İktidar, Doğru Değer İlişkisi
2010 yapımı “Dogteeth” filmi iktidarın değer yargılarımızı nasıl kontrol ettiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Film, çocuklarını birer köpek gibi yetiştiren anne babanın, çocuklarına dış gerçekliği “evin dışını” çarpıtarak anlattığı bir eğitimle açılır. Radyoda bazı kelimeler ve anlamları çocuklara dikte edilmektedir. “Yol: Üzerine çiçek koymaya yarayan bir alettir.” Aile çocuklarının aileden kopuşunu engellemek için bazı kavramları değiştirmektedir. Aileyi devletin bir alegorisi olarak düşünürsek özünde “doğrulanmış” olarak kabul ettiğimiz şeylerin aslında bize “doğru” olarak öğretilen değerler olduğunun farkına varabiliriz.
Albert Camus’un ontolojik açıdan büyük bir öneme sahip olan Yabancı isimli romanı, Mersault isimli birinin tanımadığı bir Arap’ı öldürmesini ve bunun akabinde cezalandırılmasını anlatır. Mahkemede Mersault savunmasını yaparken “annesinin ölümünden hiç etkilenmediğini söyler”. Bu noktada değerlerin sınıflandırılmasını yapacak olan yargı makamı “öldürme / ölme” eylemlerinin kültürel bir ikilemine düşmüştür. Mersault, Arap’ı öldürdüğü için değil, annesinin ölümüne üzülmediği için cezalandırılmıştır. Tekil bir kavram olan “öldürme” eylemi dünyanın her yerinde salt olarak düşünüldüğünde yapılması yanlış olan bir eylemdir. Ancak dönemin Fransa’sında bir Arap’ı öldürmek Cezayir soykırımı düşünülürse, annemizin ölümüne üzülmemekten daha hafif bir “kötülüktür”. Öldürme işlevi toplumun bazı değer yargılarınca meşrulaştırılmış, öldürmenin “gerçekliği” iktidar yararınca işlenmiştir.
İktidarın kültürel değerleri ve geleneği başıboş bırakmaması da bu noktada açığa çıkmaktadır. Geleneksel değerler, sosyal tutumlar bir iktidarın devamlılığı açısından sırtını yaslaması şart olan kavramlardır. Bu toplumsal ve kültürel değerler, çağlarca farklı iktidar kavramlarıyla kontrol altında tutulmuş, yeri geldiğinde değiştirilmiştir. Foucault Ciinselliğin Tarihi’nde Viktoryen dönem öncesi ve sonrası cinsel ilişkinin –ki cinsellik kavramı da geleneksel bir kökene dayanır- iktidar kavramlarıyla nasıl ilişkili bir yapıda olduğunu anlatmıştır. Ona göre iktidar, cinselliği bireyin enerjisini kontrol altında tutabilmek için devlet tarafından kontrol altına alınmış genelevlere ya da salt ailevi mahremiyeti olan yatak odalarına kapatmıştır. Modern devlet anlayışında cinselliğin böylesine bir tabu olarak kalması, yaratılmış toplumsal değerlerin sonucudur. Toplum, (günümüzde din, ahlâk ve eğitim öğretileri tarafından) iktidarca cinselliğin mahrem bir kavram olduğuna inandırılmıştır. Hatta öyle ki, ataerkil bir yapının egemen olduğu modern devlette, hemcinsler arası cinsellik hastalık olarak kabul edilmiş, toplumsal değerlerce bir erkeğin erkekle, bir kadının kadınla beraber olması bize öğretilen cinsel standartların dışında bırakılmıştır.
Yine iktidar ekseninde değerlendirilmesi gereken bir diğer disiplin de dindir. İnsanlığın varoluşundan bugüne kendisine bir şeylerin standardını koyduğuna inandığı bir “”Tanrı anlayışı” doğruluk / yanlışlık değerleri açısından bireyi ve toplumu şekillendiren bir kavramdır. İlk çağlardaki paganlardan, çok tanrıcılık döneminden, bugünkü kitaplı dinlere kadar değişen tanrı kavramlarının tamamında toplumu tek bir doğruya endeksleyici belli başlı normlar, değişmez değerler vardır. Kitaplar ya da metafizik öğeler tarafından bize aktarılan bilgiler, inanmak zorunda olduğunuz, değiştirilmesi mümkün olmayan değerlerdir. Dinin kendi değer yargılarını ve bu yargıların toplum tarafından kabulünü zorlaması, cezalandırıcı bir iktidar mekanizmasıyla mümkündür. Bu iktidar mekanizması tanrı normlarıyla bütün topluma sentezlenmiştir. Hallac-ı Mansur’un “En-el Hak” anlayışı dönemin toplumsal değerleriyle zıt düşmüş ve “doğruluğu su götürmeyen“ değerlerle cezalandırılmıştır.
B.1) İktidar’ın Değerini Dilde Meşrulaştırması
Nietzsche iyi ve kötü kelimelerinin birçok dildeki karşılığında yaptığı etimolojik bir araştırma sonucu iyinin “yüce, soylu” kelimeleriyle, kötünün de “plep, köle” kelimeleriyle aynı kökten geldiğini iddia etmiştir. Bu değerlerin iyi ve kötü olarak sınıflandırılması esnasında, toplumun eylemlerinin de ekonomik sınıflandırmaya tabi tutulduğunu göstermektedir. Yüzyıllardır dünyanın çok büyük bir kesiminde egemenliği ve iktidarı elinde tutan hakim sınıf (soylu, yüce sınıf) kendi eylemlerini “iyi” olarak sınıflandırmış ve iktidar mekanizmasının bütün hareketlerini soyluluğundan türeyen bir “iyilik” kavramıyla meşrulaştırmıştır. Dolayısıyla iktidar mekanizmasına karşı gelişen (burada iktidar mekanizması, geçici egemen sınıf değil; direkt olarak devlet us kavramlarıdır) bütün karşı eylemler bu sınıfın “aşağı”lığından doğan bir “kötü”lüğün sonucudur.
B 2) İktidar Kavramının Evrensen Bir “Estetik” Yaratması
İnsanlık, gerçekliği elinde tutmak, saklamak ve yeri geldiğinde tekrar kullanmak istemektedir. Bunun sonucu olarak sanat ve teknoloji kavramları oluşmuştur. Suut Kemal Yetkin sanatı tanımlarken şu açıklamayı yapıyor : “İnsan gerçeklik kaygısını, kendi değer yargıları ile sentezler ve estetik bir zevk oluşturur.” Öyleyse sanatın, toplumun ve bireyin değer yargılarından yola çıkarak oluştuğunu söyleyebiliriz. Peki bir sanat eserinin “estetik” bir zevk uyandırması da bireyin –sanat eserini gören, duyan, okuyan- değer yargılarının bir sonucu mudur, yoksa iktidarca öğretilmiş olan değerlere sanat eserinin uygun düşmesi sonucunda mı oluşmaktadır? Radikal sanat anlayışları bir kenara koyulursa, benimsenmiş ve kabul görmüş olan sanat anlayışlarının yarattığı estetik zevk aslında, iktidarın topluma dayattığı “doğrulanmış” değerlerin bir sonucudur.
İktidar tarafından kabul edilen modern sanat, gerçekliğin direkt olarak esere yansıtılmasından çok, bireydeki “öğretilmiş değerler”ce hissedilmesini ister. Bireyin bir tablo karşısında durup tabloyu seyretmesi, ondaki estetik zevki uyandırmalı ve bu estetik zevk, toplumsal değerlerle birliktelik sağlamalıdır. Bu durum bazı disiplinlerde iktidarın, sanat eserinin içine girmesine dek varabilir. Heidegger, inşa edilmiş bir tapınağın iktidar mekanizmasının varlığını ispata yönelik olduğunu savunur. Ona göre bireyin tapınağa karşı oluşturduğu estetik zevk aslında olagelen değerlere karşı duyduğu zevktir. Tapınak, ilahi bir formun belki kendisini değil ama o formun varolduğunu ve var olacağını simgelemektedir. Birey tapınağı görüp, tapınaktan estetik bir zevk aldığında, aslında tapınağın soyut dizaynında yer alan ilahi iktidar mekanizmasının farkına varmaktadır.
Adorno, “Kültür Endüstrisi” olarak adlandırdığı teknoloji ve sanat birlikteliğinin, sanatın amacını ve ve işlevini çarpıttığını savunur. Gelişen çoğaltım ve dağıtım teknolojileri, estetik zevkin evrimleşmesine ve tekilleştirilmesine sebep olmuştur. Sanat eserinin içinde var olan değer yargıları, bu teknolojiyle beraber kaybolmuş ve sadece estetik bir metaya dönüşmüştür.
Eagleton “Sanat eseri anlatılma ihtiyacı hissetmez” der. Günümüz sanatında ise tam tersine bir durum söz konusudur. Örnek vermek gerekirse Picasso’nun “Guernica” adlı tablosunu görmeden önce o tablonun İspanya İç Savaşı’nı anlattığını bilmek isteriz. Bu bilme istenci, bizdeki değer yargılarının iktidar ekseninde şekillenmesine neden olur ve biz o tabloyu bir sanat eserinden çok bize öğretilen değerlerle “tarihsel bir meta” olarak değerlendiririz.
Sanat eserinde meydana gelen estetiğin iktidarca yöneltildiğinin ve iktidarın değerlerince şekillendiğinin farkına varan Dada akımı, sanatın salt bireysel duyguların tasviri şeklinde olması gerektiğini savunmuştur. Onlara göre bir sanat eserinden toplumsal bir yargı çıkarmamak gerekir çünkü; çıkarılacak her yargı bize öğretilen değerlerin bir bütünüdür. Bu yüzden Marcel Duchamp açtığı resim sergisinde üzerinde “DADA” yazılı bir pisuarı sanat eseridir diyerek sergilemiştir. Onlar için bir sanat eserine baktığımızda görmemiz gereken şey “sadece sanat eserinin kendisidir.” Aksi durum, estetik değerlerce yönetilmiş estetik kavramını doğuracak ve iktidar doğruları, sanat eserinin estetiğini belirleyecektir.
Sonuç olarak iktidar kendi sanat anlayışını, kendi yarattığı sanatsal değerlerle belirler. Toplumsal öğretilere uygun düşen, özünde iktidarın simgesel bir ifadesini barındıran sanat eseri “estetik” açıdan olumlanmıştır.
-
Toplumsal Değerlerin Evrensel Sonucu Olarak Eylem
“Sentetik kavramlar dünyasında yaşıyoruz” diyor Slavoj Žižek . “Hiçbir kavram özüyle temellendirilmiş değil ve hepsi farklı mekanizmalarca kumanda ediliyor.”
Dünyanın her yerinde devinim olarak farklılık gösteren eylemlerin kavramlaştırılması, özünde tek bir iktidar mekanizmasının öğretilen doğrularınca açıklanabiliyor. Devletler özneleştiriliyor ve bireyin ahlâksal tutumları devlet mekanizmasının tekelinde değerlendiriliyor. Adalet, hukuk, savaş, barış vs. tüm bunlar iktidar mekanizmalarınca, kendi eylemlerine paralel olarak şekil değiştiriyor. Kavramsal olarak herkes tarafından yanlış bulunabilen bir kavram, senaryonun içinde mutlak gerekli kılınabiliyor. Erke ve yüceye yöneltilen eylem “aşağı”dan geldiği için eylemin kavramsal doğruluğuna bakılmaksızın yanlışlanabiliyor ya da bunun tam zıddı iktidarca “yüce”den çıkan bir eylem, kavramsal anlamının dışında tutulup doğrulanabiliyor.
Nihayetinde, ortak bir eyleme ya da düşünce bütünlüğüne bağlı olmayan tüm değerler, “evrensel” bir amaca hizmet ediyor. Yaratılmış olan tüm yasalar, iktidarın gerekliliğini ve devamlılığını sağlıyor. Evrensel bir değerler bütünü vardır diyemeyiz belki ama; toplumsal normların, iktidarca hazırlanmış kavramların tamamı, evrensel bir amaca hizmet etmektedir. Chuck Palahniuk’un dediği gibi “Bize öğretilen şeyleri yaşıyoruz. İnanmadığımız şey bile, inanmamızı istemedikleri şey.”
Mistral CONTRASTİN
Koç Özel Lisesi İSTANBUL
Derecesi : 10
“Eğitimin bir insan hakkı olduğu savının iki sonucu vardır. Birincisi : Haktan vazgeçilmesi düşünülemez. Dolayısıyla, kişilerin ‘Ben eğitilmek istemiyorum.’ Demesi söz konusu olamaz. İkincisi : Siyasal birlik, yani devlet, tüm bireylerinin eğitim hakkından yararlanmasını sağlamalıdır. Bireyler için hak olan şey, devlet için görevdir.”
Ömer Naci Soykan, “Özgür Eğitim”, Küreselleşme Sürecinde Eğitim Sorunlarının Felsefi Boyutu Sempozyumu, 2009, s.296
TOPLUMSAL EĞİTİMİN YANLIŞLIĞI ÜZERİNE
Eğitim, bilgi kavramı ve bilmek eylemini birleşimidir. Bir insanın eğitimi, onun kendisi veya başkası tarafından herhangi bir bilgiyi bilmesinin sağlanması olayıdır. Toplumsal eğitim ise bilginin seçilmiş bir bölümünün bireye onu toplumsallaştırmak adına anlatılması durumudur. Eğitimin önemini ve toplumsal eğitimin yanlışlığını anlamak için bilginin doğasını, bilmek eylemini ve devletin işlevini anlamak gerekir. Dikkat edilmesi gereken husus şudur ki “Bilgi nedir ?” sorusu epistemolojik bir soruyken; bilmek eylemi, varoluşsal bir sorudur. İşte bu varoluşsal sorun, toplumsal eğitimin neden yanlış olduğunu ortaya koyar.
“Bilgi nedir?” sorusunun cevabı basittir; çünkü bilgi her şeydir. Daha spesifik olmak gerekirse bilgi, fiziksel olan her şey ve bu fiziksel şeylerin zihindeki uzantılarıdır. Mesela birer varlık olarak at ve kuş bilgidirler. Öte yandan kanatları olan bir at az önceki iki varlığın zihinsel bir uzantısıdır ve o da bir bilgidir. Yeni zihinde ya da evrende var olabilen her şey bilinebilir. Bilmek eylemi ise varlığın çevresel bilgiyi ve bu bilgilerin zihinsel uzantılarını içselleştirmesidir. Dolayısıyla insanın kanatları olan bir atı bilinçli olarak düşünmesi, rüyasında bilinçaltı tarafından algılanıp ortaya çıkması ya da bir başkasının uçan atı başka bir insanın bilincine ya da bilinçaltına aktarması eğitimdir. Uçan at örneğini tesadüfen vermedim. Vermemin sebebi günlük kullanımdaki eğitimde uçan at öğretmenin bir yeri olmamasıdır. Bunun sebebi bir anlam taratmasıdır. Çünkü eğitim olarak bahsedilen şey okullarda ya da mesleklerin icra edildiği yerlerde gerçekleşen toplumsal eğitimdir. Toplumsal eğitimin temel özelliği verilen bilgilerin belli amaçlara yönelik olarak seçilmesidir. Mesela bu seçim Türkiye’de Türk tarih ve kimliğinin derslerde öğrencilere verilip Kuzey Avrupa mitolojisinin verilmemesi yönündedir. Çünkü Türk kimliği oluşturmak bireyselliğin yerini toplumsallıkla doldurma açısından daha etkilidir.
Toplumsal eğitim oluşturulurken yapılan seçimler devlet eliyle genel olarak politik merkezli olur. Dolayısıyla devletin bu süreçteki rolünü anlamak önemlidir. Devletin günümüzdeki hali Hegel’in devlet görüşüyle paraleldir. Hegel der ki; “devlet bireyin refahıdır, düşünen toplumsal ve rasyonal karar mekanizmasıdır”. Bu tanımın günümüzdeki izdüşümü “devlet bizim babamızdır” metaforudur. Bu yaklaşımda çelişkili olan kısım bireyin refahını toplumsal olarak düşünmektir. İnsanlar bir birey olarak var olurlarsa hepsinin görüş ve istekleri farklılaşır, dolayısıyla nicel bireylerin toplamı olan nitel toplum tatmin edilemez. Bu durumda devlet mekanizması varoluş amacını gerçekleştiremez, çünkü refah sağlayamaz. Bunun çözümü olaraksa, bireysel insanları toplumsal insanlara dönüştürmektir. Bu ise toplumsal eğitim yoluyla yapılır. Ortak ve temel değerler insanlara verilerek zaman içinde tektipleştirilirler. Böylelikle demin bahsettiğim nitel toplumun ihtiyaçları çok daha büyük ölçüde karşılanabilir. Bunun sonucunda ise toplumsal refah daha yüksek seviyede sağlanır ve devlet fonksiyonu yerine getirilir. Toplumsallık adına toplumsal değerlerin oluşturulmasına bir örnek Türkiye Cumhuriyeti’nin daha en başında Türk tarih ve dil kurumlarının kurulmasıdır. Bu kurumlar ortak bir dil ve ortak bir tarih derleyerek toplumsal değerler oluşturur ve toplumun üyelerini birbirlerine yaklaştırır. Dolayısıyla bu insanlar devletin gözünde daha tahmin edilebilir olurlar. Bu son derece pragmatik bir yaklaşımdır. Bu sebeple ülkelerin ulusal tarih dersleri birbirleriyle güçlü çelişkiler içerir. Deyişte de söylendiği gibi aslanlar kendi tarihçilerini yetiştirene kadar tarih avcıların zaferlerini kutsayacaktır. Sonuç olarak devlet toplumu kontrol edip tahmin edilebiliri yapmak adına toplumsal eğitim, eğitimin genel anlamının yerini alır ve bu da devletin seçtiği bilgilerin daha önemli gibi görünmesini sağlar.
Bahsettiğim devlet desteğinin en belirgin olarak ortaya çıktığı argüman eğitimin (kastedilen toplumsal eğitim) bir hak olduğu ve dolayısıyla vazgeçilemeyeceği ve devletin bunu her durumda sağlaması gereğidir. İlk bakışta mantıklı görünen bu nokta aslında, büyük bir hata içerir. O da hak kavramının temel olup olmamasıdır. Temel hak kavramı en açık şekilde Thomas Hobbes’un “Leviathan” adlı kitabında kendini gösterir. Hobbes’un “doğal hal” (ya da anarşi hali) dediği durumda otorite merkezli yani denetleme mekanizması yoktur. Bu durumda “herkes herkese karşı savaş içindedir” der. Böyle bir durumda insan sadece varlığını devam ettirmeye yönelir ve bu uğurda her şeyden vazgeçebilir. Dolayısıyla hayat diğer her şeyin önüne geçer. Bu da vazgeçilemez hakkın yaşama hakkı olduğunu ortaya koyar. Aynı argüman yakın tarihte Batı Varoluşçuluğunda kendini “varlık özden önce gelir” argümanıyla gösterir. Ölüm durumunda öz önemini yitirir ve bütün erekler varlığın devam edilmesi yönündedir. Bu da gösterir ki toplumsal eğitim vazgeçilmez bir hak değildir çünkü tek temel hak olan yaşama hakkı değildir. Öte yandan argümanın diğer bir yanlışlığı, var olmanın düşünmek ve düşünmenin de eğitim gerçekleştirmek olduğunu göz ardı etmesidir. İnsan istemezse bile düşünür. Dolayısıyla kendini eğitmek durumundadır. Yani devletin tek görevi bireyin varlığını devam ettirmesini sağlamaktır. Halbuki “eğitim (toplumsal eğitim) vazgeçilmez haktır” argümanı sadece devlet doktrinasyonunun uygulanmak istendiğini vurgular.
Şu ana kadar ortaya koyduğum yanlışlar pragmatik bir etik anlayışı öne sürülerek haklı gösterilmeye çalışılabilir. Fakat toplumsal eğitim pragmatik olarak bile yanlıştır, çünkü fayda sağlamaktan çok zarar verir. Bu zarar varoluşçuluğun önemli temsilcilerinden J.P. Sartre tarafından ortaya konur. Sartre’ın tezi, insanın seçim yapabildiği doğrultuda var olduğudur. Özgürce seçim yapan insan, kendi deneyimleri doğrultusunda farklılaşır ve bir birey olur. Birey olup kendi seçimlerini yapabilenler ise tam anlamıyla var olabilirler. Devlet ise bunun tersini toplumsal eğitimle yapar. Bireylerin hayatlarının büyük bölümünde daha irdeleme yeteneği gelişmemişken değerler verir, böylelikle deneyimlerini toplumun diğer bireylerinin deneyimleriyle yakınlaştırır. Bu da farklılaşmayı engeller. Dolayısıyla insanlar benzer konulara benzer tepkiler gösterip benzer seçimler yaparlar. Fakat bu seçimlerin temelindeki kavramlar devlet tarafından verilmiştir. Yani bireyler seçimsizliğe yönlendirilmiştir. Bu da varoluşçu felsefenin de belirttiği gibi birey olmamaya, sadece toplumsal bir tip olmaya yol açar. Sonuç olarak devlet pragmatik bir şekilde bireyin refahını sağlamaya çalışırken onun varoluşunu kısıtlar. Bu kısıtlama durumu insanın düşünsel hayatını da kısıtlar. Bu da demektir ki, gerçek eğitimini gerçekleştiremez çünkü olaylara olan yaklaşımı bir başkası tarafından üretilmiştir. Dolayısıyla insan birey olamaz ve düşünemediği için var olamaz.
George Orwell “1984” adlı eserinde “cehalet mutluluktur” der. Bu cümle kitaptaki totaliter partinin propagandasını göstermek için kullanılmıştır. Fakat benim tezime göre eğer cehalet toplumsal eğitimi özümsememek ise o zaman gerçekten cehalet mutluluktur. Çünkü toplumsal eğitimin yokluğu peşinde, farklılaşmayı ve birey olmayı getirir ve bu da insanın var olabilmesini sağlar. Özgür şekilde var olmak ise gerçek mutluluktur. Sonuç olarak toplumsal eğitim ne bir haktır ne de toplumun parçası olmalıdır. Eğer ki toplumsal eğitimden kurtulmuş bireylerin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşayabilirsek o zaman bir ütopyaya ulaşabiliriz.
Dostları ilə paylaş: |