1125/1- qqHAKEM vU& : Kur’an (4:35) âyetinde olduğu gibi, iki taraf arasında ihtilafı halletmek için rızalariyle hâkim seçtikleri kimse. Allah’ın isimlerinden biridir.
Hakem ve Hakîm kelimeleri aynı köktendir. Beşerî sahada hakemlik adalete dayanır. Kâinat âlemlerinde ise, daha çok hikmetle hükmeder. Çünkü fıtrat âleminde iradevî suç işleyen ve imtihan sırrı yok.
İsm-i hakemin manasının izahı için: 1318 ve 1764.plara bakınız. Geniş tafsilat için: L.31l, 3. Nükteye bakınız.
1126- qqHAKİKAT }T[T& : Bir şeyin aslı, esası ve mahiyeti. Gerçek, Doğru, Sahih, Künh. Sabit ve vaki. (Bak: Hakk) *Kadirbilirlik. Sadakat, doğruluk. *Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan ârî ve zâhir olan gerçek. *Mecaz” karşılığı, esas olarak kullanılan kelime. *Edb: Bir kelime neyi anlatmak için konulmuş ise, bu kelimenin o manada kullanılması. “Göz” kelimesinin, aynı o bilinen uzuv manasında kullanılması gibi.
1127- Hakikat tabiri, zerrattan seyyarata kadar bütün mütegayyer varlıkların istinad ettiği melekûtiyetleri manasında çok külli, umumi ve farklı bir tabir olarak ta kullanılır. Nitekim, “Kur’an bazan tagayyüre maruz ve muhtelif keyfiyata medar maddi cüz’iyatı zikreder. Onları hakaik-i sâbite suretine çevirmek için; sâbit, nurani, küllî esma ile icmal eder, bağlar.” (S.420)
Evet “herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir İsm-i İlahî’ye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalat, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.
Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın “İsm-i Adl ve Mukaddirîne yetişip, hendese ayinesinde ve o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Meselâ: Tıp bir fendir,hem bir sanattır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın “Şafi” ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle, tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.
Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmetü’l-Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celaluhu) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder ve malâyaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.” (S.262)
“Hakikat ilmini, hakiki hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk’ın marifetini kazan. Çünki bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk’ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî herbir şey’in, herbir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder. Yoksa hakikatsız ehemmiyetsiz bir surettir.” (S.473)
1128- Evet “herşey mana-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir. Kendi zatında müstakil ve bizatihi sâbit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim bir hakikatı yok. Fakat Cenab-ı Hakk’a bakan vecihte ise, yani mana-yı harfiyle olsa; hiç değil. Çünki onda cilvesi görünen esma-i bâkiye var. Madum değil, çünki sermedî bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikatı vardır, sâbittir, hem yüksektir. Çünki mazhar olduğu bâki bir ismin sâbit bir nevi gölgesidir. (M.59)
“Hatta muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakiki hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir.” (S.627)
İşte bu izahattan anlaşılıyor ki, “cadde-i kübra, sahabe ve tabiîn ve asfiya’nın caddesidir.
°}«B¬"_«$ ¬š_«[²-«²~ s¬=_«T«& cümlesi, onların kaide-i külliyeleridir. Ve Cenab-ı Hakk’ın, 42:11) °š²|«- ¬y¬V²C¬W«6 «j²[«7 mazmunu üzere, hiçbir şey ile müşabeheti yok. Tahayyüz ve tecezziden münezzehtir. Mevcudatla alâkası, Hâlikıyettir. Ehl-i Vahdet-ül Vücud’un dedikleri gibi, mevcudat, evham ve hayalat değil Görünen eşya dahi, Cenab-ı Hak’ın âsârıdır. “Heme Ost” değil, “Heme Ezost”tur. (Yani herşey o değil, belki herşey ondandır.)” (M.83)
1129- Fıtrat âleminde suret ile hakikatın münasebetini gösteren diğer bir misal:
“Kudret-i Fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle kesif, câmid, sönmüş, ölmüş eczalarda nur-u hayatı serpmesi, bir remz-i kudrettir ki; âlem-i latif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatını kuvvetleştiriyor.
Evet hakikat ne kadar zaif ise de ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhus larda, suretlerde seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişler. Kışır ve suret ise, eskileşir, inceleşir, parçalanır; sâbit ve büyümüş hakikatın kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında hakikatle suret, makûsen mütenasibdirler. Yani suret kalınlaştıkça hakikat inceleşir, suret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşyaya şâmildir. Demek herhalde bir zaman gelecek ki: Kâinat hakikat-ı uzmasının kışır ve sureti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelal’in izniyle parçalanacak. Sonra daha güzel bir surette tazelenecektir. ¬Œ²‡«²~ «h²[«3 Œ²‡«²~ Ĭ±f«A# «•²Y«< (14:48) sırrı tahakkuk edecektir.” (S.530)
Dostları ilə paylaş: |