Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası



Yüklə 2,32 Mb.
səhifə11/40
tarix17.11.2018
ölçüsü2,32 Mb.
#83161
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   40
Bu sözler Atina'da İ.Ö. 400 yıllarında Anthisthenes tarafından kurulan kinik felsefeyi çok güzel özetler. Anthisthenes Sokrates'in öğrencisi olup onun en çok kanaatkârlık öğretisinden etkilenmiştir-
Kinikler gerçek mutluluğun maddi olanaklar, politik güç ya da sağlıklılık gibi dış özelliklerden oluşmadığını vurgularlar. Onlara göre gerçek mutluluk bu tip rastlantısal ve geçici şeylere bağımlılıktan kurtulmakla edinilir. Mutluluk tam da bunlara dayanmadığı için her-
148
HELENİZM
; tarafından elde edilebilir. Bir kez ele geçirilince de elden gitmez, «inikler arasında en çok tanınmış olanı Anthisthenes'in öğrencisi Diogenes'dir. Diogenes'in kilden bir fıçı içinde yaşadığı ve bir aba» bir baston ve bir ekmek torbasından başka hiçbir şeyi olmadığı söylenir- (Bu durumda elinden mutluluğunu almak pek de kolay bir iş olamazdı elbette!) Bir keresinde Diogenes fıçısının önünde yatmış güneşlenirken Büyük İskender onu görmeye gelir. Diogenes'in önünde durup bu bilge kişinin kendisinden istediği ne varsa onu dilemesini, her türlü isteğini hemen yerine getireceğini söyler. Diogenes'in buna cevabı: "Gölge etme, başka jhsan istemem!" olur. Çünkü Diogenes kendisinin o büyük komutandan hem daha zengin, hem daha mutlu olduğunu biliyordu. İstediği her şeye sahip değil miydi zaten!
Kinikler insanın sağlıklı olmaya kafa yormalarının gerekmediğini söylüyorlardı. Acı ve ölümü dert etmeye de gerek yoktu. Aynı şekilde başkalarının açılarıyla da ilgilenmiyorlardı.
Günümüzde de "kinik" ve "kinizm" sözcükleri başkalarının dertlerini umursamamak anlamında kullanılır.
Stoacılar
Kinikler Atina'da İ.Ö. 300 yıllarında ortaya çıkan Stoacı felsefeyi etkilediler. Stoacılığın kurucusu aslen Kıbrıslı olup bir deniz kazasından sonra Atina'daki Kiniklere katılan Zenon'dur. Zenon derslerini sütunlu bir yolda verirdi. "Stoacı" terimi Yunanca sütunlu yol anlamına gelen stoa sözcüğünden türemiştir. Stoacılık daha sonra Roma kültüründe çok önemli bir yer kazanmıştır.
Herakleitos gibi Stoacılar da tüm insanların ortak bir dünya mantığının ya da "logos"un bir parçası olduğunu savunuyorlardı. Her bir insan minyatür bir dünya; "makro kosmos"un "mikro kosmos", "büyük evren"in "küçük evren" olarak yansımasıydı.
149
SOFfNİN DÜNYASI
Bu düşünce, genel geçer bir ölçü, "doğal bir hak" olduğu düşün, cesini doğurdu. Doğal hak insanın ve evrenin zamandan bağımsı aklına dayandığı için, zamana ve mekâna bağlı olarak değişmeye bir şeydi. Yani Stoacılar bu noktada Sofistlere karşı Sokrates'in gg. rüşlerini paylaşıyorlardı.
Doğal hak tüm insanları, dolayısıyla köleleri de kapsar. Değişi devletlerin hukuk kitaplarını Stoacılar doğanın kendisinde buluna» bir "hak"kın eksik kopyaları olarak gördüler.
Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında da bir fark yoktu. Yalnızca tek bir doğa vardı. Bu anlayışa "Bircilik" (Monizm) diyoruz. (Bircilik, örneğin Pla-ton'da karşımıza açıkça çıkan " İkicilik'in (Dualizm) ya da gerçekliği ikiye ayıran görüşün karşıtıdır.)
Zamanının tipik örnekleri olan Stoacılar gerçek anlamda birer "kozmopolif'tiler. Çağdaş kültüre "fıçı filozoflarından" (Kiniklerden) çok daha açıktılar. İnsanın toplum içindeki yaşamına önem verip politikayla uğraşıyorlardı. Pek çokları, örneğin Roma imparatoru Marcus Aurelius (121-180), devlet görevlerinde yer alıyorlardı. Cice-ro (İ.Öl 104-43) başta olmak üzere bir çok Stoacı, Roma'da Yunan kültürü ve felsefesinin yayılmasına katkıda bulundular. "Hümanizm" yani değer ölçüsü olarak insan'ı koyma kavramının kurucusu da Ci-cero'dur. Stoacı Seneca (İ.Ö.4 - İ.S. 65) da bundan birkaç yıl sonra "insan, insan için kutsaldır" demiştir. Bu deyiş o günden bu yana Hümanizmin sloganı olagelmiştir.
Stoacılar ayrıca tüm doğal süreçlerin -örneğin hastalık ve ölümün- doğanın müdahale edilemeyen yasalarını izlediğini söylerler. İnsan bu yüzden kaderine boyun eğmeyi öğrenmelidir. Hiçbir şey rastlantıya dayanmaz. Her şey zorunluluktan doğar, kaderden şikâyet etmek hiçbir işe yaramaz, derler. Hayâtın güzel yanları da sakin olarak karşılanmalıdır. Bu noktada Stoacılar, dış özelliklere itibar etmeyen Kiniklerle benzeşirler. Günümüzde de hâlâ duygularına kapılıp gitmeyen birinden bahsederken "Stoacı dinginlik" deyim1 kullanılır.
150
HELENİZM
Epikurosçular
önce gördüğümüz gibi, Sokrates insanın nasıl mutlu bir hayat uyabileceğini sorguluyordu. Kinikler ve Stoacılar Sokrates'in bu oruya cevabını maddi değerlerden uzak durmak şeklinde yorumladılar. Ancak Sokrates'in Aristippos adında bir başka öğrencisi daha vardı ki o, yaşamın amacının mümkün olduğunca çok haz almak olması gerektiğine inanıyordu. "En üstün iyilik nazdır" ve "en büyük kötülük acıdır" diyordu. Böylece her türlü acıdan uzak durmaya yönelik bir yaşama sanatı geliştirmek istiyordu. (Kiniklerin ve Stoacıların amacı acılara dayanmaktı. Bu da acıfardan uzak durmak gibi bir amaçtan oldukça farklıdır.)
İ.Ö. 300 yıllarında Epikuros (341-270) Atina'da bir felsefe okulu kurdu (Epikurosçuluk). Epikuros Aristippos'un hazcı ahlakını geliştirip bunu Demokritos'un atom öğretisiyle birleştirdi.
Epikurosçuların bir bahçede bir araya"geldiği söylenir. Bu yüzden bunlara "bahçe filozofları" da denir. Bahçenin girişinde şu sözlerin yazılı olduğu bir tabela olduğu da söylenir: "Ey yabancı! Burada mutlu olacaksın. Burada haz en üstün iyiliktir."
Epikuros bir eylemin mutlu sonunun başka birtakım yan etkilere yol açıp açmadığını daima değerlendirmek gerektiğini önemle vurgulardı. Tıka basa çikolata yediğin olmuşsa, ne demek istediğimi anlıyorsundur. Yoksa sana şöyle bir ödev vereyim: Biriktirdiğin paraları çıkarıp ikiyüz kronluk çikolata al. (Bu örneği çikolata sevdiğini varsayarak veriyorum.) Ödevi iyice anlaman için çikolataların hepsini bir anda yemen şart. O müthiş çikolataları yedikten yarım saat sonra "yan etki"yle ne demek istediğimi anlarsın sanıyorum.
Epikuros, kısa vadeli bazların daha büyük, daha sürekli ve daha yoğun nazlarla kıyaslanarak değerlendirilmesi gerektiğini de söylerdi. (Örneğin bir yıl her gün çikolata yemek yerine, haftalık harçlığını biriktirip sonunda bir bisiklet alabilir ya da yurt dışında pahalı bir tatil yapabilirsin.) Çünkü hayvanların tersine insanların geleceklerini
151
SOFÎ'NİN DÜNYASI
planlama yeteneği vardır. "Haz çizelgesi" tutma yetenekleri vardır Lezzetli çikolata bir değerdir ama bisiklet ya da İngiltere turu da öy^
Epikuros "haz" ile yalnızca bedensel hazzı, örneğin çikolatayı kastetmez. Dostluk, sanat gibi değerleri de kasteder. Ayrıca yaşan> dan haz almanın ön koşulları, Eski Yunan idealleri olan kendini denetleme, kanaatkârlık ve ruh dinginliğidir. Çünkü arzular denetlen, melidir. Ruh dinginliği de acılara göğüs germemizi kolaylaştırır.
Genellikle dinsel şüpheleri olan kişiler Epikuros'un bahçesine geliyorlardı. Bu bağlamda Demokritos'un atom öğretisi dine ve bâtıl inançlara karşı güçlü bir araç oluşturuyordu. İyi bir hayat sürmek için ölüm korkusunu yenmiş olmak da çok önemliydi. Bu konuda Epikuros Demokritos'un "ruh atomları" öğretisine başvuruyordu. Demokritos'un "ölümden sonra bir hayat yoktur, çünkü insan ölünce 'ruh atomları' dört bir yana dağılır" dediğini hatırlıyorsundur belki.
Epikuros, gayet basit bir şekilde, "ölüm bizi ilgilendirmez," diyordu. "Biz varolduğumuz sürece, ölüm yoktur; ölüm olunca da, biz artık yokuz." (Bu anlamda kimse kendi ölümünden acı çekemez.)
Epikuros kendi kurtuluşçu felsefesini "dört ilaç" adını verdiği şu dört noktada özetledi:
Tanrılardan korkmamız gerekmez. Ölümden kaygı duymamız gerekmez. İyiyi elde etmek kolaydır. Korkunç olana katlanmak kolaydır.
Bu, Yunan felsefesinde felsefenin görevini tıbbın göreviyle karşılaş-tırısın ilk örneği değil. Ve yine burada da amaç, insanı dört önemli ilaç barındıran "felsefi bir seyyar eczane" ile donatmak.
Epikurosçular Stoacıların tersine politika ve toplumsal yaşamla fazla ilgilenmediler. Epikuros'un öğüdü, "gizli yaşa!" idi. Onun "bahçe"sini de günümüzün kolektif yaşama biçimiyle karşılaştırabiliriz belki. Günümüzde de kocaman toplum içinde sığınacak bir ada, bir "liman" arayan çok kimse var.
152
HELENİZM
Epikuros'dan sonra pek çok Epikurosçu kendilerini tek yanlı bir zevk düşkünlüğü yönünde geliştirdiler. Amaç giderek "bu anı ya--aj"ya dönüştü. Günümüzde de "Epikurosçu" sözcüğünün "gününü gün eden insan" anlamında kullanıldığı olur.
Yeni Platonculuk
Kinikler, Stoacılar ve Epikurosçularm köklerinin nasıl Sokrates'e ulaştığını gördük. Bunlar aynı zamanda Herakleitos ve Demokritos gibi Sokrates öncesi filozoflara da yöneldiler. Geç Antik Çağın en önemli felsefi akımlarından biri de, özellikle Platon'un idea öğretisinden esinlenmiştir. Bu yüzden bu akıma Yeni Platonculuk diyoruz. En önemli Yeni Platoncu filozof, İskenderiye'de eğitim gördükten sonra Roma'ya yerleşen Plotinos'dur (yaklaşık olarak 205-270). Plotinos'un yüzyıllardır Yunan felsefesiyle Doğu Gizemciliğinin buluşma noktası olmuş olan İskenderiye kentinden oluşunun altını çizmek gerekir. Plotinos'un Roma'ya beraberinde getirdiği kurtuluş öğretisi, bundan daha sonra geçerli olmaya başlayan Hıristiyanlığa ciddi bir rakip olmuştur. Ancak Yeni Platonculuğun Hıristiyan tanrı-bilimine önemli etkileri de olmuştur.
Platon'un idea öğretisini, onun duyular dünyası ile idealar dünyasını nasıl birbirinden ayırdığını hatırlıyorsundur. Böylelikle insan ruhu ile insan bedenini de birbirinden ayırmış oluyordu. İnsan böylece iki yönlü bir yaratık haline geliyordu: bedenimiz duyular dünyasındaki diğer şeyler gibi toprak ve tozdan oluşuyor, ancak bunun yanında ölümsüz de bir ruh taşıyorduk. Bu fikir Yunanlılar arasında Platon'dan çok önce de yaygındı. Plotinos da Asya'da bulunan benzer görüşleri biliyordu.
Plotinos'a göre dünya iki kutup arasında gerilidir. Bir uçta "Bir" diye adlandırdığı tanrısal ışık yer alır. Plotinos bazen buna "Tanrı" da diyordu. Diğer uçta ise, "Bir"in ışığının hiç mi hiç ulaşmadığı mut-
153
SOFÎ'NİN DÜNYASI
lak karanlık vardır. Plotinos'un burada anlatmak istediği karanlığa aslında varolmadığıdır. Karanlık yalnızca ışığın yokluğudur - evet, varolmayıştır. Varolan tek şey "Tanrı" ya da "Bir"dir. Ancak ışık ya-vaş yavaş nasıl karanlığa doğru yokolursa, tanrısal ışınlar da ancak belli bir yere dek ulaşabilirler.
Plotinos'a göre ruh "Bir"den gelen ışıkla aydınlanmış, kendine özgü bir varoluşu olmayan özdek ise karanlıkta kalmıştır. Doğadaki biçimlerde de "Bir"den solgun izler bulunur.
Geceleyin yanmakta olan büyük bir ateş düşün Sofi! Ateşten etrafa yüzlerce kıvılcım dağılmaktadır. Ateşin etrafı aydınlıktır. Kilometreler ötesinden de zayıf bir ışık görmek mümkün olabilir. Daha da uzaklaşırsak ateş karanlık gecede bir fener kadar cılız bir ışık halinde görünür. Ateşten uzaklaşmaya devam edersek ışık bir süre sonra bize ulaşamaz. Işınlar bir noktada geceye karışır. Ve her yer karanlık olunca hiçbir şey göremeyiz. Artık ne gölgeler, ne çizgiler vardır.
Gerçekliğin böyle bir ateş olduğunu düşün. Yanan şey Tanrı, dışarıdaki karanlık da insan ve hayvanların oluştuğu maddedir. Tan-rı'nın en yakınında tüm yaradılanların ana biçimleri olan mutlak fikirler yer alır. Her şeyin ötesinde insan ruhu "ateşten bir kıvılcım"dır. Ama doğadaki her şeyde de tanrısal ışıktan bir yansıma vardır. Yaşayan her şeyde, evet bir gülde ya da bir çançiçeğinde de Tanrı parıltısı mevcuttur. Yaşayan Tanrı'nın en uzağında da toprak, su ve taş yer alır.
Varolan her şeyde tanrısal bir gizem olduğunu söylemek istiyorum. Ayçiçeğinin, gelinciğin böyle parıldadığını görebiliriz. Bir kelebeğin daldan havalan ışında, bir balığın akvaryumda yüzüşünde, bu sınırsız gizemi biraz daha çok yakalarız. Ancak Tanrı'ya en yakınlaştığımız yer kendi ruhumuzdur. Bu büyük yaşam sırrıyla ancak ruhumuzda birleşiriz. Evet, ender de olsa, kimi zaman bu tanrısal gizemin kendimiz olduğunu hissederiz.
Plotinos'un kullandığı imgeler Platon'un mağara benzetmesini
154
HELENİZM
ndırır: Mağaranın girişine yaklaştıkça varolan her şeyin kökenine daha da yaklaşırız. Ancak Platon'un gerçekliği açık bir şekilde ikiye bölüşünün tersine, Plotinos'un düşüncesinde bir birlik anlayışı egemendir. Her şey birdir, çünkü her şey Tanrı'dır. Platon'un mağarasının en derinindeki gölgelerde bile "Bir"in cılız yansımasını görmek mümkündür.
Plotinos yaşamı boyunca birkaç kez ruhunun Tann'yla bir olduğunu hissetti. Buna gizemli yaşantı diyoruz. Bu tür bir yaşantıyı yaşayan tek kişi Plotinos değildir. Çağlar ve kültürler boyunca pek çok insanın sözettiği bir şeydir bu. Bu anın tasvirinde büyük farklar görü-lebilse de, çoğunda ortak yanlar görebiliriz. Bu ortak noktaların kimine burada değineceğiz.
Gizemcilik
Gizemli yaşantı ile insanın Tanrı'yla ya da "evrensel ruh"la birleşmesini anlıyoruz. Pek çok din Tanrı'yla Tanrı'nın yarattıkları arasında bir uçurum olduğunu vurgular. Ancak Gizemciye göre böyle bir uçurum mevcut değildir. Gizemci "Tanrı'ya ulaşmış" ve "Tanrı'yla birleşmiş" kişidir.
Buradaki ana düşünce, gündelik "ben"in gerçek ben olmadığıdır. Çok kısa süren anlarda daha büyük bir ben ile aynı olduğumuzu duyarız. Bazı Gizemciler buna Tanrı derken, bazıları bunu "evrensel ruh", "Doğa" ya da "evren" diye adlandırır. Tıpkı bir su damlasının denizle buluştuğu an "kendini kaybetmesi" gibi, Gizemci de bu birleşmenin gerçekleştiği an "kendini kaybeder", Tanrı'da yokolur ya da Tanrı'da kaybolur. Hintli bir Gizemci bunu şöyle dile getiriyor: "Ben varken Tanrı yoktu. Şimdi Tanrı var, ben artık yokum." Hıristiyan Gizemci Angelus Silensius (1624-1677) da bu anı şöyle anlatıyor: "Ulaşınca denize, damla, deniz; yükselince Tanrı'ya, ruh, Tanrı olur." x
155
SOFfNlN DÜNYASI
Belki de "kendini kaybetme"nin pek de hoş bir şey olmadığım düşünüyorsundur. Evet Sofi, ne demek istediğini anlıyorum. Ancak kaybettiğin şey kazandıklarının yanında öyle önemsizdir ki! O an o|. duğun görüntünü kaybedersin ama gerçekte bundan çok daha bu. yük bir şey olduğunu anlarsın. Tüm Evren olursun Sofi! Evet, evrensel ruh denen şey sensindir sevgili Sofi! Tanrı sensindir. Sofi Amundsen'i feda etmek zorunda kalsan da, bu "gündelik ben "in zaten bir gün yokolacağmı düşünerek teselli bulabilirsin. Gizemcilere göre senin gerçek Ben'in (ki buna ancak kendini bir yana bırakarak ulaşabilirsin), sonsuza dek yanan müthiş bir ateştir.
Ancak bu gizemsel deneyim çoğu zaman kendiliğinden gerçekleşmez. Gizemci Tanrı'yla buluşmasına "temizliğin ve aydınlanmanın yolundan" gitmelidir. Bu yol mütevazı bir yaşam tarzından ve değişik meditasyon yöntemlerinden oluşur. Amacına ulaşan Gizemci haykırır: "Ben Tanrı'yım" ya da "Ben Sen'im".
Gizemci öğelere tüm büyük dünya dinlerinde rastlanır. Ve Gizemcilerin gizemsel yaşantı hakkındaki tasvirleri, kültürel farkları aşarak büyük benzerlikler gösterir. Ancak Gizemci yaşadıklarının dinsel ya da felsefi yorumunu yapmaya başladığında kişinin kültürel temeli kendini gösterir.
Batı Mistisizminde -yani Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta- Gizemci, karşılaştığı Tanrı'nın kişisel bir Tanrı olduğunu vurgular. Tanrı doğada ve insanın ruhunda bulunmakla beraber, dünyanın çok üstündedir de. Doğu Mistisizminde -yani Hinduizm, Budizm ve Çin dininde- ise Gizemcinin Tanrı'yla ya da "evrensel ruh"la tam bir birleşme gerçekleştirdiğini vurgulamak yaygındır. "Ben evrensel ruhum," der Gizemci ya da "ben Tanrı'yım". Çünkü Tanrı dünyadadır ve başka bir yerde değildir.
Özellikle Hindistan'da Platon döneminin çok daha öncelerinde de Gizemcilik varolmuştur. Hinduizm fikirlerini Batı'ya getirenlerden biri olan Sıvam; Vivekananda bir keresinde şöyle demiştir:
156
HELENİZM
"Dünyadaki bazı dinlerin, kendinin dışında kişisel bir Tanrı'ya inanmayanlara ateist demesi gibi, biz de kendine inanmayana ateist diyoruz. Ateist diye biz, kendi ruhunun yüceliğine inanmayana diyoruz."
Gizemsel bir deneyimin etik üzerinde de etkisi olur. Hindistan'ın eski devlet başkanlarından Radhakrishnan bir keresinde şöyle söylüyor: "Yanındakini kendin gibi seveceksin, çünkü sen o'sun. Seni ya-nındakinin senden başka biri olduğuna inandıran şey, bir yanılsamadan başka bir şey değildir."
Çağımızda hiçbir dine ait olmayan insanlardan da gizemsel deneyimlerden bahsedenleri çıkmaktadır. Bunlar kendi deyimleriyle aniden "kozmik bilinç" ya da "okyanus hissi" yaşamışlardır. Zamanın dışına çıkıp dünyayı "sonsuzluğun bakış açısından" gördüklerini hissetmişlerdir.
Sofi yatağında doğruldu. Hâlâ bir vücudu olup olmadığını kontrol etmeliydi...
Plotinos ve Gizemcileri okudukça yavaş yavaş odada dönmeye başlamış, pencereden çıkıp şehrin üzerinde uçmuştu. Şehrin meydanındaki insanları seyretmiş, sonra yaşadığı yeryüzünün üzerinde dolanıp Kuzey Denizi ile Avrupa'dan, aşağıda Sahra ile Afrika'nın geniş steplerinden geçmişti.
Tüm yeryüzü tek bir yaşayan canlı, bu tek canlı da Sofî'nin kendisi olmuştu. Dünya benim, diye düşündü Sofi. Ona çoğu zaman sınırsız gelen ve korku veren koca evren onun kendi beninden başka bir şey değildi. Evren yine büyük, yine haşmetliydi ama bu kadar büyük olan ta kendisiydi.
Bu ilginç duygu çabucak yokoldu ama Sofi bu duyguyu asla unutmayacağından emindi. Tıpkı bir damla renkli boyanın tüm bir sürahi dolusu suya renk vermesi gibi, içindeki bir şey a'nından dışarı fırlayıp diğer her şeyle birleşmişti sanki.
157
SOFİ'NİN DÜNYASI
Şimdi her şey olup bittikten sonrası, tuhaf bir rüyadan baş ağrısıyla uyanmak gibi bir şeydi. Sofi biraz hayal kırıklığı duyarak vücudunun yataktan kalkışını izledi. Alberto Knox'dau gelen bu kâğıtları yüzüstü yatıp okumaktan beli agnmışü ama hiç unutmayacağı şeyler yaşamıştı.
Sonunda yerde durmayı başardı. Burada kâğıtlan delip dosyasındaki diğer konuların yanına koydu. Sonra bahçeye çıktı.
Kuşlar dünya o an yaratılmış gibi cıvıldaşıyorlardı. Eski tavşan kümeslerinin ardındaki huş ağaçlan açık yeşil renkleriyle öyle parlaktılar ki, sanki yaratan henüz bunlan boyamayı bitirmemişti.
Her şeyin tannsal bir ben olduğuna inanabilir miydi gerçekten? "Ateşten bir kıvılcım" olan bir ruh taşıdığına inanabilir miydi? Eğer böyleyse, kendisi de tannsal bir yaratık olmuş oluyordu.
158
KARTPOSTALLAR
.kendi kendime güçlü bir sansür uyguluyorum...
Felsefe öğretmeninden birkaç gündür mektup gelmiyordu, perşembe günü 17 Mayıs, bayramdı ve okul 18!inde de tatildi. 16 Mayıs Çarşamba günü okuldan eve dönerlerken Sofi aniden:
- Çadmmızla kısa bir tatil yapalım mı? diye Jorün'e sordu. Jorün teklifi kabul etti.
- Olur.
Birkaç saat sonra, Jorün sırtında koca sırt çantasıyla Sofilere gelmişti bile. Sofi de çantasını hazırlamıştı. Sofi'nin çadm-nı alacaklardı. Bundan başka yanlarına uyku tulumu, kalın giysiler, altlarına koymak için mat, cep feneri, termos dolusu çay ve bir sürü nefis yiyecek şey alıyorlardı.
Annesi saat 5 sıralarında eve geldiğinde, onlara ne yapıp ne yapmamalan gerektiğine dair bir sürü talimat verdi. Nerede kamp kuracaklannı da bilmek istiyordu.
Çalıhorozu Tepesi'nde kamp kuracaklannı söylediler. Belki sabaha çalı horozlarının çiftleşme seslerini duyarlardı.
Sofi'nin kampı burada kurmak istemesinin ardında yatan başka bir neden daha vardı. Hatırladığına göre Çalıhorozu Tepesi Binbaşının Evi'ne oldukça yakındı. Sofi'yi yine buraya çeken bir şeyler vardı, ancak bir daha buraya tek başına gidemeyeceğinin de farkında olduğu için Jorün'le beraber olmak işine geliyordu.
Sofilerin evinin hemen önündeki küçük patikadan aşağı doğru yürümeye koyuldular. Bir yandan da ordan burdan soh-
159
SOFfNÎN DÜNYASI
bet ediyorlardı. Felsefeden böyle biraz uzaklaşmak Sofi'nin hoşuna gitmişti.
Saat sekiz sıralarında Çalıhorozu Tepesi'ndeki açık bir düzlükte çadırlarım kurmuşlardı bile. Gece için hazırlıklarını yapmış, uyku tulumlarını sermişlerdi. Koca sandviçlerini yer-lerken Sofi sordu:
- Hiç Binbaşının Evi diye bir yer duydun mu?
- Binbaşının Evi mi?
- Ormanda bir yerlerde, küçük bir gölün yanında bir kulu-be var. Bir zamanlar tuhaf bir binbaşı yaşadığı için buraya Binbaşının Evi deniyor.
- Peki şimdi içinde kimse yaşıyor mu?
- Gidip bakalım mı?
- Peki ama nerede bu kulübe?
Sofi eliyle ağaçların arasını gösterdi.
Jorün biraz isteksiz olsa da sonunda yola düştüler. Güneş gökyüzünde iyice alçalmıştı.
Önce çam ağaçlarının, sonra çalıların arasından geçtiler ve sonunda bir patikaya ulaştılar. Pazar sabahı Sofi'nin izlediği patika bu muydu acaba?
Evet, evet... yolun sağında parlayan bir şey görebiliyordu
yine.
- Buradan, dedi Sofi.
Çok geçmeden küçük gölün kıyısına vardılar. Sofi kulübenin olduğu yere bir göz attı. Pencerelerin panjurları örtülüydü. Kırmızı kulübe şimdiye kadar gördüğü en terkedilmiş ev görüntüsünü veriyordu.
Jorün etrafına bakınıp:
- Gölün üzerinden yürüyerek mi geçeceğiz? diye sordu.
- Hayır, kürek çekerek... diye yariıtladı Sofi ve eliyle aşağıyı, gölün kıyısında durmakta olan sandalı gösterdi.
- Sen daha önce gelmiş olmalısın buraya!
160
KARTPOSTALLAR
Sofi hayır anlamında başını salladı. Arkadaşına daha ön-ki ziyaretinden sözedemezdi. Çünkü o zaman Alberto Knox felsefe kursundan da bahsetmesi gerekirdi.
Gölün üzerinde şakalaşıp gülüşerek kürek çektiler. Kıyıya
ardıklarında sandalı iyice çekmeye özen gösterdi Sofi. Çok
çmeden kulübenin kapısının önündeydiler. Evde kimsenin
olmadığı belliydi. Jorün kapının tokmağını döndürüp açmaya
çalıştı- Açılmayınca:
- Kapalı... Açık olacağını ummuyordun herhalde, dedi.
- Belki anahtar buralarda bir yerdedir, diye yanıtladı Sofi ve kulübenin temelindeki taşların arasında anahtar aramaya koyuldu.
Birkaç dakika sonra Jorün:
- Üff... dedi, hadi artık çadıra dönelim.
Ama Sofi sevinçle bağırmaya başlamıştı o an:
- Buldum, buldum!
Zaferle elindeki anahtarı gösteriyordu. Anahtarı kilide sokunca kapı açıldı.
Sofi ile arkadaşı yasadışı insanların yaptığı gibi gizlice içeriye süzüldüler. Kulübe soğuk ve karanlıktı.
- Hiçbir şey görülmüyor ki! dedi Jorün.
Ama Sofi her şeyi düşünmüştü. Cebinden kibrit kutusunu çıkarıp bir kibrit yaktı. Kibritin alevi ancak odanın tamamen boş olduğunu görmelerine yetti. İkinci kibritin alevi şöminenin üzerindeki dövme demirden şamdanı ve şamdanın üzerindeki küçük mumu aydınlattı. Üçüncü kibritle mumu yakınca oda aydınlandı.
- Bu kadar küçük bir ışığın böyle büyük bir karanlığı aydın-'atması ne kadar ilginç değil mi, dedi Sofi.
Arkadaşı başını salladı.
- Ama ışık bir yerde yokolur, diye devam etti Sofi. Aslında aranhk diye bir şey yoktur. Sadece ışığın yokluğu diye bir şey
161
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
vardır.
- Üff... ne acayip şeyler söylüyorsun. Gel hadi, gidelim!
- Önce bir aynaya bakalım.
Sofi hâlâ komodinin üzerinde asılı durmakta olan pirim aynayı gösterdi.
- Ne kadar güzel!
- Evet ama sihirli bir ayna bu!
- "Ayna ayna söyle bana! Dünyanın en güzeli kim?"
- Dalga geçmiyorum Jorün. Bu aynanın içinden bakıp ay. nanın öte yanındaki şeyleri görmek mümkün.
- Daha önce buraya hiç gelmediğini söylememiş miydin? Hem niye beni korkutmaktan böyle çok zevk alıyorsun?
Sofi'nin bu soruya verecek cevabı yoktu.
- Özür dilerim!
Bu kez de bir anda yerde köşede bir şey gören Jorün oldu, Küçük bir kutuydu bu. Jorün kutuyu yerden kaldırdı.
- Kartpostallar, dedi. Sofi içini çekti.
- Dokunma onlara! Duyuyor musun, bırak onları! Jorün korkuyla, yanan bir şeyi tutamayan biri gibi elindeki
kutuyu yere attı. Kartlar yere dağıldı. Birkaç saniye sonra gülmeye başladı.
- Yalnızca kartpostal bunlar!
Jorün yere oturup kartlara bakmaya başladı. Birazdan Sofi de yanına oturdu.
- Lübnan... Lübnan... Lübnan... Bütün kartlar Lübnan'dan yollanmış, diye tespitte bulundu Jorün.
- Biliyorum, dedi Sofi ağlamaklı bir sesle.
- O zaman sen buraya geldin daha önceden!
- Tamam, geldim işte. Geldim!
Sofi bir anda buraya daha önce gelmiş olduğunu kab* ederse her şeyin çok daha kolaylaşacağını anladı. Hem ^
162
KARTPOSTALLAR
aünlerde yaşadıklarından birazını en yakın arkadaşına anlat-maktan ne çıkardı ki!
- Buraya gelmeden önce söylemek istememiştim. Jorün kartları okumaya başlamıştı.
- Hepsi Hilde Möller Knag diye birine yollanmış. Sofi hâlâ kartları eline almamıştı.

Yüklə 2,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin