- Tanrı'nın varlığı bu kadar kesin mi yani?
- Bu tartışılabilir kuşkusuz! Ancak günümüzde pek çok insana göre de insan aklının Tann'nın varolmadığını ispat etmeye gücü yetmez. Thomas daha da ileri giderek Aristoteles'in, felsefesinin ışığında Tann'nm varolduğunu ispatlayabileceği-fli öne sürüyordu.
205
SOFÎ'NIN DÜNYASI
- Vay canına!
- Aklımızla da her şeyin bir "ilk nedeni" olması gerektiğini bulabiliriz, diyordu Thomâs. Tanrı kendini insanlara hem İncil, hem de akıl yoluyla ilan etmiştir. Dolayısıyla hem bir "inanç teolojisinden, hem de "doğal bir teoloji"den söz etmek mümkündür. Ahlâk söz konusu olduğunda da aynı şey söylenebilir. İncil bize nasıl yaşamamız gerektiğini öğretir. Ama Tann bize, doğru ile yanlışı "doğal" bir temelde ayırabilmemizi sağlayacak bir vicdan da vermiştir. Dolayısıyla ahlaksal yaşama da "iki yol" gider. İncil'de yazan: "Başkasına da kendine yapılmasını istediğin gibi davran!" sözlerini okumadan da insanlara zarar vermenin kötü bir şey olduğunu bilebiliriz. Ama burada en güvenli rehberimiz İncil'in salık verdikleridir.
- Anladım sanıyorum, dedi Sofi. Havanın fırtınalı olduğunu hem şimşekleri görerek, hem gök gürültüsünü duyarak anlamamız gibi...
- Doğru! Kör olsak gök gürültüsünü duyar, sağır olsak şimşekleri görebiliriz. En iyisi hem görüp hem işitmek tabii! Ama gördüğümüz şeyle duyduğumuz şeyin birbiriyle çelişmesi gerekmiyor. Bu iki izlenim birbirini tamamlıyor.
- Anlıyorum.
- Başka bir örnek daha vereyim. Bir roman, örneğin Knut Hamsun'un "Victoria" adlı romanını okursan...
- Okudum da gerçekten ben bu romanı...
- Yalnızca romanı okumak da sana romanın yazan hakkında bir fikir verdi, değil mi?
- Romanı yazan biri var, diyebilirim en azından.
- Yalnızca bu kadar mı?
- Aşka bakışının oldukça romantik olduğunu da söyleyebilirim.
- Hamsun'un yarattığı bir şey olan bu roman, sana Ham-sun hakkında da bir bilgi verir. Ama yazarın kişisel özellikleri-
206
ORTAÇAĞ
I
ni anlatmaz. "Victoria"ya bakarak yazarın bu romanı yazarken kaç yaşında olduğunu, nerede yaşadığını ya da kaç çocuğu olduğunu söyleyebilir misin örneğin?
- Tabii ki hayır.
- Ama bu tür bilgileri, Knut Hamsun hakkında yazılmış bir biyografide bulabilirsin. Ancak bu tür bir biyografi ya da otobiyografi sayesinde yazarın kişiliğine dair daha ayrıntılı bilgin olur.
- Doğru!
- Tann'nın yarattıkları ile.İncil arasında da buna benzer bir ilişki vardır. Yalnızca doğaya bakarak da Tann'nın varlığını duyabiliriz. Çiçeklere ve hayvanlara bakarak Tanrı1 nın tüm bunlan sevdiğini söyleyebilir, sevmese yaratmazdı diyebiliriz. Ama Tann'nın şahsına dair bilgilere yalnızca İncil'de ya da Tann'nın bu "otobiyografi"sinde rastlayabiliriz. -
- İyi bir örnekti bu doğrusu!
- Hımmm...
Alberto ilk kez cevap vermiyor, yalnızca düşünüyordu.
- Hilde'yle bir ilgisi var mı bunun? diye ağzından kaçırdı Sofi.
- "Hilde" diye birinin varolup olmadığından emin değiliz.
- Ama ondan bir takım izlerin orda burda önümüze koyulduğundan eminiz: kartpostal, ipek eşarp, yeşil bir cüzdan, bir çorap...
Alberto başını sallayarak:
- Üstelik ne kadar iz bulacağımıza Hilde'nin babası karar veriyormuş gibi görünüyor. Ama bildiğimiz kesin olan şey, bize tüm bu kartpostalları gönderen biri olduğu. Keşke kendi hakkında bir şeyler de yazsa! Neyse, nasıl olsa yeniden döneceğiz bu konuya.
- Saat on iki. Ortaçağ bitmeden yemeğe yetişsem iyi olur!
- Aquino'lu Thomas'm kilisenin teolojisine ters düşmeyen
207
SOFİ'NİN DÜNYASI
her konuda Aristoteles'in felsefesini nasıl sahiplendiğine dair birkaç söz daha edip bu konuyu kapatacağım. Buna Aristoteles'in mantık, bilgi teorisi ve doğa felsefesi konularındaki görüşleri dahildir. Aristoteles'in bitkiden hayvanlara, oradan insanlara yükselen doğa basamaklarını hatırlıyor musun?
Sofi başını salladı.
- Aristoteles'in kendisi de bu ölçeğin en ucunun, varlığın bir çeşit doruk noktası olan Tann'ya uzandığını söylüyordu. Bu şemayı Hıristiyanlığa uyarlamak hiç de zor değildi. Thomas'a göre bitki ve hayvanlardan insanlara, insanlardan meleklere ve meleklerden Tann'ya kadar varoluşun çeşitli düzeyleri vardır. İnsanların da hayvanlar gibi duyu organları vardır, ama insanlar hayvanlardan ayrı olarak bu duyulardan yola çıkarak muhakeme de edebilirler. Meleklerin vücutlarında böyle duyu organları yoktur, bu yüzden de onların kendiliğinden ve hemen olan bir zekâları vardır. İnsanlar gibi "şöyle bir düşünmeleri", zihinlerinde şöyle bir tartmaları gerekmez. İnsanların yavaş yavaş keşfettiği her şeyi onlar önceden bilirler. Vücutları olmadığı için ölmezler de. Tann gibi mutlak değildirler, çünkü onla-n da Tanrı yaratmıştır. Ama sonunda aynlacaklan bir vücutları olmadığı için ölmezler de.
- Ne güzel!
- Ama Tann her şeyin, meleklerin de üzerindedir Sofi. Birbirleriyle bağlantısı içinde, bir bütün olarak her şeyi görür ve bilir.
- O zaman şimdi bizi de görüyordur.
- Evet, belki de. Ama "şimdi" değil. Çünkü Tann'nın zamanı bizimkiyle aynı değildir. Bizim "şimdi"miz Tann'nın "şim-di"siyle aynı şey değildir. Bizim hayatımızda birkaç hafta, Tann'nın birkaç haftası anlamına gelmeyebilir.
- Vay anasını! diye kaçırdı ağzından Sofi.
Eliyle ağzım kaparken Alberto ona bakıyordu. Sofi konuş-
208
ORTAÇAĞ
y devam etti:
- Hilde'nin babasından yeni bir kart geldi. Kartta "Sofi'nin bir-iki haftası bizim için bir-iki hafta anlamına gelmeyebilir" diye yazıyordu. Senin Tann'yla ilgili söylediklerine ne kadar çok benziyor!
Sofi kahverengi başlığın altındaki yüzün kaşlannm çatıl-dığını gördü.
- Utanması lâzım aslında!
Sofi Alberto'nun ne demek istediğini anlamamıştı. Öylece söylenmiş sözlerdi bunlar belki de! Alberto sözlerini sürdürdü:
- Aquino'lu Thomas, Aristoteles'in kadınlar konusundaki görüşlerini de devraldı ne yazık ki. Aristoteles'in kadınların eksik erkek olduklarını söylediğini hatırlıyorsundur. Ona göre çocuklar da özelliklerini babadan alıyorlardı. Çünkü kadın edilgen ve alıcı, erkek ise etken ve vericiydi. Thomas'a göre bu sözler İncil'in sözleriyle mükemmel bir uyum içindeydi. İncil de kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını söylemiyor jnuydu zaten!
- Saçmalık!
- Bu noktada memelilerde dişi yumurtanın varlığının ilk kez 1827 yılında ortaya çıkarıldığını hatırlamakta yarar var. Bundan önce insanlann, döllenmede erkeğin veren ve yaratan cins olduğunu düşünmeleri pek de anlaşılmayacak bir şey değil belki de. Aynca belirtmek gerekir ki, Thomas'a göre kadınlar yalnızca doğal yönleriyle erkeklerden aşağıydılar. Yoksa kadın ruhuyla erkek ruhu eşit değerdeydi. Cennette cinsler tamamen eşittir, çünkü o zaman tüm vücut farklılıklan ortadan kalkar;
- Hah, züğürt tesellisi bu! Ortaçağda hiçbir kadın filozof yok muydu?
- Ortaçağda kilise yaşantısına büyük ölçüde erkekler hakimdi. Ama bu, kadın düşünürler olmadığı anlamına gelmiyor. Bunlardan biri Bingen'li Hildegard idi...
209
SOFİNİN DÜNYASI
ORTAÇAĞ
Sofi gözlerini kocaman açıp:
- Bizim Hilde'yle bir ilgisi var mı bunun? diye sordu.
- Sen de sordun mu soruyorsun hani! Hildegard 1098-1179 yılları arasında, Ren Vadisi'nde yaşadı. Kadın olmasına rağ. men vaiz, yazar, doktor, botanikçi ve doğabilimci olarak çalıştı. O, Ortaçağda ayaklan en çok yere basan ve en bilimsel olanların kadınlar olduğunun bir simgesidir adeta!
- Hildegard'ın Hilde'yle bir ilgisi olup olmadığını sormuştum...
- Tanrı'nm yalnızca erkek olmadığı eski bir Yahudi ve Hıristiyan inanışıdır. Bu inanışa göre Tanrı'nm bir de dişi yanı ya da "doğa analığı" vardır. Çünkü kadınlar da Tann'mn suretidir. Yunanca'da Tanrı'nm dişi yanına Sophia denir. "Sophia" ya da "Sofi" "bilgelik" anlamına gelir.
Sofi içini çekti. Niye kimse anlatmamıştı şimdiye dek bunu kendisine? Ya o niye kimseye sormamıştı? Alberto konuşmaya devam etti:
- Ortaçağda "Sophia" ya da Tann'mn doğa analığı inancı hem Yahudiler arasında, hem de Yunan Ortodoks Kilisesi'nde varlığını sürdürdü. Batı'da ise bu unutuldu. Ama sonra Hildegard ortaya çıkıp, değerli mücevherler, san elbiseler giyinmiş haliyle Sophia'nın kendisine göründüğünü iddia etti...
Sofi banktan kalktı. Sophia Hildegard'a görünmüştü...
- Belki ben de Hilde'ye görünürüm.
Tekrar oturdu. Alberto üçüncü kez elini Sofi'nin omzuna
koydu.
- Evet, bu konuyla ilgilenmemiz gerek. Ama şimdi saat bire geliyor neredeyse. Sen yemek yemelisin, bu çağ da değişmeli artık. Rönesans konusunda görüşeceğimiz zaman Hermes gelip seni alır.
Ve ardından bu garip keşiş ayağa kalktı ve kiliseye doğru yürümeye başladı. Sofi olduğu yerde Hildegard'la Sophia'yı.
210
fjilde'yle Sofi'yi düşünmeye daldı. Aniden aklına bir şey geldi. Koşup keşişi yakaladı ve:
- Ortaçağda Alberto diye biri de yaşadı mı? diye sordu. Keşişin adımları yavaşladı, başını Sofi'ye döndürdü:
- Aquino'lu Thomas'ın çok meşhur bir felsefe öğretmeni vardı. Adı Albertus Magnus, yani Büyük Alberto'ydu...
Sonra başını eğip Maria Kilisesi'nin kapısından içeri girerek kayboldu.
Bu cevapla yetinmeyen Sofi onun arkasından kiliseye girdi. Ama kilise bomboştu. Alberto yerin dibine girmiştr sanki!
Kiliseden çıkmak üzereyken Sofi'nin gözü duvardaki bir Meryem resmine takıldı. Yaklaşıp resmi yakından incelemeye koyuldu. Meryem'in gözünde bir damla yaş vardı. Ağlıyor muydu yoksa?
Sonra kiliseden hızla çıkıp Jorünlere koşmaya başladı.
2.11
RÖNESANS
RÖNESANS
.ey, insan kılığındaki kutsal soy.
Sofi saat bir buçuk civarında nefes nefese Jorünlere vardığında Jorün sarı evlerinin dışında durmuş onu bekliyordu.
- Gideli on saatten çok oldu, neredeydin? diye patladı Jorün.
Sofi başını salladı:
- Hayır, ben gideli bin yıldan çok oldu!
- Peki ama neredeydin?
- Ortaçağlı bir keşişle randevum vardı. Fena tip de değildi doğrusu!
- Delisin vallahi sen! Yarım saat önce de annen aradı.
- Ne dedin?
- Bakkala kadar gittiğini söyledim.
- O ne dedi?
- Gelince onu aramanı istedi. Ya annem ve babamla olana ne demeli? Saat on sıralarında ellerinde kakao ve sandviçlerle bizim odaya geldiler. Tabii ki yataklardan biri boştu!
- Ne dedin onlara?
- Çok utanç verici ama kavga ettiğimizi, sonra da senin
çekip eve gittiğini söyledim.
- O zaman elimizi çabuk tutup hemen barışmamız gerek. Annenlerle annemi de birkaç gün görüştürmemeliyiz, oldu
mu?
Jorün omuzlarını silkti. Aynı anda elinde üç tekerlekli çöp arabası, üzerinde iş tulumuyla Jorün'ün babası belirdi. Bahçedeki yapraklan toplamakla uğraştığı belliydi.
- Sizi gidi yaramazlar, demek yine barıştınız ha! dedi-
212
Bakın bakalım, merdivenlerde tek bir yaprak bulabilecek misiniz?
misiniz?
- Evet, tek bir yaprak bile yok, dedi Sofi. Yatakta ş'apıca-ğımıza merdivenlerde oturup içsek daha iyi olurdu kakaomuzu!
zu!
Jorün'ün başından aşağı kaynar sular dökülür gibi oldu; babası sinirli sinirli güldü. Ne de olsa bay ve bayan ekonomi danışmanı İngebritsenlerin evinde konuşulan dil Sofilerde-kinden oldukça farklıydı!
- Özür dilerim Jorün! Şu gizleme operasyonunda benim de payım olsun istedim.
- Artık anlatacak mısın neler olduğunu?
- Benimle eve kadar yürürsen, evet. Zaten anlatacaklarımı ekonomi danışmanlarıyla onların çok gelişmiş Barbi bebeği karıları duymasa da olur!
- Ne fenasın Sofi! Eşlerden birini denizlere açılıp evden uzaklaşmak isteten evlilikler daha mı iyi sanki!
- Haklısın herhalde. Ama bütün gece hiç uyumadım neredeyse. Üstelik Hilde her yaptığımızı görüyormuş gibi geliyor bana.
Yonca Sokağı'na doğru yürümeye başlamışlardı.
- Yani Hilde'nin telepatik güçleri mi var sence?
- Bilmem. Belki var, belki de yok.
Jorün'ün tüm bu gizli saklılıklardan pek hoşlanmadığı gün gibi ortadaydı.
- Ama yine de bu, babasının ormandaki bir kulübeye neden o deli saçması kartpostalları yolladığını açıklamaya yetmiyor.
- Bence de açıklaması zor bir şey bu.
- Nereye gittiğini anlatmayacak mısın artık?
Bunun üzerine Sofi nereye gittiğini anlattı. Gizemli felsefe kursundan da bahsetti. Ama önce tüm bunlann Jorün'le
213
SOFfNÎN DÜNYASI
kendisi arasında kalacağına dair yemin ettirdi Jorün'e. Sonra uzun bir süre konuşmadan yürüdüler. Yonca Sokağı numara 3'e yaklaşırlarken:
- Hoşuma gitmiyor tüm bunlar, dedi Jorün.
Sofi'lerin kapısının önünde durmuş, geri dönmeye yelte-niyordu bunu söylerken.
- Hoşuna gitmesi de gerekmiyor zaten, dedi Sofi. Felsefe zararsız ve yalnızca eğlence için yapılan bir uğraş değil. Felsefenin konusu kim olduğumuz ve nereden geldiğimiz. Sence okulda bu konuda yeterli bilgi edinebiliyor muyuz?
- Ama kimse bu sorulara bir yanıt veremez ki zaten!
- Evet ama, bize daha bu soruları sormayı bile öğretmiyorlar!
Sofi mutfak kapısından içeri girdiğinde öğlen yemeği masada hazır bekliyordu. Annesi Jorün'lerden neden telefon etmediğini sormadı.
Sofi yemekten sonra biraz kestirmek istediğini söyledi. Jorünlerde pek uyumadığını itiraf etti. Geceyi bir arkadaşında geçirdiğinde hep böyle olurdu zaten.
Yatmadan önce duvarda asılı olan büyük pirinç aynanın önünde durup kendine baktı. Önce aynada kendi soluk ve yorgun yüzünü gördü. Ama sonra... sonra kendi yüzünün arkasında soluk hatlarıyla bir başka yüz belirdi.
Sofi birkaç kez nefesini tuttu. Hayal görmenin âlemi yoktu durup dururken!
Keskin hatlarıyla kendi yüzü ve kendinden başkasına ait olamayacak kara, "pırasa" saçları görülüyordu aynada. Ama bu yüzün arkasında bir başka kızın yüzü daha saklıydı.
Aniden aynadaki kız iki gözünü birden kırptı. Sanki "ben gerçekten burada, aynanın öteki yüzündeyim," demek ister gibiydi. Birkaç saniye sonra ise yok oldu.
214
RÖNESANS
Sofi yatağına oturdu. Gördüğü yüzün Hilde'nin yüzü olduğundan hiçbir şüphesi yoktu. Binbaşının Evi'ndeki kimlik kartında birkaç saniye süreyle gördüğü yüz olmalıydı bu.
Bu gizemli durumları hep çok yorgunken yaşaması da ilginç değil miydi? Dolayısıyla sonradan hep, olan bitenin yalnızca yorgunlukta yaratılmış hayal ürünü şeyler olduğunu düşünmek zorunda kalıyordu.
Sofi elbiselerini bir sandalyenin üzerine atıp yorganının altına girdi ve hemen uykuya daldı. Uykusunda son derece açık seçik bir rüya görmeye koyuldu.
Rüyasında kırmızı bir kayıkhaneye inen büyük bir bahçede duruyordu. Kayıkhanenin yanındaki iskelede san saçlı bir kız oturmuş denizi seyrediyordu. Sofi kıza doğru gidip yanma oturdu. Kız ise sanki onun varlığını farketmemiş gibi davranıyordu. "Merhaba, benim a.dım Sofi," diye kendini tanıttı Sofi. Ama kız onu ne görüyor, ne de duyabiliyordu. "Kör ve sağırsın galiba!" dedi Sofi. Kız gerçökten de Sofi'nin sözlerine sağırdı. Bir anda "Hilde!" diye bağırdı biri. Kız o zaman hemen ayağa fırlayıp eve doğru koşmaya başladı. Demek ki ne kör, ne de sağırdı! Orta yaşlı bir adam evden çıkmış kıza doğru koşuyordu. Üzerinde üniforma ve mavi bir bere vardı. Kız adamın boynuna sarıldı, adam da kızı etrafında birkaç kez döndürdü. Sofi'nin gözü kızın biraz önce oturduğu yerde durmakta olan, ucunda küçük bir haç takılı altın bir kolyeye ilişti. Uzanıp kolyeyi eline aldı. O sırada da uyandı.
Sofi saate baktı. Birkaç saatir uyuyordu anlaşılan. Yatakta oturup rüyasını düşünmeye başladı. Rüyası öyle berrak, öyle açık seçikti ki, sanki rüya değil gerçekten yaşadığı bir şeydi. Bu ev ve iskelenin gerçekten bir yerlerde varolduğuna emindi. Burası Binbaşının Evi'nde asılı olan resimdeki eve ve bahçeye benzemiyor muydu sahiden? Rüyasındaki kızın Hilde Möller Knag ve ona doğru koşan adamın da Lüb-
215
SOFl'NtN DÜNYASI
nan'dan eve dönmüş olan babası olduğundan emindi en azın-dan. Adam biraz Alberto Knox'u andırıyordu üstelik...
Sofi yatağını düzeltmeye başladığı sırada yastığının altında, ucunda bir haç olan altın bir kolye buldu. Haçın arkasında üç harf kazılıydı: "HMK".
Daha önce de rüyasında kıymetli şeyler bulduğu olmuştu. Ama böyle bir şeyi rüyasının dışına çıkarmayı ilk kez ba-şanyordu.
- Vay canına! diye bağırdı yüksek sesle.
Öyle kızgındı ki, dolabın kapağını açıp bu değerli kolyeyi ipek eşarbın, beyaz çorabın ve Lübnan'dan gelen kartpostalların durduğu rafa fırlatıp attı.
Pazar sabahı Sofi'yi tost, portakal suyu, yumurta ve İtalyan salatah bir kahvaltı bekliyordu. Annesi pazar sabahlan So-fi'den daha geç kalkardı genellikle. Böyle erken kalktığı zamanlar da, bunun şerefine, Sofi'yi uyandırmadan önce mükellef bir pazar kahvaltısı hazırlamış olurdu. Annesi kahvaltıda:
- Bahçede yabancı bir köpek var, dedi. Sabahtan beri eski çitin oralarda dolanıp duruyor. Ne işi var bu köpeğin burada biliyor musun?
- A, evet! diye bağırdı Sofi. Ama böyle der demez de dediğine pişman oldu.
- Daha önce gördün mü bu köpeği buralarda?
Bu arada Sofi kalkmış, oturma odasının büyük bahçeye bakan penceresine gitmişti bile. Tam tahmin ettiği gibi, Her-mes Geçit'in gizli girişinin önüne yatmıştı.
Ne deseydi? Daha ne diyeceğine karar vermeden annesi yanında belirdi.
- Daha Önce gördün mü bu köpeği buralarda? diye sordum.
216
RÖNESANS
- Ah, bahçede bir yere bir kemik parçası gömmüş olsa gerek. Şimdi de gelmiş hazinesini arıyor herhalde. Köpeklerin de bir hafızası vardır...
- Belki de! Aramızda hayvan psikologu olan biri varsa, o da sensin. '
Sofi hemen kararını verdi.
- Hemen alıp evine götüreyim hayvancığı!
- Evini biliyor musun ki? Sofi omuzlarını silkti.
- Bilmiyorum ama, tasmasının arkasında bir adres yazılıdır herhalde.
Birkaç dakika sonra Sofi bahçeye çıktı. Hermes onu görünce koşarak gelip, kuyruğunu çılgınca sallayarak üzerine atladı.
- Hermes, akıllı köpekcik! dedi Sofi.
Annesinin pencerede durup onları seyrettiğini biliyordu. İnşallah Hermes'in Geçit'e atlayacağı tutmazdı! Yok, hayır, Hermes bahçedeki patikada koşup bahçe kapısının üzerinden atladı.
Bahçe kapısını kapayıp dışarı çıktıktan sonra da Hermes Sofi'nin birkaç metre önünden yürümeye devam etti. Böylece tek katlı evlerin arasından uzun bir yürüyüş başladı. Pazar yürüyüşüne çıkmış pek çok kişi vardı onlardan başka. Pek çok aile vardı gezinen. Sofi bu ailelere imrendi.
Hermes arada bir gidip başka köpeklerle ya da yol kenarındaki nesnelerle ilgileniyor, ama Sofi "buraya gel!" der demez yine onun yanma geliyordu.
Çok geçmeden eski bir mera, büyük bir stadyum ve bir çocuk bahçesini arkalarında bırakıp, trafiğin daha yoğun olduğu bir bölgeye geldiler'. Kaldırım taşları ve troleybüs raylarının olduğu büyük bir caddeden şehrin merkezine doğru yürümeye başladılar.
217
SOFfNtN DÜNYASI
Merkeze vardıklarında Hermes Büyük Meydan'dan ayrılıp Kilise Caddesi'ne girdi. Yüzyıl başında yapılmış eski apartmanların olduğu bölgelere geldiklerinde saat bir buçuğa yaklaşıyordu.
Artık şehrin öteki uçundaydılar. Sofi'nin geldiği pek olmazdı buralara. Bir keresinde küçükken yaşlı bir teyzeyi ziyarete gelmişlerdi o kadar.
Birazdan eski apartmanların çevrelediği küçük bir meydana vardılar. Her şey çok eski olmasına rağmen meydanın adı "Yeni Meydan"dı. Aslında şehrin kendisi de oldukça eskiydi. Ortaçağda bir zamanlar kurulmuştu.
Hermes 14 numaralı kapıya gidip Sofi'nin kapıyı açmasını beklemeye başladı. Sofi kalbinin hızla çarptığını hissediyordu.
Apartmanın girişinde bir dizi yeşil posta kutusu asılıydı. Sofi en üst sıradaki posta kutularından birinin üzerine bir kartpostal yapıştırılmış olduğunu farketti. Kartın üzerinde postacıdan gelen, kartın yollandığı kişinin adına bu adreste rastlanmadığına dair bir not da vardı. Kartta: "Hilde Möller Knag, Yeni Meydan 14..." yazılıydı. Kart, 15 Haziran tarihliydi. 15 Hazirana daha iki hafta vardı ama postacı buna dikkat etmemişti anlaşılan.
Sofi kartı alıp okumaya başladı:
Sevgili Hilde. Sofi şimdi felsefe öğretmeninin evine geliyor. Yakında 15 yaşına girecek, sense dün 15 yaşına girdin. Yoksa bugün mü Hildeciğim? Bugünse saat epey geç olmuş olmalı. Ama saatlerimiz de hep aynı gitmiyor. Bir nesil yok olurken bir başka nesil doğuyor. Bu arada tarih başını almış gidiyor. Avrupa tarihinin bir insan yaşamıyla karşılaştırılabileceğini düşündün mü hiç? O zaman Antik Çağ Avrupa'nın çocukluğu olarak görülebilir.
RÖNESANS
Uzun Ortaçağ Avrupa'nın okul yıllarıdır. Bu uzun yıllardan sonra genç Avrupa coşku ve sabırsızlıkla hayatın içine atılır. Rönesansın Avrupa 'nın 15. yaşgünü olduğunu söyleyebiliriz belki de. Haziranın tam ortasındayız çocuğum ve yaşamak harika bir şey! NOT: Altın kolyeni yitirdiğine üzüldüm. Sahip olduğun şeylere daha çok özen göstermelisin!. Çok yakında yanında olacak olan baban...
Hermes merdivenleri çıkmaya başlamıştı bile. Sofi kartpostalı alıp Hermes'i izlemeye başladı. Hermes çılgınca kuyruğunu sallayarak merdivenleri çıkıyor, Sofi de onunla beraber koşmak zorunda kalıyordu. İkinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci katları geçtiler. Buradan sonra yukarı küçük bir merdiven çıkıyordu. Ta çatıya m; çıkacaklardı yoksa? Evet, Hermes bu merdivenleri de çıktı. Merdivenlerin ucundaki dar kapıya varınca kapıyı tırnaklarıyla kazımaya başladı.
Çok geçmeden içeriden ayak sesleri geldiğini duydu Sofi. Kapı açıldı. Alberto Knox kapıda duruyordu işte. Üzerinde başka elbiseler vardı ve bugün de özel bir biçimde giyinmişti. Dizlerine kadar gelen beyaz çoraplar, bol, kırmızı bir panta-lon ve omuzları vatkah san bir ceket giyiyordu. Bu haliyle iskambil kâğıtları içindeki bir jokeri andırıyordu. Yanılmı-yorsa tipik bir Rönesans giysi siydi bu.
- Seni hokkabaz! diyerek yorumda bulundu Sofi ve Al-berto'yu hafifçe yana iterek içeri girdi.
Yine korku ve utancının acısını zavallı felsefe öğretmeninden çıkarmıştı. Sofi'nin telaşının bir nedeni de merdivenlerin girişinde bulduğu kartpostaldı.
- Sakin ol çocuğum! dedi Alberto kapıyı kapatırken. Sofi:
- Buyrun işte bugünkü postanız! diyerek ve sanki olan
219
SOFl'NtN DÜNYASI
bitenden Alberto'yu sorumlu tutarak kartpostalı Alberto'ya
uzattı.
Alberto kartta yazanları okuduktan sonra başını iki yana salladı ve:
- Bu adam git gide daha cüretkarlaşıyor, dedi. Bizi kızına yaşgünü eğlencesi olarak kullanmak niyetinde, görürsün!
Böyle dedikten sonra kartı alıp parça parça etti. Parçaları kâğıttan bir kutuya attı.
- Kartta Hilde'nin altın kolyesini kaybettiği yazıyor, dedi
Sofi.
- Gördüm.
- Ya benim bu kolyeyi yatağımda bulmama ne demeli? Açıklayabilir misin nasıl olabilir böyle bir şey?
Alberto ciddiyetle Sofi'nin gözlerinin ta içine bakarak:
- Olmayacak bir şeymiş gibi geliyor insana, dedi. Ama inan o bunu hiçbir zahmete girmeden yapabilir. Gel biz en iyisi, evrenin siyah silindir şapkasından çıkarılan tavşana dönelim.
Oturma odasına geçtiler. Burası Sofi'nin şimdiye dek gördüğü en tuhaf odalardan biriydi.
Alberto'nun yaşadığı bu daire eğik duvarlı, büyük bir çatı katıydı. Tavandaki pencereden içeriye keskin gün ışığı giriyordu. Odanın bir de şehre bakan bir penceresi vardı. Sofi bu pencereden etraftaki tüm eski apartmanların çatılarını
görebiliyordu.
Sofı'yi en çok şaşırtan şey ise odadaki tüm ıvır zıvırdı. Oda, tarihin pek çok farklı döneminden kalma mobilyalar ve nesnelerle doluydu. Bir koltuk otuzlu yıllardan, eski bir masa yüzyıl başlarından kalma, sandalyelerden biri ise yüzlerce yıllık olmalıydı. Mobilyalar işin bir parçasıydı yalnızca. Raflarda ve dolaplarda, birbirine karışmış bir şekilde pek çok süs ve kullanım eşyası da duruyordu. Raflarda neler yoktu
220
RÖNESANS
ki! Eski saatler, vazolar, havanlar, imbikler, bıçaklar, bebekler, ucu tüylü kalemler, kitap arkalıkları, sekizgenler, altıgenler, pusula ve barometreler... Duvarlardan biri bir uçtan bir uca kitapla kaplıydı. Ama öyle kitapçılardan alman türden kitaplarla değil! Buradaki kitaplar da yüzlerce yıllık kitap üretiminden bir kesit sunuyordu insana. Duvarlarda çeşitli çizimler ve resimler asılıydı. Bir kısmı son on yıllarda yapılmış olsa da resimlerin çoğu oldukça eskiydi. Duvarlarda eski haritalar da asılıydı. Haritalardan birinde Sogn fiyordu Tröndelag'a yerleştirilmiş, Trondheim fiyordu da Nordland'da bir yerlere çizilmişti.
Sofi bir şey söylemeksizin durarak odayı tüm açılardan seyretti birkaç dakika. Sonra:
- Bakıyorum ıvır zıvır toplamaya epey meraklısın, dedi.