas anahtarı, ahlaki faziletlere sahip olmasıdır. İman ve salih amel, insanların kurtuluşunun esas kıstas olarak tanımlansa da, bireyin sadece ahlak zemininde imanı gelişir ve ameli de salih amel sıfatına bürünür. Dolayısıyla eğer dinî metinlerde kadınların, ahlaki faziletlerin gelişmesi açısından erkeklerden daha düşük bir düzeyde olduğuna dair delillere rastlayacak olursak, bundan kadınların manevî sülûk alanında erkeklerle rekabet edebilecek güçten yoksun oldukları sonucuna varabiliriz.
Şimdi burada bu konuya delil olarak gündeme gelebilecek bazı rivayetleri gözden geçirmek istiyoruz.
- Senedi sağlam olan ve Hz. Peygamber’den (s.a.a) nakledilen bir rivayette şöyle beyan edilir:
“Kadının misali, eğri bir ağaç misalidir; eğer kendi hâline bırakırsan, sana yarar sağlar ve eğer onu düzeltmeye kalkışırsan kırılır.”[1]
Aynı rivayet başka bir senedde daha detaylı bir şekilde beyan edilmiştir. Söz konusu senede göre, yüce Allah bu cümleyi, eşi Sara’nın sert ahlakı yüzünden Hak Teâla nezdinde şikâyette bulunan Hz. İbrahim’e (a.s) buyurmuştur.[2]
Bazıları bu rivayete bakarak kadınların bir nevi ahlakî açıdan eğri büğrü sayıldığını, onları ıslahı mümkün olmayan, ahlak ve davranışlarını düzeltme çabası yenilgiye mahkûm olan mahlûklar olarak tanıtıldığını sanabilir.
Ancak bu algı birkaç açıdan yanlıştır. Öncelikle bu rivayet, seçkin ve fazilet sahibi kadınlardan söz eden Kur’ân-ı Kerim ayetlerine ve rivayetlere aykırıdır ve bu yüzden rivayeti genel bir kural olarak tüm kadınlar için kullanamayız. Ayrıca rivayette gündeme gelen özellik, erkekler için de geçerli olabilir ve bu yüzden bu rivayet, kadın ile erkek arasında zatî bir farklılığın delili olarak istinat edilemez.
İkincisi, rivayetin anlamına iyice odaklandığımızda, rivayette mutlak olarak ahlaki eğrilik ve büğrülüğün vurgulanmadığı görülecektir; zira eğrilik kadının sıfatı değil, kadının benzetildiği ağacın özelliğidir ve eğrilik, ağaçlar için bir kusur sayılmadığından, rivayetten kadının kişilik özelliklerinin (kolaylıkla) değişmeyeceği anlaşılır. Yani bu özellikler eğriliği ifade etsin veya etmesin, erkeğin kendi zihniyeti ve zevkine göre söz konusu özellikleri değiştirmeye çalışmaması gerekir, çünkü bu durumda hayatı, hem kendisine ve hem eşine zehir edebilir. Ayrıca unutmamak gerekir ki bu konu, yani kadınla erkek arasındaki kişilik farklılığı, günümüzde aile meseleleri uzmanları ve yine psikoloji ve sosyoloji bilginleri tarafından vurgulanmakta ve birçok istişare eksenli tavsiyeler ve çözüm yolları da buna göre üretilmektedir.[3]
Dahası; söz konusu rivayette, kadınlarda bu tür bir özelliğin ortaya çıkışının biyolojik etkenlerden kaynaklandığına dair bir işarete rastlanmıyor. Bu yüzden bu özelliğin kadınlarda ortaya çıkış kaynağını, talim ve terbiye ve çevrenin etkisi şeklinde değerlendirebiliriz.
Bazıları bu algılamanın rivayetin sonunda yer alan tabirle çelişki arz ettiğini söyleyebilir, çünkü rivayetin sonunda “Eğer onu düzeltmeye kalkışırsan, kırılır” söyleminden maksadın herhangi bir öğretinin ve eğitimin etkili olmadığı yönündedir, oysa söz konusu algılamaya göre talim ve terbiyenin etkili olması gerekmektedir.
Ancak bu eleştiriyi de reddetmek mümkün; zira talim ve terbiye ve çevrenin etkisinden doğan kişilik özellikleri, özellikle yetişkin insanlarda, bazen biyolojik özellikle rekabet edebilecek derecede sabit ve değişmez hale gelir.
- Bir başka muteber rivayette şu şekilde ifade edilir:
“İyi ve seçkin kadın, bulunması çok nadir bulunan tek ayağı beyaz bir karga gibidir.”[4]
Bu rivayet, aslında seçkin kadınların ender bulunduğuna işaret etmekte ve kadınla erkeği kıyaslayarak, seçkin erkek sayısının daha fazla olduğu gibi bir sonucu doğrulamamaktadır. Bunun dışında, rivayetin seçkin kadınların neden ender bulunduğuna dair herhangi bir açıklaması olmadığından, konu hakkında kesin biyolojik etkenlerin sebep olduğu sonucuna varmamız da mümkün değildir. Bununla birlikte bu konuda sosyal ve talim ve terbiye ile ilgili etkenlerin söz konusu olma ihtimali de göz önünde bulundurulmalıdır.
- Bundan önce anlattığımız rivayete göre, kemale eren bunca erkeğe karşı sadece dört kadın bu dereceye ermiştir.[5] Gerçi bu rivayet açıkça kadınlarla erkekler arasında manevi sülûk alanında nicelik bakımından fark bulunduğunu beyan etmekte, ama yine de bu farklılığın kökü biyolojik etkenlere mi, yoksa uzmanların ihtimal verdiği gibi, talim ve terbiye ve çevre etkenlerine mi dayandığına değinmemektedir.[6] Üstelik bu rivayet ve bir önceki rivayette seçkin ve kemale eren kadın sayısının seyrek olduğu varsayıldığından, bu meselede “zorunluluk” ihtimali geçersizdir; yani kadınların eksikliğini cebrî ve kaçınılmaz sayamayız.
O zaman bu rivayetler ve benzer rivayetler[7] kadınların erkeklerle ahlaki açından rekabet etme gücünden yoksun olduğuna dair birer delil değildir ve eğer bunları bu konuda birer delil olarak kabul ederek rivayetlerde kadınlarda biyolojik etkenlerden kaynaklanan bir nevi ahlaki zafiyet varsayıldığını iddia edecek olsak bile, yine de evvela, söz konusu iddiayı kabul etmek, söz konusu eksikliğin cebrî kanunlara mahkûm olduğunun sonucunu çıkaramayız. Üstelik, bir ihtimal olarak şunları söylemek mümkündür: Bu seyr ve sülûk zorluğu, yolun kısaltılması ve hedefin yakınlaştırılması ile telafi edilmiştir.
Bu tartışmanın cinsiyet alanının çok çok ötesinde tartışılabilir olduğunu da belirtmek gerekir. Çünkü dinî metinlerden hareketle, insanların cinsiyetlerin ötesinde ahlaki gelişme ve maneviyat elde etme yolunda farklı ruhî kapasitelere sahip olduğu gözlemlenmektedir. Kimileri ahlaki faziletleri elde etmek için yüksek kapasitelere sahiptir ve ahlaki sülûk aşamalarını çok hızla katedebilir. Ancak kimileri için de bu yolu katetmek oldukça zordur ve bu yolda çok yavaş ilerleyebilir. Öte yandan bu farklılığın, yüce Allah tarafından gösterilen bir adaletsizlik veya ayrımcılık şeklinde algılanmaması gerekir; zira İslam açısından ahlaki fiil, “İlahî yükümlülük, insanların yeteneklerine tabidir.”[8] kaidesine göre değerlendirilir. Bu yüzden farklı derecede irfanî ve ahlaki sülûk sahibi insanların, ilahî kata yakınlıkta ve uhrevî derecelerde eşit olmaları doğaldır.
[1] Vesailu’ş-Şia, c.14, Mukaddimatu’n-Nikâh bablarından 90. bab. s.123
[2] age, s.124, h.4
[3] Örnek olarak bk. John Gray, Merdan-i Mirrih, Zenan-i Venüsî
[4] Vesailu’ş-Şia, c.14, Mukaddimatu’n-Nikâh bablarından 9. bab, c.14, s.22-23
[5] Taberî, Camiu’l-Beyan, c.3, s.358
[6] Cevadî Amulî, Zen Der Aine-i Celal ve Cemal, s.232
[7] Vesailu’ş-Şia, c.14, Mukaddimatu’n-Nikâh bablarından 94 ve 96. bablar, s.129-131; Rezî, Nehcu’l-Belaga, c.2, s.43
[8] Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle: “Allah, hiç kimseyi gücünün yettiğinden fazlasıyla yükümlü kılmaz.” Bakara, 286
Dostları ilə paylaş: |