Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası



Yüklə 2,32 Mb.
səhifə13/40
tarix17.11.2018
ölçüsü2,32 Mb.
#83161
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   40
Tüm bunlar önemli, ancak en önemlisi şu: İsa'yı diğer "Mesih-|er"den ayıran şey, kendisinin askeri ya da politik bir isyancı olmadığını özellikle ortaya koymasıdır. Onun çok daha büyük bir görevi vardı. O insanlara kurtuluş ve Tanrı'nın affını bildiriyordu. İnsanların arasında dolaşıp onlara "günahlarının bağışlandığım" söylüyordu.
Böyle "günah bağışı" dağıtmak o zamana dek duyulmuş bir şey değildi. Bu yetmiyormuş gibi Tanrı'ya da "baba" (abba) diyordu. Bu da Yahudi çevrelerinde daha önce asla görülmemiş bir şeydi. Bu yüzden çok geçmeden fakihler arasından güçlü protestolar yükselmeye, İsa'nın idamı istenmeye başladı.
Yani durum şuydu: İsa'nın yaşadığı dönemde pek çok insan gösterişli bir biçimde (yani mızrakla ve kılıçla) gelerek "Tanrı'nın Krallığı"nı kuracak bir Mesih bekliyordu. "Tanrı'nın Krallığı" deyişinin kendisi de, iyice genişletilmiş anlamıyla, İsa'nın vaazlarında sürekli tekrarlanır. İsa "Tanrı'nın Krallığı"nın insanları sevmek, güçsüzlerle yoksullara yardım etmek ve hata yapanları bağışlamak olduğunu söylüyordu.
Bu, çok eski ve askeri bağlamda kullanılagelmiş bir sözcüğün ilamını yüz seksen derece değiştirmek anlamına geliyor. İnsanla-rın "Tanrı'nın Krallığfnı kuracak bir ordu kumandanı beklediği bir
177
SOFÎ'NİN DÜNYASI
zamanda, çarşaf ve sandalet giyinmiş İsa çıkıp, Tanrı'nın Kra||K ğı'nın ya da "Yeni Ahif'in "komşunu kendin gibi sevi" demek oldu. ğunu söylüyor. Ve dahası Sofi, İsa düşmanlarımızı sevmemiz gerelc. tiğini söylüyor! Birisi sana vurursa sen de ona aynen karşılık verme, yeceksin; sana vurana "öbür yanağını döneceksin"! Ve affedecek, sin - yedi defa değil, yedi kere yetmiş defa affedeceksin!
İsa kendi hayatında da fahişelerle, rüşvet yiyen tefecilerle ve halkın düşmanı politikacılarla konuşarak kendinin onlardan daha üstün olmadığını gösteriyordu. Daha da ileri giderek, babasının tün) mirasını çarçur eden işe yaramaz bir oğulun ya da devletin parasını iç eden bir tefecinin bile Tanrı'ya dönüp af dilediği takdirde Tanrı'nın onu affedeceğini söylüyordu.
Sıkı dur Sofi, çünkü İsa daha da ileri giderek, Tann'nın gözünde bu tür günahkârların kusursuz Ferisîlerden ya da kusursuzluklarıy-la böbürlenen "ipeksi yurttaşlardan" çok daha dürüst olduğunu, dolayısıyla Tanrı'nın affına daha çok layık olduklarını söylüyordu.
İsa'ya göre insanlar Tanrı'nın merhametini kazanamazlar. İnsanlar kendi kendilerini kurtaramazlar. (Yunanlıların çoğu ise böyle düşünüyorlardı!) İsa'nın Dağ Vaazı'nda en katı ahlaksal kurallardan bahsetmesindeki tek amaç bunları insanlara anlatmak değil, hiçbir insanın Tanrı'nın gözünde yeterince kusursuz olamayacağını göstermekti. Tanrı bağışlayıcıdır, ancak insan bunun için ona dönüp dua etmeli, af dilemelidir.
İsa'nın hayatı ve öğretisine dair diğer bilgilerden sözetmeyi din öğretmenine bırakıyorum. Çok önemli bir görev bu. Umarım sizlere İsa'nın ne kadar olağanüstü bir insan olduğunu anlatmayı başarabilir. O, hem çağının diliyle konuşan, hem de eski deyişlere yepyeni ve daha geniş bir içerik kazandıran bir insandı. Çarmıha gerilerek öldürülmesinin nedenini anlamak ise güç değil: onun gösterdiği kurtuluş yolu pek çok çıkar ve güç sahibinin çıkarlarına öylesine ters düşüyordu ki, bir an önce ortadan kaldırılması bir zorunluluk olmuşta
Sokrates'ten sözederken insanların mantığına seslenmenin ne
178
ÎKI KÜLTÜR
kadar tehlikeli olabileceğini görmüştük. Şimdi İsa'dan sözederken koşulsuz insan sevgisi ve koşulsuz merhamet ilkelerini öne çıkarmanın da bir o kadar tehlikeli olabileceğini görüyoruz. Günümüzde bUe koskoca devletlerin barış, sevgi, yoksullara yiyecek ve devlet düşmanlarına af gibi son derece basit istekleri karşılayamadığını görüyoruz.
Platon'un, Atina'nın en dürüst insanı olan Sokrates'in bu dürüstlüğünü hayatıyla ödemek zorunda kalışından nasıl dehşete düştüğünü hatırhyorsundur. Hıristiyanlığa göre de yaşamış tek dürüst insan İsa'dır. O da buna rağmen ölüme mahkum edilmiştir. Hıristiyan inanışına göre o insanlık uğruna ölmüştür. İsa'nın "ızdırabı" deyişiyle kastedilen de budur. İsa, insanlar Tanrı'yla "ödeşsinler" ve Tanrı'nın gazabından kurtulsunlar diye tüm insanların suçunu üstlenmiş "mazlum hizmetkâr"dır.
Pavlus
Çarmıha gerilerek öldürülüp mezara gömülmesinin ardından birkaç gün geçtikten sonra İsa'nın mezarında dirildiği söylentileri duyulmaya başladı. Böylelikle onun sıradan biri olmadığı, gerçekten "Tanrı'nın oğlu" olduğu doğrulanmış oluyordu.
Hıristiyan Kilisesi, İsa'nın dirildiği söylentilerinin yayıldığı bu Paskalya Sabahı kurulmuştur bir anlamda. Bunu daha o zamanlar, Pavlus'un sarfettiği şu sözlerde görmek mümkün: "İsa dirilmediyse bizim sözlerimiz boş, inancımız anlamsızdır."
O zaman artık tüm insanlar "yeniden doğuşu" bekleyebilirlerdi. Isa tam da bizim kurtuluşumuz için çarmıha gerilmemiş miydi! Ancak Sofi, bu, Yahudi bakış açısından "ruhun ölümsüzlüğü" ya da bir 'ur "ruhun beden değiştirmesi" anlamına gelmez. Bunlar Yunan ya da Hint-Avrupa düşüncesinde vardı. Hıristiyanlığa göre ise insanda kendiliğinden ölümsüz olan bir şey, örneğin ölümsüz bir "ruh" yok-
179
SOFfNÎN DÜNYASI
tur. Kilise "bedenin yeniden doğuşuna ve sınırsız yaşama" inanır bizler ancak Tanrı'nın mucizesiyle ölümden ve "cehennem aza. bı"ndan kurtulabiliriz. Bu ne bizim faziletimize ne de doğuştan gelme bir takım özelliklerimize bağlıdır.
İlk Hıristiyanlar insanı kurtuluşa götürecek yolun İsa Mesih'e inanmaktan geçtiği yolundaki "sevinçli haber"! yaymaya başladılar. Onun arabuluculuğu sayesinde "Tann'nın Krallığı"nın kurulması yakındı. Artık tüm dünya İsa adına kazanılabilirdi.
İsa'nın ölümünden hemen birkaç yıl sonra Ferisî Pavlus Hıristi-yanlığa döndü. Tüm Yunan-Roma dünyasına yaptığı misyonerlik yolculukları sonunda Hıristiyanlığı bir dünya dini haline getirdi. Bu konu "Apostellerin İşleri"nde geçmektedir. Bu konudaki bilgileri ayrıca Pavlus'un ilk Hıristiyan cemaatlere yazdığı mektuplardan da elde ediyoruz.
Ve Pavlus Atina'ya da gelir. Doğruca felsefenin başkentinin meydanına varır. "Kentin putlarla dolu oluşundan üzüntü duyduğu" söylenir. Yahudi Sinagogu'nu ziyaret ederek Epikurosçu ve Stoacı filozoflarla konuşur. Bunlar onu alıp Areopagos Tepesi'ne çıkarırlar ve sorarlar: "Anlattıkların ilginç şeyler. Nasıl bir yeni öğreti bu? Danasını da bilmek isteriz!"
Gözünün önüne getirebiliyor musun, Sofi? Atina meydanında birden bir Yahudi ortaya çıkıp çarmıha gerilmiş bir kurtarıcıdan ve sonra onun nasıl öldükten sonra dirildiğinden sözetmeye başlıyor. Pavlus'un Atina'yı bu ziyareti sırasında Yunan felsefesiyle Hıristiyan kurtuluş öğretisinin birbirleriyle nasıl çeliştiğini görüyoruz. Ama Pavlus Atinalılara kendini dinletmeyi başarıyor. Areopagos'da, yani Akropol'daki heybetli tapınakların aşağısında dururken şu konuşmayı yapıyor:
"Ey Atina erleri! Görüyorum ki her bakımdan epey dindarsınız-Çünkü kutsal yerlerinizi gezerken şu kitabenin yazılı olduğu bir mihrap gördüm: 'Meçhul Tanrı'ya!' Tanımadan taptığınız bu
180
ÎKİ KÜLTÜR
Tanrı'yı işte şimdi size ilan ediyorum. Dünyayı ve dünyadaki her şeyi yaratan Tanrı, yeryüzünün ve gökyüzünün Rabbi olduğundan insan elleriyle yaratılmış tapınaklarda yaşamaz. İnsan eliyle yaratılmış hiçbir şeye ihtiyacı da yoktur. Her şeye can ve nefes veren O'dur. Tüm milletleri bütün dünyaya dağıtarak vare-den, onlara belli zamanlar ve yerler tanıyan, onları bir kandan vareden O'dur. Bunu Tanrı'yı arasınlar, mümkün ise O'nu el yordamı ile bulabilsinler diye yapmıştır. Aslında hiçbirimizden uzak değildir O. O'nda yaşar, hareket eder, O'nda varoluruz. Çünkü şairlerinizden birinin dediği gibi, 'Biz de O'nun soyunda-nız'. Tann'nın soyundan olduğumuz için Tanrı'yı insan sanatı ya da düşüncesiyle oyulmuş altına veya gümüşe yahut taşa benzer sanmamalıyız. Tanrı bu cehalet zamanlarına sabır göstermiştir ama artık nerede olurlarsa olsun tüm insanların tövbe etmelerini öğüt veriyor. Çünkü dünyayı adaletle yargılayacağı günü ve bu iş için uygun olanı seçti."O'nu ölümden dirilterek bütün insanlara teminat verdi."
Pavlus Atina'da Sofi! Burada Hıristiyanlığın Yunan-Roma dünyasına girmeye başlayışını görüyoruz. Hıristiyanlık Epikurosçu, Stoacı ya da Yeni Platoncu felsefelerden apayrı bir şeydi. Pavlus yine de Yunan kültüründe Hıristiyanlık ile ortak bir yan bulur. Tanrı'yı aramanın tüm insanların içinde varolan bir istek olduğuna işaret eder. Bu, Yunanlılar için de yeni bir şey değildir. Pavlus'un söylediklerinde yeni olan şey Tann'nın artık insanlara kendini gösterdiği, onlarla gerçekten temasa geçtiğidir. Yani Tanrı, yalnızca insanların düşünceleriyle ulaşabileceği "felsefi bir Tanrı" değildir. Ne de "altın veya gümüş yahut taştan yapılma bir esere" benzer - ki Akropolis ve büyük meydanda bunlardan yüzlercesi mevcuttu! Hayır, Tanrı "insan elleriyle yaratılmış tapınaklarda da yaşamıyordu". Bu, tarihe katılıp kendini insanlar uğruna feda ederek çarmıha gerilen, kişisel bir Tanrı idi. Resullerin İşleri'nde anlatılır ki, Pavlus Areopagos'da bu ko-
181
SOFfNÎN DÜNYASI
nuşmayı yapıp İsa'nın öldükten sonra dirildiğini anlatınca dinleyen, lerin bazısı onunla alay etmeye girişir. Ancak bazıları da "Bunm, hakkında seni yine dinlemek isteriz," derler. Ve bazıları da oracj9 Pavlus'a katılıp Hıristiyanlığı kabul ederler. Bunlardan birisi Dama. ris isimli bir kadındır. Bu, kadınların da Hıristiyanlığı kabul edişjne bir örnek olduğu için önemli bir noktadır.
Pavlus bu şekilde misyonerliğini sürdürdü. İsa'dan birkaç on yt| sonra Atina, Roma, İskenderiye, Ephesus ve Korintos gibi en önemli Yunan ve Roma illerinde Hıristiyan cemaatler oluşmuştu.
İnanç Bildirimi
Pavlus'un Hıristiyanlık'taki rolü sadece misyonerliğiyle sınırlı değildir. Ruhani yol göstericiliğe büyük ihtiyaç duyan Hıristiyan cemaatler üzerinde de büyük etkisi olmuştur.
İsa'dan sonraki ilk yıllarda tartışılan önemli sorulardan biri halen Yahudi olmayanların Hıristiyan olmadan önce Yahudi olmalarının gerekip gerekmediğiydi. Örneğin bir Yunanlı On Emir'e uymak zorunda mı, değil miydi? Pavlus'a göre değildi. Hıristiyanlık bir Yahudilik mezhebi olmaktan daha öte bir şeydi. Hıristiyanlık tüm insanlara evrensel bir kurtuluş vaadiyle geliyordu. Tanrı ile İsrail arasındaki "Eski Ahif'in yerini, Tanrı ile tüm insanlar arasındaki "Yeni Ahit" alıyordu.
O sıralar ortaya çıkan tek yeni din de değildi Hıristiyanlık. Hele-nizmde pek çok dinin varolduğunu görmüştük. Hıristiyanlığı diğer dinlerden ayırabilmek ve dağılmayı önlemek için Kilisenin Hıristiyan öğretisinin ne olduğunu kısaca özetlemesi gerekiyordu. Böylece ilk
inanç bildirimleri ortaya çıktı. İnanç bildirimleri, önemli Hıristiyan*
lık "dogmalarını" ya da öğretilerini özetler.
İnanç bildirimlerinin en önemlilerinden biri İsa'nın hem Tanrı
hem insan olduğuydu. Yani İsa yalnızca "Tanrı'nın Oğlu" değil, Tan-
182
ÎKİ KÜLTÜR
'nin kendisiydi. Ancak o, insanca yaşayışı paylaşmış ve çarmıhta rçekten acı çekmiş "gerçek bir insan"dı aynı zamanda.
Bu bir çelişkiymiş gibi görünebilir. Ancak Kilisenin verdiği meal tam da, Tanrı'nın insan haline geldiği idi. İsa kısmen insan kısmen Tanrı, yani bir "yarı-Tann" değildi. Böyle "yarı-Tanrı"lar Yunan dinleri ve Helenistik dinlerde sıkça rastlanılan bir şeydi. Oysa Kilise İsa'nın "tam bir Tanrı ve tam bir insan" olduğunu anlatıyordu.
Hamiş
Sana her şeyin nasıl birbirine bağlı olduğunu anlatmaya çalışıyorum, sevgili Sofi! Hıristiyanlığın Yunan-Roma dünyasına girişi yalnızca bu iki kültürün dramatik bir biçimde karşılaşması anlamına gelmekle kalmıyor, aynı zamanda tarihin en büyük kültür devrimlerinden biri anlamına da geliyor.
Böylece Antik Çağı geride bırakıyoruz. Bu noktada ilk Yunanlı filozoflardan bu yana yaklaşık bin yıl geçmiş oluyor. Şimdi önümüzde uzanan Hıristiyan Ortaçağ da yaklaşık bin yıl sürmüştür.
Alman şairi Goethe, "Üçbin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır," demiştir. Ben de senin bu kişilerden biri olmaman, tarihini tanıman için elimden geleni yapıyorum. Ancak böylelikle insan olunur. İnsan ancak böylece çıplak bir maymun olmaktan kurtulabilir. İnsan ancak böylece boşlukta dönüp durmaktan kurtulabilir.
"Ancak böylelikle insan olunur. İnsan ancak böylece çıplak bir maymun olmaktan kurtulabilir..."
Sofi bir süre öylece durup çitteki küçük deliklerden bahçeyi seyretti. Yavaş yavaş insanın tarihsel kökenlerini bilmesinin ae kadar önemli bir şey olduğunu anlamaya başlıyordu. Bu, hiç değilse İsrail halkı için son derece büyük bir anlam taşımıştı.
183
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Kendisi sıradan bir insandı o kadar. Ama tarihini bilen k insan, daha az sıradan bir insan olurdu.
Kendisi bu gezegende henüz birkaç yıl yaşamıştı. Ama in. sanlığın tarihinin onun kendi tarihi anlamına da geleceği dü. şünülürse, aslında binlerce yıl yaşındaydı.
Kâğıtlarını toparlayıp Geçitten çıktı. Neşe içinde hoplaya zıplaya bahçeden geçip odasına çıktı.
184
ORTAÇAĞ
...yolun birazını katetmiş olmak yolunu şaşırmış olmak demek değildir...
Bir haftadır Alberto Knox'dan haber çıkmamıştı. Ne de Lübnan'dan kart gelmişti. Ama bu arada Sofi sürekli Jorün'le Binbaşının Evi'nde buldukları kartları konuşmuştu. Aslında olup bitenlerden aklı çıkmış olan Jorün, ortalık şimdi biraz yatışınca tekrar derslerine dönmüş, eskisi gibi badminton oynamaya başlamıştı.
Sofi, Hilde'yle ilgili ipucu bulabilmek için Alberto'dan gelen mektupları tekrar tekrar okumuş, bu arada da Antik Çağ felsefesini iyice sindirerek öğrenmişti. Artık Demokritos ile Sokrates'i, Platon ile Aristoteles'i birbirine karıştırmak gibi bir problemi kalmamıştı.
Sofi 25 Mayıs Cuma günü evde ocağın başında durmuş yemek yapıyordu. Annesiyle anlaşmaları böyleydi; cuma günleri akşam yemeğini hazırlamak Sofi'nin işiydi. Bugün hazırladığı yemek ise sulu balık köftesi ve haşlanmış havuçtu. Basit bir yemek yani.
Dışarıda şiddetli bir fırtına başlamıştı. Sofi çorbayı karıştırırken camdan dışarıya baktı. Koca huş ağaçları rüzgârda mısır başakları gibi sallanıyordu.
Birden cama bir şey çarptı. Bu bir kâğıt parçasıydı.
Kâğıdın ne olduğunu anlamak için cama yaklaşan Sofi, bunun bir kartpostal olduğunu gördü. Üzerinde yazılanları camdan okumaya başladı: "Sofi Amundsen eliyle Hilde Möller Knag..."
Tabii ki tahmin etmişti bunu! Camı açıp kartı içeri aldı.
185
SOFfNÎN DÜNYASI
Kart ta Lübnan'dan buraya uçarak mı gelmişti yoksa!
Kartın üzerindeki tarih, 15 Haziran Cumaydı.
Sofi tencereyi ocağın üzerinden kaldırıp mutfak masasının üzerine koydu. Kartta şunlar yazılıydı:
Sevgili Hilde! Bu kartı okurken hâlâ yaşgünün mü bilmiyorum. Değilse de umarım üzerinden pek fazla gün geçmemiştir. Sofi'nin bir-iki haftası bizim için bir-iki hafta anlamına gelmeyebilir. Bense eve 24 Haziranda dönüyorum. Döndüğümde bahçedeki salıncağa oturup beraber denizi seyrederiz Hildeciğim! Konuşacak çok şeyimiz var. Sevgiler. İmza: Bazen Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki yüzyıllık anlaşmazlıklardan umutsuzluğa kapılan baban! Sürekli kendime bu üç dinin de köklerinin İbrahim'e uzandığını hatırlatmaya çalışıyorum. O zaman hepimizin aynı Tanrı'ya inanmamız gerekmez mi? Buralarda ise Hâbil ile Kabil hâlâ birbirine düşman! NOT. Benden Sofi'ye selâm söylemeni istesem, olur mu? Zavallı Sofi, hâlâ olan biteni tam olarak anladığını sanmıyorum. Ya sen, sen anlayabildin mi?
Sofi, kendini iyice yorgun hissederek masanın üzerine yaslandı. Olan biteni anlamadığı doğruydu. Ya Hilde, o anlayabiliyor muydu acaba?
Hilde'nin babasının Hilde'den kendisine selâm söylemesini istemesi, Hilde'nin Sofi'den daha çok şey bildiği anlamına geliyordu. Tüm bunlar öyle karmaşıktı ki, Sofi her şeyi unutmaya çalışıp yemeği hazırlamaya devam etti.
Mutfak camına yapışan bir kartpostal! Kelimenin tam anlamıyla hava postası!
Tencereyi yeniden ocağa koymuştu ki telefon çaldı.
Ah, keşke babası olsaydı arayan! Babası eve bir dönse, ona
186
ORTAÇAĞ
on haftalarda olan bitenlerin hepsini bir anlatabilseydi! Ama arayan herhalde ya annesi ya da Jorün'dü... Sofi ahizeyi kaldırdı-
. Sofi Amundsen.
. Benim, dedi telefondaki ses.
Sofi üç şeyden emindi: Bir, arayan babası değildi. İki, bu bir erkek sesiydi. Üç, bu sesi bir yerden hatırladığına emindi.
- Siz kimsiniz? diye sordu.
- Ben, Alberto. -Ha?
Sofi ne cevap vereceğini şaşırmıştı. Sesi de Atina'daki videodan hatırlıyordu anlaşılan.
- Nasılsın, iyi misin?
- Şey... iyiyim.
- Bundan sonra mektuplaşmayacağız artık. Yüz yüze konuşmalıyız, Sofi. Hem de bir an önce!
- Neden?
- Çünkü Hilde'nin babası bizi kuşatmaya başlıyor.
- Nasıl kuşatmaya?
- Dört bir yandan, Sofi! Artık işbirliği yapmamız gerekiyor.
- Nasıl yani?
- Ama Ortaçağı bilmeden bana yardım edemezsin. Rönesans ve 16. yüzyılı da öğrenmelisin. Berkeley'in önemli bir katkısı olacak bu konuda...
- Binbaşının Evi'nde resmi asılı olan Berkeley değil miydi?
- Evet. Sanıyorum mücadelemiz onun felsefesi üzerinde yükselecek!
- Sanki bir savaştan bahsediyor gibisiniz...
- Buna ruhsal bir savaş demek daha doğru olur. Hilde'nin ilgisini uyandırıp, babası Lillesand'a dönmeden önce onu bizim tarafımıza çekmeye çalışmalıyız.
- Pek bir şey anladığımı söyleyemem.
187
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
- Yeni öğreneceğimiz filozoflar sana yardımcı olacaktır sa. nıyorum. Şimdi... Yarın sabaha karşı saat 4'te Maria Kilisesi'n-de buluşmalıyız. Ve buraya yalnız gelmelisin çocuğum.
- Gece yarısı mı geleyim yani? -... tık!
- Alo? Alo?
Olacak iş mi yani! Telefon kapanmıştı bile. Sofi tekrar ocağın başına gitti. Çorba neredeyse taşacaktı. Köftelerle havuçları tencereye atıp, ocağın altını kıstı.
Maria Kilisesinde ha? Bu, Ortaçağdan kalma taş bir kili-şeydi. Sofi, burasının artık yalnızca konserlerde ve çok özel ayinlerde kullanıldığını sanıyordu. Yazın da bazen turistlerin ziyaretine açılıyordu. Gece yansı nasıl açık olacaktı ki?
Annesi geldiğinde Sofi Lübnan'dan gelen yeni kartı da Al-berto ve Hilde ile ilgili diğer şeylerin yanına koymuştu. Akşam yemeğinden sonra Jorünlere gitti.
- Özel bir anlaşma yapmamız gerekiyor, dedi Jorün kapıyı
açar açmaz.
Sonra da Jorün'ün odasına çıkıp arkalarından kapıyı kapayana kadar bir şey söylemedi.
- Bu biraz zor bir mesele, dedi Sofi daha sonra.
- Hadi anlat artık!
- Anneme bu akşam sizde kalacağımı söylemek zorundayım.
- Bizde mi kalacaksın? Aman ne güzel!
- Evet ama bu tam da doğru değil. Gecenin bir kısmında başka yerde olmam gerekiyor.
- Eyvah, desene! Biri filan mı var yoksa?
- Hayır, biri filan yok. Hilde filan var!
Jorün alçak sesle bir ıslık öttürdü. Sofi Jorün'ün ta gözlerine bakarak:
- Akşam size geliyorum, dedi. Sonra saat üç sıralarında
188
ORTAÇAĞ
gerekiyor. Dönene kadar da durumu idare etmelisin. . peki ama nereye gideceksin? Ne yapacaksın Sofi?
- Üzgünüm, söyleyemem. Kesin emir aldım bu konuda.
Annesi Sofi'nin arkadaşında kalmasına bir şey demezdi. Hattâ g0U( onun arada bir evin tümüyle kendisine kalmasından hoşlandığını düşünürdü.
- Yarın sabah kahvaltısına geliyorsun, değil mi? dedi annesi yalnızca Sofi giderken.
- Gelmesem de nerede olduğumu biliyorsun.
Niye böyle demişti sanki? En hassas noktaya değinmişti böyle diyerek.
, Arkadaşını ziyareti tam bir arkadaş ziyareti olarak başladı. Geç saatlere kadar oturup sohbet ettiler. En sonunda saat bire doğru yatarlarken Sofi çalar saati üçe çeyrek kalaya kurdu.
İki saat kadar sonra Sofi çalar saati susturduğunda Jorün gözlerini zorlukla açarak:
- Lütfen dikkatli ol, Sofi! dedi.
Ve Sofi yola koyuldu. Maria Kilisesine birkaç kilometrelik bir yol vardı. Çok az uyumasına rağmen, Sofi kendini cin gibi uyanık hissediyordu. Gökyüzünde, doğudaki düzlüklerin üzerinde kırmızı bir şerit uzanıyordu.
Eski taş kilisenin kapısına vardığında saat dörde geliyordu. Ağır kapıyı yokladı. Kapı açıktı!
Kilisenin içi eski olduğu kadar boş ve sessizdi. Vitraylardan içeri süzülen mavimsi ışık havadaki binlerce toz parçasını ortaya.çıkarıyordu. Tozlar kilisenin bir köşesinden diğer köşesine giden ışınlar halindeydi sanki! Kilisenin orta kısmında bir banka oturdu. Mihrabı ve donuk renklerle boyanmış eski bir Isa heykelini seyretmeye koyuldu.
Birkaç dakika sonra aniden org çalmaya başladı. Sofi arka-
189
SOFl'NtN DÜNYASI
sını dönüp bakmaya cesaret edemiyordu. Çalan eski bir ilâhiydi. Ortaçağdan olmalıydı bu da.
Bir süre sonra ses kesildi. Ve hemen ardından arkasında ayak sesleri duydu. Dönüp baksa mıydı? Onun yerine gözlerini çarmıha gerilmiş İsa'ya dikti.
Adımlar yanından geçip gitti ve Sofi, kilisede ilerleyen göl. geyi gördü. Üzerinde kahverengi bir keşiş giysisi vardı. Sofi bu kişinin Ortaçağdan çıkıp gelmiş bir keşiş olduğuna yemin edebilirdi neredeyse.
Korkuyordu ama aklı başından gitmiş filan değildi. Keşiş mihrabın önünde bir dönüş yapıp, kürsüye çıktı. Kürsünün üzerine eğildi, Sofi'ye bakıp Latince:
- Gloria patri et filio et spirito sancto. Sicut erat in principio et nunc et semper in saecula saeculorum, dedi.
- Hey, Nonfeççe konuş be adam! Sözleri kilisede yankılandı.
Keşişin Alberto Knox olduğunu anlamıştı. Yine de eski bir kilisede ağzından saygısızca dökülen bu sözlerden utanç duydu. Ama çok korkmuştu işte ne yapsın! İnsan korkunca kuralları çiğnemekte bir tür teselli bulur.
- Hişş!
Alberto, rahiplerin cemaatın oturmasını istediklerinde yaptıkları gibi bir elini yukarıya kaldırmıştı.
- Saat kaç çocuğum? diye sordu.
- Dörde beş var, dedi Sofi. Korkusu geçmişti artık.
- O zaman vakit gelmiş. Şimdi Ortaçağ başlıyor. Sofi aptallaşmış bir halde,
- Ortaçağ saat dörtte mi başlıyor? diye sordu.
- Yaklaşık olarak dörtte, evet. Sonra saat beş ve altı ve yedi oldu. Ama sanki zaman geçmiyor gibiydi. Sonra sekiz ve dokuz ve on oldu. Ama vakit hâlâ Ortaçağdı. Artık yeni bir güne başlamanın zamanı gelmedi mi? diye düşünüyorsundur belki. Evet,
190
ORTAÇAĞ
ne demek istediğini anlıyorum. Ama bu bir pazar günüydü, anlıyor musun, uzun upuzun bir pazar... Saat on bir ve on iki ve on üç oldu. Bu zaman parçasına Geç Ortaçağ diyoruz. Avrupa'nın büyük katedralleri bu dönemde yükseldi. Ancak on dördüncü yüzyılda bir horoz ötebildi. Ve ancak o zaman bu uzun Ortaçağ silinip gitmeye başladı.
. O zaman Ortaçağ on saat mi sürmüş oluyor? diye sordu Sofi.
Alberto kahverengi keşiş elbisesinin başlığından başını çıkarıp, bakışlarıyla tek bir küçük kızdan ibaret cemaatini süzerek:
- Bir saati bir yüzyıl olarak düşünürsek evet, dedi. İsa'nın tam gece yarısı doğduğunu varsayalım. O zaman Pavlus misyonerlik yolculuklanna saat yarımda başlıyor; bir çeyrek saat sonra Roma'da ölüyor. Saat üçe kadar kilisenin faaliyetleri yasaklanmış durumda. Ancak 313 yılında Hıristiyanlık Roma İmparatorluğunda kabul edilir bir din haline geliyor. Bu dönemde İmparatorluğun başında Konstantinus bulunuyor. Ama bu ünlü imparator bile ancak ölüm döşeğindeyken vaftiz oluyor. 380 yılından itibaren Hıristiyanlık tüm Roma İmparatorluğunun resmi dini oluyor.
- Bu sırada Roma İmparatorluğu dağılıyor, değil mi?
- Evet, bu dönemde İmparatorluk parçalanmaya başlıyor. 300 yıllarında Roma hem kuzeyden gelen akınlara, hem de iç çözülmelere maruz kalıyor. 330 yılında Konstantinus İmparatorluğun başkentini, daha önce Karadeniz'e yaptığı deniz seferi sırasında kurmuş olduğu Konstantinopolis şehrine taşıyor. Bu yeni kenti pek çokları "ikinci Roma" olarak görüyor. 395'de Roma İmparatorluğu ikiye ayrılıyor: Roma'nm hâlâ başkenti olduğu Batı Roma İmparatorluğu ve başkenti Konstantinopolis olan Doğu Roma İmparatorluğu. Roma 410 yılında barbarlar tarafından yağma ediliyor ve 476 yılında Batı Roma împa-
191
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
ratorluğu tümüyle yıkılıyor. Doğu Roma İmparatorluğu ise Türklerin Konstantinopolis'i alış tarihi olan 1453 yılma dek devlet olarak varlığını sürdürüyor.
- Ve o zaman bu kentin adı İstanbul oluyor, değil mi?
- Doğru! Bilmemiz gereken bir başka önemli tarih de 529. Bu tarihte kilise Platon'un Atina'daki Akademisi'ni kapatıyor ve aynı yıl Benediktin tarikatı kuruluyor. Bu, ilk manastır düzeni olarak tarihe geçiyor. Böylece 529 yılı, Hıristiyanlığın Yunan felsefesinin üzerine büyük bir örtü çekişinin sembolü olmakta. Bu tarihten itibaren eğitim, düşünce ve meditasyon manastırların tekeline geçiyor. Bu sırada saat beş buçuğa gelmekte...

Yüklə 2,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin