920- qqFELSEFE ySKV4 : Yunanca “filosofia” (philosophia)dan Arapçalaşarak dilimize “felsefe” olarak girmiştir. Farklı manalarda kullanılır: Feylesofların mesleği. *İlm-i hikmet. Geniş mânâsiyle felsefe: Hayata, hadiseler ve varlıklara bakışta, dinden kopuk beşerî düşünceyi esas almaktır. *Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezahürlerini, sebeblerini, ilk unsurları, mebde ve gaye cihetinden inceleyen fikrî çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan bilgi. *Bir ilmin prensipleri. *Marifet ve hikmet sevgisi. *Meşhur bir feylesofa göre olan hususi prensipler, nazariyeler. *Tabiat, huy ve mizaç sakinliği, rahatlık. (Bak: Abesiyyun, Determinizm, Dehriye, Feylesof, Hikmet, İşrakıye, Maddiyyun, Meşşaiye, Metafizik, Müşebbihe, Nokta-i Nazar, Rasyonalizm, Septisizm, Sofestai, Sofizm, Ta’til, Zerre)
921- Bugün yazılmış felsefe tarihlerinin çoğu Batılıların eseri olduğu için, felsefe tarihinin başlangıcı eski Yunan medeniyetine bağlanmaktadır. Oysa bundan önce Mezopotamya, Mısır, Anadolu, İran, Hint ve Çin medeniyetleri vardı. Şüphesiz bu medeniyetlerde de felsefî düşünme faaliyeti mevcuttu. Yani pratik fayda, günlük ihtiyaçları karşılama gayesiyle değil de yalnız hakikatı öğrenmek için araştırma ve düşünme faaliyetinin tarihte başlangıcı çok daha eskilere gider. Fakat bu konuda hem kaynaklar yeterli değil, hem de bu genişlikte bir felsefe tarihine pek rastlıyamıyoruz.
922- Eski Yunan düşüncesi içinde felsefe tabirini ilk def’a “philosophia” olarak Pyhtagoras (Pisagor)un kullandığını eski kaynaklar nakletmektedir. Felsefe tabiri, hem mücerred ve nazarî düşünceyi hem de tabiat ilimlerini içine alacak biçimde geniş manasıyla kullanılmıştır. Bu umumi manadaki kullanılış, Mi. 17. yy.a kadar devam etmiştir. Bu durum İslâm dünyasında da görülmektedir. Felsefe ve hikmet tabirleri hem müsbet ilimleri hem de nazarî düşünceyi birlikte ifade eden tabirlerdir. İlimlerin felsefeden ayrılışı, Batı’da 17. yy.dan itibaren başlamıştır. Umumi cazibe kanununu keşfeden Newton bile yazdığı fizik kitabına “Tabiat Felsefesi” adını vermiştir. Zaten fizik kelimesi Yunanca olup, tabiat manasına gelir. Bu sebeble bugünkü fizik, kimya, astronomi, biyoloji, jeoloji gibi müsbet ilimlerin mevzuları tabiat felsefesi içinde düşünülmüştür.
923- Büyük İslâm mütefekkiri ve müceddidi Bediüzzaman bir mektubunda felsefeyi bu geniş manasıyla ele alır ve müsbet ve menfi olarak iki kısma ayırarak şöyle der:
«Risale-i Nurun şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünki felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemalat-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’an ile barışıktır. Belki Kur’anın hikmetine hadimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.
İkinci kısım felsefe, dalalete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi hârikalarıyla Kur’anın mu’cizekâr hakikatlarıyla muaraza ettiği için, Risale-i Nur’un ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı müvazenelerle felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor, müstakim, menfaatdar felsefeye ilişmiyor...» (E.L.I. 181)
924- Felsefi düşünce tarihini, ana hatlarıyla şöyle hülasa etmek mümkündür:
I- Antik Çağ
A- Eski Yunan felsefesi:
Bugünkü Batı dünyasının felsefe geleneği, eski Yunan felsefesine dayanır. Bu felsefe M.Ö. 6. yüzyıldan başlayarak, miladi 1. yüzyıla kadar altı-yedi yüzyıllık bir devreyi içine alır. Avrupa’da ve Batı Dünyasında çağımızın felsefi çığırlarının hemen hemen hepsinin kökleri bu eski Yunan Felsefesine kadar uzanır. İslâm dünyasında ortaya çıkan felsefe çığırları da, muhtelif derecede bu felsefenin tesirinde kalmıştır.
925- Eski Yunan Felsefesi bir bütün halinde değil, birbirinden farklı veya birbirine zıd, çeşitli cereyanların bir karması olarak karşımıza çıkar. Bu felsefe çevresi içinde, sonradan Avrupa Felsefesinin ele aldığı bir çok mes’eleler, ilk def’a basit şekilleriyle ele alınmıştır. Bu kadar çeşitli ve farklı çığır ve görüşlerin ortak cihetleri de mevcuddur. Bunları şöyle belirtebiliriz:
1- Eski Yunan felsefesi dine dayanmaz. O zamanda Yunan dünyasındaki din, putperestlik olup kültür ve medeniyetin gelişmesi ölçüsünde zayıflamış ve cemiyetteki yüksek tabakayı tatmin etmez olmuştur. Bu sebeble düşünen insanlar çevresinde dinden bağımsız, akla dayanan dünya görüşleri olarak felsefe çığırları, putperestlik dininin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışmıştır.
2- Umumi karakterleri itibariyle felsefi cereyanlar, aklı esas alır. İnsan hayatının yine insanın kendisi tarafından tanzim edilmesi gerektiğini kabul eder.
3- Dünya hayatını esas alır.
4- Yoktan varetmek, yaratmak düşüncesini kabul etmez.
926- Yunan Felsefesini üç ana devreye ayırmak âdet olmuştur:
a- Sokrates’den önceki devir: (Takriben M.Ö. 6.yy.-5.yy.arası) Bu, tabiat felsefesi devridir.
b- İnsan felsefesi devri: (M.Ö. 5.yy.) Sofistler (Osmanlıca: Sofestaiyyun) ve Sokrates bu devir içinde yer alırlar. Bu devir felsefesi, tabiatı inceleyip anlamayı ve açıklamayı bir tarafa bırakarak insanı anlamayı, insan hayatına bir mana ve nizam getirmeyi ön plana alıp hayatın, yaşamanın, yani insanın felsefesini yapar.
c- Büyük sistemler devri: (M.Ö.4.yy.-Mi.l.yy.başları) Eflatun ve Aristo’nun da içinde yer aldığı bu devrede felsefe, Batı düşüncesinin mevzuu olan pekçok şeyi ele alarak birbirine bağlı bir düşünce ve görüş bütünlüğü içinde sistemleştirmeye çalışır.
Bu üç devreden birincisine ait kaynaklar, çok az ve zayıftır. Bu kaynaklara göre filozofların tabiat mevzuunda ileri sürdükleri fikirler, birbirleriyle mütenakızdır. Kâinattaki kesreti, tahavvülatı açıklama teşebbüs ve gayretleri netice vermemiştir. Bu durumu gören ikinci devre filozofları umumiyet itibariyle şüphecilik ve inkâra sapmışlardır. Yalnız Sokrates, Eflatun ve Aristo ve bunlara bağlı muakibleri bu inkârcılığa bir nebze karşı çıkmışlarsa da üçüncü devrede ortaya koydukları fikir sistemleri de bir hakikat ortaya koyamamıştır. Yunan felsefesi bu haliyle Roma’ya intikal etmiştir.
927- B- Roma Felsefesi: (Takriben M.Ö. 1.yy. - Mi.6.yy.) Tabiat, insan ve hayat mevzuunda Yunan Felsefesinin çeşitli çığırlarını taklit etmiş eklektik (devşirmeci) bir felsefedir. Kendine mahsus yeni bir felsefe getirmemiştir. Fakat siyasî hayat ve hukuk sahasında önceki devirlerde görülmeyen bir hukuk anlayışı ortaya koymuştur. Roma hukuku ferdî mülkiyeti esas alır, insanın haklarını ve içtimaî nizamı menfaate dayanan ölçülerle tesbit eder. Bu sistem, batı dünyasında laik hayat anlayışının temelini teşkil eder.
Batının düşünce dünyası Yunan Felsefesine, içtimaî hayatı Roma hukuk felsefesine, dinî hayatı Hristiyanlığa dayanır. İşte Batı, bu üç sacayak üzerine müessestir.
928- II- Ortaçağ Felsefesi:
Ortaçağ tabiri Mi. 476-1453 yılları arasında zamanı ifade eder. Ortaçağda gerek Batı Hristiyanlık dünyası, gerek Doğu İslâm dünyasına hâkim olan, felsefi düşünceden önce bu iki semavi din olmuştur. Felsefe ise daha çok bu dinlerin hizmetinde ve kendini muarızlarına kabul ettirmek yahut onlara karşı müdafaa etmek için bir vasıta olmuştur. Ortaçağda felsefe bu fonksiyonu itibariyle yeni görüşler ortaya koymaktan ziyade dinin esaslarını felsefi dille takdim etmek yahut felsefe ile dinin uzlaştırılmasını sağlamak hedefine yönelmiştir.
Felsefenin yüklendiği bu vazife ve aldığı şekil itibariyle bu dönemde “skolastik felsefe” adıyla şöhret bulmuştur. Skolastik felsefe ortaçağ Hristiyanlık felsefesini ifade için kullanılmakla beraber, Batı felsefe tarihçileri İslâm Felsefesini de “İslâm Skolastiği” olarak isimlendirmektedirler. Şüphesiz ana temayülleri itibariyle her iki felsefenin benzeyen tarafları mevcuddur. İki felsefeyi de, dinle uzlaşma ve dini müdafaa etmek gayesine yönelmiş olmak bakımından aynı kategoride düşünmek mümkündür.
Batıda skolastik felsefe tabiri kelime olarak “okul felsefesi” manasına gelmektedir. Kiliseye bağlı okullarda okutulan ve kilisenin tasvib ettiği resmi felsefe olduğu için bu tabirle adlandırılmıştır. İslâm dünyasında da medreselerde felsefe okutulmuştur. Fakat İslâm filozofları daha çok serbest bir şekilde eserlerini yazıp düşünce sistemlerini ortaya koymuşlardır. Tabiri caizse İslâmda siyasî ve dinî otoritenin tasvib ettiği düşünce, felsefe değil kelâm ilmidir. Bu bakımdan Batıdaki skolastik felsefe gibi addetmek tam uygun düşmez. Batıda kilise skolastik felsefe dışındaki düşünceleri ve ilmî çalışmaları müsamahasız bir şekilde takib ve şiddetle tecziye etmiştir. İslâm dünyasında ise mevcut müsamaha havası içinde her din ve ırktan çeşitli filozof, mütefekkir ve ilim adamları serbestiyet içinde düşünüp eserlerini ortaya koyabilmişlerdir.
Gerek Doğu, gerek Batı skolastik felsefesi bazan Eflatuncu düşünceye, bazan da Aristocu düşünceye ağırlık vermiştir. İslâm dünyasında Aristoya ağırlık veren felsefe Meşşaiyye, Eflatuncu düşünceye ağırlık veren felsefe İşrakiyye ekollerini teşkil etmişlerdir. Batıda bunun karşılığı olan ekoller ise “nominalizm” (adcılık, Os.İsmiyye) ve “realizm” (gerçekçilik, Os.hakikiyye) dir. (Bak: Meşşaiyye, İşrakiyye)
929- Dini desteklemeyi ve açıklamayı hedef alan bu felsefelerin yanısıra dine muarız olan tabiatçı (Os. Tabiiyyun), maddeci (Os. Maddiyyun ve Dehriyyun) ve şüpheci (Os. Reybiyyun) filozoflar da eksik olmamıştır. Eski Yunan ve Ortadoğu medeniyetlerinin fikrî kaynaklarından beslenen bu felsefeler, semavî dinlere faydadan çok zarar verdikleri söylenebilir. Bunlar İslâm âleminde birleştirici değil parçalayıcı bir rol oynamıştır. Çeşitli mücadelelere, bid’at fırkalarının doğmasına, birliğin bozulmasına sebebiyet vermiştir.
Ortaçağ felsefesinin Hristiyan âlemindeki neticeleri daha farklı olmuştur. Batı Ortaçağındaki fikrî ve felsefi mücadeleler kilisenin baskı ve otoritesinin zayıflamasına, tahdid edilemediği için zamanla içtimaî keşmekeşe sebeb olan bir hürriyet anlayışının canlanmasına, müsbet ilimlere rağbetin artmasına, dünya hayatının ağırlık kazanmasına, düşünce ve içtimaî hayatta laik nizamın teşekkül ve teessüsüne yol açmıştır.
930- III- Rönesans Devri (Mi. 14.yy. - 15.yy.):
Eski Yunan felsefe ve düşüncesini İslâm mütefekkir ve filozoflarının eserlerinden öğrenip tanıyan Batı dünyası, Skolastik devirden sonra kiliseden bağımsız olarak, Antik Çağ medeniyeti ve kültürünü orijinal kaynaklarıyla tanıma gereğini ve arzusunu duymaya başlar. Böylece Batı sanatçı ve düşünürleri, eski Yunan düşüncesinin akılcı laik havasıyla, kilise ve otoritesinden müstakil olarak araştırma ve düşünme faaliyetine başlar. Antik Çağ’dan beslenen fakat yeni ve değişik bir biçimde ortaya çıkan bu felsefe dönemi, Rönesans Felsefesi olarak adlandırılır. Bu bir geçiş devresi olup, hem yeniyi hem eskiyi bir arada ve yan yana bulundurur. Bu devreye daha çok Eskiçağ kültürüne dayanarak insanı ve dış dünyayı yeniden tanıma, anlama, araştırma devri ve Yeniçağ düşüncesinin hazırlık safhasıdır, diyebiliriz.
931- IV- Yeniçağ Felsefesi (Mi. 16.yy. - 17.yy.):
İngiltere’de tecrübeciliği, kıt’a Avrupasında akılcılığı temel alan bir vasıfta iki ayrı çığır halinde ortaya çıkan bir felsefe devridir. Yalnız dünya hayatını ve menfaatini kazanmayı hedef edinen bu felsefenin karakteristiği; yaşadığımız dünyayı dinden ayrı olarak anlamak, hâdiseleri açıklamak, düşünme ve araştırma metodlarını bulmak, müsbet ilimlere sağlam bir temel hazırlamak ve gelişmelerini sağlayabilmek yolunda sarfedilen gayretlerin mahsulü olmasıdır. Avrupa bu çağdan itibaren müsbet ilim ve teknikte bariz bir şekilde ilerlemeye başlarsa da, maneviyat ve fazilette daha çok gerilemeğe devam etmiştir. Zira maneviyat ve fazilete zıd olarak hayattaki en önemli hedefi, ilim ve teknikle kuvvet kazanarak hâkimiyetini sağlamaktır.
932- V- Yeniçağ Felsefesi (Mi. 18.yy. ve sonrası):
Bir taraftan müsbet ilimlerin kurulup hızla gelişmeye başladığı, büyük keşiflerin ve buluşların yapıldığı, bir taraftan da eski cemiyet nizamlarının ve şekillerinin değiştirilip yenilerinin ortaya çıktığı bu devirde Batı insanı, muvaffakiyetlerinden mağrur, dünyada kendinden daha üstün kuvetin olmadığı zehabına kapılmış ve aklını sanki bütün esrar kapılarını açabilecek üstün bir kudret olarak görme tevehhümü içinde karşımıza çıkar. Alman filozofu Kant, “Aydınlanma Çağı” denen 18.yy.da insanın bu aşırı iddialarıyla hesablaşır. İnsan akıl ve kabiliyetlerinin nelere yetişip nelere yetişemediğini göstermeğe çalışır. İnsan aklının ve iradesinin tenkidini yapar. İnsan aklının ancak maddi dünyanın gerçeklerini, mutlak olarak değil fakat kendi imkân ve ölçüleri içinde, nisbî bir şekilde bilebileceğini, bunun ötesinde vahiy kaynağına dayanmadan mutlak hakikatı bilmek kudretinde olmadığını söyler.
Fakat 19.yy.da gelişen ilmin muvaffakiyetleri ve bunun bilhassa iktisadî hayat ve tekniğe tatbikinde meydana getirdiği inkılap, içtimaî hayatın şekli ve yapısında esaslı değişikliğe yol açmış ve mütefekkirlerin gayretleri bu defa içtimaî hayatta sulh ve adaletin tesisi imkân ve çarelerini araştırmağa yönelmiştir.
İnkılap ve ihtilaller, sınıfların ve milletlerin mücadelesi, yıkılışlar ve yeniden kuruluşlar, cemiyet hayatındaki hercümerc, ahlâkî ve dinî düşüncelerin sarsılıp zaafa uğradığı bir zaman olan bu asırda, bir taraftan maddeci, bir taraftan maneviyatçı çarpışan düşünceler, içtimaî felsefeye ağırlık vermişlerdir. Sosyoloji ve pisikoloji gibi beşerî ilimler de, bu asırda ortaya çıkmağa başlamıştır. Düşünce sahasındaki derin ve esaslı zıdlaşma, içtimaî ve siyasî nizamda da kendini göstermiştir. Kapitalizm-sosyalizm zıdlaşması, demokrasi ve diktatörlükler arasındaki mücadele, zengin-fakir sınıflar arası mücadele yahut ilerlemiş-geri kalmış milletlerin zıdlaşması, insanlığı tehdit eden harp ve bunun karşısındaki barış çabaları, kısaca insanlığın içine düştüğü bu buhranlı ve çalkantılı çağın felsefesi de adeta buhran felsefesi olmuştur.
Netice olarak hülasa edilirse, ne eski Yunan ve Roma felsefesi ve ne de bunlara dayanan Batı dünyası fikriyatı; insanlığı barışa, huzura, dünyevî ve uhrevî kurtuluşa götürememiş; hayatta keşmekeşe ve her türlü tahakküm ve sınıf mücadelesine, ferdî ve içtimaî egoizme sürüklemiştir.
933- Bugün artık Batının düşünen kafaları, son ümit olarak İslâm’ı görmeğe başlamıştır. Bunun bir bir örnekleri ortaya çıkmaktadır. İslâm dünyası ise sahib olduğu fakat hayli zamandan beri bir dereceye kadar habersiz bulunduğu veya tam sahib çıkamadığı kıymetlerine gittikçe artan bir şuurlanma ile yavaş yavaş yeniden sahib olmaya başlamıştır. Kendini araştırma, kendine dönme, İslâm’a yeniden sarılma faaliyeti kuvvetlenmektedir. Muhtelif İslâm memleketlerinde bu uyanışı temsil eden ve canlandıran cemaatlar gelişmektedir.
Gerek Batıda, gerek Doğudaki bu uyanış ve hareketler, Doğu ve Batı’nın, materyalizm ve mütecaviz dinsizlik cereyanı karşısında güç birliği edeceklerine dair işaretlerdir ve insanlığın tek ümidi olan İslâm istikbalde hükmedecektir. (B.Sami Sağbaş, Felsefe Öğretmeni)
Dostları ilə paylaş: |