Bir atıf notu:
-Gamizun finas rivayetinde ifade edilen gizli şahsiyetler, Bak: 1517. p.da ilk bend
3374/5- Âlim ve meşhur bir Nurcu olan ve Bediüzzaman Hz.nin, âhirzamanda geleceği ehadiste müjdelenen âl-i beytin büyük şahsiyeti olduğunu dehşetli mahkemeler karşısında dahi dava eden Ahmed Feyzi Kul, aynı mevzuda Maidet-ül Kur’an namıyla ve cifir ilmine müstenid bir eser yazmıştır. Bediüzzaman Hazretleri bu eserin muhteva ve davasını, şahsına ait kısmını Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsine çevirerek tasdik eder. (Bak: E.L.I. 273)
Keza Küçük Ali namında bir zat, üstadı olan Bediüzzaman Hz.leri hakkında kanaatını şöyle ifade eder: İmam-ı Ali’nin (R.A.) “Said Nursî Hazretlerine sair evliyaya muhalif olarak mübhem değil, sarihan haber vermesi, bizce birinci âl’den olduğu kat’îdir. Çünki sinek gibi bir mahlukun üstadımızı ta’ciz etmemesi, neslinden olan Abdülkadir-i Geylanî’den irsiyet almıştır. Gerçi üstadımız mahkemelerde ehl-i vukufa karşı, ikinci âl-i beytten olduğunu onlara isbat etti. Fakat maksadı, tam ihlasa muvaffak olduğu için kendi şahsını azlediyor. Kur’anın bir elmas kılıncı olan Risale-i Nur’u gösteriyor.” (O.L. 376)
Hem yine âlim ve fâzıl bir şahsiyet olan Hasan Feyzi Efendi, Bediüzzaman’ın tashih ve tensibiyle Lahika’ya giren mektubunda aynen şöyle der:
“Ona “Kürdî” denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (R.A.) görülen _®6¬‡²f8 _«< kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürd” ima ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürdlüğüne delalet etmez ve onun manevî silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb’idini icab ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lakabla maruf ve meşhur olan bu zatın Risalet-in Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilan etmek içindir; yoksa Kürdlüğünü isbat etmek için değildir. Kürdçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakiki hüviyet ve milliyetini ihlal ve inkâr mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum. Âlem-i İslâmiyet ve insaniyete ve Haremeyn-i Şerifeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk Milletini onun çok sevmesinde ve hayıtının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan bu havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülâhazalar olsa gerektir.” (E.L.I. 84)
Yukarıda nakledilen kısımlar, Bediüzzaman Hz.nin tashih ve tasvibinden geçtiği halde ta’dil veya tebdil edilmemesinden bizzarure anlaşılır ki, Bediüzzaman Hz.leri nesebî âl’den olduğunu bilmektedir. Fakat veraset-i Nebeviyeyi hâmil olan ikinci âl’in son mümessili olduğu cihetiyle ve ihlas-ı tam ve tevazuu gerektiren o meslek ve vazifenin iktizasıyla, siyadetinin has dairesinde bilinmesi ve umuma izhar edilmemesi yolunu tercih etmiştir.
3374/6- Ahmed Feyzi Efendi başta olarak Bediüzzaman Hazretlerinin bazı has şakirdleri, birinci âl’in, yani şecereli senedlerle seyyidliği umuma zahir olan Âl-i Beyt cemaatlerinin vazifesi olan siyasî ve geniş dairedeki hâkimiyeti hatıra getiren mehdilik hakkında üstadlarına atfen mektub ve takrizler yazdılar. Bediüzzaman Hz.leri ise, bu yazıları ta’dil ederek, hakikat-ı hali izah eden mektublar yazmıştır. Ezcümle bir mektubunda şu ifadeleri görüyoruz:
“Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir.” (E.L.I. 267)
Diğer bir mektubunda da, bir şeyhin itirazını, kader cihetinden ele aldığı kısmında şöyle der:
“Amma Kader-i İlahînin vech-i adaleti şudur ki:
Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirdlerinin şahs-ı manevisiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiyede ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılabçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.
Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besliyenlerin ümidlerini tadil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sadattan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı ta’dil edip adalet etti. “Size kâinatın en büyük mes’elesi olan iman hizmeti yeter” diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi. Sonra lillâhilhamd, o muarızı susturdu; o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.” (K.L. 193)
Bediüzzaman Hz.leri aynı manada kader müdahalesinin, veraset-i nübüvvet vazifesini hâmil olan ikinci âl’in ilk ve küllî mümessili olan İmam-ı Ali (R.A.) dan başladığını da izah etmiştir. (Bak: 1331 - 1334. p.lar)
Evet bu zamanda ikinci âl’i temsil eden haslar dairesinin, geniş daireye ait vazifesi; ikaz ve irşad etmek, esaslar göstermek ve vicdan-ı amme müvacehesinde manevî bir mürakıb ve nezzare vasfıyla siyaset-i İslâmiyenin ve ümmetin diyanet hayatının selâmetine çalışmaktır.
3374/7- Nesebî âl’e mensub ve içtimaî geniş dairede muvazzaf gelecek zatın vazife makamının nokta-i nazarıyla, asıl mehdiyetin birinci vazife sahasına bakmanın, yani dar ve geniş daireleri birbirine karıştırıp tefrik etmemenin mahzurunu anlatan Bediüzzaman Hz.leri şöyle diyor:
“Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken, bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütuhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sırf rıza-yı İlahî noktasında bazı biçarelerin Nurla imanlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd, sena ve şükür lâzımken bir teşekki ve sıkıntı geldi. Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O fütuhatta binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevi sürur ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki, makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzubahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkından yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mecbur eder.” (Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuası’nın zeyli, Maidet-ül Kur’an başındaki mektubdan)
3374/8- Netice olarak deriz ki; seyyidlik, bir neseb ve soy taraftarlığı değildir. Belki hak ve hakikatı korumak vesilesi ve ümmete manevi bir emniyet ve itimad merkezi olmak istinadgâhını göstermektir. Rivayette hakiki âlimler, peygamberlerin varisleri ve ümenası (eminleri) oldukları bildirilir. (Bak: Ulema) Keza bu zamanda da Kur’anî ve imanî hizmetlerde bulunanların, itimad edilir sıfatlara sahib olmaları, daha çok ciddiyet kazanmıştır. (Bak: 3940/3. p.son yarısı)
Neseben seyyid olup da takva ve diyaneti olmayanların dinde değer alamaması; neseben seyyid olmayan fakat muttaki ve salih olanların makbul ve kerim olmaları isbat eder ki; siyadet, diyaneti takviye vesilesi olarak manevî bir kıymeti vardır, mücerred bir netice değildir. Gerçi Kur’an (3:33, 34) âyetlerinde Allah’ın, Âdem’i, Nuh’u, ibrahim ve İmran ailesini birbirinin zürriyetlerinden (soyundan) olarak istifa edip âlemlere üstün kıldığı bildiriliyor. (Bak: Istıfa) Bu âyette İlahî bir tathir ve şerafet mevzubahistir. Fakat müfessirler, bu şerafete, takva ve amel-i salih cihetiyle liyakat kazandıklarını beyan etmişlerdir. Demek asaletle diyanet cem’ olmuştur. Bu itibarla siyadet, ümmet nazarında kıyamete kadar kıymetini ve hürmetini koruyacak ve devam edecektir.
Dostları ilə paylaş: |