Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası



Yüklə 2,32 Mb.
səhifə19/40
tarix17.11.2018
ölçüsü2,32 Mb.
#83161
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   40
- Anlıyorum.
- Ama bu işin yalnızca bir yanı. Yeni fizik maddenin doğası, yani doğadaki fiziksel süreçleri neyin belirlediği konusunu ortaya atmıştı. Giderek pek çok kişi doğayı mekanik bir şekilde algılayan bir görüşü benimsedi. Fiziksel dünya böyle mekanik bir biçimde algılandıkça ruh ve beden arasında nasıl bir ilişki olduğu sorusu kendini daha çok duyurmaya başladı. 17. yüzyıldan önce ruh, tüm canlılarda varolan bir tür "yaşam soluğu" olarak görülüyordu. "Ruh" sözcüğünün asıl anlamı "soluk" ya da "nefes"tir. Bu hemen hemen tüm Avrupa dillerinde böyledir. Aristoteles'e göre ruh tüm organizmada varolan ve bu organizmanın "yaşam ilkesi"ni oluşturan, bedenden ayrı tutulamayacak bir şeydi. Bu yüzden "bitki ruhu" ya da "hayvan ruhu"ndan söz edebiliyordu. İlk kez 17. yüzyılda felsefe "ruh" ve "beden" arasına köktenci bir ayrım koydu. Çünkü hayvan ve insan bedeni de dahil olmak üzere tüm fiziksel nesneler mekanik süreçler olarak açıklanıyordu. Oysa insan ruhu bu "bedensel alef'in bir parçası olamazdı. O zaman neydi ruh? Üstelik nasıl oluyor
267
SOFI'NİN DÜNYASI
DESCARTES
da "ruhsal" bir şey mekanik bir süreci başlatabiliyordu?
- Evet, düşününce gerçekten çok ilginç!
- Nedir ilginç olan?
- Elimi kaldırmayı düşünüyorum ve işte, hoop, elim kalkıyor. Ya da otobüse koşmaya karar veriyorum, hoop, ayaklarım koşmaya başlıyor. Üzüntülü bir şey düşünmeye başlarsam, hoop, gözyaşlarını akmaya başlıyor. O zaman bedenle bilinç arasında gizemli bir ilişki var demektir!
- Descartes'm düşüncelerini harekete geçiren de buydu. Platon gibi o da "ruh" ve "özdek" arasında kesin bir ayrım olduğuna inanıyordu. Ama Platon bedenin ruhu ya da ruhun bedeni nasıl etkilediği konusuna bir yanıt getirmiyordu.
- Benim de buna bir yanıtım yok. Descartes'ın yanıtınıysa çok merak ediyorum.
- O zaman onun düşünce çizgisinden gidelim... Alberto sehpanın üzerindeki kitabı işaret ederek sözlerini
sürdürdü:
- "Yöntem Üzerine" adlı bu kitabında Descartes, felsefi bir soruya yanıt getirilirken nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiği konusunu ele alır. Doğalbilim yeni yöntemini çoktan bulmuştu...
- Bunu daha önce de söylemiştin.
- Descartes öncelikle, açık ve seçik algılamadan bir şeyin doğru olduğunu söyleyemeyeceğimizi vurgular. Bunu başarabilmek içinse, bileşik bir problemi olası en küçük bileşenlerine ayırmak gerekebilir. Sonra bu soruların en basitinden yola çıkarak işe koyulabiliriz. "Ölçülebilen her şeyin ölçülmesi, ölçü-lemeyenin de ölçülebilir kılınması gerekir" diyen Galilei gibi, her bir düşüncenin iyice "tartılıp biçilmesi" gerektiğini söyleyebilirsin. Descartes ise filozofun basitten karmaşığa gitmesi gerektiğini öne sürer. Ancak o zaman yeni bir sezgiye varılabilir. En sonunda, ince değerlendirme ve kontroller sonucunda hiç-
268
bir şeyin unutulmadığı görülmelidir. îşte o zaman felsefi bir çıkarıma ulaşılabilir.
- Kulağa bir matematik işlemi gibi geliyor!
- Evet, Descartes da felsefi konularda "matematiksel yöntemi" kullanmak istiyordu. Felsefi doğruları matematiksel bir kesinlikle kanıtlamak istiyordu. Felsefi konularda da sayılarla uğraşırken başvurduğumuz alete, yani aklımıza başvurmak istiyordu. Çünkü kesin bilgiyi yalnızca aklımız bize verebilirdi. Duyulara güvenilemeyeceği ortadaydı. Bu konuda Descartes'ın, matematik ve sayısal ilişkilerin duyulardan daha kesin bir bilgi sağladığım düşünen Platon'la aynı kanıda olduğunu söylemiştik.
- Ama felsefi soruları bu şekilde yanıtlamak mümkün mü gerçekten?
- Yine Descartes'ın kendi muhakemesine dönelim. Dediğimiz gibi, Descartes'ın bir amacı var, o da varoluşun doğası konusunda kesin bilgiye ulaşmak. Ve de insanın buna ulaşabilmek için ilk önce her şeyden şüphe etmesi gerektiğini söylüyor. Yani yapısının temelini sağlam tutmak istiyor.
- Çünkü temel çökerse, tüm yapı çöker.
- Sağol, çocuğum. Ama Descartes bununla her şeyden şüphe etmenin mantıklı bir şey olduğunu söylemekten çok, her şeyden şüphe etmenin mümkün olduğunu söylemek istiyor. Her şeyden önce, yalnızca Platon ya da Aristoteles okuyarak felsefi arayışımızda çok ileri gidebileceğimizi sanarsak yanılırız. Bununla tarihsel bilgilerimizi artırabiliriz belki ama dünyaya dair bilgilerimizi artıramayız. Çünkü Descartes için kendi felsefi araştırmalarına başlamadan önce tüm eski düşüncelerden sıyrılmak önemli bir şeydi.
- Yeni binaya başlamadan önce eski malzemelerin tümünden kurtulmak istiyordu yani...
- Evet. Yeni binanın ayakta durabileceğinden kesinlikle
269
SOFfNÎN DÜNYASI
emin olabilmek için yepyeni malzemelerle işe koyulmak istiyordu. Ancak Descartes'm şüpheciliği bunun daha da derinine gidiyordu. Duyularımıza bile güvenemeyiz, diyordu, çünkü duyularımız bizi yanıltabilir.
- Nasıl mümkün olabilir bu?
- Rüya görürken de gerçek bir şey yaşadığımızı sanırız. Gerçek duygularımızı rüyadaki duygularımızdan ayırt edebilir miyiz gerçekten? "Bunu iyice düşündükten sonra, uyanık durumumuzda rüyadan ayırt edebilecek tek bir özellik göremiyorum," der Descartes. Ve devam eder: "Tüm yaşamının bir rüya olmadığından nasıl emin olabilir insan?"
- Dağdaki Jeppe de baronun yatağında yattığını rüyasında gördüğünü sanmıştı.
- Baronun yatağında yatarken de rüyasında fakir bir köylü olduğunu gördüğünü! İşte Descartes da bu yüzden her şeyden şüphe ediyordu. Ondan önceki pek çok filozof ise felsefi çıkarımlarını bu noktada bitiriyorlardı.
- Pek de ileri gitmiş sayılmazlar o zaman!
- Descartes ise bu sıfır noktasından başlayarak daha ileri gitmeye çalışıyordu. Her şeyden şüphe ettiği ve emin olabileceği tek şeyin bu olduğu sonucuna varmıştı. İşte bu noktada bir şeyi kavrıyordu: Her şeye rağmen emin olduğu bir şey vardı, bu da şüphe ettiğiydi. Şüphe etmesi düşünüyor olduğu, düşünüyor olması da düşünen bir canlı olduğu anlamına gelirdi. Ya da kendi deyişiyle: "Cogito, ergo sum."
-Yani?
- "Düşünüyorum, öyleyse varım."
- Aman ne önemli buluş!
- Öyle ama Descartes'ın kendini düşünen bir varlık olarak kavrayışındaki bu sezgisel kesinlik çok önemlidir. Platon'un aklımızla kavradığımız şeyin duyularımızla algıladıklarımızdan daha gerçek olduğunu söyleyişini hatırlıyor musun?
270
DESCARTES
Descartes da aynı şeyi düşünür. Yalmzca düşünen bir varlık olduğunu kavramakla kalmayıp bu düşünen benin duyularımızla kavradığımız her şeyden çok daha gerçek olduğunu anlar. Sonra başka çıkarımlara varır. Yani felsefi araştırması burada bitmez.
- Sen de devam et öyleyse.
- Descartes, düşünen bir varlık olduğunu kavrayışındaki sezgisellikle kavrayabileceği başka şeyler olup olmadığını sorar kendisine. O zaman, mükemmel bir varlığın mevcudiyetine dair açık seçik bir tasarımı olduğunu görür. Bu tasarımı daima içinde taşıdığına göre bunun kendisinden kaynaklanamayaca-ğını düşünür. Mükemmel bir varlık düşüncesi, mükemmel olmayan bir varlıktan kaynaklanamaz der. O halde mükemmel varlık düşüncesi ancak kendisi de mükemmel olan bir varlıktan, yani Tanrı'dan çıkabilir. Dolayısıyla Descartes için Tan-n'nm varlığı, insanın kendisinin düşünen bir varlık olduğu düşüncesi kadar doğal bir şekilde kendini duyurur.
- Bence sonuçlan çıkarırken biraz fazla hızlı gitmeye başlıyor! Başlarda daha dikkatliydi sanki.
- Haklısın. Pek çoklarına göre bu, Descartes'm en zayıf noktasıdır. Ama "sonuç" sözcüğünü kullanıyorsun ki bu aslında pek doğru değil. Çünkü bir şeyleri kanıtlamak değildi söz konusu olan. Descartes'm söylemek istediği tek şey, içimizde kendiliğinden mükemmel bir varlık düşüncesi varsa böyle bir mükemmel varlığın da varolması gerektiğiydi. Çünkü mükemmel bir varlığın mükemmel olabilmesi için önce varolması gerekirdi. Üstelik böyle bir varlık olmasa düşüncesi de olmazdı. Biz mükemmel olmadığımıza göre, mükemmel düşüncesi bizden kaynaklanamazdı. Descartes'a göre Tanrı düşüncesi, doğuştan sahip olduğumuz, "sanatçının eserine koyduğu imza" gibi doğduğumuz andan itibaren içimizde olan bir düşüncedir.
- Ama benim "fimsah" diye bir şeyin varolduğuna inan-
271
SOFÎ'NİN DÜNYASI
mam, böyle bir şeyin varolduğu anlamına gelmez ki!
- Buna Descartes'ın cevabı, bunun zaten "fîmsah" kavramı içinde yer almadığı olurdu. Oysa "mükemmel bir varlık" kavramının kendisinde vardır böyle bir varlığın mevcut olduğu. Des-cartes'a göre bu, dairenin her noktasının merkezden eşit uzaklıkta oluşunun daire fikrinin kendinde varoluşuna benzer. Çünkü bu kuralı yerine getirmezse daire, daire olmaz. Aynı şekilde "mükemmel bir varlığın" da en önemli özellikten, 'Varolmaktan" yoksun olacağı düşünülemez.
- İlginç bir düşünce tarzı!
- Bu son derece tipik bir "Usçu" düşünce tarzı. Descartes da Sokrates ve Platon gibi düşünceyle varoluş arasında bir ilişki olduğunu düşünüyordu. Bir şey akla ne kadar yatkınsa, o şeyin varlığı da o kadar kesindi.
- Descartes'ın şimdiye kadar söylediği, insanın düşünen bir varlık olduğu ve mükemmel bir varlığın varolduğu.
- Evet ve buradan hareket ederek daha ileriye gidiyor. Dışımızdaki gerçeklikte bulunan her şeyin, örneğin Güneş ve Ay'ın yalnızca hayal ürünü şeyler olduğu öne sürülebilir. Ancak bu dışımızdaki şeylerin de aklımızla kavrayabileceğimiz bir takım özellikleri vardır. Bunlar nesnelerin uzunluk, genişlik ve derinlik gibi ölçülebilir, matematiksel özellikleridir. Bu tür "niceliksel" özellikler, insanın düşünen bir varlık olduğu kadar akla yakın özelliklerdir. Öte yandan renk, koku ve tat gibi "niteliksel" özellikler duyu mekanizmamızın bir parçasıdırlar ve aslında dış dünyayı tanımlamazlar.
- Yani doğa bir hayal değildir aslında!
- Hayır, değildir. Bu noktada Descartes yine mükemmel varlık konusunu ele alır. Aklımız bir şeyi, örneğin dış gerçekliğin matematiksel özelliklerini açık seçik algılıyorsa, bu gerçeklikler varolmak zorundadır. Çünkü mükemmel bir Tanrı bizi aldatmayacaktır. Descartes, aklımızla algıladığımız şeylerin
272
DESCARTES
bir gerçeğe karşılık geldiği konusunda bir 'Tanrı garantisinden söz etmektedir.
- Pekâlâ! Demek Descartes insanın düşünen bir varlık olduğunu, Tann'nın varolduğunu ve kendi dışımızda bir gerçeklik olduğunu söylüyor.
- Evet, ancak dış gerçeklik düşüncelerin gerçekliğinden çok farklıdır. Descartes bu aşamada iki tür gerçeklik ya da iki tür "töz" olduğunu öne sürebilecek noktaya gelmiştir. Tözlerden biri düşünce ya da "ruh", diğeriyse uzam ya da "mad-de"dir. Akıl tümüyle bilinçli bir şeydir; uzamda yer kaplamaz ve bu yüzden kendinden küçük parçalara bölünemez. Madde ise yalnızca uzamsaldır; uzamda yer kaplar ve her zaman kendinden küçük parçalara bölünebilir ancak bilinçli değildir. Descartes'a göre her iki töz de Tanrı'dan kaynaklanır, çünkü başka bir şeyin varlığına ihtiyaç duymadan varolan tek şey Tann'dır. Ama her ikisi de Tanrı'dan kaynaklansa da bu iki töz, yani "düşünce" ve "uzam" birbirinden tamamen ayrıdır. Düşünce maddeden tamamen bağımsızdır; maddesel süreçler de düşünceden tümüyle bağımsız bir şekilde varolurlar.
- Ve dolayısıyla Tann'nın yarattığı evren ikiye bölünmüştür...
- Evet! Descartes'ın İkici olduğunu söylüyoruz, çünkü o ruhsal gerçeklikle dış gerçeklik arasında çok kesin bir ayrım gözetmiştir. Örneğin ruhu olan tek varlık insandır. Hayvanlar tümüyle uzamsal gerçekliğin bir parçasıdırlar. Yaşamları ve devinimleri tümüyle mekaniktir. Descartes hayvanları bir tür karmaşık makine olarak görüyordu. Dış gerçeklik söz konusu olduğunda Descartes diğer özdekçiler gibi tümüyle mekanik bir gerçeklik anlayışına sahiptir.
- Hermes'in karmaşık bir makine olduğundan pek emin değilim doğrusu! Descartes hayvanları pek sevmiyor olsa gerek. Ya biz? Birer makine miyiz bizler de?
273
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Hem evet, hem hayır. Descartes insanın hem düşünen, hem de uzamda yer kaplayan bir "çifte" yaratık olduğunu söylüyordu. İnsanın hem bir ruhu, hem de dışsal bir bedeni vardı. Buna benzer düşünceleri Augustinus ve Aquino'lu Thomas da dile getirmişlerdi. İnsanın tıpkı bir hayvan gibi bir bedeni ve tıpkı bir melek gibi ruhu olduğunu söylemişlerdi. Descartes'a göre insan bedeni nefis bir mekanik örneğiydi. Ama insanın bir de bedeninden bağımsız bir ruhu vardı. Bedensel süreçlerde ise bu tür bir bağımsızlık söz konusu değildir; onlar kendi yasalarını izlerler. Ve aklımızla düşündüklerimiz bedenimizde gerçekleşmez. Dış gerçeklikten tamamen bağımsız olan ruhumuzda gerçekleşir. Bu arada Descartes'ın hayvanların da düşünebileceğini reddetmediğini eklemeliyim. Eğer bu doğruysa, "düşünce" ile "uzam" arasındaki bu ayrılık onlar için de geçerli demektir.
- Bu konudan daha önce de bahsetmiştik. Otobüse koşmaya karar verince tüm "makinem" harekete geçer ve eğer otobüsü kaçırırsam gözyaşlarını akmaya başlar.
- Descartes bile ruh ile beden arasında bu tür bir sürekli gidiş geliş olduğunu reddedemiyordu. Ona göre ruh bedende varolup bedene "beyin epifizi" diye adlandırılan özel bir bezle bağlıydı. Burada "ruh" ile "beden" arasında sürekli bir gidiş geliş oluyordu. Bu yüzden ruh devamlı bedenin isteklerine bağlı istek ve arzular tarafından etkileniyordu. Ama ruh yine de bu tür "düşük düzeyli" etkilerden sıynlabiliyor, bedenden bağımsız hareket edebiliyordu. Amaç, aklın idareyi ele geçirmesiydi. Çünkü insanın karnı ne kadar ağrırsa ağrısın, bir üçgenin iç açılarının toplamı yine 180 derece idi. Akıl bu şekilde kendini
. bedensel ihtiyaçların üzerine geçirebilir, "akıllı" bir biçimde davranabilirdi. Bu açıdan akıl bedenden üstündü. Bacaklarımız zamanla yaşlanıp çarpıklaşsa, sırtımız zamanla bükülse, dişlerimiz dökülse de aklımız yerinde olduğu sürece 2+2= 4 et-
274
DESCARTES
meye devam edecektir. Çünkü akıl yaşlanıp çökmez. Yaşlanan bedenimizdir. Çünkü Descartes'a göre "ruh" dediğimiz şey aklın ta kendisidir. İstek ve nefret gibi düşük düzeyli arzu ve duygular bedensel işlevlere yakından bağımlı, dolayısıyla dış gerçekliğin birer parçasıdırlar.
- Yine de Descartes'ın insan bedenini bir makine ya da bir otomat olarak görmesini anlayamıyorum.
- Bu benzetmenin arkasında, Descartes'ın yaşadığı dönemde makinelere ve saat gibi kendi kendine işleyen şeylere duyulan hayranlık yatar. "Otomat" sözcüğü tam da kendi kendine işleyen şey anlamına gelir. Ne var ki bunların "kendi kendine" çalıştığı fikri elbette bir yanılsamadır. Örneğin astronomik bir saati yapan da aslında insanın kendisidir. Descartes pek çok küçük parçanın oldukça basit bir biçimde birleştirilmesiyle oluşan bu tür aletlerle, pek çok kemik, kas, kılcal damar ve diğer damarlardan oluşan insan bedenini karşılaştırırken şunu demek ister: Mekanik yasalarla işleyen insan ve hayvan bedenini de neden Tanrı yaratmış olmasın?
- Günümüzde de "yapay zekâ"dan çok söz ediliyor...
- Evet, bu da bizim zamanımızın otomatı. Öyle aletler yarattık ki bizi kendilerinin gerçekten akıllı olduğuna inandıra-biliyorlar. Descartes'ın ödü kopardı bunları görse! Belki de insan aklının zannettiği kadar özgür olduğundan şüphe etmeye başlardı. Çünkü insanın duygusal yaşamının bedensel süreçler kadar az özgür olduğunu öne süren filozoflar da vardır. İnsan ruhu elbette bir bilgisayar programından çok daha özgürdür ama prensip olarak biz de ancak bilgisayar programlan kadar özgürüzdür, derler bu düşünürler. Gel bak, sana ne göstereceğim Sofi!
Alberto odanın öteki ucundaki büyük bir yazı masasının üzerinde duran bir bilgisayarı gösteriyordu. Kalkıp ona doğru ilerlerken Sofi de onu izledi.
275
DESCARTES
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Alberto bilgisayarı açtı. Çok geçmeden ekranda C: yazısı göründü. Alberto "Laila" diye yazdı ve:
- Bu oldukça gelişmiş bir sohbet programı, dedi. Sonra ekranda bir yazı belirdi:
"Merhaba! Benim adım Laila. Nasıl, rahat oturuyor musun bari?"
Sofi henüz oturmamış olmasına rağmen "Evet" diye yazdı. Alberto da hemen oturması için bir sandalye uzattı.
"Adın ne?" diye bir cümle belirdi ekranda.
"Sofi Amundsen" diye yazdı Sofi ve bilgisayar karşılık verdi:
"Yonca Sokağı, no 3. Tanıştığımıza memnun oldum Sofi! 15. yaşgünün yaklaşıyor diye heyecanlanıyor musun?"
Sofi dehşete kapıldı. Alberto ise Sofi'nin omuzunu sıvazlayarak:
- Ona yalnızca adını, adresini ve doğum tarihini işledim, dedi. Tıpkı seni birine tanıştırır gibi. Senin hakkında önceden kısa bir bilgisi olsa iyi olur diye düşündüm.
"Fena değil" diye yazdı Sofi.
"Fena mı? Fena olmuyorsun ya Sofi? Lütfen bana tüm cümleler gir."
"Fena değilim. Tersine, çok iyiyim. Sana bir şey sorabilir miyim?"
"Çok iyi olmana sevindim. Lütfen bana bir şey sor."
"Kaç yaşındasın?" diye yazdı Sofi.
"8 Ağustos 1988 tarihinde Atlanta'da yapıldım. 28 Mart 1990'da ise Norveç Teknik Yüksek Okulu'nda Norveççeye çevrildim."
"Vay be!"
"Bana tüm cümleler girmeni söylemiştim."
"Vay be, dedim."
"Argo sözcükleri tanımam. 100.000'in üzerinde sözcük bili-
276
yorum ama 'vay be'ye en yakın bulabildiğim sözcük Veya'! Hıristiyan mısın Sofi?" "Bilmiyorum."
"Bilmemek çoğu zaman yeni bir kavrayışın eşiğinde olmak demektir."
"Sokrates de böyle derdi herhalde. Hattâ Descartes da." "Sokrates İ.Ö. 470-399 yıllan arasında yaşamış bir Yunan filozofudur. Daha fazla bilgi için F7'ye bas. Descartes 1596-1650 yıllan arasında yaşamış bir Fransız filozofudur. Daha fazla bilgi için F8'e bas."
"Sağol, bu kadarı yeter. Saha başka bir şey sorabilir miyim?"
"Bu kadarının yettiğine sevindim. Lütfen bana başka bir şey sor."
Alberto sessizce gülüyordu. Sofi:
"Hilde Möller Knag kimdir?"-diye yazdı.
"Hilde Möller Knag Lillesand'da yaşayan, Sofi Amund-sen'le aynı yaşta olan bir kızdır."
"Nereden biliyorsun?"
"Nereden bildiğimi bilmiyorum ama bu bilgiyi hard-dis-kimde buluyorum."
Sofi omuzunda yine Alberto'nun elini hissetti:
- Ona Hilde ile ilgili bildiklerimizi ben yükledim Sofi.
Sofi:
"Hilde hakkında başka bir şey biliyor musun?" "Hilde'nin babası Lübnan'da bir Birleşmiş Milletler gözcüsü. Rütbesi binbaşı ve kızına devamlı kartpostallar gönderiyor."
"Onu bulmanı istiyorum."
"Bulamam. Dosyalanmda yok ve ne yazık ki bir başka bilgi tabanına da bağlı değilim." "Bul dedim!!!!!"
277
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
"Kızgın mısın Sofi? Bunca ünlem işareti genellikle yoğun duyguların göstergesidir."
"Hilde'nin babasıyla konuşmak istiyorum!"
"Kendini denetlemekte güçlük çekiyorsun. Çocukluğunla ilgili konuşmak istiyorsan F9'a bas."
Alberto yine elini Sofi'nin omzuna koydu:
- Haklı! O yalnızca bir bilgisayar programı. Geleceği gösteren kristal bir küre değil.
"Kes sesini!" diye yazdı Sofi.
"Nasıl istersen, Sofi. Tanışıklığımız tam 13 dakika ve 52 saniye sürdü. Tüm konuştuklarımızı saklıyorum. Şimdi programı bitiriyorum."
Ekranda yine C: harfi belirdi.
- Tekrar yerimize geçelim, dedi Alberto. Ama Sofi bundan önce ekrana "Knag" diye yazmıştı ve hemen ardından ekranda şunlar belirmişti:
"Buradayım."
Şimdi korkma sırası Alberto'ya gelmişti. "Sen kimsin?" diye yazdı Sofi.
"Binbaşı Albert Knag emrinizde! Lübnan'dan gelmiş bulunuyorum. Emriniz nedir?"
- Böyle şey ne gördüm, ne işittim! diye haykırdı Alberto. Bir fare gibi şimdi de hard-diskime sızıyor!
Sofi'yi kenara çekip ekranın başına kendisi geçti ve: "PC'me girmeyi nasıl basardın be adam!" "Benim için bebek işi bunlar, sevgili meslektaşım! İstediğim yerde olurum ben."
"Seni musallat virüs, seni!"
"Sakin ol! Şü an özel bir yaşgünü virüsü olarak görev yapmaktayım. Çok özel bir selam iletmeme izin verir misin?" "Selamların buramıza kadar geldi zaten!" "Sözlerimi kısa tutacağım: Her şey senin için, sevgili Hilde!
278
DESCARTES
15. yaşgününü tekrar tüm kalbimle kutlarım. Şu koşullardan dolayı senden özür dilerim, ama ne yapayım ki sana böyle seninle her yerde varolacak bir hediye vermek istedim. Sevgiler. Seni kollarına almayı sabırsızlıkla bekleyen baban."
Alberto'nun başka bir şey yazmasına fırsat bırakmadan ekranda yine C: harfi belirdi.
Alberto "dir knag*.*" diye yazınca ekranda şunlar belirdi:
knag.lib knag.lil
147.643 326.439
15/06/90 23/06/90
12.47 22.34
Alberto "erase knag*.*" diye yazdı ve sonra bilgisayarı kapadı.
- İşte sildim onu. Ama bir daha yine nerede, nasıl karşımıza çıkar kimbilir!
Oturup gözlerini ekrana dikmiş bakarken:
- En inanılmaz şey de adı: Albert Knag! dedi.
Sofi ilk o zaman isim benzerliğinin farkına vardı: Albert Knag ve Alberto Knox! Ancak Alberto öyle düşünceliydi ki bir şey söylemeye cesaret edemedi. Tekrar yerlerine, sehpanın başına geçtiler.
279
SPÎNOZA
.Tanrı bir kukla oynatıcısı değildir.,
Bir süre öylece oturdular. Neden sonra Sofi, sırf Alberto'nun düşüncelerini dağıtmış olmak için:
- Descartes ilginç bir kişi olmalı. Meşhur oldu mu bari? Alberto birkaç kez derin nefes alıp verdikten sonra yanıt
verdi:
- Diğer filozofların üzerinde derin etkisi oldu. Bunların başında, 1632-1677 yılları arasında yaşamış büyük Hollandalı filozof Spinoza gelir.
- Ondan da bahsedecek miyiz?
- Planımız böyleydi aslında. Evet, Binbaşının kışkırtmalarına pabuç bırakacak değiliz ya, planımıza uyalım.
- Haydi başla, can kulağıyla dinliyorum.
- Spinoza Amsterdam'daki Yahudi cemaatinin bir üyesiydi. Ancak çok geçmeden düşüncelerinden ötürü afaroz edildi. Yakın dönemde pek az filozof düşüncelerinden ötürü böylesine dışlanmış ve böylesine cezalandırılmıştır. Hattâ ona suikast düzenleyip öldürmek isteyenler bile olmuştur. Nedeniyse onun resmi dini eleştirmiş olmasıdır. Hıristiyanlık ve Yahudiliğin ancak kata dogmalar ve şekilci törenler sayesinde ayakta kaldığını söylemiştir. İncil'e "tarihsel eleştirel" dediğimiz bakışın ilk sahibi de odur.
- Bunu biraz açar mısın!
- Spinoza İncil'in her ayrıntısının Tann'dan esinlenmiş olduğunu kabul etmiyordu. İncil'i okurken daima bunun yazılmış olduğu dönemi aklımızda tutmalıydık. Böyle bir "eleştirel"
280
SPİNOZA
bakış, İncil'deki bölümler arasında bir takım tutarsızlıklar bulacaktır. Ancak Yeni Ahit'teki yüzeysel kutsal yazıların gerisinde İsa vardır ki ona Tanrı'nın sözcüsü denebilir. Çünkü İsa'nın öğretileri, kaskatı bir hale gelmiş olan Yahudiliği öz-gürleştirmiştir. İsa sevgiyi en yüce noktaya koyan bir "akıl di-ni"nin öğretisini yapmıştır. Spinoza bu sevgiyi hem Tanrıya hem de insanlara duyulan sevgi olarak yorumlamıştır. Ancak Spinoza'ya göre Hıristiyanlık da çok geçmeden kendi dogmalarını ve şekilci törenlerini yaratmıştır.
- Kilise ve sinagogun bu tür düşüncelerden pek hoşlanmayacağını tahmin edebiliyorum.
- İşler iyice zorlaştığında Spinoza'ya kendi ailesi bile ihanet etmiştir. Dine karşı gelen düşüncelerinden ötürü onu aile mirasından alıkoymaya çalışmışlardır. İşin en paradoksal yanı ise, Spinoza'nın düşünce özgürlüğü ve dinde hoşgörünün en ateşli savunucusu oluşudur. Öte yandan karşılaştığı tüm bu güçlükler onu, kendini tümüyle felsefeye verdiği sakin ve mütevazı bir hayat yaşamaya itmiştir. Mercek yontarak para kazandığı da olmuştur ki gördüğün gibi şimdi bu merceklerin bazısına ben sahibim.
- Çok etkileyici!
- Mercek yontarak para kazanmasında da neredeyse sembolik bir anlam vardır. Filozoflar insanların yaşamlarına yeni bir açıdan bakmalarına yardımcı olurlar. Spinoza'nın felsefe-sindeki ana noktalardan birisi de şeyleri "sonsuzluk açısından" görmektir.
- Sonsuzluk açısından mı?
- Evet, Sofi. Yaşamını kozmik bir bağlamda görmeyi başarabilir misin dersin? Bunun için şu an ve buradaki kendini düşünmelisin ilkin...
- Hımm... Pek kolay olacağa benzemiyor bu.
- Kendine kendinin tüm bir doğa yaşamının yalnızca küçü-
281
SOFİ'NİN DÜNYASI
cük bir parçasını yaşadığını anımsat. Yani sen koskocaman biri bütünün bir parçasısın.
- Ne demek istediğini anlıyorum sanırım.
- Bunu hissetmeyi de başarabilir misin dersin? Tüm doğayı! bir seferde, evet tüm evreni tek bir bakışta algılayabilir misin?
- Bilmem, belki bana da mercek gerekebilirdi.
- Yalnızca bu sonsuz uzayı kastetmiyorum. Sonsuz bir zamanı da düşünüyorum. Bundan otuz bin yıl önce Ren Vadisi'n-de yaşayan bir çocuk düşün. Bu çocuk doğanın küçücük bir parçasıydı; koca denizde minik bir dalgaydı. Sen de Sofi, sen de doğanın yaşamının bir küçük parçasını yaşıyorsun. Seninle o çocuk arasında hiçbir fark yok.
- Aramızdaki fark benim hâlâ yaşıyor olmam.
- Evet ama benim de düşünmeni istediğim şey tam buydu. Otuz bin yıl sonra kim olacaksın?

Yüklə 2,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin