İstanbul ansiklopediSİ Büyükada Camii (Resim: Kemal Zeren)


Aşûreci (Resim: Fotoğrafdan Ayhan eli iîe)



Yüklə 4,97 Mb.
səhifə31/75
tarix07.01.2019
ölçüsü4,97 Mb.
#91759
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   75

Aşûreci (Resim: Fotoğrafdan Ayhan eli iîe)

Ayak berberi, XIX. asır

(Resim: Kargobuîo atölyesi fotoğraflarından



Ayhan eli ile)

nın altlarını kırptırır; mülâzimlikten rnute-


kaid, alaylı, kıranta Ağalar usturayı yanakla
ra kadar vurdurur! hamal camâl makuleleri
enseyi kafa tasının altına kadar, Acemkârî
kazıyıp tepeyi düz değirmi tıraş ettirir; yaşlı
nineler de ahretliklerinin cılk yara başlarını .
•kelciye götürmeden, bunlara perdahlatıp ay
naya çevirtirlerdi.
* Sermed Muhtar Alus

Ayak berberleri üzerine yazılmış aşağıdaki iki beyit Süruri'nin Hezeliyat'ından alınmıştır:

Hep nafile tabandır iği dikine tıraş Dükkânı yok ayakta gezer berber oldu dil! * Söyleyin ayak berberine başımız incitmesün Ustura alâtım gayetde keskin isteriz

Ayak fotoğrafçıları, dakikalıkeslar, vesika fotoğrafçıları — İlk defa Cihan Harbinin ilk yıllarında görünmüşlerdir; sokak sokak dolaşanları nadirdir; umumiyetle vesika fotoğrafına hemen ihtiyaç görülen büyük resmî dairelerin civarında birer köşe tutarlar ve o köşeler âdeta birer gedik haline gelir. 1947 de başlıca dakikalıkcılar Adliye, Tapu, Emniyet Müdürlüğü civarında idi; ve Büyükşehirde bu sanatkârların sayısı da 150 - 200 arasında idi; içlerinde de, Adliye karşısındaki Yenivalide Hanı köşesinde duran Cemal Çeker gibi ha-




1393

1392 —
AYAK ESNAFI

•kikaten sanatkâr olanlar vardı. Makineleri, bir fotoğraf sehpası üzerinde bir ahşap sandık içine yerleştirilmiş; bu sandık, bir seyyar karanlık odacıktır ve üzerinde kırmızı camlı bir göz yeri vardır. Banyo güvetleri küçük sürgü gözlere yerleştirilmiştir; cam ve film yerine de kâğıt kullanılır; resim evvelâ menfi olarak çekilir ve bu esnaf ve halk ağzında «arab» tâbir edilir, müsbet resim de, bu arap-tan diğer kâğıtlara çekilir; umumiyetle de resimler, müşteriye ıslak olaral teslim edilir. İkinci Cihan Harbinden evvel 6 adet vesikalık resim 15-30 kuruşa, iki karpostal 15-20 kuruşa çekilirdi; bu satırların yazıldığı sırada, tek vesikalık 15 kuruş, iki veya daha fazla olursa 'beheri 10 kuruş idi; iki kartpostal da 100 kuruş idi. İkinci Cihan Harbinden evvel, tatil günleri mesire yerlerine giderlerdi, 1938 denberi tatil günleri mesire yerlerine gidenler azalmıştır; bu fotoğrafçıların tatil günleri hâs müşterileri askerler olmuştur; üzerinde «Askerlik hâtırası» veya «İstanbul hâtırası» yazılı ve işlemeli bir siyah perde önünde kendisine söyle bir çeki düzen verip resim çıkartmak, askerliğini Büyükşehirde yapan Me-medcikler için, âdeta an'aneieşmiştir; askerler, bu esnafın yüzünü hakikaten' güldürür; bazen iki, üç, beş kişilik gruplar halinde resim çıkartırlar.

Dakikalıkcılara sandık yapan marangoz ustalarının en namlıları, 1947 de, Eyüpte Mustafa Usta, Taksimde Papaz köprüsünde İstavro Usta, ve bir de İstepan Usta idi, bir sandık da 45 - 50 liraya çıkmakta idi.

Ayak fotoğrafçıları, şipşakçılar — Bilhassa İkinci Cihan Harbinin ikinci senesinde başlamış ve bir aralık çok taammüm etmişti. Elindeki makinesiyle dolaşan seyyar fotoğrafçı; Bayezid ve Taksim meydanları, İstiklâl Caddesi gibi işlek yerleri tercih eder ve burada gözüne kestirdiklerinin, haber vermeğe lüzum görmeden, enstantene fotoğrafını çeker, sonra bu adamın yanına yaklaşır, kendisine 'bir makbuz uzatırdı. Bu makbuz, fotoğrafın çekildiğini, ertesi gün fotoğrafhaneye uğrayarak resmine bakmasını ve beğendiği takdirde alınmasını rica eden bir kâğıttan başka bir şey değildi. Şipşakçılar daha ziyade güzel giyinmiş gençleri, bilhassa çift dolaşan ve dalgın dalgın konuşan âşıkları tercih ederlerdi. Fakat harb içinde film fiatının alabil-



tSTANBUL

diğine yükselmesi şipşakçıların islerine kesat verdi, müşterinin fotoğrafı almaması ihmali bunları başka bir tedbire baş vurmağa mecbur etti. Bugünün şipşakçı fotoğrafçısı artık resim almıyor, sadece resim alır gibi yapıyor ve bu taklid fotoğraf almadan sonra makbuzu uzatıyor, fotoğrafı sözde çekilen adam makbuzu kabul ederek resmi alacak gibi durursa o vakit: «— Affedersiniz, belki resim iyi çıkmamıştır, tekrar alayım!» diyerek çekiyor.

Muzaffer Esen.

Aynacı, tarakçı, firketeciler — Meşrutiyetten evvel ayna, tarak, ayrı ayrı işportaya kadar inmiş değildi, yalnız firkete küçük çocukların elinde yirmişer tanelik kâğıt paketler içerisinde on paraya satılırdı. Ayna, tarak ise Mahmudpaşanın bütün boyunca yolun iki kenarını dolduran seyyar sergilerde diğer bir çok eşya ile beraber satılırdı; iki tarafında iki tahta kolu olan bu seyyar sergiler, yokuşun bir yerinde bir 'kaç saat kaldıktan sonra daha aşağıya inmek veya daha yukarıya çıkmak üzere yerinden kalkardı. Bu sergi sahipleri yirmi, beş, otuz yaşlarında güçlü kuvvetli.: insanlardı; bu sergilerin bir kısmında, bütün eşya ayni fiattan, bilhassa kırk paradan satılırdı; satıcılar kendilerine mahsus bir makam ile koca çarşıyı çın çın öttürürlerdi:



«O yandan al, bu yandan al, biri birer kurusa! «Aynalarım,. taraldarm, biri birer kuruşa! «Biri birer karuşa, biri birer kuruşa!»

Bazı sergilerde ise eşya üç cins olarak -tasnif edilir, kırk, elli, altmış paraya satılır, satıcıların nağmeleri de, buna göre tâdil edilir...

«Sağ yanı elli, sol yanı altmış, «Ortadan al, biri birer kuruşa!»

Meşrutiyetten sonra firketeye yeni saç modasında ihtiyaç görülmediği için firkete ortadan kalktı, ayna ve tarak ayrı ayrı, hususiyeti olmayan küçük çocukların elinde işporta da kaldı.

İkinci Cihan Harbi sonlarına doğru heı* şeyde olan yokluk ayna ve Barakta da görüldü. İngiltere ve Amerikadan gelen ilk taraklar bilhassa Mısırçarşısı kapısında, ellerinde en çok bir düzine tarak bulunan satıcılar elinde tanesi yüz elli kuruşa satıldı.

1947 de Naylon modası İstanbulu istilâ

ANSİKLOPEDİSİ

ettiği vakit bilhassa naylon taraklar satan küçük işportacılar Eminönü, Ankara Caddesi, Mahmutpaşa, Sultanhanıamım tamamiyle tutmuştur.



Muzaffer Esen

Balıkçılar — Hemen istisnasız, Büyük-şehrin külhani - bıçkın sınıfına mensupturlar. Bir kısım esnaf dükkânlardan veya voli mahallelerinden alıp mahallelerde satarlar. Asıl oltacı balıkçılar sandallariyle tuttuklarını ya dükkânlara verir veyahut bir kısmını mahallecilere, bir miktarını da kendileri satarlar. Balığı olta ile tutup kendi satanlar, balıkları galsamalarmdan geçirdikleri bir sicime veya bir işportaya, tepsi içinde dizerler; Köprü başında, vapur iskelelerinde vapurlar boşalırken: «Haydi beyim oltanın! Burun-•bahçenin! Yeşilkayanın!» diye bağırırlar, hele uskumru ise: «Kumru! canlı canlı oynar oynar! Bizim tarlanın!» derler. Sicime dizilen balıklar hem diri, hem de çok görünür. El işportalarında olursa balıkların arasına yeşil yapraklar ya yosun koyarak tazeliğini göstermek isterler arasıra üzerlerine tuzlu deniz suyu vurulursa tazeliklerini muhafaza eder, renkleri solmaz. Mahalle aralarında dolaşanlar, sahilden uzak semtlere, sayfiyelere gidenler, balıkları, mevsimine göre incir yaprakları arasında tahta kefelere doldururlar ve bir askı ile omuzlanıp taşınır; ve icabeden yerlerde: «Balıkçı!..» diye bağırırlar; bu gibilerin, gün aşırı, üç dört günde bir uğradıkları



Halkçılar, XIX. asır

(Resim: Kargopolo atölyesi fotoğraflarından Ayhan eli ile)

AYAK ESNAFI

köşkler; bir iki bıçakları, sattıkları balıkları temizleyip kesmek için de bir tahtaları vardır.

Vasıf Hiç

Basmacılar •— Bugün, bohçacı kadınlar müstesna (B.: Bohçacı kadınlar) seyyar basma ve -kumaş satanlar hiç kalmamıştır, fakat İkinci Cihan Harbine kadar sokak sokak dolaşarak «Basmacı! basma!» diye yelken bezinden büyükçe bir bohçaya koyduğu basmaları, elinde demir arşını sallaya sallaya yürüyen basmacılara Büyükşehrin hemen her tarafında sık sık rastgelinirdi. Basmacılar arasında müslümana pek tesadüf edilmezdi, bu işi yapanlar daha ziyade yahudi ve rumlar idi. Müşterileri de pazardan uzak semtlerin yaşlı kadınları idi. Basmacı cam vurularak kapu önünde çağırılır, kapı yarı açılır, adamcağız eliıi-deki bütün malları eşiğin veya kapu merdivenlerinin üzerine yayar, başörtülü yemenili başlar kapu aralarından uzanır, basmalar dikkatle muayene edilir, şayet beğenilirse uzun bir pazarlık baslar, karşılıklı yeminler, acı tatlı sözler arasında devam eder, nihayet ma-Imı zamana göre oldukça yüksek bir kârla satan basmacı tekrar «Basmacı! basma!» diye haykırarak yoluna devam ederdi.

Muzaffer Esen

Bayram tebrikcileri — Eamazan, Kurban bayramları ile yılbaşılarma tekaddüm eden günlerde 'başta Yenipostahane olmak üzere Büyükşehrin hemen bütün postahanelerinin önünü, işlek ve kalabalık caddeleri, hattâ pazarları yedi yaşından başlayarak birtakım çocuklarla, delikanlılar ve yaşlı satıcılar doldurur: «Tebrik! Bayrama tebrik!»

Bâzılarının elinde bir sepet, bâzılarında bir işporta; bâzıları sepetlerini işportalarını yere koymuş, bâzıları tahta bir sandık veya bir iskemle üzerine yerleştirmiş; sepetlerde, işportalarda beyaz kartlar, üzeri çiçekli, çeşit çeşit bayağı ve mübtezel tebrik cümlesi yazılı kötü zevkli resimler, çeşit çeşit manzaralar.

Bayram tebrikcileri bayramdan bir hafta evvel işe başlar ve 'bayramdan sonra ortadan kaybolur; son yıllarda tebrik kartı satanlar arasında kız çocukları, kadınlar da görünmeğe başlamıştır. Tebrik kartı satan çocuklar arasında bir kısmı, hayatta başka işi olmayanlardır, bayram harçlığı çıkarmak ümidiyle sokağa işportacılığa çıkarlar, bunlar temizce



AYAK ESNAFI

— 1394


ÎSTANBüL

ANSİKLOPEDİSİ

— İ395 —

AYAK ESNAPî




giyinişlerinden, mâsun ve çekingen tavırlarından derhal belli olur, bir kısmı da tebrik kartı satmağı, her gün yaptığı işlerden daha kâriı bulan çekirdekten yetişme işportacılardır.

Bayram tebriki için kart satmak, yeni bir meslektir. Eski devrin an'anesi tebrik için bir kart göndermeği kâfi görmez, bu işi mektup veya telgrafla yapardı.

Muzaffer Esen

Bileğiciler — Umumiyetle Laz veya Buha-ralıdırlar; içlerinde pek az miktarda şehirliler de vardır; gür bîr sesle: «Bileyici!.. Makas bıçak bileriz!» diye bağırarak yürürler. Bu esnafın da bilhassa yüzünün güldüğü zaman, Kurban bayramları arifesidir.

Bir çift ayakkabıcılar — Büyükşehrin tipik külhanileridir; kunduraya bir çivi çakmasını bilmedikleri halde, bellerinde meşin önlük bağlayıp bir kunduracı kalfası kılık ve kıyafetinde, ve bilhassa akşamları, ayaktakı-nımın uğrağı olan meyhanelerde dolaşırlar, ellerinde harcıâlem numarada bir çift iskarpin vardır; içeriye: «Ismarlama bunlar!.. Ayağı sıktı, satıyorum!» diye gezerler.. Ekseriya, mağazalardaki emsalinden üstün fiyata, kendi tabirleriyle «okuturlar!».

Bozacılar — Meşrutiyete kadar bozayı Arnavuddan başkaları yapmaz ve satmazdı, gündüzleri de hiç ortada gözükmezlerdi. Yatsı

Bozacı tipleri, XIX. asır (Resim: Preriosi'den Ayhan eîi ile)

ezanı okunduktan sonra mahallelere çıkarlar, davudi sesleri gecenin sessizliğinde derinden derine gürler:

— Boozaaa, bozaaa! Mmrmıruık boozaaa!

Bozanın hem sekerlisi vardı, hem pekmezlisi, barut gibi de mırmırıği; yani bekri harcı, yıllanmış şaraba zor t çıkaranı. Hatunlar cumbanın camını vurup Arnavudu çağırır, bir ikiliğe okkasını alır, içlerinde yalvaran yakaranlar da olur:

— Aman ağacığım evimizden uzaklaşın-
caya kadar mırmırığı, tırtırığı araya karıştır
ma. Bizimki içkiye tövbe etti, nıırmırığı du
yunca almağa kalkar, ağzına koyunca da ba
şı dumanlanıverip (Her gün tövbesine) diye
rek rakı da rakı diye tutturur; Karamanlı bak
kala koşar.

Bozacılardaki takım takla vata gelince: Sekiz on okka alacak, tenekeden, kulplu, kocaman bir güğüm; yüz dirhemlik, yarım okkalık ölçekler, bir çift kalın bardak, bulaşmışları yıkayacak bir ibrik de su.

Sermed Muhtar AIus

Ekseriyetle Debre, Pirzerin, Luma ve civarı Arnavudlarmdan memleketlerinden çocukluklarında gelirler, bir dükkâna yanaşıp bir yandan sanat öğrenir bir yandan da para kazanırlardı. Eski kışlar dehşetli ve sürekli idi; üst üste hafta ile kar yağar sokaklar, yollar karla örtülür, evlerin kapıları örülür herkes kürekle kapularının önünü açıp açılan izden vapura, dükkânına giderler-ler belediye amelesi uzun sırıklarla saçaklardan sarkan kol, bacak gibi buzlan kırarlardı. Şurasını da söylemeden gecemiye-yeceğim, o devrin çocuklarının, delikanlılarının hattâ ve hattâ bâzı büyüklerinin bile kızakları vardı. Kış bastırmadan yokuşların — herkes kendi semtinde —ı taşlarını, molozlarını temizlerler, akşamları yukarıdan aşağı sularlar, çünkü gece ayaz çıkınca buz tutacak, alessabah yokuşa koşarlar, kiminde şimşir kiminde gürgen kızaklar, birçoklarında kızağın altında bir de çıngırak takılı, birbiri ardına yokuşun alt başına kadar kayarlar, tekrar yukarı, aşağı, takatten kesilinceye ka'dar in, çık. Ya büyüklere ne diyelim merdivene ön ve arka birer fener takıp akşam yemeğinden sonra onlar da yokusun tulünü, arzını ölçerlerdi. Gelelim Bozacılara.

Bir iple boynuna geçirilmiş göğsünde bir çamaşır sepeti içinde patlatılmış mısır, belinden bir kayışla geçirilmiş göbeğinde bardakları koymağa mahsus çift gözlü teneke bir kutu içinde darçm kutusu, bir elinde bardak yıltamağa mahsus su dolu bir teneke güğüm, bir elinde de boza güğümü seslenir:

— Kaba kaba mısır buğday... Yu bozay!.. (koyu boza).

Geceleri güğüme geçirilmiş bir de fener bulundururlardı; esasen o zamanlar fenersiz gezenler yirmi altı kuruş on para ceza verirlerdi.

Bozayı; bâzı Türkler de satarlardı. Her köşe başından, her sokak başından ortasından gelen o seslere şimdi hasret gibiyiz.

Vasıf Hiç

Börekçiler — Eskiden orada, burada tek, tuk hıristiyanlardan da var idiyse de ekseriyeti Türkler teşkil ederlerdi. Börekçilerin çoğu Safranbollular olup başta fes üstüne bir yazma yemeni veyahut müşteri avlamak kas-di ile abani, yeşil sarık, belde Trablus taklidi bir kuşak, bacakta şalvar, ayakta burnu kesik ve yüzü az yemem, sırtta ekseriya mavi, kırmızı, sarı alacalı mintan, camekânlı bir tablayı baslarına vururlar, omuzda sıpa - sehpa - ya istinad ettirerek mahalle mahalle dolaşırlar çarşılarda, köşe başlarında: Börek! Tereyağlı» diye seslenirlerdi «Kuru boğaca! kuru boğaca! puf böreğim, puf! kimya gidi-yom (gidiyorum) geçiyon! gibi nağmelerle «giymem giymelu!» derlerdi. Kıyma dediği soğandan ibarettir, peynirli ise yenilecek yutulacak peynir değildir. Sade bence daha temizdi. Ha-kikaten leziz ve temiz yapanlar da yok değildi. Çakmakçılar yokuşunda Valide hanı karşısına doğru düşen şen bir hıristiyan fırıncı enfes boğaca çıkarırdı. Sonra sonra, Giritlilerden, Kümelilerden, Tatarlardan da börekçiler ve gözlemeciler vardı ki el'an Ba-lıkpazarı civarında Giritli bir gözlemeci vardır zannediyorum. Tatarlar kıymasız börek yapmazlar gibidir, lâkin kendi nefsine etten haz etmediğim için Tatar börekçilere pek sokulmam!

Vasıf Hiç

Ciğerciler, paçacılar — Sabahleyin, güneş bir iki mızrak boyu yükseldi mi sokaklarda, mahalle aralarında gevrek gevrek sesler duyulurdu:

Ciğerci (Resim: Kartpostaldan. Behçet eii ile)

— Cileeer!..

Ciğerci, kadimden beri, hep Arnavud; eskilerin bağırtıları yenileri az çok andırışiı ama ciğerleri eşeğe yüklediği yahut suçladığı tel dolaplarda satmazlar.. Arnavudun omu-zunda tavan süpürgesi sapı kadar up uzun bir sırık; sırığın iki nihayetinde, terazili gelecek şekilde asılmış takın takım ciğerler; üstlerinde azman, kanatları yeşilli, morlu yanar döner renkte binlerce sinek. Cumbalardan, kapı aralıklarından satıcı çağırırlar, tavasını, yahnisini yapmak için üç, üç buçuk kuruşa tam takımını alırlar; yahut da onluğu verip, evin sevgili kedisi Sarman'a, Mestan'a. Zertop'a yedirirlerdü.

Ciğerci pazarlıkta iken dalgınlıkla sırığın bir ucunu eğince sokağın aç, bir deri bir kemik, kamçı kuyruk bir tekircağzı -hemen sıçrayıp takıma pençeleri takar, adam:

— More beni belâya sokma, şinci belinin
ortasına biçağı vurup seni ikiye biçeceğim,
gebertirtirtireceğim! diye sırığın o tarafını
havaya kaldırırken, aşağı inen öbür başına bir
mercancağız yapışır. Artık seyreyle tahtara-
valli ya valliyi!..

Sermed Muhtar Alııs

Paçacılar cenubî Arnavudluğun Yanya, Ergiri, Kdlân taraflarından olup büyük bir zenbiün içine ütülenmiş ayakları doldururlar, omuzda zenbil elde bir iki takım paça: «Hay-

AYAK ESNAFI

— 1396 —


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

1397 —

AYAK ESNAFI




di semiz ayaklar! paçalar!» diye çarşılarda gezerlerdi. El'an'da böyledir, iğer takım takım sırıklarda asılı, Ergili, Kilânlı Arnavud-lar «Celel!» der giderlerdi. Baş ve işkembe de

satarlarken: Haydi baaaşşş Kuzu işken-

beler » diye bağırırlardı. Şimdi bunlar da

dolaplar ve camekânlar içinde satılmaktadırlar.



Vasıf Hiç

Ciğer kebabcılar — Safranbollulardan, Arnavudlardan, Karamanlılardandır. Kara ve akciğeri birlikte doğrayarak içine bol miktarda tuz il s kırmızıbiber koyarlar, tavayı tutmamak için de unla hallederek vicdanlarının hükmettiği yağ içinde kavururlar, soğanı ince doğrayıp maydanozla karışık ciğerin üstüne piyaz yaparlar. Erbabı ve zahmete 'katlananı ciğeri kısa bir müddet karbonatlı suda bulundurarak çıkarıp -kevgirin içinde suyu süzüldükten sonra tavaya atar, taamı gayet hoş şeydir. Dişleri sağlam olup ciğer kebabına sarmıyanı görmedim. Kasımpaşada fizamani-na Süslü isminde, geçmiş gün sağ veya sol bileğinden çolak bir karamanlı vardı,, meteliği kapar, tayin ekmeğinin içini oyar, üç teneke kaşık ciğer koyar, üstüne piyazı, kaşığın uciyle de-biraz yağından gezdirir, yeme de yanında yat gibi bir şey. Birisi vardı, ciğerleri ekmeğin içinden çıkarır, fakat piyazını bırakır, yağı içmiş, ciğer kokusu sinmiş ekmeği öyle iştiha ile yerdi ki kendi de şaşardı, galiba o da benim!

Doğruyu söylemek lazımsa Ermeniler bu hususta üstündür. Benim yetişmediğim zamanlarda bizim Üsküdarda Yerıiçeşme camii-nîn altındaki bodrum dükkânlarda meşhur ciğerciler ve şerbetçiler varmış. İstanbulun her köşesinden o dükkânlara gelip ense ya-parlarmış..

Vasıf Hiç

Çıracüar — Umumiyetle Ürgüblüdür, çoğu, iri yarı adamlardır, memleketlerinin kıyafetiyle dolaşırlar; çırayı tartı ile alıp kalem kalem veya ayrıca ve kalınca safihalar halinde doğrayıp deste yaparlar ve deste hesabiyle veya, bir kâr zammiyle yine tartı ile satarlar. Hemen daima: «Cıra... Yağlı çıra...» diye bağırırlar. Sırtta bir küfe küfenin üstünde bir yayvan sepet vardır, sepete mostralık en yağ-lılı desteler dizilmiştir.

Çiçekçiler — Bahar kokulariyle beraber meydana çıkarlar, »kıştan yeni kurtulmuş, renge ve kokuya hasret çeken şehirlilerin önüne renk renk fulyaları yayarlar ve haykırırlar:

«Bahar kokuları! Fulyalar!»

Ekserisi Kumdur, içlerinde Ermeniler de bulunur, bâzan şehrin serâzad Türk delikanlıları da bunlara karışır; yeni kavuşulan baharın ılık havası içerisinde çiçekçilerin başları açıktır, paltolar, hattâ şayet hava biraz ısınmış ise ceketler de çıkarılmıştır, frenk gömleğinin yaka düğmesi mutlaka çözülmüştür.

Demetle çiçeklerini ellerinde gezdiren, bir sepet içerisinde demetlerini satan, hattâ yaya kaldırımı üzerinde seyyar çiçekçilere İstanbulun işlek caddelerinin hemen hepsinde rastgelmek mümkündür.

Muzaffer Esen

Çorapçılar —• Mahrnudpaşa, Sultanhamamı, Mısırçarşısı civarı, Yenipostahane Caddesin-



Çiçekçi, 1874 (Resim: C. Biseo)

de bilhassa İkinci Dünya Savaşından sonra seyyar çorapçıya sık sık rastge-linir; seyyar çorapçılar umumiyetle genç veya çocuktur. Büyük bir kıs-'mı Musevidir, fakat bu işi meslek edinmiş Türkler ve Ermeniler de var-



Çorapçı (Resim: Fotoğrafdan Ayhan eli ile)

dır.


Bunların bir kısmı bu işi meslek edinmiş gençlerdir, her gün muayyen yerde işportasını yerleştirir, alış verişini yapar,' bir kısmı da hariçten bol miktarda gelen malı, ilk günlerin harereti içinde fazlaca satmak için malı getirten müessese bir sürü çoluk çocuk toplar, kutuları bunlara dağıtır. İşte bu günlerde şehrin yukarıda sayılan semtleri çorap kutu-lariyle dolar, her adım başında ayni ses işiti-tilir: «Amerikadan yeni geldi, tabanı iki kat, yüz elli kuruşa!» «Bugün var yarın yok, Amerikan çorapları bunlar!» «Al yolcu, yarın bulamazsın bu malı!»

Muzaffer Esen

. Defterciler, zımbalı defterciler, kalemclleı;

— Son zamanlara gelinceye kadar umumiyetle Yahudi çocukları idi; ekserisi cırtlak bir sesle ve durmadan devrin kâğıt piyasasına göre «Beş paraya on paraya... Beş kuruşa, on kuruşa zımbalı defter!..» diye bağırışıp dururlardı. Bilhassa Sirkeci ve civarında, Köprü üstünde, Karaköy, Galatada dolaşırlardı; Köprüde vapur iskelelerinde görülürlerdi. Sonra-

ları yaygaralarına bir de «Yolcu!..» hitabını ve «Herkese lâzım!» ihtarını ilâve etmişlerdir...

Demirhindici — Başında keçekülâh, sırtında salta, kollar sıvalı, bacağında potur, tulumbacı yemenisinin biraz daha kunduralaş-mış cinsinden bir yemeni, arkasında semave-^rimsi sarı bir güğüm; çoğu iri yarı, gürbüz delikanlılardır; sesi sıtma görmemiş; evvelâ: «Haniya Demirhindi şerbetim!..» diye bağırır; sonra: «Bu..u..u..z gibi!» diye haykırır; arkasından: «Şifalıdır! Hararet söndürür!..» diye söylenir. Bir müşteriye bir bardak doldurup sundu mu, onu etrafa şahit gösterir: «Dişlerini dondurdu!.. Haniya Bu..u..u..z!..» Seyyar demirhindiciler, İstanbula, İzmirden gelirlerdi».



Ahm-ed Rasim'den

Destancılar — İkinci Abdülhamid devri sonralarında, destancılar, renk renk kâğıtlara, iri puntolu harflerle basılmış destanlar satar, en ziyade Köprü üzerinde bulunurlardı. İpsiz sapsızın dik âlâları, kafalarına vişne çürüğü fesi, omuzdaş kuşağının ucu dışarıya sarkık, ayaklarında yumurta ökçeli şıbıdıklar; Semaî kahvesindekilerin ağziyle makamlı maka-mlı tuttururlar.



Demirhindici (Resim: Fotoğrafdan Ayhan eli ile)

AYAK ESNAFI

— 1398 —


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

— Î389 —

AYAK ESNAFI




Destanların hepsi külhanbeylik maceraları üzerindeydi. Meselâ «Sandıkçı Şükrünün destanı», Yorgancı Sadık destanı», «Zampara destanı».

Bunların bâzısı mizah vadisinde olurdu. Esrarkeşlerin dalgaya tutulunca türlü türlü hülyalara kapılışlarına; evli erkeğin karısına karşı kılıbıklığına kaynananın geline tebelleş-liğine filân dairdi. Bâzan da acıklı, âdeta mer-siyemsi: Civan çağında verem kurbanı olan Çiroz Alinin, Feshanede makine arasında parçalanan Âtıfm ölümünü nakleder. Faraza şöyle başlar:



Gûş eden ağlasın zulmü feleği Hangi ferdin olmaz ciğeri siizân Ne hale uğradı dünya meleği Bıraktı cümlenin kalbine hicran.

(Komiser Hüsamettin destanından) 1304-1305



Sermed Muhtar Alus

Dondurmacılar — Dondurmacıların yaza hazırlıkları, takımı noksan olanlarca kıştan başlardı. Bugün bir iki bardak, yarın iki üç tabak, öbür gün birkaç kaşık, daha münasip eyyamda havlu vesaire tedarik ederlerdi. Mevsim gelince takımlar silinir, parlatılır vüs'u

Dondurmacı (Resim: Fotoğrafdan Ayhan eli ile

iktidar dahilinde giyilecek de ihmal olunmazdı. Hidrellez günü mutlaka dondurmacılar meydana çıkarlar: Ayaklarda sakız gibi patiskadan mamul koğalı şalvar, temiz çorap, sıfır kalıp siyah daha doğrusu morumsu fes üstün- • de ya bir ipekli mendil veyahut kefiye, belde onlara uygun bir peştemal, askıya bardaklar, tabaklar billur gibi dizilmiş, tepsiler parlatılmış — icabında tepsi ile verilir — ekserisi iki arkadaş çıkarlar, seslenirler:



  • Sakız gibi kaymaklım..

  • Vişneli limonlu kaymakları var!..

Bir taraftan istenildi mi biri bardağı kapar, altına bir tabak, içine bir kaşık: «Buyurun beyim!» der bardağı uzatıp bir de seslenir, sakız gibi. Şimdi bardak yasak olduğundan kâğıt helvasından mamul bardaklara dolduruluyor. Ağzından yukarı bir çıkıntı içi boş. Eskiden ekseriya bir tabağa konulur altında daha büyücek bir tabakla verilirdi.

Yüklə 4,97 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   75




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin