GAGAUZLAR
GAGAUZ ÖZERK CUMHURİYETİ
Yüzolçümü: 1.831 km2
Nüfusu: 171.500
Gagauzlar : 137.500
Ruslar : 11.800
Moldovanlar : 8.000
Bulgarlar : 7.200
Ukraynalılar : 7.000
Başkenti: Komrat
Din : Ortodoks Hristiyanlık
Önemli şehirleri: Komrat, Çadır, Lunga, Vulkaneşti.
Bayrağı :
Gagauzların Moldavya , Romanya, Bulgaristan, Ukrayna ve Rusya’da yaşayan toplam nüfusları 200.000 civarındadır.
Gagauziya Moldova'nın toprak bütünlüğü içinde özerk bir bölgedir. Kendi parlamentosunda ve bölge yönetiminde söz sahibidirler. Kanunun 6. Maddesine göre bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarının mülkiyeti Gagauziya idaresine aittir. Gagauziya’nın Moldova Cumhuriyeti bayrağı yanında kullanılan kendi bayrağı mevcuttur. Gagauziya idaresine, Moldovya Anayasası ve kanunlarına ters düşmemek kaydıyla kanun çıkarma yetkisi tanınmıştır. Ekonomisi tarıma dayalı olan bölgenin ekilebilir alanı 148 hektardır. Yılda 400.000 ton üzüm işleyen 12 şarap fabrikası, 1 adet et kombinası, 2 adet yağ fabrikası, 1 adet tütün fabrikası, mentasyon fabrikası ve 2 adet halı fabrikası vardır. Şarapçılıkta dünya çapında üne sahip olan Gagavuzlar üzümün yanısıra hububat, bakliyat ve sebze-meyve yetiştirmektedirler.
Türkiye Türklerini oluşturan Anadolu Oğuzları ve bin yıl önce Uz diye bilinen bugünün Gagauzları aynı ortak atadan gelmektedir. Her ikisi de tarihin en büyük ve sonuçları açısından en önemli göç hareketini gerçekleştiren Oğuzlardandır. Anayurttan ayrılıp semavi din (İslamiyet, Hristiyanlık, Musevilik) vahalarına ulaşıncaya kadar aynı kaderi paylaşmışlardı. İlk ayrışma Siriderya nehri boylarında başladı. Oğuzların büyük bir kitlesi Müslümanlaşıp Maveraünnehir üzerinden Horasan’a oradan da Anadolu’ya akarken, bir kısmı da eski inanışı terk etmedi ve Hristiyanlık vahasına at koşturdu. Karadenizin kuzeyindeki Rusya steplerinden yıldırım gibi geçip Balkanlara indiler. Bizans kaynakları bu büyük göç hareketini 1065 yılında kayıtlıyor ve gelenleri Uz adıyla (Oğuz sözcüğünün kısaltılmaşı) tanıyordu. Bizans, Uzlardan önce kopup gelen bir başka Türk boyu Peçeneklerin akınlarından mustaripti. Burada Uzlarla Peçenekler arasındaki mücadele henüz başlamıştı ki, onların ardından Orta Asyadan gelen Kıpçak Türklerinin amansız baskını kendini gösterdi. Uzlar, Tuna nehrini geçip Trakya’ya kadar ilerlediler. Selanik başta olmak üzere pek çok kenti yağmaladılar. Ama bölgedeki hakimiyetleri uzun sürmedi. Şiddetli kış, salgın hastalıklar, Peçenek ve bölge halıkını hücumları Uzları yedi bitirdi. Tamamen dağılan Uzların bir kısmı Bizans ordusuna katıldı. Rus topraklarına sığınan bir kısım Uz da burada sınırların korunmasında kullanıldı. Onların Hristiyanlaşması da bu sırada başladı. Balkanlar Osmanlı hakimiyetine geçtiğinde artık tamaman Hristiyanlaşmışlardı ama dillerini ve geleneklerini asla unutmamışlardı.
Bugün Moldavya’da yaşayan Gagauzlar işte bu Uzların torunlarıdır. Hristiyanlığı benimsemiş olmaları, onları Müslümanlaşan Türk dünyasından koparmıştı. Ama bu kopuş, o devirlerin siyasal ve dinsel etkileriyle belirlenen tarihsel bir ayrılıktı. Yüzlerce yıl sürse de ebedi bir ayrılık olmayacaktı. Nitekim Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Gagauzlar kendi kimliklerinin ve kaderlerinin peşine düştüler. Bu süreçte, onlar için en önemli yol gösterici, hiç kuşkusuz bin yıl boyunca terk etmedikleri dilleri oldu. Benimsenen dinin, bin yıl boyunca Slav halkaları arsında azınlık olarak yaşamanın ve uygulanan sistemli politikaların sonucu, dile Romence, Rusça, Bulgarca sözcükler sızmış olsa da, Gagauz Lehçesi Türkiye Türkçesine en yakın lehçelerden biri olmaya devam etmektedir. Gagauzları Türkleri, onları ayakta tutan anadillerinin, varlıklarının teminatı olduğunun farkındadırlar.
Gagauz Türkçesi, yaşayan Türk lehçelerinden biridir. Gagauz Türkçesi; Azeri Türkçesi, Türkmen Türkçesi ve Türkiye Türkçesiyle birlikte Türk dilinin Oğuz grubunu teşkil etmektedir. Bu üç lehçeden Türkiye Türkçesine en yakın olanı Gagauz Türkçesidir. Bu dil, Osmanlı Türkçesinden etkilenerek Türkçe, Arapça, Farsça kelimeler alarak zenginleştiği gibi, birlikte yaşadığı Yunan, Bulgar, Romen, Moldova ve Rus dillerinden de birçok kelimeyi bünyesine almıştır. Bugün edebi Gagauz Türkçe'sinin içerisinde çok sayıda Slav asıllı kelime bulunmaktadır.Gagauzlar Osmanlı alfabesini öğrenmemiş ve Osmanlı yazılı edebiyatını okumamışlardır. Osmanlı döneminde ve ondan sonra uzun zaman Kiril alfabesi ile yazılmış bulunan Türkçe kitapları okumuşlardır. Bugün yaşlı ve okuma-yazma bilmeyenler yalnızca Türkçe konuşmaktadırlar. Sovyetler Birliği zamanında Rusça'nın okullarda zorunlu hale getirilmesi sonucu Gagauzlar, iki dilli olmuşlardır. Moldova'da yaşayan milletler içinde Rusça'nın ikinci dil olarak konuşulma oranının en yüksek olduğu grup Gagauzlardır. Gagauzların %74'ünün Rusça'ya vakıf oldukları tespit edilmiştir. Okullarda kademeli olarak Latin Alfabesi ve Gagauzca eğitim verilmeye başlanmıştır. Gagauzca yayınlanan gazetelerden başlıcaları Ana Sözü ve Gagauz Sesi Gazetesidir. Ayrıca Saba Yıldızı adlı bir dergi de yayın hayatına başlamıştır.
Gagauz Türkçesini bir yazı dili haline getirme mücadelesinde Rusça'dan etkilenilmiştir. Gagauz Türkçesi morfoloji, fonetik ve sentaks açısından değerlendirildiğinde Slav etkisinde kalmıştır. Gagauz Türkçesinin bu gün yaşayan iki diyalekti vardır. Birisi merkez diyalekti (Komrat ve Çadır), diğeri ise güney (Vulkaneş) diyalektidir.
Kanuna göre Gagauzia’nın resmi dili "Gagavuzca, Rusça ve Romence"dir.Özerklik süreciyle birlikte Gagauzların anadillerini her alanda kullanabilme imkanı doğmuştur.
OĞUZLAMA
Hey bre hey, kırk yarenim
Bugün içim coşkun benim!
Teke yok mu tokuşayım?!
Börü yok mu uluşayım?!
Boğa yok mu boğuşayım?!
Buğra yok mu bağrışayım?!
Hey bre hey kırk yarenim,
Bugün başım döngün benim!..
Son yıllarda Gagauzlar, kendilerine GÖKOĞUZ demeye başlamışlardır. Örneğin ikinci sınıf okuma kitabının ilk konusu şöyle:
“Dedelerimiz Oğuzlar, çıkmış Aral Gölü kıyısından yola, Gökoğuzlar kuzeyden, Akoğuzlar güneyden yürümüşler. Gökoğuzlar Hristiyan, Akoğuzlar Müslüman olmuşlar ama köklerinin hiç unutmamışlar.’’
Gagauz bayrağı
Dünyada Türk boylarının en eski simgesi olan Bozkurt un bayrağa işlendiği bir tek yer vardır: Gagauz Türklerinin diyarı. 10 asır önce Karadeniz in kuzeyinden dolaşıp Balkanlar a gelen ve zamanla hıristiyanlığı benimseyen Oğuz boylarının torunları Gagauzlar Sovyet bloku yıkılırken üstü Kurt amblemli gök sancağı bayrak yaptılar. (Çünkü onlar Kurt efsane ve simgesini bin yıl ötesinden taşımış ve masallarla, ağıtlarla, türkülerle yaşamlarının bir parçası haline getirmişlerdi. Kutup yıldızı onların dilinde Yıldız canavardır, yani Kurt u simgeler). Kurt, Gagauz için kutsaldır. Kurt tarafından öldürülen hayvan, mundar sayılmaz. Senede bir Kurt Bayramı, tüm yurtta kutlanır. Ayrıca, kurt selamı tabir edilen selamı, Gagauzlar en az 1000 yıldır kullanır. 1994 yılında Gagauz kültür bakanı Maria, Ankara da bir davette kurt selamı yapınca, Türkiye’de de tanınmıştır. Sanıldığı gibi, bir siyasi akımı temsil etmemekte, Türklüğü temsil etmektedir.
Gagauzlar, resmi Gagauziya sınırları dışındada yaşarlar. Dobruca diye adlandırılan Romanya-Bulgaristan bölgesinde azımsanmayacak ölçüde bulunur. Türkiye de de Trakya tarafında Tekirdağ, Malkara, Kırklareli, Edirne tarafında bulunurlar. Türkiye de en çok bilinen gagauz, Rober Hatemo’dur.
Gagauzların, hristiyan olmalarına rağmen, şaman gelenekleriyle hristiyanlığın bir potada erimesi neticesinde, klasik hristiyanlıktan daha değişik bir inanç dünyaları vardır. Mesela, Gagauzlarda kurban kesilir.
GAGAUZ MİLLİ MARŞI
Geldi vakit, bayraa kaldır,
Dalgalatsın lüzgar onu.
Kavalları keskin çaldır,
Duar halkın aydın günü.
İnsana lazım Vatan.
Halkına kalsın damar,
Canında dede sesi,
Uzaktan eve çeksin...
Bucak'ta dannar açık
Şanlı olsun kardaşlık.
İnsana lazım Vatan
Halkına kalsın damar,
Kanında dede sesi
Uzaktan eve çeksin...
Bucak'ta açık adunar
Kalkınıyor Gagoğuzlar..
Söz: Todur Zanet, Beste: Mihail Kolsa
Gagauzlar Osmanlılar tarafından sürekli olarak korunmuş,kollanmış ve özel itina gösterilmiş bir Türk topluluğudur. Türkiye Cumhuriyeti döneminde de bu ilgi sürmüştür ve sürmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu ilk yıllardan itibaren Gagauz Türkleri ile yakından ilgilenen Mustafa Kemal Paşanın emirleri doğrultusunda Romanya’ya büyükelçi olarak tayin edilen Hamdullah Suphi Tanrıöver o dönemler Romanya sınırları içindeki Gagauzların kültürel kimliklerini korumaları için yoğun çaba harcamıştır. Hamdullah Suphi Bey'in Gagauzları Trakya bölgesine yerleştirilmesi için çeşitli teşebbüslerde bulunmasına karşılık Atatürk'ün "Dış Türklerin kendi topraklarında kalması" yönündeki siyaseti nedeni ile buna izin verilmemiştir. 1930’lu yılların sonuna doğru, Atatürk’ün emriyle o dönemde Gagauzlara 80 ilkokul öğretmeni gönderilmiştir. İkinci Dünya Savaşının başlangıcına kadar bu bölgede görev yapan bu öğretmenlerin çoğunluğu savaş başlayınca Türkiye’ye dönmüşlerdir. Dönmeyip orada kalan öğretmenler ise Ruslar tarafından Türk casusu suçlaması ile tutuklanarak 25 yıl ağır hapis cezası ile Rusya’ya gönderilmişlerdir. Stalin’in ölümü ile bu öğretmenler için af çıkarıldığında serbest kalan öğretmenlerden birisi olan Ali Niyazi Kanterelli Türkiye’ye değil Gagauz bölgesine dönerek emekli olduğu 1977 yılına kadar öğretmenliğe devam etmiştir. 1980 li yıllarda vefat eden Kantarelli bugün Ukrayna sınırları içinde kalmış olan bir köye defnedilmiştir.
Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti Moldovya merkezi hükümeti ile ilişkilerini geliştirerek Gagauz bölgesine önemli katkılar sağlamış ve sağlamaya devam etmektedir.Türkiye Cumhuriyeti 1998 yılında başlatılıp, 17 Haziran 1999 yılında hizmete açılan tatlı su şebekesinin hayata geçirilmesi ile Komrat’ın en önemli sorunlarından birisi olan tatlı ve temiz su sorununu çözmüştür. Bursa ile Çadır-Lunga şehrinde ilkokullar arasında kardeş okul ilişkisi kurulmuştur. 2000 yılında yaşanan kuraklık nedeni ile oluşan ekonomik krizin çözümüne yardımcı olmak üzere Türkiye, Gagauzlara 6.200 ton mazot hibe etmiştir.
Kaynaklar:
1. forum.arbuz.com
2. ATLAS aylık coğrafya ve keşif dergisi. Nisan 2002. Sayı 109.
3. www.hunturk.net
TATAR ADI NEREDEN GELİYOR?
Bugünkü Tatarların, Tatar diye adlandırılmasının başlangıcı 1200’lü yıllardır. Dünyayı Cengiz Han kasırgasının sardığı 13. yüzyıldı. Novgorod’lu bir Rus vakayazar şöyle yazmıştı: ‘’ O yaz, günahlarımız yüzünden kim olduklarının bilmediklerimiz kafirler çıkageldiler. Kimse onlar hakkında bir şey bilmiyordu. Kimdiler ve nereden geliyorlardı, hangi dine mensuptular ve neye inanıyorlardı, kimse bilmiyordu. Ama adları Tatar idi.’’ Belli ki Novgorodlular, ne Tatarları ne de Cengiz Han’ı tanıyorlardı.
Peki asıl Tatarlar kimdi? Çin kaynakları, Orhun kitabeleri ve Cengiz Han tarihçileri kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıklıyor: Tatarlar bugünkü Moğolistan bozkırlarını yurt belleyen çok eski bir boy idi. Kerulen ve Arguni nehirlerinin kıyısında yaşayan uzun saçlı göçebelerdi. Onların güneyinde Moğollar, Kerulen-Onon nehirleri arasında ise Türk boyları yaşıyordu. Tatar sözü ilk olarak Ohun yazıtlarında geçiyordu ve Göktürk kavimler birliğini oluşturan boylardan biri olduğu anlaşılıyordu. Çinliler ise kuzey komşuları bozkır halklarının bazen boy adlarıyla bazen de topluluk adlaryla anıyorlardı. Tatarlardan da ‘’Ta-ta’’ diye bahsediyorlardı. O sıralarda Moğol adı çok kullanılmıyordu ve Moğol kabileleri kendi adlarıyla anılıyordu (Nayman, Kerait, Oyrat gibi.). Vakayinameler eski Moğolların uzun boylu, sakallı, parlak saçlı ve açık renk gözlü; Tatarları ise kısa boylu, basık burunlu, siyah saçlı ve kara gözlü olarak tasvir ediyor. Bugünkü durum; bu kavimlerin karıştığını ve şimdiki Moğol tipinde şiddetli bir Tatar etkisi olduğunu düşündürüyor. 12. yüzyılda Tatarlar, Moğollardan daha kalabalıktılar ve Moğollar dahil diğer kabileler üzerinde etkiliydiler. O yüzden, Çin kaynakları bu tarihlerde Tatar adını bir topluluk adı olarak kullanmaya, Moğolları ve Türkleri de Tatarlar içinde saymaya başladılar: sınıra en yakın olanlar Beyaz Tatarlar (çoğunlunu Türk boyları oluşturuyordu ve yerleşik yaşama uygun bir hayat sürüyorlardı.); bozkırın daha içlerinde yaşayan ve Moğolların ağırlıkta olduğu boylara Kara Tatarlar; Sibirya sınırında avcılık ve balıkçılıkla geçinenlere de Vahşi Tatarlar diyorlardı.
Ancak 13. yüzyılda durum değişti. Cengiz Han ile birlikte Moğolların yıldızı parladı. Tatarlara üstün geldiler ve böylece Tatarlar, Moğol birliğinin bir parçası oldular. Cengiz Han onlara zorlukla boyun eğdirmişti ve zaferin anısına bundan böyle fethedilecek bütün ülkelerin ve halkaların Tatar diye adlandırılması içim yasa çıkarmıştı. Böylece tuhaf bir şey oldu: Moğolistan’da ki Tatarlar ve bazı Türk boyları azamet ve onur elde etmek için kendilerini Moğol saydılar. O zamana dek kendi boy adlarını kullanan Moğol kabileleri de artık kendilerine Moğol demeye başlamışlardı. Ancak Moğolistan dışında durum farklıydı. Dünyayı fethe çıkan ordunun içinde Tatarlar da vardı ve yasa gereği fethedilen halklar Tatar diye anıldığı için orduyla beraber Tatar adı da yürümeye başladı. Moğol ve Tatar adları eşanlamlı hale geldi ve Moğolların kendilerine bile anayurttan koptuktan sonra Tatar denmeye başlandı. Cengiz Han tarihçisi Reşidüddin şunları yazdı: ‘’Bir çok kabile kendini Tatarlara mensup saymak ve Tatar adını almak suretiyle azamet ve onur elde ettiler… Bunların torunları ise geçmişte hiç sahip olmadıkları bu ismi, güya ezelden beri taşıyormuş havasına kapıldılar.’’ Cengiz Han orduları ayrıca fethettikleri ülkelerin halklarından asker topluyor ve bunları ön safhalara sürüyorlardı. Ama hepsi de Tatar adını kullanmak zorundaydı. Cengiz Hanın torunu Batu, Kıpçak ve Bulgar Türklerini paramparça edip Rusya ve Avrupa’nın içlerine dalarken, bu yerli hakların bahadırlarını da ‘’Tatar’’ adıyla saflarına katmıştı. Tarihçi Lev Gumilev, Doğu Avrupa yı fetheden ve burada Bulgar Kağanlığının külleri üzerinde Altın Orda Hanlığını kuran Batu’nun ordusunun 150.000 olarak verilen sayısının abartılı olduğunu söyler. Bu ordunu içinde 4.000 kadar Moğol-Tatar bulunduğunu, gerisinin Orta Asya Türk boylarına mensup olduğunu belirten Gumilev, bununda Kıpçak Türk deryası içinde çok kısa süre içinde Türkleşerek eridiğini anlatır. Altın Orda devleti, ikinci hanı Berke’nin Müslümanlığı kabul etmesiyle Büyük Moğollardan tam anlamıyla koptu. Devlet, hanlık makamı hariç yerli Türk halklarına dayanan bir devlete dönüştü. Ancak bu devletin tebaası olan Türkler, komşu Ruslar tarafından eski isimleriyle anılmaz oldu. Kıpçak, Bulgar yerine Ruslar tarafından hepsine Tatar denildi. Bu ad, Ruslar aracılığıyla Avrupa’ya ulaştı.
Hunların ve Hazarların bakiyeleri ile Kama Bulgarları ve çoğunlukla Kıpçakların oluşturdukları Volga Türklerine TATAR, Kıpçak Türkçesine de TATARCA denmesinin hikayesi budur. Aynı boyların Ural dağlarının batı eteklerinde yaşayanaları ise kendilerini hanlarının şanına binaen Nogay diye adlandırdı. Nogayların ataları Kıpçaklar, Alanlar ve Moğol ordusuna katılan Orta Asya Türkleriydi. Nogaylar da bugünkü Kazak Türklerinin atalarıdır. Rusya’nın ilerleyişiyle Volga boylarından ayrılıp eski Çağatay Hanlığı’nın topraklarında Timurlu Türklerle savaşa tutuşup onları Maveraünnehir’den çıkaranlar da aynı şekilde Altın Orda hükümdarı Özbek Han’ın şanını yaşatmak için Özbek adını aldılar ve buradaki Türklerle karışarak bugünkü Özbek halkını oluşturdular. Onların kovduğu Türkler ise Timur’un torunu Babür ile birlikte Kuzey Hindistan’a indiler ve burada parlak bir imparatorluk kurdular. Timur kendisini Cengiz Han soyundan saydığı için, hiç ilgileri olmadığı halde onlara da Moğol denildi.
Sanırım, bazılarının dediği gibi ‘Türk’ün Türk’den başka dostu yoktur’ demek yerine ‘Türk’ün Türk’den başka düşmanı yoktur ‘ demek daha mı doğru olacak galiba.
Daha 1800 lü yılların sonlarına kadar, Tatarlar kendilerine Tatar demiyorlardı. Bu adı öfkeyle reddediyorlardı. Kendilerine Kazanlı, Mişer, Bulgar diyor ve ortak değer olarak da Müslümanlıklarını vurguluyorlardı. Bu topraklara 13. yüzyılda Cengiz Han’ın ordularıyla gelmiş Moğol Tatarlarıyla özdeşleştirilmeyi kabul etmiyorlar, etnik kimliklerinin unutturulmasına tepki gösteriyorlardı. Bu reddiyenin ardında , derin tarih bilinci yatıyordu. Ama farkına varmadan kapıldıkları sömürgeci telkinin payı da büyükdü. Bir halkın etnik tarihi başka bir şeydir, adlandırılmasının (kendisi ya da başkası tarafından) tarihi başka. Tatar adı yüzyıllarca direnen, bugün bu adı ulusal kimliğinin ifadesi olarak gururla kullanan Tatarların durumu bunun en açık örneğidir.
Günümüzde Tatarlar atalarının izlerini Kıpçaklardan, Peçeneklerden, Uzlardan, Bulgarlardan, Hazarlardan geçerek Hunlara kadar takip edebiliyorlar. Tatarlardan Kazanlılar kendilerini Han soyundan saydıkları için soylu sayarlar, üstün görürler. Mişerler en kalabalık gurup olup, 8 milyon Tatar’ın 6 milyonu Mişer’dir. Kreşinler ise çok azınlık ve Hristiyandır. Kazanlılar ve Mişerler dil, din ve gelenek olarak tek bir millettir.
Ruslar, Altın Orda devletini yıkana kadar Tatarlardan çok çektiler. Altın Orda’nın en kuvvetli zamanlarında Ruslar, Tatarların himayesinde onlara vergi verirlerdi. Fakat en ufak isyanlarda bile Altın Orda Ruslara acımasız davrandı. Örneğin; Moskova Prensliği kendini güçlü hissettiği 1380 yılında Tatarların üzerine yürüdü ve Tatar ordusunu bozguna uğrattı. Tatarlar iki yıl sonra geldiler ve Moskova’yı yerle bir ettiler. Rus tarihçilere göre 24.000 Rus öldürüldü. Moskova bundan büyük bir ders çıkardı ve bağımlılığın acısını bir yüz yıl daha ruhunun derinliklerinde saklayarak sabretti. O yüzyıl, Altın Orda’nın önce Orta Asyadan gelenTimur’un darbeleri altında dağıldığı ve giderek çözüldüğü bir süreç oldu. Onun küllerinden Kazan, Kırım, Astırhan, Sibir ve Nogay Tatar hanlıkları doğdu. (Tatarların eski Sovyetler Birliği topraklarının hemen hemen her yerinde görülmesinin sebeblerinden birisi de budur.) Tatar egemenliği bu kez Kazan Hanlığı üzerinden yürüdüyse de 1480’de Moskova prensi III. İvan, kendini Çar ilan etti. 240 yıllık bağımlılık sona ermiş ve intikam saati gelip çatmıştı. Moskova bunun için bir 70 yıl daha bekledi ve 1552 de kesin darbeyi indirdi. Kazan düştü ve şehir yerle bir edildi. Şehirde erkeklerden kimse sağ bırakılmadı. Ve 240 yıla karşılık, Kazan 450 yıldır Rus egemenliğinde.
Altın Orda devletinin 240 yıl hüküm sürdüğü dönemlerde Tatar adı efendinin adıydı; hem korkuyu hem de hayranlığı çağrıştırıyordu. Rusya’nın Tatarların görkemli imparatorluğu Altın Orda’dan bağımsızlığının üstünden 5 asır geçti. Ama o korkutucu Tatar imgesi ’’kurbanın kafatasından şarap içen ya ada zafer akşamları Slav prenslerinin sırtına kurulmuş şenlikler düzenleyen Asyalı barbar’’ imgesi bir türlü silinemedi. Ruslar Tatarlara barbar diyerek onları kimlik bunalımına soktu ve bazı Tatarlar kendi kimliklerinden utanır olup Ruslaşmaya başladılar. Kimlik bunalımı Sovyetler Birliğinin dağılma süreci ile son buldu. Tataristan-Türkiye dostluk cemiyeti başkanı Firdevs Fatelislam şöyle diyor:’’Tarihimizi, nereden geldiğimizi, kim olduğumuzu biliyoruz. Dünya bizi Tatar adıyla bir Türk halkı olarak tanıyor ve Tatar adının da utanılacak bir yanı yok.’’
TATAR TÜRK HALKININ OLUŞUMUNUN KISA TARİHİ
Volga (İdil) nehri boylarına daha miladın başlarında Hun Türkleri gelmeye başlamışlardı. Büyük bozkırın bayı ucunda ikinci kez göründüklerinde tarih 350’li yılları gösteriyordu. Hunlar, yaklaşık yüz yıl Urallardan Macaristan’a kadar olan toprakların mutlak hakimi idi. Atilla’nın ölümü ile dağıldılar. Hunların önemli bir kısmı geldikleri yolu geriye katedip İdil-Ural bölgesine sığındı. Bugünün Volga Tatarlarını oluşturacak ilk bakiye onlardı.
Hunların açtığı yoldan bu kez Hazarlar geldiler. Burada Ortaçağın en görkemli imparatorluğunu kurdular ve 4 yüzyıl hakimiyetlerini sürdürdüler. Bunları başka bir Türk boyu olan Bulgarlar izledi. Bulgarlar Orta Asyadan çıkarken üçe bölündüler. Batıya yönelenler Tuna Bulgarları adını aldı. Daha sonra Karadenizin batı kıyılarına yerleşerek burada yeni bir devlet kurdular ama yerli halk içinde eriyerek kimliklerini kaybettiler. Onlar bugünkü Bulgaristan halkının atalarıdır. Bulgarların diğer bir kolu ise Kafkaslara göç etti. Bugün Kafkasya da yaşayan Karaçay- Balkar Türklerinin ataları da bunlardır. Kuzeye İdi-Ural sahasına yerleşenler ise Bulgar Kağanlığını kurdular. Kazan’ın güneyinde, Kama nehrinin Volga’ya kavuştuğu yerde kurulan, halen Bulgar Kağanlığının izlerini taşıyan Bulgar şehri, onun başkentiydi. Bulgar hükümdarı Almış Kağan, 922 yılında resmen İslam’ı seçti. Rus tarihçi Solovyev, Bulgarların ihtişamını şu sözlerle vurgulamıştı: ‘’Müslüman Asya bir vatan kurdu, göçebe sürüleri için değil, medeniyetleri için bir vatan. Bulgar Türkü, Volga ve Kama’nın kıyılarında Kuran dinlerken, Rus Slavı henüz Hristiyan kiliselerini inşaya başlamamıştı.’’
Bozkırın savaşlarla kana bulandığı, büyük göç hareketleriyle sarsıldığı 900 lü ve 1000 li yıllarda Peçenekler, Uzlar ve Kıpçaklar birbiri ardına Volga ve Don nehirleri havzalarına aktılar. Bazen birbirleriyle bazen de ortaklılara girerek varlıklarını sürdürmeyi başardılar. Fakat enerjik ve savaşçı Kıpçaklar diğer Türk boylarına üstünlük sağladılar. Cengiz Han’ın ordularının buralara gelmesiyle Moğol ordularına boyun eğdiler. Moğolların kurduğu Altın Orda devletinin kısa bir sürede Türkleşmesini sağladılar. Tamamen Türkleşen Altın Orda devletinin yıkılmasıyla ortaya çıkan Hanlıklardan Kazan Hanlığı Volga Tatarlarını, Kırım Hanlığı ise Kırım Tatarlarını oluşturdu. Nogay Hanlığı ise, bugünkü Kazak Türk Halkının oluşumuna katkıda bulundu. Kırım Hanlığı’nın Osmanlı egemenliğine girmesiyle Kırım’ın güney bölgelerinde yaşayan Tatarların kimliğine ve dillerine Oğuz Türklerinin de katkısı oldu.
Kaynak: ATLAS aylık coğrafya ve keşif dergisi. Kasım 2004. Sayı 140.
KIRIM TATARLARI
KIRIM ÖZERK CUMHURİYETİ
Yüzölçümü : 26.140 km2
Nüfusu : 2.700.000 (1.650.000 Rus-% 61, 635.000 Ukrain-% 24, 300.000 Kırım Tatar Türkü-%11, Diğerleri 115.000 (Rum, Ermeni, Bulgar, Alman) %4 )
Başkenti : Akmescit (Simferopol)
Kırım, güneyinden ve batısından Karadeniz, doğusundan Azak Denizi ile sarılmıştır. Kuzeyinden karaya Orkapı (Perekop) ile bağlanmıştır. Bu toprak parçasının uzunluğu 30 ve genişliği 9 km.dir. Burada eskiden meydana getirilmiş olan hendekler deniz suyu ile doldurulduğunda yarımada tam ada şekline sokulmakta; tabii istihkâm halini almaktadır. Kırım Türkleri, Kırım'a "Yeşil Ada" derler. Azak denizi ile yarımada arasında Kerç Yarımadası'ndan kuzeye doğru uzanan dar bir kara parçası vardır; buna Arabat denilir. Arabat ile yarımada arasında kalan sığ ve durgun suya Kırımlılar Sasık Su (Kokmuş Su) derler. Bu su kışın donar.
Kırım, Ukrayna'ya bağlı özerk bir Cumhuriyettir. Kırım Türkleri, Tatar Özerk Yönetimi olan Kırım Tatar Milli Meclisi tarafından yönetilmektedir.
KIRIM TATAR ÖZERK YÖNETİMİ BAYRAĞI
Kırım Tatar Bayrağı "Tarak Tamgalı Gökbayrak"
TARİHÇESİ Türkler, çok eski dönemlerden beri Kırım'da yaşamaktadırlar. 13. asırdan itibaren Kırım Tatarları adını almışlardır. Önceleri Altınorda Devleti içinde yer almışlar, daha sonra ise sınırları Moskova'ya kadar ulaşan Kırım Hanlığı'nı kurmuşlardır. Fatih Sultan Mehmet, 1475'de Gedik Ahmet Paşa'yı kuvvetli bir donanma ile gönderip Kefe'yi ve Kırım sahillerindeki Cenevizliler'e ait bütün limanları feth ettirmiştir. Cenevizliler tarafından hapse atılan Mengli Giray kurtarılıp Hanlığa getirilerek Osmanlı sultanına tâbi olmayı kabul etmiş ve Kırım Hanlığı Osmanlı imparatorluğunun özerk bir eyaleti olmuştur. Osmanlı imparatorluğu ile Rusya arasında 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca anlaşması ile Kırım Hanlığı Osmanlı himayesinden çıkmıştır. Rus işgaline maruz kalan Kırım Türklerinin esaret yılları böylece başlamıştır. Yerli halkı başka bölgelere göçe zorlanmıştır. 1795 yılında yapılan nüfus sayımında, Kırım’da % 80 oranında Kırım Tatarı yaşadığını ortaya çıkarmıştır. Kırım Tatarları da genellikle Kırım savaşı zamanında toplu göç yaşadılar. Bunlardan 30.000 kişilik ilk grup, 1857 yılında Osmanlı ordusunun peşinden gitmiştir. En büyük göçler, 1860-65, 1874-75 yıllarında yaşandı. Bu dönemde Osmanlı topraklarına 140.000 kişi göç etti. 20. yüzyılın başında (1902-1903) Kırım Tatarlarının büyük bir kısmı artık tarihi vatanlarının dışında idi. Bu yıllarda Kırım Tatarlarının, Kırım toplam nüfusuna oranı %30 lara kadar gerilemiştir. Fakat Sevastopol’a kadar döşenen demiryolu ve 19. asrın sonunda Rusya’da başlayan ekonomik hareketlenme yeni Kırım’a yeni insanların gelmesini teşvik etti. Bu nedenlerle, 20. yüzyılın başında Kırım’daki demografik yapı tamamıyla değişmiş, burada yaşayan Kırım Tatar sayısı 180.000 den fazla değildir. Göçler ilk önce Romanya ve Bulgaristan topraklarına olmuş fakat buralar da Osmanlı’nın elinden çıkınca Romanya ve Bulgaristan’a yerleşmiş olan Kırım Tatarlarının çoğu Anadolu’ya gelmeye başlamıştır.
Rus çarlığı 1917 yılında Bolşevik ihtilâli ile parçalanınca Kırım'ın Bağımsızlık yolu da açılmıştır. 9 Aralık 1917'de Kırım Tatar Milli Kurultayı toplanmış; 26 Aralık 1912'de Kırım Halk Cumhuriyeti'nin kurulduğu ilân edilmiştir. Kırım, Nisan 1918'de Almanlar tarafından da belli bir süre işgal edilmiş; 1920 yılının sonlarına doğru tekrar Bolşeviklerin eline geçmiştir. 1921 yılında Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş ve Rusya'ya bağlanmıştır. Kırım Tatarları II. Dünya savaşında Almanlara yardım ettikleri gerekçesiyle 18 Mayıs 1944 yılında, Kırım'dan topluca, çoğunlukla Orta Asya steplerine (Özbekistan’a) sürgün edilmişlerdir. Operasyonun yapılmasına sadece 60 saat harcanmıştır. Bu zaman içinde 200.000 kişi, 71 trene doldurularak Kırım’dan çıkarılmış ve bunun dışında 5.000’e yakın Kırım Tatarı, kömür ve turba ocaklarında çalıştırılmak üzere, “Moskovugol” trastına verilmiştir. Sovyet Hükümeti, 25.06.1945 yılında yayınladığı Kararname ile Kırım Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmış; Kırım, oblast statüsüne getirilerek yine Rusya'ya bağlı kalmıştır. Sürgün ve savaş kayıpları neticesinde Kırım’daki muazzam nüfus azalmasını telafi etmek amacı ile 1940-1970’li yılları arasında Rusya ve Ukrayna’nın çeşitli bölgelerinden organize bir şekilde insan getirilmeye başlanmıştır. Kruşçev, Rus-Ukrain kardeşliğinin 1000. yılı münasebetiyle Kırım Oblastı'nı Rusya'dan alarak Ukrayna'ya bağlamıştır. Kırım Bölgesi bugün Ukrayna'ya bağlı özerk bir Cumhuriyettir. Cumhuriyet içerisinde ise Tatar Özerk Yönetimi bulunmaktadır. Kırım Tatarlarının liderliğini ömrünü Kırım davasına adamış olan Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu yapmaktadır.
Türkiye’de Kırım Tatar Türklerinin yoğun olarak yaşadığı illerimiz şunlardır: Eskişehir, Ankara, Yozgat, Kırşehir ve Balıkesir’dir.
KÜLTÜR YAPISI Kırım Tatar Türkçesi ile konuşan Kırım Tatar Türkleri'nin kültür yapısı, Osmanlı İmparatorluğu ile münasebetleri sebebiyle Türkiye'ye çok yakındır. Osmanlı kültürünün etkilediği bölge, Türk uyanışının fikrî temsilcilerini yetiştirmiştir. (En önemlisi Gaspıralı İsmail Bey’dir.).
Kırım Tatar Türklerinin kendilerini ifade etmede, kendi aralarında çelişkileri bulunmaktadır. Ancak kimlik sorununun bu topluluklarda milli şuurun güçlendiği nisbette daha kolay çözümlenebileceğim söyleyebiliriz. Çünkü mesela Kırım'ın çöl kısmından veya başka bir ifade ile "Nogay" diye adlandırılan Kıpçak anadiline bağlı zümreler "Tatar" adını benimserken, yalı boyundan olanları kendilerini "Kırım Türkü" diye ifade etmektedirler. Ancak Rus kaynaklarında olduğu kadar Osmanlı kaynakları da onlara her zaman Tatar adı ile anmışlardır. Dolayısıyla Türkiye'de ekseriyet "Tatar" adını duyunca Kırım Tatarlarını düşünmektedir.
"Tatar" adının benimsenmesinin bir nedeni de Osmanlı harabeleri üzerine kurulan yeni Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlarına resmen Türk adını vermesi ve dolayısıyla bu coğrafya içinde oluşan yeni ulusun da "Türk" olarak tescil edilmesi idi. Böylece önceden soy birliğini belirten "Türk" adı artık ekseriyeti Anadolu'da yaşayan, Osmanlının varisi bir ulusun özel adına dönüşmüş oldu. Zaten Türkiye'de de "Türk" kelimesi batıdaki bilimsel çalışmalardan etkilenerek ancak 19. yüzyılda kullanılmaya, II.Abdülhamid’in son döneminde etkisini göstermeye başlamıştır. Dolayısıyla Sovyet döneminde uluslaşma süreci başlayınca, zaten Türk adını kullanmayan değişik Türk toplulukları Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen v.b. gibi isimlerle tarih sahnesine çıktılar. SSCB'nin dağılması ve neticede bu Türk topluluklarının bir haylisinin kendi milli kimliklerini belirten adlarla kurulan bağımsız cumhuriyetlere kavuşmalarının sonunda, bu adlara sıkıca sarılarak, kendilerini bu ulus adları ile özleştirmektedirler. Soy birliğini ise, Türkiye'de genelde resmi olarak red edilen "Türki" (Türki halklar veya Türki dilli halklar) kelimesi ile ifade ettikleri için "Türk" adını Anadolu'da yaşayan soydaşlarına has özel bir ulus adı olarak kabul ettiler. Bu siyasi ve külturel gelişmeler çerçevesinde, zaten eskiden beri mevcut olan "Tatar" adı da soydaşlarından ayrı özelliklere sahip olan bir ulusun özel adı olarak daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
KIRIM TATAR DİLİ
Kırımtatarca Ural-Altay dil grubuna mensup bir Türk dilidir. Ana unsurlarını Kıpçak lehçesinden alan bu dil zaman içerisinde gelişimini sürdürmüş ve başka dillerle etkileşimde bulunmuştur. Hanlık döneminde Osmanlı Devletiyle olan sıkı ilişkilerin etkisi ve hem Kırım Hanlarının hem de ileri gelenlerin İstanbul'da eğitim almaları Oğuz lehçesi özelliklerinin de Kırımtatarcasında görülmesine yol açmıştır. Gaspıralı İsmail Bey ile birlikte başlayan aydınlanma ve cedidçilik hareketleri etkisiyle Oğuz lehçesi unsurları iyice yerleşmiştir. Gaspıralı İsmail Bey 'in kendisinin de "Dilde, fikirde, işde birlik" şeklinde dile getirdiği ve İstanbul Türkçesinin edebi dil olması gerektiğini savunduğu düşüncesi çok taraftar bulmuştur. Ancak yine aynı dönemlerde yaşayan birçok şair ve yazar da eserlerini Kıpçak özelliklerin ağırlıkta olduğu çöl şivesinde yazmaya devam etmiştir.
Bugün Kırımtatarcasını başlıca üç başlık altında incelemek mümkündür:
-
Yalıboyu şivesi
-
Ortayolaq (Bahçesaray) şivesi
-
Çöl (Kuzey) şivesi
Yalıboyu, ibaresi Kırım'ın güneyinde Karadeniz kıyısında kalan ve dağlardan dolayı da iç kesimlerle irtibatı daha az olan bölgeyi ifade etmektedir. Bu bölgede yer alan Sudak ve başka bazı kaleler Kırım hanlığı topraklarında olmasına rağmen doğrudan İstanbul tarafından yönetilmekteydi. Bu sebeple Anadolu'da yaşayan pek çok insan memuriyet, askerlik ve çeşitli geçim vasıtaları temini amacıyla bu bölgeye yerleşmişlerdir. Tüm bunların sonucunda ortaya çıkan Yalıboyu şivesi Anadolu Türkçesine oldukça yakın özellikler göstermiştir. Bir anlamda Anadolu Türkçesinin bir lehçesidir denilebilir.
Bahçesaray şivesi, bir yandan Kıpçak özellikleri taşırken bir yandan da gerek gramer gerekse kelime hazinesi bakımından Oğuz lehçesi özelliklerini de oldukça fazla barındıran bir geçiş şivesidir. Anadolu Türkçesi konuşan insanlar tarafından küçük bir çabayla anlaşılabilir. Kabul edilen edebi dil Bahçesaray şivesidir ve mahalli lehçede yazılmayan eserlerin çoğu bu şiveyle kaleme alınmaktadır.
Çöl şivesi, Kırım'ın kuzeyinde kalan bozkır (çöl) bölgesinde yaşayan halkın konuştuğu dildir. Tamamen Kıpçak özellikler taşır. Nogay ve Kazak dillerine yakındır ve Türkiye Türkçesi konuşan insanlar tarafından anlaşılması daha zordur.
SÜRGÜN ANILARI
Dostları ilə paylaş: |