Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası



Yüklə 2,32 Mb.
səhifə14/40
tarix17.11.2018
ölçüsü2,32 Mb.
#83161
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   40
Sofi Albelto'nun bu saat benzetmesiyle ne demek istediğini anlamıştı artık. Geceyarısı 0 yılına, saat bir İ.S. 100 yılma, saat 6, İ. S. 600 yılma ve saat 14, İ. S. 1400 yılına karşılık geliyordu...
Alberto sözlerini sürdürdü:
- Rönesans döneminde ortaya çıkmış olan "Ortaçağ" sözcüğü, "iki dönem ortasında kalmış çağ" anlamına gelir aslında. Ortaçağ, Antik Çağın sonunda başlayıp Rönesansla sona eren, Avrupa'nın üzerine serilmiş "bin yıllık karanlık" olarak görülmüştür. Günümüzde de "Ortaçağ" sözcüğü otoriter olan, esnek olmayan anlamlarında kullanılır. Ancak kimilerine göre de Ortaçağ "bin yıllık gelişme" dönemidir. Örneğin okul sistemi bu dönemde biçimlenmeye başlamıştır. Manastır okulları Ortaçağın en başlarında ortaya çıkmıştır. Yaklaşık olarak 1100 yılında katedral okulları, 1200'lerden itibaren de üniversiteler görülmeye başlanmıştır. Bu gün de hâlâ çeşitli konular, aynen Ortaçağdaki gibi belli başlıklar ya da "fakülte"ler altında grup-
lanır.
- Bin yıl çok uzun bir süre...
- Evet, Hıristiyanlığın kitlelere ulaşması uzun zaman aldı
192
ORTAÇAĞ
ondan. Üstelik kendi kentleri ve kaleleriyle, kendi halk mü-kleri ve halk anlatılanyla ulusal devletlerin pek çoğu Orta-ada ortaya çıkmaya başladı. Masalların, halk müziğinin hali d Ortaçağ olm? Y A' hl
ada ortay çaya başladı. Masalların, halk müziğinin hali olurdu Ortaçağ olmasa? Ya Avrupa'nın hali ne olurdu Orta-ğsız Sofi? Avrupa, bir Roma eyaletinden başka bir şey olmaz- ikj de. Ortaçağ denen dipsiz deniz Norveç, İngiltere ve Al dlarındaki td t d Gl
,
jjg çğ p eniz Norveç, İngiltere ve Al-
manya adlarındaki tınıdır tam da. Gözle görünmese de bu derin denizde pek çok balık yüzer. Snorri Ortaçağda yaşamıştır, örneğin. Aziz Olav da öyle. Charlemagne da. Romeo ve Juliet, Benediktus ve Arolilja, Olav Asteson, Heddal ormanının cinleri de Öyle. Ve bunlara ek olarak büyük prensler, görkemli krallar, kahraman şövalyeler ve güzel bakireler, adları bilinmeyen vitray ustalan ve yetenekli org ustaları... Üstelik henüz sözünü etmeme sıra gelmeyen irerler, Haçlı askerleri ve büyücüler...
- Rahiplerden de söz etmedin daha.
- Haklısın. Bu arada Norveç'in de 1000'li yıllarda Stikles-tad savaşının hemen ardından Hıristiyan olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Uzun bir dönem Hıristiyanlık örtüsü altında pek çok putperest inanç sürdüğü gibi, bir çok eski din öğesi Hıristiyanlık ögeleriyle karışarak devam etti. Örneğin Norveç'teki Noel kutlama biçimi, eski Norön gelenekleriyle Hıristiyan geleneklerin evliliğinden oluşmuştur. Bir atasözünün dediği gibi de, evli çiftler zamanla birbirine benzer. Norveç'in Noel pastası, Noel domuzu ve Noel birası da Doğunun Üç Bilge Adamı ile Betlehem'de İsa'nın doğduğu ahıra benzemeye başlamıştır. Yine de Hıristiyanlık hayat görüşünün zamanla tüm Avru-Pa da yaygm tek görüş haline geldiğini belirtmemiz gerek. Yani Ortaçağ deyince birleştirici bir kültür olarak Hıristiyanlık ak-'"nıza geliyor.
- Ortaçağ sadece karanlık ve iç kapayıcı bir dönem değildi o
halde?
• 400 yılından sonraki ilk yüzyıllar gerçekten bir kültürel
193
SOFİNİN DÜNYASI
gerileme dönemiydi. Çünkü bundan önce kanalizasyonla ^ mamlı ve kütüphaneli şehirleriyle, hele hele görkemli mimar-siyle Roma dönemi "yüksek bir kültür"dü. Tüm bu kültür, or taçağın ilk yüzyıllarında yokolmaya başladı. Bu, ticaret vepat ekonomisi için de geçerliydi. Ortaçağda paranın yerini teW mal değiş tokuşu, takas aldı. Ekonomide feodalizm egemen ol maya başladı. Feodalizmde zengin derebeyleri toprağın sahibi-dir. Yoksul serfler bu topraklan işletip hayatını kazanmaya &. hşır. Ortaçağın ilk yüzyıllarında Avrupa'nın nüfusu da gerile. misti. Antik Çağda nüfusu milyonu aşan Roma'nın nüfusu 600 yılında 40.000'e inmişti! Kentin görkemli zamanlarından kalma harabelerde dolaşan bir avuç insan kalmıştı kala kala. İn-saat malzemesi gerektiğinde eski harabelerden malzeme almak yetip de artıyordu bile. Tabii arkeologlar üzülüyorlar Ortaçağda antik eserlerin tahrip olmuş olmasına...
- Sonradan demesi kolay tabii!
- Roma'nın politik gücünü yitirmesi daha da öncesine, 3O01 lü yılların sonlarına rastlar. Ancak hemen sonra Roma piskoposu tüm Ronıa-Katolik Kilisesi'nin basma geçer. "Papa", yani "baba" unvanını alan piskopos, İsa'nın Dünya üzerindeki vekili olarak görülmeye başlanır. Böylece Roma, hemen hemen tüm Ortaçağ boyunca Hıristiyanlığın başkenti olarak hüküm sürer. "Roma'ya karşı gelmeye" cesaret eden de çıkmaz pek. Ama yine de zamanla ulusal devletlerin kral ve prensleri öyle güçlenirler ki, aralannda bu müthiş kilise gücüne karşı çıkmaya başlayanlar olur. Hattâ bunlardan biri de Norveç kralı Sverre'dir...
Sofi bu bilgili keşişe baktı:
- Kilisenin Platon'un Atina'daki Akademisi'ni kapattığım söylemiştin. Bu arada bütün Yunan filozofları da unutuldu
mu?
- Kısmen öyle oldu. Yine de surda burda Aristoteles'in "e Platon'un bazı yazılarını bilenler çıkıyordu. Ancak eski R"18
194
ORTAÇAĞ
j Daratorluğu zamanla üç ayrı kültüre ayrıldı: Batı Avrupa'da Roma merkezli, dili Latince olan bir Hıristiyan kültür. Doğu Avrupa'da başkenti Konstantinopolis, dili Yunanca olan bir Hıristiyan kültür. Konstantinopolis'in adı sonradan Yunanca hjr sözcük olan Bizans'a çevrildi. Bu yüzden Roma-Katolik Ortaçağdan ayn olmak üzere "Bizans Ortaçağından da sözediyo-nız. Bunlardan başka Kuzey Afrika ve Ortadoğu da Roma İm-paratorluğu'na dahildi. Buralarda da Ortaçağda dili Arapça olan Müslüman bir kültür gelişti. Muhammed'in 632 yılında ölümünden sonra, İslam tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya yayılmıştı. Ardından İspanya da Müslüman alemine katıldı. İslam dininin en önemli kentleri Mekke, Medine, Kudüs ve Bağdat oldu. Kültür tarihi bakımından başka bir önemli nokta, eski Helenistik kent İskenderiye'nin de Araplann idaresi altına girmiş olmasıdır. Böylelikle Araplar Yunan bilimini miras almış oldular. Tüm Ortaçağ boyunca matematik, kimya, astronomi ve tıp gibi bilimlerde en ileri ulus Araplardı. Günümüzde hâlâ "Arap rakamları"nı kullanıyoruz. Bir çok başka alanda da Arap kültürü Hıristiyan kültürden daha ileri bir durumdaydı.
- Yunan felsefesine ne olduğunu sormuştum...
- Gözünün önüne önce üçe ayrılan, sonra bu üç kolun birleşmesiyle yeniden tek bir hale gelen bir nehir getirmeye çalış...
- Evet?
- O zaman Yunan-Roma kültürünün üçe, batıda Roma-Katolik kültürü, doğuda Doğu Roma kültürü ve güneyde Arap kültürüne ayrılmakla beraber nasıl ayakta kaldığını anlayabilir? sin. İyice basitleştirecek olursak, Yeni Platonculuğun batıda, Platon'un doğuda ve Aristoteles'in Araplarda yaşamaya devam ettiğini söyleyebiliriz. Ancak elbette bu üç kol da içinde diğer kollardan bir şeyler taşıyordu. Sonuç olarak bu üç kol, Ortaçağ biterken Kuzey İtalya'da buluştu. Arap etkisi İspanya'daki Araplardan, Yunan etkisi de Yunanistan ve Bizans'dan geli-
195
SOFİ'NÎN DÜNYASI
yordu. Böylelikle "Rönesans" ya da başka bir deyişle antik kül. türün "yeniden doğuşu" başladı. Dolayısıyla antik kültür de uzun bir Ortaçağdan hayatta kalarak çıkmış oluyordu.
- Anlıyorum.
- Ama her şeyi sırası gelince ele almak en iyisi! Öncelik)e Ortaçağ felsefesinden sözedeceğiz çocuğum. Artık sana kürsü-den hitap etmeyeceğim. Aşağıya iniyorum.
Sofi birkaç saatcik uyku uyumuş olmanın yorgunluğunu duy. du birden. Bu garip keşişin Maria Kilisesi'nin kürsüsünden indiği şu an bir rüyaydı sanki.
Alberto mihrabın önünde durup yukarıya, İsa'nın çarmıhtaki heykeline baktı. Sonra Sofi'ye dönerek ona doğru yürümeye başladı ve gelip yanına oturdu.
Alberto'nun bu kadar yakınında olmak Sofi'yi heyecanlandırdı. Başlığın altındaki bir çift kahverengi göz kendisine bakıyordu. Bu gözler koyu renk saçlı, top sakallı, ortayaşb bir adamın gözleriydi.
Kimsin sen? diye düşündü Sofi. Niçin hayatıma girdin?
Alberto Sofi'nin düşüncelerini okumuş gibi:
- Zamanla birbirimizi daha iyi tanıyacağız, dedi.
Onlar böyle otururlar ve vitraylardan içeri süzülen ışık giderek daha parlak bir hal alırken, Alberto Ortaçağ felsefesini anlatmaya başladı.
- Ortaçağ filozofları Hıristiyanlığın doğru olduğunu verili aldılar. En önemli soru ise Hıristiyanlığın yalnızca inanılması gereken bir şey mi olduğu yoksa Hıristiyanlıktaki doğrulara aklı kullanarak varılabileceği miydi? Yunan filozoflarıyla İncil'de yazılanlar arasında nasıl bir ilişki vardı? İncil ve akıl birbirleriyle çelişen şeyler miydi, yoksa inançla bilgi bir arada varolabilir miydi? Tüm Ortaçağ felsefesi büyük ölçüde bu tek soruyla uğraştı.
196
ORTAÇAĞ
Sofi başını "dinliyorum" anlamında salladı sabırsızlıkla. Din sınavında inanç ve bilgi konusundaki soruyu cevaplarken düşünmüştü zaten bu konuyu.
. Bu sorunsalın Ortaçağın iki büyük filozofunca nasıl ele alındığını göreceğiz. Bunlardan ilki, 354 ile 430 yıllan arasında yaşamış olan Augustinus'dur. Bu tek insanın yaşamında Geç Antik Çağdan Ortaçağın başlangıcına geçişi inceleyebiliriz. Augustinus Kuzey Afrika'da küçük bir kent olan Tagaste'de doğdu. Henüz 16 yaşındayken okumak üzere Kartaca kentine gitti. Daha sonra Roma ve Milano'da bulunan Augustinus, hayatının son yıllannda Kartaca'nın birkaç kilometre batısındaki Hippo kentinde piskoposluk yaptı. Hıristiyan olmadan önce pek çok değişik din ve felsefi akımı benimsedi.
- Örneğin?
- Örneğin bir dönem boyunca Mani idi. Maniler Geç Antik Çağda oldukça yaygın olan dinsel mezheplerden birini oluştururlar. Manicilik yan dinsel, yan felsefi bir kurtuluş öğretişiydi. Bu öğretiye göre dünya iyi ve kötü, aydınlık ve karanlık, ruh ve özdek olarak ikiye aynlır. İnsan, ruhuyla özdekler dünyasını, aşıp ruhun kurtuluşuna bir temel hazırlayabilir. Ancak iyi ile kötü arasındaki bu keskin aynm genç Augustinus'u tatmin etmiyordu. Onu daha çok "kötülük problemi" ilgilendiriyordu ki bununla kastedilen, kötülüğün nereden geldiğini araştırmaktır. Bir dönem Stoacı felsefenin etkisi altında kalmış olan Augustinus, Stoacı felsefenin öngördüğü gibi iyi ile kötü arasında böyle keskin bir aynm olmadığına inanıyordu. Ancak Augustinus her şeyden çok, Geç Antik Çağın ikinci önemli felsefi akımı olan Yeni Platonculuktan etkilenmiş, burada tüm varoluşun tanrısal bir doğası olduğu düşüncesiyle karşılaşmıştı.
- Yani Augustinus'un Yeni Platoncu bir piskopos olduğunu söyleyebilir miyiz?
- Evet, öyle denebilir. Öncelikle Hıristiyan olan Augusti-

197
SOFİ'NÎN DÜNYASI


nus'un Hıristiyanlığı büyük ölçüde Platoncu düşünce biçin^. den etkilenmiştir. Bu yüzden, işte tam bu yüzden Sofi, Hıristj. yan Ortaçağa geçer geçmez Yunan felsefesinden tümüyle k0. pulmadığını anlamalısın. Augustinus gibi kilise pederleri §a. yesinde Yunan felsefesi bu yeni zamana aktarılmıştır.
- Augustinus'un yüzde elli Hıristiyan, yüzde elli Yeni Platoncu olduğunu mu kastediyorsun?
- Augustinus kendisini yüzde yüz Hıristiyan olarak görü. yordu. Ancak Hıristiyanlıkla Platon'un felsefesi arasında keskin bir karşıtlık olmadığına inanıyordu. Platon'un felsefesiyle Hıristiyan öğreti arasında öyle açık bir benzerlik görüyordu ki Platon'un Eski Ahit'i bildiğini bile düşünebiliyordu. Bu elbette pek mümkün değil. En iyisi biz Platon'u "Hıristiyanlaştıranın" Augustinus olduğunu söyleyelim.
- Hıristiyanlığa inanmaya başlayınca felsefeye veda etmemiş hiç değilse!
- Hayır, ama yine de dini konularda akim her soruya cevap bulmaya yetmeyeceğini söylüyordu. Ona göre Hıristiyanlık yalnızca inanç yoluyla ulaşabileceğimiz tanrısal bir gizemdi. Ancak Hıristiyanlığa inanırsak Tanrı ruhumuzu "aydınlatır" ve biz de böylece Tanrıya dair doğaüstü bir tür bilgiye varabilirdik. Augustinus kişisel olarak da felsefenin sınırlarını içinde duyuyordu. Ancak Hıristiyan olduktan sonra ruhu huzura kavuşmuştu. "Sen'de dinlenene dek yüreğimiz huzur bulmaz," diyordu.
- Platon'un idea öğretisinin Hıristiyanlıkla nasıl bağdaştırılabileceğini pek anlayamıyorum. Ya mutlak idealara ne oldu?
- Augustinus Tann'nın dünyayı yoktan var ettiğini savunur ki bu da incil'de yer alan bir düşüncedir. Yunanlılar ise dünyanın her zaman varolmuş olduğuna inanıyorlardı. Ama Tanrı dünyayı yaratmadan "fikirler" Tann'nın düşüncelerinde varolmuştur, der Augustinus. Yani Platoncu fikirleri Tanrı'y3
198
ORTAÇAĞ
^eştirerek, Platon'un mutlak idealar görüşüne sahip çıkar. ye .İyifikir!
. Ama bu bize Augustinus ve diğer kilise pederlerinin Yunan ve Yahudi düşünce biçimlerini bağdaştırmak için işi nerelere kadar götürebildiklerini gösteriyor. Bir anlamda onlar her jjii kültüre de aittiler. Augustinus kötülük konusunda da Yeni platonculuğa sarılır. Plotinos gibi o da kötülüğün "Tann'nın yokluğu"ndan başka bir şey olmadığını savunur. Kötü diye jcendi başına bir şey yoktur, kötü yokolan şeydir. Çünkü Tann sadece iyi olanı yaratmıştır. Kötülük insanlar Tann'nın sözlerine uymadıkları için vardır. Kendi deyişiyle: "İyilik Tann'nın işidir; kötülük Tann'nın işinden gerilemektir."
- İnsan ruhunun tarinsal olduğunu da söylüyor muydu Augustinus?
- Hem evet, hem hayır. Augustinus Tanrı ile insan arasında aşılamaz bir engel olduğunu öne sürüyordu. Bu noktada İncil'de yazılanlara inanıyor, Platon'un her şeyin bir olduğu şeklindeki öğretisini reddediyordu. Ancak insanın ruhsal bir yaratık olduğunu da belirtiyordu. İnsan bedeni maddeseldir ki bu yanıyla insan "güvenin ve pasın çözüldüğü" fiziksel dünyaya aittir, ama insanın aynı zamanda Tann'yı tanıyabilmesine yarayan bir ruhu da vardır.
- Ölünce insanın ruhuna ne olur?
- Augustinus'a göre Adem'in elma hırsızlığı yani ilk günah insan soyunu ölüme mahkûm etmiştir. Ne var ki Tann bunların içinden kimilerini seçmekte ve kurtarmaktadır.
- Bence Tann bunun yerine herkesi kurtarmaya karar vermiş olsa daha iyi olurdu, diye karşı çıktı Sofi.
- Augustinus'a göre insanın Tanrı'yi eleştirmeye hakkı
yoktur. Bu noktada Pavlus'un Romalılara mektubuna başvurur:
Ey adam, sen kim oluyorsun ki Tann'yla hesaplaşmak istiyorsun? Kendine şekil veren şey, şekil verene: Niçin beni
199
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
böyle yaptın der mi? Yahut aynı yığından bir kabı hürm için ve bir başkasını hürmetsizlik için yapmaya çömlek nin balçık üzerinde kudreti yok mudur?
- Yani Tanrı cennette oturup insanlarla dilediği gibi oynar öyle mi? Yaratan kendisi olmasına rağmen hoşnut kalmadık lannı kaldırıp atar mı?
- Augustinus'un söylemek istediği şey, hiçbir insanın Tann tarafından kurtarılmayı hak edemeyeceğidir. Tann kurtaraca-ğı kullarını seçer. Augustinus'a göre kimin kurtarılacağı kimin ölüme mahkûm edildiği önceden açıkça bellidir. Biz bunu bilip değiştirenleyiz. Evet, bizler Tanrı'nın elindeki balçıktan başka bir şey değilizdir. Hepimiz Onun insafına kalmışızdır.
- Öyleyse Augustinus bir anlamda yeniden Kaderciliğe dönmüş oluyor, değil mi?
- Belki de. Ancak Augustinus insanın kendi yaşamından sorumlu olduğu gerçeğini reddetmez. Bize, seçilmişler arasında olduğumuzu hissedecek bir şekilde yaşamamızı öğütler. Çünkü özgür bir irademiz vardır. Ancak Tanrı her birimizin nasıl bir hayat süreceğini "önceden görmüştür".
- Biraz haksızlık olmuyor mu bu? diye sordu Sofi. Sokrates tüm insanların aynı şanslara sahip olduğunu, çünkü tüm insanların aynı sağduyuya sahip olduklarını söylemişti. Oysa Augustinus insanları ikiye bölerek, bazı insanların kurtulacağını, diğerlerininse ölüme mahkûm edildiğini söylüyor.
- Evet, Augustinusla beraber Atina'daki Hümanizmden bir parça uzaklaşmış oluyoruz. Öte yandan insanları bu şekilde ikiye bölen Augustinus değildir. O bu konuda yalnızca İncil'de yazılanlara başvurur. "Tanrı Devleti Hakkında" adlı eserinde bu konuyu iyice açar.
- Anlat anlat!
- "Tanrı devleti" ya da "Tann'nın krallığı" deyişi İncil'den
200
ORTAÇAĞ
ve İsa'nın öğretilerinden kaynaklanır. Augustinus, tüm insanim tarihinin "Tann devleti" ile "yeryüzü devleti" arasındaki mücadeleden ibaret olduğuna inanır. Bu iki "devlet" birbirinden tamamen ayn iki politik devlet değildir. İkisi de her bir insanın içinde gücü ele geçirmek için savaşır. Yine de "Tann dev-leti"nin kilisede, "yeryüzü devleti"nin de politik devlet aygıtında (örneğin Augustinus'un yaşadığı dönemde dağılan Roma İmparatorluğunda) vücut bulduğu söylenebilir. Tüm Ortaçağ boyunca kilise ve devlet, gücü ele geçirmek için savaştıkça bu anlayış daha da yaygınlaştı. "Kilisenin dışında kurtuluş yoktur," dendi. Sonunda Augustinus'un 'Tanrı devleti" kilise kurumuyla özdeşleştirildi. Ancak 1500'lü yıllardaki Reformasyon hareketi sırasında, Tanrı tarafından kurtarılmanın yolunun Kiliseden geçmek zorunda oluşu eleştirilmeye başlandı.
- Eh, sırasıymış hani!
- Bu arada Augustinus'un tarihi felsefeye dahil eden ilk filozof olduğunu da belirtmek gerek. İyi ile kötü arasındaki mücadele felsefede çokça ele alınmış olmasına rağmen, bu mücadelenin tarihsel bir süreç içinde geliştiği düşüncesi yeni bir düşünceydi. Ve bu noktada Augustinus'da Platoncu düşünceden hiçbir ize rastlanmıyordu. Augustinus'un bu konudaki görüşleri tamamen Eski Ahit'te varolan çizgisel tarih anlayışına dayanıyordu. Burada egemen olan düşünce, "Tann devletfni kurabilmek için Tanrı'nın tüm bir tarihe ihtiyacı olduğu idi. İnsanları aydınlatmak ve kötülüğü yok etmek için gereklidir tarih. Ya da Augustinus'un dediği gibi: "Tanrısal öngörü, çocukluktan yaşlılığa dek yavaş yavaş gelişen tek bir insanın yaşamı gibi Adem'den başlayıp tarihin sonuna dek ilerleyen insanlık tarihine yol gösterir."
Sofi saatine baktı:
- Saat sekize geliyor. Birazdan gitmem gerek.
- Ama gitmeden önce sana öteki büyük Ortaçağ filozofunu
201
SOFİ'NİN DÜNYASI
da anlatmalıyım. Çıkıp biraz dışarda oturalım mı?
Alberto ayağa kalktı. Avuçlarını göğüs hizasında birleştirip kilisenin ortasındaki koridordan yürümeye başladı. Tanrıyı ya da başka bir takım ruhani konulan düşünür gibi bir hali vardı. Sofi de onun arkasından yürümeye başladı. Başka bir şey de yapamazmış gibi hissediyordu kendini zaten!
Dışarıda, tepenin üzeri ince bir çiy tabakasıyla örtülüydü. Doğalı çok olmasına rağmen güneş henüz sabah sisini aralayıp yüzünü gösterebilmiş değildi. Maria Kilisesi şehrin eski semtlerinin dışındaki bir bölgeydi.
Alberto kilisenin dışındaki banklardan birine oturdu. Sofi, şu an birisi kendisim görse neler olacağını düşünmeden edemedi. Sabahın sekizinde bir bankta, hele hele yanında bir keşişle oturmak pek sık rastlanılan bir manzara değildi doğrusu!
- Saat sekiz, diye söze başladı Alberto. Augustinus'dan bu yana dört yüz yıl geçti ve şimdi uzun bir okul günü başlıyor. Saat 10'a dek eğitimde varolan tek kurum manastır okullarıydı. Saat 10 ile 11 arasında ilk katedral okulları ve 12 sıralarında da ilk üniversiteler kurulmaya başlandı. Bu yıllarda büyük gotik katedrallerin yükseldiğini de görürüz. Bu kilise de 1200 yıllarında ya da bir başka deyişle geç Ortaçağda inşa edilmiştir. Oslo'da daha büyük bir katedral yapmaya güçleri yetmemişti.
- Yapmalarına da gerek yokmuş bence, diye söze atladı Sofi. Hoşuma gitmeyen bir şey varsa o da boş katedrallerdir!
- O büyük katedraller içlerine çok kişi sığsın diye yapılmıyordu ki sevgili Sofi! Bunlar Tanrı'nın onuruna yapılıyor, varlıklarıyla başlı başına bir ibadet oluşturuyorlardı. Ancak bunlarla beraber geç Ortaçağda bizim gibi filozofları yakından ilgilendiren başka bir şey daha oluyordu.
- Anlat, anlat lütfen! Alberto devam etti:
202
ORTAÇAĞ
- Bu dönemde İspanya'daki Arapların etkileri hissedilmeye başlandı. Araplar tüm Ortaçağ boyunca Aristoteles geleneğini diri tutmuşlar, eğitim görmüş Arapların bir çoğu llOO'lü yılların sonlarından itibaren Kuzey ttalya'daki prenslerin davetlisi olarak İtalya'ya gelmeye başlamışlardı. Böylelikle Aristoteles'in yazıları tanınmaya, bunlar zamanla Yunanca ve Arapçadan Latinceye çevrilmeye başlandı. Bu durum doğabi-linı konularına karşı ilgi uyanmasına yol açtı. Ayrıca Hıristiyan öğretinin Yunan felsefesiyle ilişkisi üzerine yeni görüşlerin doğmasına da hizmet etti.- Doğabilim konularında Aristoteles'in dediklerinin ilerisine geçilmedi. Ancak insanın ne zaman "felsefe"nin, ne zaman incil'in sesine kulak vereceği sorusuna hâlâ bir cevap aranıyordu. Anlıyorsun, değil mi?
Sofi başını salladı. Keşiş sözlerini sürdürdü:
- Geç Ortaçağın ilk ve en önemli filozofu, 1225 ile 1274 yılları arasında yaşamış olan Aquino'lu Thomas'dır. Roma ile Napoli arasında küçük bir kent olan Aquino'da yaşayıp Paris Üni-versitesi'nde öğretmenlik yapmaktaydı. Thomas'a "filozof diyorum, ancak o filozof olduğu kadar teologdu da aynı zamanda. Zaten bu dönemde "felsefe" ile "teoloji" arasında bir fark da yoktu. Kısaca, Augustinus'un Ortaçağın başında Platon'u "Hıristi-yanlaştırışı" gibi Aquino'lu Thomas'ın da Aristoteles'i Hıristi-yanlaştırdığını söyleyebiliriz.
- İsa'dan yüzlerce yıl önce yaşamış filozofları Hıristiyanlaş-tırmak biraz acayip değil mi?
- Böyle diyebilirsin belki, ama bu iki büyük filozofun "Hıris-tiyanlaştırılması" ile kastettiğimiz şey, bunların artık Hıristiyan öğretiye tehdit oluşturmayacak bir şekilde yorumlanıp açıklanmasıdır. Aquino'lu Thomas için de "meselenin köküne indi" denir.

- Felsefenin kökler ve bitkilerle bir ilişkisi olduğunu bilmiyordum doğrusu!


203
SOFfNtN DÜNYASI
- Aquino'lu Thomas Hıristiyanlıkla Aristoteles felsefesini bağdaştırmaya çalışmış filozoflardan biridir. Onun inançla bilgi arasında bir büyük sentez yarattığını söylüyoruz ki bunu da Aristoteles'in sözlerini kelimesi kelimesine ele alarak gerçekleştirdi.

- Ya da demin dediğin gibi "köküne inerek"! Çok az uyuduğumdan olacak, kafam pek iyi çalışmıyor korkarım. Tüm bu deyimlerle ne demek istediğini açıklar mısın lütfen?


- Aquino'lu Thomas'a göre, felsefenin ya da aklın bize söylediğiyle Hıristiyan öğretinin ya da inancın söylediği arasında bir karşıtlık olması gerekmez. Çoğu zaman Hıristiyanlıkla felsefe aynı şeyleri söyler. Bu yüzden biz aklımızın yardımıyla İncil'de yazan doğrulara ulaşabiliriz.
- Nasıl olur? Aklımız bize Tanrı'nın dünyayı altı günde yarattığını nasıl söyleyebilir? İsa'nın Tann'nın oğlu olduğunu aklımızla nasıl bilebiliriz?
- Doğru, bilemeyiz. Bu tür "inanç gerçekleri"ne ancak inançla ye Hıristiyanlığın verdiği ilhamla varılabilir. Ancak Thomas'a göre bunun yanısıra bir dizi "doğal tannbilimsel gerçeklik" de vardır. Bu gerçekliklere hem Hıristiyanlığın verdiği ilhamla, hem de bizde doğuştan ya da "doğal olarak" varolan aklımızla ulaşabiliriz. Bu türden gerçekliğe verilebilecek örneklerden biri, Tanrinm varlığıdır. Thomas'a göre Tann'ya iki yoldan varılabilir. Birincisi, inançla ve Hıristiyanlığın verdiği ilhamla. İkincisi, akılla ve duyularımızla. Elbette bunlardan en güvenilir olanı inancın yoludur; insan sadece aklına güvenecek olursa kolayca yolundan şaşabilir. Yine de Thomas'a göre Aristoteles ile Hıristiyan öğreti arasında bir karşıtlık bulunması gerekmez.
- İncil'i ya da Aristoteles'i seçmek bize kalmış öyleyse?
- Hayır, hayır! Hıristiyanlığı bilmeyen Aristoteles yolun pek azını katetmiş sayılır. Öte yandan yolun birazını katetnûş
204
ORTAÇAĞ
olmak yolunu şaşırmış olmak demek değildir! Atina'nın Avrupa'da yer alan bir kent olduğunu söylersek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Ama kesin olmamış oluruz. Bir kitapta Atina'nın bir Avrupa kenti olduğu yazıyorsa, bir başka kitaba daha bakmak akıllıca olabilir. Çünkü bir başka kitapta Atina'nın, Avrupa'nın güneydoğusunda yer alan küçük bir ülke olan Yunanistan'ın başkenti olduğunu bulabilirsin. Hattâ şansın rast giderse kitapta Akropolis ve hattâ Sokrates, Platon ve Aristoteles hakkında bir şeyler yazıyor da olabilir!
- Ama Atina hakkındaki ilk bilgi de doğruydu, değil mi?
- Kesinlikle evet! Thomas'm göstermek istediği şey, tek ve yalnızca tek bir doğru olduğu idi. Aristoteles'in bize gösterdiği, bizim de aklımızı kullanarak doğruluğunu kavrayabileceğimiz şeyler Hıristiyan öğretiyle çelişmek zorunda değildir. Doğrunun bir yanma aklımızı ve duyularımızı kullanarak varabiliriz. Aristoteles doğruların bu tür yanlarına örneğin bitkiler ve hayvanlar aleminden sözederken değinir. Doğrunun bir başka yanı daha vardır ki buna ancak Tann'nın bize încil yoluyla verdiği ilhamla ulaşabiliriz. Ama doğrunun bu iki yüzü pek çok önemli noktada birbiriyle kesişir. Pek çok soruya încil ve akıl aynı yanıtı verir.
- Tanrı'nın varolup olmadığına da mı örneğin?
- Evet. Aristoteles'in felsefesi de tüm doğal süreçleri harekete geçiren bir Tanrı ya da bir "ilk neden" olduğunu varsayar. Ama Tann'nm daha ayrıntılı bir tanımına girmez. Bu noktada İncil'e ve İsa'nın öğretilerine kulak vermemiz gerekir.

Yüklə 2,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin