İstanbul ansiklopediSİ Büyükada Camii (Resim: Kemal Zeren)



Yüklə 4,97 Mb.
səhifə29/75
tarix07.01.2019
ölçüsü4,97 Mb.
#91759
1   ...   25   26   27   28   29   30   31   32   ...   75

AYAK

1370



ISTANBüt

ANSİKLOPEDİSİ

1371 —.



AYAK (Çıplak, yalın)



\1


Eski İstanbulun yalın ayaklı köçek oğlanı -

tavşan tipi (Resim: B. Rodoslu)


Yalın ayaklı işsiz adam, 1874 (Resim: C. Biseo)
Bir kısmete, bir mevkie uğraşmadan, yorulmadan kavuşmak: Ayağına geldi..

Bir yere geiip gitmeden vazgeçenlere: Ayağını kesti, ayak kesti..

Bir yerden, bir işden, bir zümreden ayrılanlara:

Ayak çekti, ayağını çekti..

Bazan «ihtiyatlı ol», «kendine çeki düzen ver» yerinde nasihat yollu, bazan da «haddini bil» anlamında tehdit yollu ihtarlarda:

Ayağını denk al!.. '

Malûm bir yere gidilmemesi için tehdit: Ayağını kırarım...

İnad ile ısrardan vazgeçilmesi için rica yollu:

Şeytanın ayağım kır!..

Her isde bahtı açık olanlara, her tehlikeden sıyrılanlara.

Dört ayak üstüne düşer..

Şımarmış, haddini bilmezlerin, nahvel ve gurura 'kapılmışların yedikleri sille üzerine akıllarını baslarında toplamalarına:

Ayağı suya erdi..

İhtilâl, isyan için: Ayaklanma..

Bile bile derde, belâya girmek: Ayağı ile tutulmak..

Devletin otoriter hükümetten mahrumi-

yeti:

Söz ayağa düştü..



Devletin, hükümetin türediler eline geç-

mesi:


Ayaklar baş, başlar ayak oldu..

Gittiği yere ferahlık getirenlere: Ayağı uğurlu...

Kalabalık yer: Ayak altı..

AYAK — Eski çalgılı kahvehanelerde, semaî kahvelerinde irticalen söyledikleri semailerle boy ölçüşen halk şairleri arasında «kafiye» nin adı.

Bu müşaarelerde! kafiyeyi vermeğe «ayak açmak», verilen kafiyeye göre irticalen ve hemen söylenen mısralara da «ayak bulma» «ayak uydurma» denilirdi; bu müşaarelerde «cinas» denilen, mânaca farklı oldukları halde şeklen birbirine benzeyen kelimeleri bulup kullanma sanatına son derecede ehemmiyet verilirdi; cinasa da «ayağı ayağına getrimek» derlerdi; simdi İstanbulun eski bir semaî kahvehanesinde, ayak açanı A, açılan ayağa ayak uyduran şairi B; ve ayağı ayağına getiren şairi c harfleriyle göstererek dört semai verelim:

A — Adam aman... «yar asar»

B — Hekim isen bak nabzıma, cerrah isen «yara sar»

C — Beni kimse asamaz, asar ise «yar asar»

:J: & $


A — Adam aman... «yarazarlar»

B — Hep attıkça şeş gelir, muvafık «yara zarlar»

C — Bir taraftan el sitemi, bir taraftan «yar azarlar»

* * * ... :;



A — Adam aman... «dertli koyun»

B — Zâlim kasab elinden ne çeker «dertli koyun»

C Bu sevdâla ölürsem adımı «Dertli koyun»

A — Adam aman... «sürüne»

B — Madem çoban değil idin ardındaki «sürü ne?»

C — Beni yardan ayıran yüzü koyun «sürüne»

Şu semaîlerde yarı cinaslı, hünerli ayak uydurmalardır:



A — Adam aman... «çe midir»

B — Nefesin gül kokuyor, içerin bağ «çe midir?»

C — Beni başdan çıkaran yârimin per «cemidir!»

* * *


A — Adam aman... «düzgüneş»

B — Bu ne hikmet Yaradan, gece ay, gün-«düz

güne§» ; C — Dolaşdım Samı Bağdadi, bulamadım «düzgün eş»

(B.: Çalgılı kahvehaneler; Semaî kahvehaneleri; Tulumbacılar).

AYAK (İstanbulda çıplak, yalın) — İstan
bulun baharı tadımlıktır, kış ile yaz .arasında
kaybolur; Büyük şehir ikliminin son baharı
lâtiftir ve saltanatlıdır. Yaz mevsiminde ve
sonbaharın tadına doyulan güneşli günlerinde
İstanbul sokaklarını her gün yüzbinlerce ayak j
yalın, çıplak olarak çiğner. 1

Başta boy boy hâneberduşlar, geceleri foa->| rınacak bir çatı altı bulabilen pırpırı oğlanlar | ve delikanlılar, gazete satan çocukların b

ekseriyeti, işinin başmda ve kendi muhitinde sandalcılar, kayıkçılar, mavunacılar, balıkçılar, vapur ateşçileri, yük arabacıları, bahçivanlar, kavun ve karpuz sergilerindeki manavlar ile çırakları, limanda kayıklarla dolaşarak ıskara köftesi veya tavada palamut kızartıp satan deniz aşçıları, deniz manavları, onların hem yamağı, hem, kürekçisi ve hem çığırtkanı olan oğlanlar, fırın uşakları hemen daima yalın ayaktırlar.

Vapur ateşçileri ile fırın uşakları kışın dahi ocakların cehennemi hararetinde bu-nalarak dışarda nefes almağa, yahut fırındaki iş fasılalarında civardaki bir kahvehaneye çıktıklarında, ortalık çakıl çakıl buzla kaplı olsa dahi çıplak ayaklarına sâdece bir takunya geçirirler.

Matbaaların mürettiphanelerinde ve makine dairelerinde çalışan çıraklar işbaşı ederken soyunup sırtlarına partal bir iş esvabı geçirirken ekseriya ayaklarından de çorabı atarlar, yalın ayaklarına bir terlik hattâ bazan takunya geçirirler.

Bilhassa yapı mevsimlerinde, yazın, kum ve kereste gemilerinden mal boşaltan kum ve kereste amelesi istisnasız yalın ayak, hattâ bir iç donu ile yarı çıplak çalışırlar (B.: Amele; kum Amelesi).

Başlarında tahta tablalarla dolaşarak mevsimine göre dut veya incir satan eski İstanbul külhanî - bıçkınlarının tükenmek üzere olan son nesli ve onların terazici el ulağı çocukları yalın ayaktırlar.

Bilhassa pazar yerlerinde, çarşıbaşlarmda küfeli hammal çocuklar, delikanlıların çoğu yalın ayaktır.

Artık tamamen tarihe karışmış olan eski mahalle tulumbacılığı iki büyük devreye ayrılır. İlk devri ağır çardaklı tulumbalar devridir, bu devirde mahalle takımlarının yeknasak bir kıyafeti yoktur, fakat yangına, çıp-

lak ayaklarına yemeni giyerek koşmuşlardır. İkinci devri hafif tulumbalar devridir; bu devirde tulumbacılık adetâ bir koşu sporu gibi olmuş, mahalle takımları zamanımızın futbol kulüplerinde olduğu gibi yeknasak formalar giymişler, başlarında keçe külah veya kefiye, yeknasak bir serpuş bulunmuş, fakat ayaklardan yemeniler atılarak yangına yalın ayak koşulmuştur. Hattâ takımları sevk ve idare ile vazifeli ikinci reisler de dahil, kışın kar ve buz üstünde dahi yemeni giyilmemiş, ayaklar çıplak kalmıştır, morarmış, yarılmış, kanamış, fakat külhanî ihtirası İstanbulda binlerce delikanlıyı, genç adamı büyük şe-hirin bozuk sokaklarında, yanan ahşap binalardan savrulup dökülen yalımlı tahtalar ve kızgın çiviler arasında, yalama buzlar, buz gibi çamurlar içinde çıplak ayakla dolaştırmış, koş-turmuştur (B.: Tulumbacılar).

Üçüncü Sultan Selim ve Dördüncü Sultan Mustafa devirleri ile İkinci Sultan Mahmu-dun ilk saltanat yılları İstanbulda Yeniçerilerin en azgın zamanıdır, Yeniçeri ocağı it, haşarat yatağı olmuştur. Büyük şehirin bütün ayak takımı ocağa kayıtlı idi: askerlikle ilgileri, baldırlarına, bâzularma dövme ile yaptırdıkları yeniçeri ortalarının nişanlarından ibaret olup işleri alâmelâünnâs fisik, fuhuş ve türlü rezalet, kabadayılık yolu ile havsala dışında kepazelikti.

Bu devirdedir ki, bu güruh ile onları taklid eden İstanbul gençleri arasında «Cezayer Kesimi» denilen bir it, bıçkın modası yayılmıştı:

Başa dört beş arşın boyunda kıymetli bir şal sarılırdı. Sırta beyaz dimiden yahut burum-

AYAK (Çıplak, yalın)

— 1372


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ



1373 '—

AYAK (Çıplak, yalın)





Yalın ayaklı hanıma! tipleri (Resim, fatağraflardan S. Bozcalı eli ile)
cükten bir gömlek giyilir, kollar bol yenli ve daima dirseğe kadar sıvalı, düğmeler asla iliklenmez, sîne üryan, memeler muhakkak görünecek, göğüs kıllı ise kıllar ustura ile tıraş edilir, iki meme ortasında yalnız bir tutam kıl bırakılır, onlara da birer küçük inci, boncuk geçirilip düğümlenir, adına «sîne perçemi» denilirdi. Bele de, başdakinin eşi şal kuşak sarılır, bir ucu yere sarkıktır, güya le-vendâne denilen it adımı ile yürünürken yerde sürünürdü. Kısa paçalı iç donu, üstüne de kısa diz çağsın giyilirdi. Cağşırın da diz üstündeki don paçaları görünecek kadar kısa olanı makbuldü. Vakanüvislerin tabiriyle «itlikten kinaye» dizler, baldırlar çıplak, ayak-

Yalın ayaklı İstanbullular, soldan sağa; tulumbacı, dut

satan külhanbeyi, balıkçı (Resini: fotoğraflardan S. Bozcalı eli ile)

lar da yalındı; yalın ayaklara yağışla günlerde, kışın, var ile yok arası, çifti elli dirhem çekmez «Galata Yemenisi» geçirilirdi, bu yemenilerin yüzü gayet küçük, ayak parmaklarının, yalnız tırnaklarını tutar, parmak enleri görünür, arkası da gayet kısa, topuğu hemen söyle bitiminden tutardı. Güzel günlerde o yemeniler de giyilmez, sokaklarda yalın ayak dolaşılırdı. Kışın omuzlara beyaz yünden bir Cezayer bornusu atılırdı.

Bu külhanı, bıçkım modası îstanbulu öylesine sarmıştı ki, beyzadeler, paşazadeler dahi birer kat Cezayer kesimi esvap yaptırdılar, yanlarında yüzlerine güneş vurmasın diye semsiye açmış lalalarla İstanbul sokaklarında yalın ayak dolaştılar, şakır şakır altın sırmalı ve inci işlemeli eyerler vurulmuş atlara yalın ayak bindiler.

Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa ye-.

niçerilerin tahttan indirdiği Üçüncü Sultan Selimi tekrar tahta çıkarmak üzere İstanbu-la gelirken, ayni maksadla, her birinin binlerce seçkin askeri bulunan Rumeli ayanlarını da beraberinde getirmişti. Bunların arasında Serez ayanı İsmail Beyin biri ondokuz biri de onaltı yaşlarında iki oğlu vardı, İsmail Bey, İstan-bulu görmek fırsatı olduğu için bu küçük delikanlıları da yanına almıştı. Bu beyzadeler İstanbul kibar evlâdlarınm Cezayer Kesimi pırpırı kıyafetlerine özendiler ve babalarından gizli birer kat Cezayer Kesimi esvap ısmarladılar. Son derecede vekarlı, ciddî adam olan İsmail Bey bunu duyunca divâneye döndü, ikisini de ayağının altına alıp döğer ve bu sevdadan vazge-çirebilirdi, fakat, baba dayağı da olsa evlâdlarınm kırılacak izzeti nefsini düşündü ve meseleyi mürebbi zekâsı ile halletti, evvelâ, terziye haber yollayarak sipariş edilen esvapların geç verilmesini emretti, : sonra kapusundaki bütün yanaşmalara, seyislerine, şamar oğlanlarına birer kat hazır Cezayer Kesimi esvap aldırtarak giydirdi, ve sonra ağır hakaretle sırtlarından çıkarttı; bunu gören beyzadeler de sipariş ettikleri esvapları al-dırtıp giymediler, İstanbul sokaklarında, kaldırımlarında yalın ayak dolaşamadılar.

Eski berber dükkânlarında temizliğe sonderecede riayet edilirdi. Yeniçeri Ocağının lağvına kadar da müstakil berber dükkânı yoktu; en küçüğünden en büyüğüne, mükellefine kadar kahvehanelerin bir köşesi berber dükkânı olarak tanzim edilirdi, küçük •kahvehanelerde kahveci biz-

zat berberlik yapar, büyük kahvehanelerde de en usta berberler çalışırdı.

Dükkânların zemini taş döşeli olması, berber kalfaları ile çıraklarının da yaz ve kış yalın ayak ve yalın ayaklarında nalın ile çalışmaları mecburî idi. Bu mecburiyetin., çıplak ayağın çoraplı ayaktan daha -kolay temiz tutulacağından, ellerim yüze^ sürecek olan kalfa ve çırakların boş zamanlarında ellerini ayaklarına götürme ihtimaline karşı konduğu muhakkaktır.

Berber nalınları gayet süslü yapılır, üstüne rengârenk kadifeden, som sırma işlemeli tasmalar takılır, hattâ bu tasmalara küçücük ayna-cıklar dahi yerleştirilirdi.

Yahu ayaklı İstanbullular, soldan sağa: Mneberduş oğlan, mavunacı, dökmeci çırağı (Resim: fotoğraflardan S. Bozeal eli ile)


AYAK (Çıplak, yalın)

— 1374


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

1375 —

AYAK (Çıplak, yalın)





-~:aS--S='^=3=i=*1""' 's l ^-;/:3SB^S«s= ^—^

Yahnayakh İstanbullular, soldan sağa: araba yıkayan şoför yamağı, Söğüilüçegme pazarında manav, kahvede

saz çalan fırın uşağı (Resim: fotoğraflardan S. Bozcalı eli ile)

\

Beykozda yalın ayaklı eşekçi oğlan (Resim: fotoğraflardan S. Bozcalı eli ile)

Eski divan sairleri arasında külhanı meşrep olanlar bulundukları şehirlerin esnaf civanlarının güzellerini medih yolunda «Şeh-rengiz» denilen eserler kaleme almışlardır ve bu civanları isimleriyle, lâkaplariyle tesbit etmişlerdir ki, İstanbul üzerine yazılmış nâzımı meçhul veya malûm şehrengizlerin en meşhurları Kanunî Sultan Süleyman ile oğlu ve halefi İkinci Sultan Selim zamanında yaşamış Taşlıcalı Yahya Bey ile Ulvi. Çelebinin kalemlerinden çıkmıştır.

Şehrengizlerin medih ettikleri esnaf güzellerinin başında da bihassa yalın ayaklı berber civanların gelir.

On dokuzuncu asrın külhanı bir saz şairi Beşiktaşlı Gedâî, bir berber güzelini su pitoresk 'kıyafet içinde tasvir ediyor: İbrişim fûte güzel gerçi yaraşmış beline Sırma tasmaîı nalın pâyine, mikrâs eline..

Son yeniçerilerden, Yemiş iskelesinde Çardak Kolluğu çorbacısı ve halk şairi Gala-talı Hüseyin Ağa da, Karagümrük Carşısın-daki yeniçeri kahvehanesinde İsmail adında bir berber civanının kıyafetini şöyle tasvir ediyor:

Kiilâhdaki yazma Kandilli işi Oyası biberle karanfil dişi

Sarayburnunda balık tutan yaîm ayaklı adam (Resim: fotoğraftan S. Boscah eli ile)

Mintanı güllüdür beyazlı allı Üstünde pamuklu hırka bindallı

Tırablus işi belde kuşağı Kuşağında Bursamndır bıçağı

İbrişim futası tavus kuyruğu

Elinde aynası berber buyruğu



Paçalar sıvalı, ayakta nalın Tasması sırmalı, ayaklar yalın

(B.: Berber, Berberler).

Eskiden çarşı boylarındaki dükkânlar kaldırım seviyesinde olmayıp bir kaç basamak merdivenle çıkılır, kaldırım seviyesinden daima yüksek yapılırdı; bunun, sokak tozuna toprağına karsı dükkânın temizliğim koruma bakımından büyük faydası da vardı, eski metinlerde «dükkâna girdi» yerine dükkâna çıktı» tâbiri kullanılır. Müşteriler dükkâna girmezler, tezgâh önünden alış veriş ederler; dukan sahipleri, çıraklar, yârenlik etmeğe gelen ahbep de ayakkaplarım merdiven başında çıkararak dükkâna çıkarlardı. Dükkânların hariçle daimî temasını çıraklar temin ettiği için, sabahleyin ise geldiklerinde ayak'kapîan ile beraber çoraplarını da çıkarırlar, sokak işine gönderildiklerinde yalın ayaklarına bir takunya geçirirlerdi.

İkinci Sultan Mahmud bir gün tebdil gezerken Mısır çarşısında Hamlacıbaşumn «Ka-yıklı Dükkân» diye mâruf baharatçı - attar dükkânına uğramış, dükkânın eli ayağı düzgün ve veçhen pek dilber olan Riza adındaki çırağı da pâdişâha çarşı kahvecisinden bir fincan kahve getirmişti.. Nazarı dikkatini çeken bu çocuğun kimsesiz bir garip olduğunu öğrenen Sultan Mahmud Rizayı derhal Ende-runu Hümâyûna aldırtmış, zaman ile, Mısır çarşısının bu yalın ayağı takunyalı attar çırağı Osmanlı İmparatorluğunun seraskeri Riza Paşa Hazretleri olmuştu.

Bir iffet ve ismet timsâli olan merhum Tâhirühîievlevî de İstanbul sokaklarında yalın ayak dolaşan adı meçhul güzel bir genç sânında şu nefîs kıt'ayı ibda etmiştir:

İtme miistağrak gubârü tine ey nahli çemen Bâsegâhı ehli dildir pâyi gülfâmm senin. Basma kim toprağa çıplak nazeninim! olmasın Hâk ile alûde ü âzürde akdâmm senin

Fakat, şâirin elinde hükümdar kudreti bulunmadığı için yapabildiği iyilik o dilber gencin , yalın ayaklarına belki bir yemeni almaktan ibaret kalmıştır. (B.: Olgun, Meh-med Tâhir; Ayak öpmek).)

Tekkelerde, ve bilhassa mevlevihâneler-de dervişler zikre, semâa, devrana yalın ayak girerlerdi. Geçen asır içinde yaşamış. İkinci Mahmud, Abdülmecid, Abdülâziz, Beşinci Mu-rad ve İkinci Abdülhamid devirlerini görmüş, bir asra yaklaşan ömrü boyunca gördüklerini .kalem diline vererek kıymetine baha biçilmez «Hatırat» bırakmış olan bir mevlevî, Aşçıdede İbrahim Bey, Edirne Mevlevihâne-sinden bahsederken şu satırları yazıyor:

«Kurban bayramının beşinci günü mev-levihânede âyin vardı. Gördüm ki, bâzı canlar tennuresini fevkalâde açıyorlar, yâni süratle çarh ettiklerinden tennure ziyade açılıyor, ayaklar çıplak, baldır bacak şöyle dursun hattâ daha yukarı mahaller göze ilişiyor. Bu da mevlevilikte asla makbul değildir efendim. Bu hal de bilhassa bizim canımız Şemsi Dede ve Şevket Efendi oğlumuzda oluyor.

«Şemsi Dede gönüllü asker kaydolunmuş-tu, gündüzleri Dairei Askeriyede Erkânı Harbiye Tahrirat Kaleminde hizmet ederdi, geceleri de dergâhta kalırdı, dergâh hademeliği yapardı, hattâ benim hırka ve sikkemin muhafazasına memurdu. Şevket Efendi ise şube-- mize müdavim idi, kendisini çarpmış olan bir aşk ve alâka yüzünden dergâhı şerife girmişti. Bu gençlerin tennurelerinin fevkalâde açıl-

ANSİKLOPEDİSİ

1377 —


AYAK (Çıplak, yalın)



AYAK (Çıplak, yalın)


Egzistansiyalist apaş ve yalııı ayaklı

amazon

(Kesim; fotoğraflardan S. Bozcaîı eli ile)




mamaları için su muammayı yazıp bizim kalemdeki efendilere: — Bunu çözene bir mecidiye vereceğim! dedim. Muamma şu idi: Deryayı aşkta dolaşan sefâini aşkın .rüzgârı şiddetleniverince yelkenlerî tamamiyle dolup pupasına gidiyor ise de, öyle gemilerin direkleri çıplak bir hâlete girip üryan, ve tayfayı perişan ve püryan edecek derecesinde açılıp gösterilmesi pek de makbul değildir. Azizim, aheste beste olmalı.»

Aşçı Dede İbrahim Beyin Edirne üzerine tasvir ettiği bu manzara İstanbul mevlevihâ-nelerinde çok daha göze batacak şekilde görülmüştür. Mevlânamıı 750. ölüm yıldönümü münasebeti ile Hayat dergisinde neşredilen ressam Hubertin mevlevi âyini kompozisyo-nundaki genç canlar, İbrahim Beyin Edirne-deki Şemsi Dedesi ile Şevket Efendisinin İs-tanbuldaki benzerleridir.

1874 yılında İstanbula gelmiş İtalyan edibi Edmondo de Amicis Galata Mevlevihâne-

Yalın ayaklı mevlevî dervişler (Resim: Hubert'den S. Bozcaîı eli ile)


İSTANBUL
— 1376 —

sindeki bir âyini seyahatnamesinde şöylece tasvir ediyor: «Mevlevileri bir katar hâlinde devran meydanına çıkarken görmek çok caziptir. Deve tüyü bir cübbeye sarılmışlar başlar eğilmiş, kollar kavuşturulmuş, tatlı bir musiki kendilerine refakat etmektedir; öyle bir musiki ki, Üsküdar mezarlıklarının servilerinde inleyen rüzgâra benziyor, gözleri açık iken insana rüyalar gördürüyor. Çevreyi bir defa döndükten sonra mihrabın önünde ağır ve muhteşem bir hareketle karşılıklı ikişer ikişer eğliyorlar, sonra sırtlarından canlı bir hareketle cübbelerini yere atıp, bembeyaz uzun tennureleri ile, kollar açık, uçar gibi, baş bir cezbe ile yana düşmüş, çıplak ayaklarının üstünde dönmeğe başlıyorlar, güzel, güzel bir sahnedir.

«Bir başka gün tekkenin bîr hücresine gitmiştim, orada devrana hazırlanan yalın ayaklı bir derviş gördüm, uzun boylu, narin, tüysüz bir delikanlıydı. Bir aynanın karşısında beyaz tennuresinin belini kuşakla sarıyordu, bize doğru döndü ve gülümsedi. Elleri ince vücudunun etrafında dolaşıyor, acele acele fakat tatlı bir eda ile ve bir sanatkâr gözü ile elbisesinin her tarafını düzeltiyordu.»

İsimleri tarihimize geçmiş dervişler vardır ki, kapıldıkları ilâhî cezbe ile ömürleri boyunca, yaz ve kış kar, buz üstünde yalın ayak, yarı çıplak, hattâ ana doğması üryan dolaşmışlardır, ve büyük şehrin halkı tarafından yadırganmamışlardır. Hediyetülihvan müellifi Şeyh Nazmî Efendi, fırtınalı bir kış gecesinde, Mehmed adında bir dervişin buz üstünde yalın ayak ve bir el şamdanı ile önüne düşerek misafir olduğu dergâhdan evine götürdüğünü, fırtınada mumun sönmediğini, buzlara yalın ayakla basan âşık dervişin terlerini sildiğini anlatır.

Keysûdâr Mehmed Efendi ömrü boyunca

İstanbulda yalın ayak bası açık bir aba ile, Derviş Meczub Ahmed Dede ise, kırk yıl ana doğması üryan gezmiştir.

Kiptiler müstesna, kadınlar İstanbul sokaklarında henüz yalın tabanla dolaşmağa başlamamışlardır; fakat bilhassa yazın, yalın ayağına herhangi bir çeşit pabuç geçirip sokağa çıkan kadınlar erkeklerden ve oğlan çocuklarından çoktur. Pek varlıklı bayanların, genç kızların, hattâ kibar hanımların ve küçük hanımların bile, üzerlerinde büyük terzilerin elinden çıkmış ağır kumaşlardan esvaplarla sokağa çorapsız çıktıkları görülmüştür.

Kadının, kızın sokakta çorapsız dolaşması erkeğin ayağına çorap giymeden bir ayakkabı geçirmesinden farklı olsa gerektir. Kadın iskarpinlerinde arka kısım tamamen hazfedilmiş, topuk olduğu gibi meydana çıkarılmıştır; nihayet ön kısımda bir tasmaya inkılâp ederek bir takonya - iskarpin tipi ibda edilmiştir; İstanbul sokaklarının pisliği, tozu toprağı karşısında, bu dekolte iskarpinler, takunya pabuçlar içinde çıplak ayağı temiz tutmak imkânsızdır. Sabah taravetinden sonra, hele çarşı ve pazar fazlaca dolaşılmış ise tırnakları kırmızı boyalı ve cilâlı parmakların üzerlerinde ve aralarında biriken tozlar, kir ve toza bulanmış kadın topuğu gözün tiksindiği bir manzaradır. 1957 - 1958 de ekseriya çorapsız giyilen çarık - tulumbacı yemenisi

arasında pabuçlar moda olmuştur; vaktiyle İstanbul haşeratmın giydiği Galata yemenisi gibi bunların da ön kısımları gayet küçük olup parmak enleri görünmektedir; bu pabuçların içinde de kirli, kirlice, sokakta kirlenmiş kadın ayağı da muhakkak ki tahammül edilir şey değildir.

Başta Biriğit Bardo ve emsali ekzistansi-yalist sinema yıldızlarının kılık ve kıyafetinin, yalın ayak dolaşmalarının kızlarımız tarafından taklidi millî ve dinî ahlâkımız bakımından üzerinde muhakkak, ki endişe ile durulacak bir meseledir. Hele bu yalın ayakları yemenimsi pabuçlu kızlardan bir kısmı tulumbacı dizliğine benzeyen daracık pantalonlar giymektedirler kî, kendilerine o pabuçları da attıkları anda tulumba sandığını omuzlayıp yangına koşmağa amade «kız tulumbacı» demek yaraşır zannederiz.

R.E. Koçu bir' gün sokakta, kipti karıları gibi pabuçsuz, yalın ayak, yalın taban yürüyen bir hanım kız görmüştür ki, o kızı ve duygusunu 1957 yılında Her Gün gazetesinde «Yalınayâklı,Amazon» serlevhası altındaki bir sohbet yazısında, şöyle tesbit etmiştir:

«Kadın olsun, erkek olsun, insan vücudu anadoğması çıplak olarak ancak heykelde ve resimde güzeldir. Resimden de kasdim fotoğraf değildir. Tıpkı meyvalara yapılan aşı gibi, insan vücudüne sanatın eli değmelidir.

«Onun içindir ki, erkekleri kapısında zin-


AYAKAPU

— 1378 —


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

1379 —

AYAKAPU HAMAMI




cirbend köle yapmak isteyen yosma ve kadınları divâne edip ayaklarına düşürecek nev-civan, soyunmasını değil, giyinmesini bilmelidir.

«İsterse adî basmadan olsun, yerlere dökülmüş bir eteğin altından söyle bir görünüp kaybolan bir çıplak ayağm cazibesi, bikini kesimi mayo altında, ne kadar mevzun olursa olsun çıplak bacağın bitimi olan ayakta yoktur.

«Giyimden kasdim, yüz ile ellerden başka yerin görünmemesi değildir, asla, hâşâ.. Bir kol, bir omuz, sine, bir sırt parçası, bacak, baldır, çıplak ayak.. Yerine, güzel sahibinin zevkine ve hünerine göre görünecektir, yahut arada şöyle bir görünüp görünüp kaybolacaktır.

«Üryan vücud bir cevherdir, esvap, gi


yim de vitrin, o mücevheri vitrinde teşhir et
mesini bilmelidir. *

«İnanınız, plajların içi, plaj yolları kadar cazip değildir.

«Dün sabah plaja giden bir Amazon gördüm; Allah sahibine bağışlasın.. Yaşıdı olsaydım-adı Leylâdır der, Mecnunu olurdum..

«Cildi, gövermis gül yaprağı renginde; trâşîde bir boyun üstünde Yunanı Kadîm hey-keltraşlarmı kıskandıracak bir baş, çenenin münhanisi, nar çiçeği dudakların bükümü, ağzın asıl büyüklüğü, burundaki hendese ahengi; Hint menekşesi gözler.. Dışı altın hareli koyu kumral at kuyruğu saçlar...

«On yedi on sekiz yaşında.. Tığ gibi bir boy.. Sabahrüzgârı gibi bir yürüyüş.. Uçuyor haspa!.. Kısa kollu, süt mavisi bir keten bluz., altında iki hasarı oğlak.. İnce belden ayağın incik kemiklerine kadar çiçek çiçek, dal dal bir eteklik dökülmüş.. Ve gel de haspa deme, çıplak ayaklarında bir şey yok, ne iskarpin, ne mâhud çarıklar ve ne de kepaze sokak nalınları.. Pırıpırı oğlanlar, külhâniler gibi yalın ayak yürüyor..

«Acaba sesi nasıl dedim:

— Kızım.. Hanım kızım!..

Durdu, çatıkça kaşlar altından, aman, Al-lahım, hem ümid veren, hem korkutan bir bakışla:

— Bana mı seslendiniz?..
Diye sordu. Dâvudî bir ses..

«Âh efendim, harfendazlık suç olmasa.. Kız oğlan kız nâzı, nâzın; gehlevend avazı, avazın Belâsın, ben de bilmem, kız mısın, oğlan mısın kâfir!?

Affedersin yavrum.. Birisine benzet-

tim!


- Şöyle bir süzdü, gülümsedi, şahın başiyie bir selâm verdi, o öpülesice çıplak ayakları ile yürüdü gitti..»

R.E. Koçu «Yalınayaklı Amazon» un benzeri bir de egzistansiyalist delikanlı görmüştür; uzun boylu, sırım gibi kuru, büyük büyük elli ayaklı, halk ağzında «zıpır» ve hattâ «deli fişek» denilen boydan hareketli ve canlı, muhakkak ki zekî fakat zekâsı ne tarla, bahçe sulayan, ne de değirmen çarkı çeviren sular gibi, avarelik yolunda heder olmakta, yaşı da askerlik çağına girmiş ve varlıklı bir ailenin evlâdı olan bu genç 1957 yılında bir kaç gün, belki de haftalarca İstanbul sokaklarında apaş kıyafeti ile dolaşmıştır. Başımda eski bir şapka, çıplak gövde üstünde sureti mahsusada yırtılmış bir mintan, omuzlar meydanda, sine üryan, belinde bir kuşak, bacaklarında mavi bezden dar, yırtık, acâib bir pantalon, boynunda mendil, belde kuşak ve ayaklar çıplak.. Asıl hoş, şirin sahne, fc

Aşağıdaki satırları R,E.Koçunun Her Gün gazetesinde çı-kmış bir fıkrasından alıyoruz:

«Feylesof ve şâir Namdar Rahmi Karatay merhumla köprü üstündeyiz; mevsim kış; yer çakıl çakıl buz; hâneberduş bir delikanlı yanımızdan geniş adımlarla geçti... Buz üstünde yalın ayak...

— Zatürrie olmaz mı?
Diye sordum Namdar:

— Ne zatürriesi? Ölür ayol!., dedi, ölür


amma ölümünden yalnız kendisinin -haberi
olur!...

Gazetelerde ne zaman bir «ölüm»; «Acı bir ölüm» haberi okusam gözümün önüne buz üstünde morarmış çıplak ayaklarla kütür kütür, yürüyen o deh'kanlı gelir ve Namdar .kulağıma seslenir:

— Biliyor musun bugün ilansız kaç kişi
öldü?..».

Bibi.: İstanbul Ansiklopedisi ve Foto Sel fotoğraf arşivi.

AYAKAPU — Haliç boyunda Cibalide bir semttir ki, 1934; Belediye Şehir Rehberinde Âyakapu olmuştur. Sekenesi ekseriyetle civar

fabrikalar, değirmenler, atölyeler, kalafat yerleri amele ve isçisi ile deniz amelesi ve gemicidir. Otuz yıl kadar evvelleri Haliç vapurlarının Ayakapuda bir iskelesi vardı, bu satırların yazıldığı sırada vapur iskelesinden hiç bir iz kalmamış bulunuyordu, eski iskele önü bir meydancık halinde olup, yine eskiden kalma bir gümrük kolcusu barakası da boşduruyordu; bir kayık iskelesi olup Haliç-de bu iskeleye kayıdiı olarak işlemekte olan on beş kadar kayık ve sandal bulunuyordu; meydanın da, semt halkına bir park olarak tanzimine başlanmış, sekiz on kadar fidan dikilmiş idi; açıkta soyunmuş, çoğu çırıl çıplak on beş yirmi çocuk denizde' yıkanmakta, karaya kıçtan bağlamış 'motorlu gemilerin üzerinden, sandallardan denize atlayarak ayyuka çıkan sesleri ile meydancığı şenlendirmekte idiler. (Ağustos 1947).

Bibi.: REK ve Muzaffer Esen, Gezi Notu.

AYAKAPU ÇEŞMESİ — Küçükmustafa-paşadan Ayakapuya çıkarken, Gülçeşme Sokağında, bu sokağın Miralaynazımbey Sokağı ile kavşağı üzerindedir. .Gülçeşme Sokağı adı, çeşmeye nîsbetle verilmişe benzer, kesme taştan klâsik üslûpta bu on altıncı asır çeşmesi, İstanbul çeşmelerinin en güzellerinden biridir; fakat susuz, bakımsız, harap, tez elden tamir ve ihya edilemezse belki de yakın bir istikbalde mahvolmağa mahkûmdur. Lülesi koparılmış, teknesi kırılıp moloz ile dolmuş, hazinesinin üstüne de bir ahşap ev yapılarak çeşme bu evin altında kalmıştır. Ayna taşındaki



Yüklə 4,97 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   25   26   27   28   29   30   31   32   ...   75




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin