Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası



Yüklə 2,32 Mb.
səhifə22/40
tarix17.11.2018
ölçüsü2,32 Mb.
#83161
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   40
HUME
izleyeceği beklentisinin şeylerin özünde değil, bizim bilincimizde yer aldığını söylüyor. Ve gördüğümüz gibi, beklenti alışkanlıkların sonucunda oluşan bir şey. Yine küçük bir bebek olsa ve beyaz top siyahın çarpmasından sonra tümüyle hareketsiz durmaya devam etse, bebek buna hiç şaşırmazdı. "Doğa yasaları" ya da "neden ve etki" dediğimiz şeyler "mantıkla değil, alışkanlıkla ilgili şeylerdir. Doğa yasaları yalnızca vardırlar; onların mantıklı ya da mantıksız olduğu söylenemez. Siyah top çarpınca beyaz topun hareket edeceği beklentisi doğuştan gelme bir beklenti değildir. Dünyanın nasıl olduğu ya da dünyadaki nesnelerin nasıl varolduğuna dair hiçbir beklentimiz yoktur doğduğumuzda. Dünya olduğu gibidir; zamanla duyumsadığı-mız bir şeydir.
- Bana bu yine çok önemli gelmiyor.
- Bu beklentiler çabuk ve hatalı sonuçlara varmamıza yol açıyorsa önemli bir şeydir. Hume karşı koyulamayacak "doğa yasaları" olduğunu reddetmiyor, ancak doğa yasalarının kendisini duyumsayamadığımız için çabuk ve hatalı sonuçlara varabileceğimizi söylüyor.
- Örnek verebilir misin?
- Benim yalnızca siyah atlardan oluşan bir at sürümün olması, tüm atların siyah olduğu anlamına gelmez.
- Tabii ki!
- Ve benim tüm yaşamım boyunca yalnızca siyah karga görmüş olmam, dünyada beyaz karga olmadığı anlamına gelmez. Hem bir filozof, hem de bir bilim adamı için beyaz bir karganın varolabileceği olasılığını reddetmemek son derece önemlidir. "Beyaz karga"nın peşinden koşmak bilimin en önemli görevidir de diyebiliriz.
- Anlıyorum.
- Neden ile etki ilişkisine gelince, her zaman gök gürültüsünden önce geldiği için şimşeğin gök gürültüsünün nedeni ol-
315
r
SOFI'NİN DÜNYASI
duğunu düşünenler olabilir. Bu örnek de bilardo topu örneğine benzer. Oysa şimşek gök gürültüsünün nedeni midir gerçekteni
- Pek sayılmaz. Aslında aynı anda hem şimşek çakar, hem gök gürler.
- Şimşek de gök gürlemesi de elektrik yüklerinin boşalmasından ileri gelir. Gök gürlemesinin her zaman şimşek çakmasından sonra geldiğini görmemiz, şimşeğin gök gürlemesinin nedeni olduğu anlamına gelmez. Aslında bu ikisinin de nedeni bir başka üçüncü etmendir.
- Anlıyorum.
- Bizim yüzyılımızda yaşamış bir Empirist, Bertrand Rus-seli buna çok daha grotesk bir örnek verir: Her gün kümese gelen çiftçinin karısının kendisine yemek verdiğini gören tavuk, sonunda kadının kümese gelmesiyle tabağına yem konması arasında bir nedensellik bağı olduğu sonucunu çıkarır.
- Oysa çiftçinin karısı bir gün kabına yem koymaz...
- Oysa bir gün çiftçinin karısı gelip tavuğun boynunu koparır!
- Of, ne iğrenç!
- Zaman içinde bir şeyin bir başka şeyi izlemesi, bunların arasında mutlaka bir "nedensellik ilişkisi" olduğu anlamına gelmez. İnsanları çabuk sonuçlara varmaya karşı uyarmak bir filozofun en önemli görevlerinden biridir. Aslında bunlar pek çok boş inanın da nedenidir.
-Nasıl?
- Yoldan geçen bir kara kedi görürsün. Aynı gün bir süre sonra düşer kolunu kırarsın. Bu, bu iki olay arasında bir nedensellik ilişkisi olduğu anlamına gelmez. Aynı şekilde bilimde de hızlı sonuçlara varmamak son derece önemlidir. Pek çok kişinin belli bir ilacı aldıktan sonra iyileşmesi, onları bu ilacın iyileştirdiği anlamına gelmez. Bu yüzden, gerçek ilacı alanların
316
HUME
yamsıra, bu ilacı aldığını sanan oysa gerçekte suyla karıştırılmış undan oluşan haplar verilen büyük bir kontrol grubu oluşturulmalıdır. Gerçek ilacı almayan kişiler de iyileşiyorsa, bir üçüncü etmen, örneğin "ilacın iyi geleceğine olan inançları" onları iyileştirmiş demektir.
- Empirisizmin ne olduğunu anlamaya başlıyorum sanırım.
- Hume ahlak alanında da Usçu düşünceye cephe aldı. Us-çular doğru ile yanlışı birbirinden ayırt etmenin insan usuna has bir şey olduğunu öne sürüyorlardı. Bu "doğal doğru" denen şeye Sokrates'den Locke'a kadar pek çok filozofta rastlıyoruz. Ancak Hume'a göre neyin doğru neyin yanlış olduğunu bize söyleyen şey aklımız değildir.
- Ya nedir o zaman?
- Duygulanmızdır. Birine yardım etmeye karar verdiğinde, yardım etmeni sağlayan şey akim değil, duygularındır.
- Ya yardım etmeyi istemezsem?
- Buna karar veren de yine duygularındır. Yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmemek ne mantıklı, ne de mantıksız bir şeydir. Buna olsa olsa iyilik ya da kötülük denebilir.
- Ama her şeyin bir sının var. İnsan öldürmenin doğru bir şey olmadığını herkes bilir.
- Hume'a göre herkes diğer insanların iyiliğini ister. Yani insanın diğer insanları düşünmek gibi bir yeteneği vardır. Ancak bunun mantıkla bir ilgisi yoktur.
- Bundan çok emin değilim sanırım.
- Bir başka insanı ortadan kaldırmak pek akıl dışı sayılmaz bazen Sofi. İstediğini elde etmeye çalışan biri için son derece etkili bir yöntem bile olabilir üstelik!
- Yok artık, itiraz ediyorum buna!
- Sen anlat bana öyleyse insanın niçin başına dert olan birini öldürmeyeceğini.
317
SOFl'NtN DÜNYASI
- Çünkü o insan da yaşamaktan memnundur. Bu yüzden
öldürülmemelidir.
- Şu an senin yaptığın şeye, betimleyici bir cümleden ("Çünkü o insan da yaşamaktan memnundur.") kural belirten bir cümleye ("Bu yüzden öldürülmemelidir.") varmak denir. Akıl açısından tümüyle mantıksız bir şeydir bu. O zaman insan "Vergi kaçıran bir sürü insan var. Bu yüzden ben de vergi kaçır-malıyım." diyebilir. Hume hiçbir zaman "-dir"li cümlelerden "-meli"li cümlelere varmamak gerektiğini ileri sürer. Oysa gazete makalelerinde, parti programlarında, meclis konuşmalarında tam da buna öyle çok rastlanır ki... Birkaç örnek vermemi ister misin?
- Memnuniyetle.
- "Giderek çok daha fazla sayıda insan uçakla yolculuk etmeyi seçiyor. Bu yüzden daha fazla hava alanı yapılmalı." Sence bu mantıklı bir çıkarım mı?
- Hayır, bence oldukça saçma. Çevreyi de düşünmemiz gerek. Bana kalırsa daha çok tren yolu yapılmalı.
- Ya da: "Yeni petrol platformlarının yapımıyla yaşam standardımız yüzde 10 yükselecek. Bu yüzden mümkün olan en kısa zamanda yeni petrol platformları inşa etmeliyiz."
- Saçma! Burada da çevrenin korunması önemli. Üstelik Norveç'te yaşam standardı yeterince yüksek zaten!
- Bazen şöyle şeyler dendiği de olur: "Bu yasa Millet Meclisi tarafından çıkarılmıştır. Bu yüzden tüm vatandaşların bu yasaya uyması gerekir." Ancak bu "çıkarılmış yasalar" da insanın içten içe kabul edemediği durumlara da rastlanır.
- Anlıyorum.
- Neyi nasıl yapacağımızı akıl yoluyla kanıtlayamayacağı-mız konusunu ele almış olduk. Sorumlu bir biçimde davranmak akılla değil, diğer insanların iyiliğini isteyen duygularla mümkün olur. 'Tüm dünyanın mahvolmasını parmağının bi-
318
HUME
razcık acımasına tercih etmek akıl dışı bir şey değildir," der Hume.
- Pek hoş olmayan bir iddia bu!
- Kuyunun dibini biraz kazırsak hoş olmayan daha neler çıkar. Nazilerin milyonlarca Yahudiyi öldürdüğünü biliyorsun-dur. Sence bu insanların akıllarında mı bir hata vardı, yoksa duygularında mı?
- Duygularında yanlış olan bir şeyler olduğu açık!
- Çoğunun aklı son derece yerindeydi! En duygusuz kararların ardında taş kalpli hesaplar yatabilir çoğu zaman. Savaştan sonra Nazilerin çoğu yargılandı; "akılsızca" davrandıkları için değil, barbarca davrandıkları için. Aslında aklı pek yerinde olmayanların, bir konuda suçlu da olsalar suçsuz sayıldıkları olur. Bu tür kişilere "akli dengesi bozuk" ya da "suçun işlendiği an akli dengesi yerinde olmayan" kişiler de denir. Hiç kimsenin duyguları bozuk olduğu için suçsuz sayıldığı görülmemiştir.
- Yok bir de sayılsaydı!
- Aslında örneklerin en korkunçlarını sıralamamıza gerek yok. Örneğin bir sel afeti olsa, zarara uğrayanlara yardım etmemizi duygularımız söyler. Tamamen duygusuz olup karan "soğuk aklımıza" bıraksaydık, aklımız bize, dünyanın nüfusunun tehlike verici oranda arttığını, bu yüzden bu sel afetinde birkaç milyon kişinin ölmesinin iyi olacağını bile söyleyebilirdi.
- Böyle düşünmenin mümkün olması bile beni sinirlendiriyor!
- Ve sinirlenen yanın aklın değil!
- Teşekkürler, bu kadar yeter.
319
BERKELEY
BERKELEY
...alev alev yanan bir güneşin etrafında dönmekten sersemleşmiş bir gezeğen gibi...
Alberto ayağa kalkıp şehre bakan pencerenin yanma gitti. Sofi de onun yanında durdu.
Tam onlar böyle dururlarken, eski evlerin damlarının üzerinde küçük bir uçak belirdi. Uçağın arkasında bir pankart asılıydı. Sofi önce bunun bir konser ilanı filan olabileceğini düşünürken, uçak yaklaştıkça bambaşka bir şey olduğunu gördü. Pankartta:
"15. YAŞGÜNÜN KUTLU OLSUN HİLDE!" yazılıydı.
Alberto'nun buna tek yorumu:
- Davetsiz misafir! oldu.
Güneydeki tepelerden yükselen kara bulutlar şimdi tü şehri kaplamıştı. Küçük uçak kara bulutlardan birinin ardındı gözden kayboldu.
- Korkarım hava iyice bozabilir, dedi Alberto.
- O zaman ben de eve otobüsle giderim.
- Allah vere bu kötü hava da Binbaşının eseri olmasın!
- Ne diyorsun sen. Tanrı değil ya bu adam!
Alberto buna yanıt vermedi. Tekrar gidip koltuğuna oturdu. Bir süre sonra:
- Biraz da Berkeley'den söz etsek iyi olur.
Sofi çoktan oturmuştu yerine. Birden tırnağını yediğinin farkına vardı.
- George Berkeley 1685 - 1753 yılları arasında yaşamış olan, İrlandalı bir piskopostu, diye söze başladı Alberto, ancak bundan sonra bir süre sessiz kaldı.
320
- Berkeley İrlandalı bir piskopostu, diye söze kaldığı yerden devam etmeye çalıştı Sofi.
- Ama aynı zamanda bir filozoftu da... -Ya?
- Berkeley, dönemin felsefesinin ve biliminin Hıristiyanlık dünya görüşünü tehdit ettiğini hissediyordu. En azından, sürekli daha tutarlı bir hal alan özdekçiliğin, doğayı yaratan ve gözetenin Tanrı olduğu yolundaki Hıristiyanlık inanışına tehdit oluşturduğunu farkediyordu...
-Ya?
- Öte yandan Empiristlerin eiı tutarlısı sayılabilecek kişi de yine Berkeley idi.
- Dünyada duyumsadıklanmızm ötesinde bir şey bilemeyeceğimize inanıyordu öyleyse, değil mi?
. - Evet ve hattâ bunun da ötesine giderek, dünyadaki şeylerin tam da bizim duyumsadığımız gibi olduğunu, ancak bunlara "şey" denemeyeceğini söylüyordu.
- Bunu biraz daha açman gerekecek...
- Locke'un şeylerin "ikincil nitelikleri" üzerine bir fikir öne sürmemizin mümkün olmadığını söyleyişini hatırlıyorsundur. Elma yeşildir veya ekşidir diyemeyiz. Elmayı böyle algılayan bizizdir yalnızca. Öte yandan Locke yoğunluk, ağırlık ve hacim gibi "birincil niteliklerin" bizi çevreleyen gerçekliğin gerçekten bir parçası olduğunu söylüyordu. Yani dış gerçekliğin fiziksel bir "töz"ü sahiden vardı.
- Hatırlıyorum elbette. Ayrıca Locke'un yaptığı bu ayrımın ( önemli olduğunu düşünüyorum.
- İyi de Sofi, keşke her şey bu kadarla kalmış olsa!
- Nasıl yani?
- Yani Locke, kendinden önceki Descartes ve Spinoza gibi, fiziksel dünyanın gerçek olduğunu söylüyordu.
- Evet?
321
SOFI'NİN DÜNYASI
BERKELEY
- Berkeley tam bu noktada işe şüphe karıştırır ve üstelik bunu da Empirisizmin mantığı içinde gerçekleştirir. Varolan tek şeyin duyumsadıklarımız olduğunu söyler. Ancak biz "madde"yi ya da "töz"ü duyumsamayız. Şeylerin elle tutulur "şeyler" olduğunu duyumsamayız. Duyumsadığımız şeylerin ardında bir "töz"ün varolduğunu varsaymak hızlı sonuca varmaktır. Böyle bir iddianın hiçbir duyumsal temeli yoktur.
- Saçmalık. Bak şimdi!
Böyle diyen Sofi elini hızla masanın üzerine indirdi ve:
- Ah! dedi acıyla. - Bu, masanın maddesel ve tözsel gerçekliğinin bir kanıtı değil de nedir?
- Nasıl bir şey hissettin?
- Sert bir şey hissettim.
- Sende sert bir şey duygusu oluştu, ama tahtanın "tözü"nü hissetmedin. Aynı şekilde rüyanda da sert bir şeye çarptığını hissedebilirsin, ama rüyada sert bir şey olamaz değil mi?
- Rüyada olamaz, hayır.
- Üstelik insanı hipnotize ederek onun gerçek olmadığı halde sıcak ya da soğuğu, okşama ya da yumruğu hissetmesini sağlayabilirsin.
- Peki ama bana sertlik duygusu veren masa değilse neydi?
- Berkeley'e göre bu "ruh"tu. Ona göre tüm fikirlerimizin kendi aklımızın Ötesinde bir nedeni vardı, ancak bu neden maddi bir neden değil, ruhsal bir nedendi.
Sofi yine tırnağını yemeye başlamıştı. Alberto devam etti:
- Berkeley'e göre kendi ruhum, tıpkı rüya görürken olduğu gibi, kendi fikirlerimin nedeni olabilir; ancak "maddi" dünyamızı oluşturan fikirlerin nedeni bir başka ruh olmalıdır. " 'Her şeyin kendinde' ve Tıer şeyi içeren' nedeni o ruhtur" der Berkeley.
- Nasıl bir "ruh"muş peki bu?
- Berkeley bununla Tanrı'yı kastetmektedir kuşkusuz.
322
"Tann'nm varlığı, insanın varlığından daha kolay anlaşılır bir şeydir" der Berkeley.
- Varlığımızdan bile emin olamıyacak mıyız yani?
- Hem evet, hem hayır... Gördüğümüz ve duyduğumuz her şey Tann'nıri gücünün bir etkisidir" diyordu Berkeley. Çünkü Tann "sürekli karşı karşıya bulunduğumuz fikirler ye duyumların bizde yeniden varolmasını sağlayarak her an bilincimiz-dedir". Yani tüm doğa ve tüm varlığımız Tanrı'da mevcuttur. Varolan her şeyin tek nedeni O'dur.
- En basitinden söyleyecek olursam, şaşırdım.
- Yani tüm soru "olmak ya da olmamak" değildir. Soru aynı zamanda ne olduğumuzdur. Gerçekten et ve kemikten oluşmuş insanlar mıyız? Dünyamız gerçek şeylerden mi oluşuyor, yoksa bilinç mi bizi çevreleyen?
Sofi bir kez daha tırnaklarını yemeye koyulmuştu. Alberto devam etti:
- Berkeley'in sorguladığı tek şey özdeksel gerçeklik de değildi. O aynı zamanda "zaman" ve "uzam"m mutlak ve bağımsız bir varlığı olup olmadığı konusunda da şüpheliydi. Zaman ve uzamı algılayışımız da yalnızca kendi bilincimizin bir ürünü olabilir. Bizim bir-iki haftamız Tann'nın bir-iki haftasıyla aynı şey anlamına gelmek zorunda değildir...
- Her şeyin onda varolduğu bu ruhun "Berkeley için" Hıristiyanlık Tannsı olduğunu söyledin...
- Evet, öyle dedim. Bizim içinse...
- Evet?
- Bizim içinse "her şeyin kendinde nedeni" olan bu "ruh" Hilde'nin babası olabilir.
Sofi donakalmıştı. Yüzü adeta tek bir soru işareti şeklini almıştı. Aynı zamanda sanki birden her şey açıklığa kavuşmuştu.
- Gerçekten inanıyor musun buna?
323
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Başka bir açıklama bulamıyorum. Yaşadıklarımızın tek açıklaması bu olabilir. Orada burada karşımıza çıkan kartpostallar ve başka bir takım izler... Hermes'in birden konuşmaya başlaması, benim ağzımdan kaçan sözler...
-Ben...
- Ya sana hep Hilde yerine Sofi deyişim! Adının Sofi olmadığını hep bildiğim halde!
- Neler söylüyorsun? Aklın karışmış senin!
- Evet sersemlemiş bir haldeyim çocuğum. Tıpkı alev alev yanan bir güneşin etrafında dönmekten sersemleşmiş bir gezegen gibi...
- Ve bu güneş Hilde'nin babası, öyle mi?
- Böyle de diyebilirsin.
- Demek o bizim için bir tür Tanrı, öyle mi?
- Dürüst olmam gerekirse, evet. Ama bundan ötürü utanması gerek o ahlaksızın!
-Ya Hilde?
- O bir melek, Sofi.
- Melek mi?
- Hilde bu "ruh"un göründüğü kimse.
- Albert Knag'ın bizi Hilde'ye anlattığını mı söylemek istiyorsun?
- Ya da bizim hakkımızda şeyler yazdığını! Gerçekliği oluşturan tözü duyumsayamayacağımızı öğrendik. Dışımızdaki gerçekliğin ses dalgalarından mı yoksa kâğıt ve yazıdan mı oluştuğunu bilemeyiz. Berkeley'e göre yalnızca bir ruh olduğumuzu bilebiliriz.
- Ve Hilde de bir melek...
- O bir melek, evet. Gel burada bir nokta koyalım. Yaşgü-nün kutlu olsun Hilde!
Bir anda odaya mavimsi bir ışık yayıldı. Birkaç saniye son-
324
BERKELEY
ra şiddetli bir gök gürültüsü... ve tüm ev bu gürültüyle sarsıldı. Alberto dalgın bakışlarla oturuyordu.
- Eve gitmem gerek, dedi Sofi. Ayağa kalkıp girişe yollandı. Dolabın altında uyuyan Hermes onun kapıyı açısıyla uyandı. Giderken arkasından:
- Görüşmek üzere Hilde! der gibiydi.
Merdivenleri hızla inip kendini sokağa dar attı. Etrafta hiç kimseler yoktu. Yağmur iyice iri damlalar halinde yağmaya başlıyordu.
Yağmur birikintileriyle dolu asfalt yoldan birkaç araba geçti, ama görünürde otobüs filan yoktu. Büyük Meydan'a dek ve oradan şehrin sokaklan boyunca koştu. Koşarken aklından tek bir düşünce geçiyordu.
Yarın yaşgünüm, diye düşünüyordu. Tam on beşinci yaşına basarken hayatın yalnızca bir rüya olduğunu anlamak ne kadar acıklıydı! Sanki bir milyon kazanmış, tam ödülü alacakken bunun aslında bir rüya olduğunu anlamış gibiydi.
Sofi ıslak stadyumu da koşarak geçti. Çok geçmeden kendisine doğru birinin koştuğunu farketti. Annesiydi bu. Bu arada gökyüzünde art arda şimşekler çakıyordu.
Nefes nefese sarılmıştı şimdi annesi Sofi'ye.
- Neler oluyor bize yavrum? diyordu annesi.
- Bilmiyorum, derken ağlıyordu Sofi. - Sanki her şey kötü bir rüya gibi!
325
BJERKELY
..büyük büyükninesinin çingene bir kadından aldığı sihirli bir ayna...
Hilde Möller Knag, Lillesand dışındaki eski kaptan köşkünün çatı katındaki odasında uyandı. Saate baktı. Saat daha altı olmasına rağmen gökyüzü tümüyle aydınlıktı. Geniş bir güneş ışığı huzmesi odanın bir duvarını nerdeyse tümüyle aydınlatıyordu.
Yataktan kalkıp pencereye gitti. Giderken yazı masasının üzerine eğilip, masa takviminden bir sayfa kopardı. 14 Haziran 1990, Salı. Kâğıdı buruşturup çöp sepetine attı.
Takvimde şimdi duran tarih 15 Haziran 1990'dı ve bu tarih gülümsüyordu sanki kendisine. Daha Ocak ayındayken "yaş 15!" diye yazmıştı bu takvim yaprağına. 15. yaşının ayın 15'ine gelmesi özel bir durumdu. Bir daha asla yaşamayacağı bir şeydi bu.
Yaş 15! Bu onun "yetişkin hayatı"nın ilk günü değil miydi? Gidip tekrar uyuyacak değildi ya böyle önemli bir günde! Üstelik bu okulun son günüydü. Yalnızca saat birde kilisede tören olacaktı o kadar. Üstelik bir şey daha vardı: babası bir haftaya kadar Lübnan'dan dönüyordu. 24 Haziranda evde olacağına söz vermişti.
Hilde pencerede durup bahçeyi, bahçenin ucundaki iskeleyi ve kırmızı kayıkhaneyi seyretti. Henüz motoru kayıkhaneden çıkarmamışlardı, ama eski kayık suda, iskeleye bağlı duruyordu. Onca yağmurdan sonra kayığa birikmiş olan sulan boşaltmayı unutmamalıydı.
326
BJERKLEY
Bu küçük koylarını seyrederken aklına, 6-7 yaşlarındayken bir seferinde tek başına kayığa binip fiyorda açıldığı gün geldi. Açıldıktan sonra kayıktan düşmüş, yüze yüze kıyıya çıkmayı güçlükle başarmıştı. Sırılsıklam bir halde sık çalıların arasından sürünerek bahçeye gelmiş, onu gören annesi ona doğru koşmuştu. Kayık ve kürekler fiyortta sahipsiz, öylece duruyordu. Hâlâ rüyasında bu kimsesiz, kendi başına öylece duran kayığı gördüğü olurdu. Utanç verici bir olay olarak hatırlardı bunu her seferinde.
Bahçeleri ne çok verimli bir bahçeydi, ne de çok bakımlı. Ama yine de Hilde'nin bahçesiydi. Rüzgarlardan yıpranmış bir elma ağacı ve pek az böğürtlen barındıran birkaç çalı, kışı atlatmayı başarmıştı.
Küçük düzlükte, kayalarla çalıların arasında eski salıncak duruyordu. Parlak sabah ışığırfın altında iyice yıpranmış bir görüntüsü vardı. İçinde minderleri olmadığı için iyice terkedilmiş gibiydi. Annesi gece bahçeye inip minderleri yağmurdan kurtarmış olmalıydı.
Bu koca bahçenin etrafı huş ağaçlarıyla çevriliydi. Bahçe bunlar sayesinde şiddetli rüzgarlardan biraz olsun korunmuş oluyordu. Burasına yüz yıl kadar önce "Bjerkely* " denmiş olmasının nedeni de yine bu ağaçlardı.
Bu evi, bu yüzyılın başında Hilde'nin büyük büyükdedesi yaptırmıştı. Son koca balıkçı filolarının birinde kaptanlık yapan dedesinden ötürü "Kaptan Köşkü" diye biliniyordu evleri.
Bu sabah bahçede dün geceki dehşetli yağmurun izleri de vardı. Hilde gece gök gürültülerinden defalarca uyanmıştı. Şimdiyse gökte tek bir bulut bile yoktu.
Bu yaz yağmurlarının ardından hava tertemiz olurdu. Son haftalar sıcak ve kurak geçmiş, huş ağaçlarının tepesindeki yapraklar sararmaya yüz tutmuştu. Ama şimdi tüm dünya yı-
*Huş ağaçlarıyla çevrili alan (Ç.N.)
327
SOFİ'NIN DÜNYASI
kanıp tertemiz olmuştu sanki. Bu sabah tüm çocukluğu da yağmurlarla sürüklenip gitmiş gibiydi.
"Acır, acımaz mı tohumların patlaması..." İsveçli bir şairin dizeleri değil miydi bunlar? Yoksa şair Finlandiyalı mıydı?
Hilde, babaannesinden kalma komodinin üzerinde asıh duran pirinç kaplamalı aynanın karşısına geçti.
Güzel miydi? Pek çirkin sayılmazdı herhalde? Güzelle çirkin arası bir şeydi işte...
Kumral, uzun saçlıydı. Saçları ya biraz daha san, ya da biraz daha esmer olsun isterdi hep. Saçlarında beğendiği yan ise lüleleriydi. Arkadaşları saçlarını biraz olsun dalgalandırabil-mek için uğraşır dururlarken, onun saçları hep kendiliğinden dalgalıydı. Beğendiği bir başka yanı da yeşil gözleriydi. Yemyeşildi gözleri. Teyzeleri, amcaları gözlerine bakmak için yüzüne eğilir, "Gerçekten yemyeşil, öyle değil mi?" diye birbirlerine sorarlardı.
Hilde durup seyrettiği bu kızın küçük bir kıza mı yoksa genç bir kadına mı daha çok benzediğini sordu kendi kendine. Ne öyle, ne de böyleydi. Vücudu bir kadınınkine benzemeye başlamıştı belki ama yüzü hâlâ ham bir elmayı andırıyordu. Bu eski aynada Hilde'ye hep babasını anımsatan bir şeyler vardı. Bir zamanlar bu ayna aşağıda, "atölye"de asılı duruyor du. Kayıkhanenin üstündeki atölye babasının kitaplığı, kafa dinleme yeri ve yazı odasıydı. Albert - evde olduğu zamanlar Hilde babasına adıyla hitap ederdi - hep büyük bir eser yazmayı hayal ederdi. Bir keresinde bir roman yazmaya kalkmış, ancak bu çabası pek bir sonuç vermemişti. Arasıra, Vatanın Dostu gazetesinde yaşadıkları takım ada bölgesini anlatan şiir ve yazılarının yayınlandığı olurdu. Adını gazetede her görüşünde babasıyla gurur duyardı Hilde. ALBERT KNAG. En azından Lil-lesand'da tanınmış bir addı bu. Büyük büyükdedesinin adı da Albert'di.
BJERKLEY
Evet, ayna. Yıllarca önce babası bir kez aynaya insanın hiç bir zaman iki gözünü birden kırparak bakamayacağını, ancak bu pirinç aynanın bu kurala uymadığını söyleyerek dalga geçmişti kendisiyle. Çünkü bu ayna sihirli bir ayna demişti. Güya büyük büyükannesi bu sihirli aynayı evlendikten kısa bir süre sonra bir çingene kadından satm almıştı.
Hilde defalarca aynaya iki gözünü birden kırparak bakmaya çalışmış, ama hiçbir zaman başaramamıştı. İnsanın kendi gölgesinden kaçması kadar olanaksız bir şeydi bu. Sonunda bu aile yadigârı Hilde'nin olmuştu. Hilde de tüm çocukluğu boyunca bu olanaksız sanatı bir kez olsun gerçekleştirebilmek için uğraşmış durmuştu.
Bugün biraz düşünceli olması normaldi. Kendi kendiyle çok meşgul olması da öyle. Yaş^ 15...
O an birden gözü gece masasının üzerine ilişti. Masada bir paket duruyordu! Muhteşem bir camgöbeği renginde kâğıtla kaplanmış, etrafı kırmızı ipek bir kurdeleyle sarmalanmış bir paket. Bir yaşgünü hediyesinden başka ne olabilirdi bu!
Yoksa o meşhur "hediye" bu muydu? Babasının o etrafı büyük bir sır örgüsüyle çevrili HEDİYESİ bu olabilir miydi? Lübnan'dan gönderdiği kartpostallarda bir sürü ipucu verdiği, ama "kendi kendine çok güçlü bir sansür uyguladığı" için bir türlü ne olduğunu söyleyemediği hediye miydi bu?
"Büyüdükçe büyüyen" bir hediye diye yazmıştı babası. Bir yandan da yakında bir kızla tanışacağını, sonra ona yolladığı kartpostalların bir kopyasını da bu kıza gönderdiğini de ima etmişti. Hilde annesinin ağzını aramıştı babasının tüm bunlarla ne demek istediği konusunda, ama annesinin de hiçbir şey bilmediğini anlamıştı.
Babasının ima ettiği şeyler arasında en tuhafı da bu hediyenin belki "başka insanlarla da paylaşılabilecek" bir hediye ol-
329
SOFÎ'NtN DÜNYASI
BJERKLEY
duğuydu. Babası bu yüzden Birleşmiş Milletlerde çalışıyordu zaten. Babasının sabit fikirlerinden biri de - pek çok sabit fikri vardı zaten babasının!- BM'in tüm dünyanın yönetimini üstlenecek bir kurum olması gerektiğiydi. "Umarım bir gün gelir, BM dünyanın tüm insanlarını birleştirmeyi başarır" diye yazmıştı yolladığı kartlardan birinde.
Annesi "İyi ki doğdun Hilde!" diye şarkı söyleyerek elinde . çörekler, gazoz ve Norveç bayrağıyla gelmeden paketi açsa olur muydu acaba? Neden olmasındı, yoksa niye oraya konmuş olsundu ki paket!
Hilde yavaşça masaya yaklaşıp paketi eline aldı. Epeyce ağırdı da! Paketin üzerindeki kartı okudu: "Hilde'ye babasından 15. yaşgünü için..."
Yatağına oturup yavaşça kırmızı kurdeleyi açmaya başladı. Çok geçmeden kâğıdı açmaya geldi sıra.

Yüklə 2,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin