Kader beni, iki Alman devletinin tam sınırları üzerinde bir ka­sabada, Braunau am Inn'de dünyaya getirdi. Alman olan Avusturya, büyük Alman vatanına tekrar dönmelidir



Yüklə 1,96 Mb.
səhifə4/51
tarix28.10.2017
ölçüsü1,96 Mb.
#18647
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   51

Nihayet on dört on beş yaşıma geldiğimde siyasetten bahsedil­diği sıralarda Yahudi kelimesini duymaya başladım. Bu sözler ben de az da olsa bir itiraz etme duygusu uyandırıyordu. Mezhepler do­layısıyla çıkan kavga ve çekişmeleri gördüğüm vakit içimde nahoş hisler kabarıyordu. Bu hal de, beni bu hususta bazı itirazlara zorlu­yordu. Linz'deki Yahudi sayısı azdı ve Avrupalılaşmalardı. Onları Alman zannediyordum. Bu kanaatin manasızlığını idrak edemiyor­dum. Almanla Yahudi arasındaki farkın sadece dinler arasında oldu­ğunu zannediyordum. Hatta sürekli zulümlere hedef olmalarını, din (arkına veriyor ve bu yüzden de kendilerine antipati beslemiyor­dum.

işte kafam bu düşüncelerle dolu olarak Viyana'ya geldim. Mi­mari alandaki kabiliyetimin bolluğu içine daldığım ve kendi mu­kadderatımın ağırlığı altında ezildiğim için, ilk günler büyük şehrin nüfusunu teşkil eden çeşitli zümreler hakkında gözüme hiçbir şey takılmadı. O günlerde Viyana'da iki milyon kişi yaşıyordu ve bu nü­fusun iki yüz bini Yahudi idi. işte ben bunun farkında değildim. İlk günlerde gözlemlerim ve düşüncelerim, yeni değer ve fikirlerin gi­riştikleri hücuma pek o kadar karşı koyacak kuvvette değildi. Niha­yet içimde ağır ağır sükûnet ortaya çıkmaya başladığı ve bu hum­malı hayaller açıklığa kavuştuğu sıralarda, Yahudi meselesi ile burun buruna geldiğim an ki, etrafımı çepeçevre saran dünyaya çok daha dikkatli bakmaya başladım.

Yahudi meselesi ile karşılaşmamdaki şekil bana pek hoş gelme­di. Ben o sıralarda Yahudi'yi sadece başka bir dine mensup bir kim­se olarak kabul ediyordum. Dini çekişmelerden ve dini inanışlardan çıkan her türlü düşmanlığı, hoşgörü ve insaniyet adına daima kına­maktan da kendimi alamıyordum. Bu arada Viyana'nın Yahudi aleyhtarı basının tutumu da bana medeni bir milletin örf ve gele­neklerine yakışmaz gibi geliyordu. Orta çağlara kadar uzanan ve tekrarı kanaatimce hiç istenmeyen bazı olayların hatırası aklıma ta­kılıyordu. Esasen bu bahsettiğim gazeteler, birinci sınıf basın organı olarak kabul edilmiyorlardı. Peki ama niçin bu böyle idi? Bunu o günlerde ben de pek bilmiyordum, işte bundan dolayı bu gazetele­rin tutumuna hiddet ve çekememezliğin sebep olduğunu sanıyor­dum. Bu kanaatimi, büyük basın organlarının yayın yolu ile yapılan bu hücumlara karşılık vermemesi de kuvvetlendiriyordu. Benim takdir edip, beğendiğim husus, bu basının kendi aleyhindeki yayın­lara cevap vermeyip, susarak ve onlardan hiç bahsetmeyerek onları "sessizlik" ile ortadan kaldırması idi.

Dünyaca meşhur Neue Freie Presse, Wiener Tagblatt ve diğerini devamlı olarak okudum. Okurlarına bol bol bilgi vermeleri ve konuları gayet tarafsız ortaya koymaları beni hayrette bıraktı, işte bu basının kibar halini takdir ediyordum. Sadece basının ağır üslû­bu beni biraz rahatsız ediyordu, hatta bende olumsuz etki bırakı­yordu. Belki de bu kusur, bütün bu büyük kozmopolit şehre can veren çırpıntılı ve hareketli yaşayışın sonucu olabilirdi. O günlerde, Viyana'yı böyle bir şehir saydığım için, kendi kendime bulduğum açıklamanın bir mazeret teşkil etmekten öteye geçemeyeceğini ka­bul ediyorum.

Fakat beni en çok rahatsız eden şey bu basının hükümete pek yılışık ve terbiyesiz bir şekilde kur yapması idi. Hofbourg'da küçük bir olay çıkmaya görsün, işte bu olay okurlara, ya çok büyük bir şevk ve galeyan içinde ya da büyük bir üzüntü bulutu altında kale­me alınarak sunuluyordu. Hele hele gelmiş geçmiş bütün devirlerin en akıllı hükümdarı (!) konu edildiği vakit, gazetelerde çıkan yazı­lar, kızışma sırasındaki bir yaban horozunun dişisini büyülemek için yaptığı dansı akla getiriyordu. Bütün bunlar bana bir gösteriş­ten ibaret gibi geliyordu.

İşte benim bu gözlemim "liberal demokrasi" hakkında bugüne kadar beslediğim fikirlerin üzerine bazı gölgeler düşürdü. Sarayın sevgisini bu şekilde kazanmak, milletin şerefini hiçe saymak de­mekti. Böylece Viyana'nın büyük basını ile arama kara kedi girmişti. Her zaman yaptığım gibi, daha ilk günlerde de Almanya'da ge­rek siyasi alanda ve gerek sosyal yaşayışta gelişen olayların hepsini Viyana'da büyük bir dikkat ve ihtirasla takip ediyordum. Reich'ın yükselmesini, Avusturya Devleti'nin rehavet hastalığı ile gurur ve hayranlık duyarak mukayese ediyordum. Reich'ın dış siyasetindeki başarıları bana sonsuz bir keyif verirken içteki siyasi durum beni o kadar sevindirmiyordu. O sıralarda ikinci Guillaume aleyhindeki mücadeleyi hiç uygun bulmuyordum. Onu sadece Alman imparato­ru kabul etmiyor, aynı zamanda Alman donanmasının tek yaratıcısı

sayıyordum.

Reichtag'ın, imparatoru siyasi nutuk vermekten alıkoyan kararı, beni bir hayli sinirlendiriyordu. Çünkü bu karar bu hususta hiçbir yetkiye sahip olmayan bir meclisten çıkıyordu. Bu erkek kazlar, parlamentolarında sadece bir devre zarfında bile, bütün bir impara­tor hanedanının yüzyıllar boyunca yapamayacağı manasızlıklardan Çok daha fazlasını ortaya koyuyorlardı. Her yarı delinin düşüncele­rini dinletmek için söz aldığı, hatta kanun yapıcısı sıfatı ile devlet içinde başıboş bırakılan ve bütün dönemlerin en geveze insanların­dan oluşan aşağılık bir meclisten, imparatorluk tacım taşıyan kişinin azar işitebildiğim görmek bende nefret uyandırıyordu. Ayrıca beni çileden çıkaran başka bir şey daha vardı. Bu da imparatorluk •tabalarının en adi atlarını bile, gayet saygıyla selamlayan ve eğer hayvan kuyruğunu sallarsa büyük bir vecde dalan Viyana basınının, Alman imparatoru'na ait asılsız endişelerini üzüntülü bir dille ve as­lında iyi bir biçimde saklanamayan kötü bir niyetle ortaya koymaya cesaret etmesi idi. Eğer bu basının yazdıklarına bakılırsa Almanya imparatorluğunun işlerine karışmak niyetinde değildiler. Keşke ALLAH onları böyle bir davranıştan korusa! Fakat onlara bakılırsa, iki imparatorluk arasındaki anlaşmanın ortaya çıkardığı ödevi yerine getiriyorlardı ve bu bakımdan yaranın üzerine o adi, pis parmakları­nı güya dostça bir biçimde basıyorlardı. Böylece basının gerçeği yaz­ma ödevini yerine getirmiş oluyorlardı (!) Aslında onlar, böyle yaza­rak sırıta sırıta yaraya kirli parmakları ile basıyorlardı. Bundan dola­yı bütün kanım tepeme çıkıyordu. Gitgide büyük ve itibarlı (!) ba­sından şüphe etmeye başladım. Sonunda Yahudi aleyhtarı gazeteler­den biri olan Deutsches Volksblatt'ın bu durumda daha asil ve ter­biyeli bir şekilde hareket ettiğini gördüm.

Ayrıca beni sinirlendiren diğer bir husus da, büyük basının o günlerde Fransa Devleti'ne karşı gösterdiği saygı idi. Nerede ise bu saygı ibadet şeklini alacaktı. Bu itibarlı (!) basının o "medeni millet"i övmek için söylediği güzel şiirleri okuduğum zaman, insan Alman olduğuna adeta utanıyordu. Bu adi Fransa sevgisi salgını çok defa bu büyük gazeteleri elimden fırlatıp yere atmama sebep oldu. Çoğu zaman Volksblatt'ı okuyordum. O daha küçük bir dünyaya sahip i-di. Fakat böyle konuları daha uygun bir üslûpla ele alıyor ve inceli­yordu. Gerçi onun Yahudi aleyhtarlığını pek tasvip etmiyordum. Fakat yazılanların arasında bazı kere öyle deliller tespit ediyordum ki, bunlar beni düşünceye sevk ediyorlardı.

Belki de o günlerde Viyana'nın kaderine hakim olan şahsı ve partiyi işte bu hava içinde tanıdım. Bu adam Dr. Kari Lueger, parti de Hıristiyan Sosyal Parti idi. Viyana'ya geldiğim günlerde bunlara karşıydım. Bana göre Dr. Kari Lueger ve parti, gericiydiler. Fakat sonunda, hem o şahsı hem de eserini tanımak fırsatını elime geçi­rince bu hükmümü değiştirdim. Bugün bile Dr. Kari Lueger'i bütün devirlerin en yüksek Alman belediye başkanı kabul ediyorum. Hı­ristiyan Sosyal hareket karşısındaki kanaatlerimin değişmesi ile, ka­famda ne kadar batıl düşünceler varsa hepsi bir anda yok oluverdi. Yahudi aleyhtarlığı hususundaki kanaatim de zamanla değişti. Fakat bu doğru yola giriş benim için çok ıstıraplı oldu. Ayrıca zihnimde gizli mücadeleler cereyan etti. Ancak, akıl ve hissiyat, tıpkı iki düş­man gibi birbirleri ile savaştıktan sonra, akıl zaferi elde etti. iki yıl geçtikten sonra ise, akıl ve hissiyat birbiri ile birleşti ve sonunda hissiyat aklın sadık bir koruyucusu ve yol göstericisi oldu. Düşün­celerimin aldığı terbiye ile akıl arasında geçen ve pek hoş olmayan bu büyük çekişme sırasında Viyana kaldırımlarının verdiği hayat dersi, benim için çok değerli görevleri yerine getirmemi sağladı.

Artık sokak ve caddelerde körler gibi dolaşmıyordum. Gözle­rim açılmıştı. Bir gün Viyana'nın eski mahallelerinden geçerken, ani olarak uzun pelerinli, uzun siyah saçlı bir adamla karşılaştım. Bu da bir Yahudi miydi? işte ilk aklıma gelen düşünce bu oldu. Linz Yahudilerinde bu kıyafet yoktu. Bana yabancı gelen simayı ihtiyatlı bir şekilde ve dikkatle inceledim. Bu yabancı simayı inceledikçe ada­mın yüz hatlarına dikkatle baktıkça biraz evvel kendi kendime sor­duğum soruyu değiştirdim: Acaba bu bir Alman mıydı?

Hemen kitaplarda şüphelerimi yok edecek çareler aradım. Ha­yatımın ilk Yahudi aleyhtarı broşürlerini satın aldım. Fakat ne var ki, bu broşürlerin hepsi de okuyucularının Yahudi davasını biraz biliyor farz ederek hazırlanmıştı. Bu broşürlerdeki yazılarda bende yeni birtakım şüpheler doğurdu. Keza iddialarını ispat için ileri sür­dükleri deliller çok yüzeysel ve ilmi temelden tamamen uzaktı, işte bundan dolayı batıl fikirlere tekrar saplandım. Bu durum haftalarca ve hatta aylarca devam edip gitti.

Mesele bana o kadar anormal, ithamlar o nispette ölçüsüz geli­yordu ki, haksız bir karar alma korkusu, bana işkence edip duru­yor, beni endişe ve tereddütlere düşürüyordu. Esasen, dini çekişme­ler sırasında özel bir mezhebe mensup olan Almanların konu edil­mediğini, tamamen ayrı bir ırkın, yanı Yahudiliğin üzerinde durul­duğunu anlamaya başladım. Artık bu hususta hiçbir şüphem kalma­dı. Çünkü bu konu ile meşgul olmaya başladığım ve bütün dikkatimi Yahudiler üzerine yoğunlaştırdığım günden bu yana Viyana'yı başka bir şekilde görmeye başladım. Artık nereye gitsem, ne tarafa baksam gözüme hep Yahudiler takılıyordu. Yahudileri çok ve sık gördükçe onları diğer insanlardan kolayca ayırabiliyordum. Viya­na'nın merkezinde ve Tuna'nın kuzeyindeki mahallelerin dış görü­nüşleri, Almanların oturdukları yerlerin görünüşleri ile tamamen farklı idi. Oralarda başka bir nüfus cıvıl cıvıl kaynaşıp duruyordu.

Şimdi, belki bu hususta, yani Yahudileri tanımada biraz şüp­hem varsa da, Yahudilerden bazılarının davranışları beni her türlü süphe ve tereddütten uzaklaştırıyordu. Yahudiler arasında gelişme ve Viyana'da oldukça dal budak sarmış büyük bir hareket Yahudi ırkının vasfını özellikle göze çarpar bir şekilde ortaya koyuyordu. Bu büyük hareket Siyonizm'di.

Yahudilerin küçük bir kısmı Siyonizm'i tasvip ediyordu. Geri kalan çoğunluk ise bu prensibi kabul etmiyor gibiydi. Fakat bu dav­ranışlara yakından bakılacak olursa, perde kalkıyor ve ortaya bam­başka bir durum çıkıyordu. Göze, kendi davalarının gereği olarak Uydurdukları birtakım aslı astarı olmayan sebepler çarpıyordu. Ger­çekte ise Liberal Yahudiler, siyasi faaliyet gösteren Yahudileri, aynı irkin mensupları değildir diye reddetmiyorlardı. Onlar sadece Ya­hudiliklerini düşünerek onlara fena gözle bakıyorlardı. Fakat bu durum onların bir araya gelmelerine ve birlik olmalarına engel teş­kil etmiyordu, işte bu Liberal Yahudilerle, Siyonist Yahudiler arasın­daki yapmacık kavga bende büyük bir tiksintinin doğmasına sebep oldu. Bu göstermelik çekişme hiçbir gerçeğe dayanmıyordu, tam manasıyla koca bir yalandan ibaretti. Bu hile ise, Yahudi ırkının kendine yakıştırdığı asalete ve temiz ruhluluğa hiç uygun düşmezdi. İşin aslına bakılırsa bu ırkın ahlaklı ve temiz ruhlu oluşu çok özel bir haldi. Bu heriflerin suya karşı ne kadar az yakınlıkları olduğu yüzlerine bakılınca, hatta çoğu defa yanlarına gözünüz kapalı olarak bile yaklaşınca derhal anlaşılıyordu. Sonra bu pelerin giyen heriflerin o adi kokularını duydukça, midemin kabardığını hissetmeğe başladım. Hepsinin üstü başı pisti ve hiç de kibar kimseler değildiler. Anlattığım bu ayrıntıda belki ilgi çekici bir husus yoktur. Ama bu heriflerin pislikleri altında o seçkin ırkın ahlak yö­nünden eksikliğini tespit edince büyük bir tiksinti duyuyordum.

Artık beni en çok ilgilendiren şey Yahudilerin bazı sahalarda gösterdikleri faaliyetlerdeki hareket şekilleri idi. Yavaş yavaş hare­ketlerinin sırlarını keşfetmeye başladım. Sosyal hayatta ne şekilde olursa olsun herhangi bir kötülük varsa Yahudi ona muhakkak katı­lıyordu. Bu tip bir yaraya neşter vurulur vurulmaz, kokuşmuş bir vücuttaki solucan gibi parlak ışıktan gözleri kamaşmış bir çıfıt orta­ya çıkıyordu.

Yahudilerin basında, güzel sanatlarda, edebiyatta, tiyatro ve si­nemadaki faaliyetlerini inceden inceye tetkik edince, bende Yahudi­lik aleyhinde bir çok ithamlar birikti. Böylece tatlı sözler, tatlı yazı­lar bana bir fayda vermez oldular. Herhangi bir tiyatro ya da sinema afişlerine bakmak ve o temsili ya da filmin senaryosunu yazan adları incelemek yetiyordu. Böyle yapılınca insan ister istemez Yahudilerin amansız düşmanı oluyordu. Bu sinsi faaliyet Viyana'da halkı zehirle­yen bir ahlak vebasıydı ki, eski devirlerin vebasından çok daha bü­yük felaketlerle yüklüydü. Bu zehir hiç durmadan bol miktarda i-mal edilip etrafa yayılıyordu. Bu eserleri meydana getirenlerin terbi­ye ve fikir seviyeleri ne kadar sıfır, hatta sıfırın altında ise, eser (!) meydana getirme kabiliyetleri de o kadar büyük idi. Bu adi adamlar sanki bir püskürtme makinesi gibi, bütün pisliklerini insanlığın yü­züne fışkırtıp duruyorlardı. Bu gibi adi adamların sayısı da bir hayli kabarıktı.

Tanrı'mın lütfettiği bir Goethe'ye karşılık, onun çağdaşlarına bu çalakalem giden heriflerin musallat olduklarını bir düşünün. Bu adı adamlar birer basil gibi en temiz ruhları zehirlemekten bir an bile geri kalmıyorlardı. Yahudi'nin Tanrı tarafından bu korkunç rolü oy­namak için özellikle yaratıldığını düşünmek pek müthiş bir şey... Fakat bu hususta aldanmamak ve hayallere asla kapılmamalıyız. Çünkü seçkin ırk dedikleri, bu mundarlar mıdır?

Artık sanat eseri olarak ortaya çıkan pis ve adi yazılan kaleme alan isimleri, büyük bir dikkatle incelemeye başladım. Bu inceleme­nin sonunda daha önceki düşüncelerimin hatalı olduğunu gördüm Hissiyat ne kadar insanı aldatırsa aldatsın, aklın araştırma yolu ile ortaya çıkaracağı sonuçlar daha doğru oluyordu. Gerçek şuydu! Güzel sanatlardaki adi eserler, edebi sahadaki pislikler, tiyatro ve sinemalarda oynanan budalalıkların yüzde doksanı, memleket nüfusu nün ancak yüzde biri kadar olan bir ırkın meydana getirdiği şeyler di. Bu inkar edilmez bir gerçekti. Bir vakitler benim dünyaya hakim gibi gördüğüm büyük basım da aynı dikkat ve hassasiyetle incele­dim. Çengeli ne kadar derine atar, neşteri yaraya ne kadar çok vu­rursam eskiden beni hayranlıklar içinde bırakan şeylerin itibarları gözümde sıfıra iniyordu. Bu basının üslubu dayanılmaz bir şeydi. Milletine yabancı olduğu kadar, basit bulduğum fikirleri de kabul etmek zorunda kaldım. Bu yalan makinelerinin yazılarındaki tarafsızlık bana doğru gibi gelmekten çok, büyük birer uydurma şeklin­de görünüyordu. Bu basındaki yazarların hepsi Yahudi idiler. Eski­den hiç dikkatimi çekmeyen binlerce ayrıntı şimdi bütün dikkatimi Üzerlerine topladılar ve incelemeye layık görüldüler. Bir vakitler be­ni düşündüren hususları da açıkça görmeye ve etki alanlarını anla­maya başladım. Artık bu basının liberal fikir ve düşüncelerini bam­başka bir şekilde görüyor ve tartıyordum. Kendisine karşı olanların yazılarına cevap verirken takındığı kibarlığın veya düşüncesine ters düşen yayına karşı bir ölü sessizliği içinde susmasının sahtekarlığını artık iyice anlıyordum. Bu şüphesiz çok kurnazca davranıştı.

Övgü dolu tiyatro sinema eleştirileri, sadece Yahudi olan yazar­lar içindi. Daima Alman olan yazarlar kötüleniyordu. ikinci Guillaume'a sinsice batırdıkları iğneler öyle güzel tekrarlanıp duruyordu ki, bu yayının bir merkezden hazırlanıp halka sunulduğunu derhal miadım. Fransız kültürü ve medeniyeti için çıkan yazılar da bu şe­kilde hazırlanıyordu. Müstehcen yazılar, adi tefrikalar gırla gidiyor­du, Bu basının dili kulağıma yabancı geliyordu. Makalelerin hepsi Alman milletinin menfaatlerine o kadar ters düşüyordu ki, bu mu­hakkak kasten yapılıyordu, işte böyle hareket etmek kimin faydası­na idi? Bu bir rastlantı eseri miydi?

Tekrar tereddüt içinde kaldım, incelemelerime devam ettim. Bir sürü olayları tek tek inceledikçe düşüncelerim tekrar rayına olurdu. Yahudilerin ahlak ve gelenek hakkında besledikleri düşünce çok korkunç bir şeydi. Bu hususta kaldırımlar bana hayat dersi verdi ve bu ders benim için çok acı oldu.

Yahudilerin fuhuşta ve özellikle beyaz kadın ticaretinde büyük fol oynadıklarını tespit ettim. Bu kepazelik, Fransa'nın güneyindeki liman şehirleri bir kenara bırakılırsa, Batı Avrupa şehirlerinin hepsinden çok daha kolay Viyana'da incelenebilirdi. Akşam vakitleri Leopoldstad’ın dar ve tenha sokaklarında her adım başına birtakım insanlık için yüzkarası sahnelere şahit olunuyordu. Bu durum, savaş sırasında Doğu Cephesi'nde savaşan Alman askerlerince görülene kadar Alman milletinin büyük bir çoğunluğu tarafından bilinmiyor­du.

Viyana'nın bataklıklarında faziletin, büyük bir nefretle karşıla­yıp, isyan edeceği bu dramın başarılı bir şekilde ve tam bir tecrübe ile o terbiyesiz ve her türlü histen yoksun Yahudilerce idare edildi­ğini görünce vücudum bir sarsıntı geçirdi, sonra büyük bir hiddete gark oldum. Artık Yahudi meselesini aydınlığa çıkarmaktan korkmuyordum. Bunu kendime vazife edinecektim. Medeni hayatın çe­şitli bölümlerinde ve güzel sanatların her türlü faaliyetlerinde Yahu­di'yi teşhis edip, ortaya çıkarmayı öğrendikçe, bu adi mahlûka rast­layacağım hiç ama hiç aklımdan geçirmediğim bir yerde onunla bu­run buruna geldim. Yahudilerin Sosyal Demokrasi'nin idarecisi ol­duğunu anladığım zaman eski düşüncelerimden derhal sıyrıldım. Böylece hissiyatımla aklım arasında uzun süre devam eden mücade­le sona erdi.

işçi arkadaşlarımla olan günlük görüşmelerim sırasında onların herhangi bir meselede ne kadar kolaylıkla fikir ve kanaat değiştir­diklerine dikkat etmiştim. Bu değişiklikler işçi arkadaşlarımda bir i-ki gün, hatta çoğu zaman birkaç saat içinde oluyordu. Kendileri ile karşılıklı konuşulduğunda akla uygun fikirler besleyen kimselerin, gazetelerin baskısı altına girince, bu güzel fikirleri hep birden unutuvermelerine bir türlü akıl er diremiyordum. Bu durum her zaman beni ümitsizliğe sevk ediyordu. Bu gibi kimselerle saatlerce konu­şup kendilerine öğütler verdikten sonra, artık tam bir fikri anlaşma­ya vardığımıza kanaat getirdiğime veya onları çürük fikirler hakkın­da aydınlattığıma inandığım için sevinç duyarken, aradan 24 saat geçmeden işe tekrar başlamak gerektiğini büyük bir acı ile görüyor­dum. Bütün çabalarım boşa gitmiş oluyordu. Bu kimselerin manasız düşünceleri, kıyamete kadar sallanacak olan bir sarkaç gibi tekrar hareket noktasına gelmiş oluyordu.

Kaderlerinden memnun değildiler. Bu işçiler, kendilerine acı darbeler indiren kaderlerine kızıyorlardı. Patronları, korkunç kader­lerinin birer zalim icracısı gibi görüyorlardı, onlardan nefret ediyor­lardı. Hallerine hiç merhamet göstermeyen hükümet adamlarına küfürler savuruyorlardı. Bütün bunlar yiyecek fiyatları aleyhine gösteri yaparak, toplu halde caddelerden geçtikleri sıralarda yüzlerin den okunuyordu. Fakat bir türlü akıl erdiremediğim husus, bu işçi­lerin kendi milletlerine besledikleri kindi. Bunlar, milletimin bü­yüklüğünü meydana getiren her şeyi kötülüyorlar, tarihimizi kirleti­yorlar ve ırkımızın büyük adamlarına çamur atıyorlardı. Kendi soy­daşlarına, kendi yuvalarına, doğdukları vatana karşı gösterdikleri bit düşmanlık, aklın kabul edemeyeceği bir şeydi. Bu şekil hareket tabiata aykırı idi. Gerçi yollarını şaşırmış olan bu kimseleri doğru yola sevk etmek mümkündü. Fakat bu olumlu sonuç sadece birkaç gün veya bir iki hafta devam ederdi. Doğru yola sevk edilenlerden herhangi birine bir süre sonra rastlandığında, onun tekrar eski du­ruma döndüğü dehşetle görülüyordu.

Sosyal Demokrasi basınının özellikle Yahudiler tarafından kontrol ve idare edildiğini zamanla fark ettim. Bu duruma özel bir mana veremiyordum. Keza diğer gazetelerde de durum aynı idi. Şu husus özellikle dikkatimi çekiyordu. Terbiyemin ve kanaatlerimin milli kelimesine verdiği manaya uygun düşecek şekilde hakikaten milli olabilen ve yazarları arasında Yahudilerin bulunduğu tek bir gazete yoktu. Artık kendi kendimi zorlayarak, Marksist basının yazılarını okumaya başladım. Bana öyle bir nefret duygusu verdiler ki sonunda bu hıyanet ve alçaklık koleksiyonlarımı meydana getirenleri daha yakından tanımak üzere harekete geçtim. Bu heriflerin hepsi istisnasız Yahudi idiler. Temin edebildiğim bütün Sosyal De­mokrat broşürleri okudum, imza sahiplerinin hepsi de Yahudi'den başkası değildi. Hemen hemen her işte şef olanların isimlerini tespit ettim. Bunların çoğu da Yahudi idi. Bazı milletvekilleri, sendikaların sekreterleri, parti başkanları veyahut sokak hareketlerinin liderleri hep o seçkin (!) ırkın mensupları idi. Austerlitz, David, Adler, Ellenbogen ve diğerleri... işte bu adları hiçbir zaman aklımdan çıkar­mayacağım.

Artık bana karşıt olanların mensup bulundukları partinin kilit noktalarının yabancı bir milletin elinde olduğunu anladım. Çünkü her Yahudi, bir Alman olamazdı. Bunu kati olarak öğrenince, çok rahat ettim. Böylece, ırkımızın şeytanını artık biliyordum. Viyana'daki geçen bir yıl içinde her işçinin doğru bilgi ve doğru açıkla­nın karşısında gerçeği teslim ettiğini gördüm. Yavaş yavaş bu işçilerin doktrinlerine vakıf olmaya başladım. Bu doktrin şahsı kanaatle­rini uğrunda başlattığım kavgada benim silahım oldu. Böylece başarı daima tarafımda kalıyordu. Büyük halk topluluklarını zaman ve sabır hususunda büyük fedakarlıklar göstererek kurtarmak gerekti. Fakat bütün çabalarıma rağmen bir Yahudi'yi kendi görüşlerinden ve kanaatlerinden ayırmayı başaramadım. O günlerde Yahudileri inançlarının manasızlığı hakkında aydınlatmaya çalışacak kadar ap­tallık ediyordum. Dar çevremde boğazım kuruyana ve dilimde tüy bitene kadar konuşup duruyordum. Onlara Marksizm'in tehlikesini gösterebileceğimi sanıyordum. Fakat ters sonuçlar alıyordum. Çün­kü Sosyal Demokratların gerek nazari ve gerek tatbikatta açık olarak elde ettikleri bu başarılar onların çalışma azimlerini kuvvetlendir­mekten başka bir şeye yaramıyordu. Ancak bu heriflerle ne kadar çok münakaşa edersem, üslûplarını o kadar iyi arılayabiliyordum. Bunlar her şeyden önce, kendilerine karşı olanların akılsızlıklarına güveniyorlardı. Eğer münakaşa sırasında bir başka kaçamak yol bu­lamazlarsa o vakit kendilerine budala süsü veriyorlardı. Eğer bu da başarılı olmazsa, o zaman hiçbir şey anlamıyormuş gibi davranıyor­lardı. Bu durum karşısında biraz sıkıştırılırlarsa, o zaman da başka bir konuya geçiyorlardı. Bir sürü manasız laflar ediyorlar, eğer itiraz edilmezse, bunlardan başka konular için deliller çıkarıyorlardı.

Üstlerine daha fazla gidilecek olursa, avucunuzdan kayıp kaçı­yorlar ve artık hiçbir şeye cevap vermez oluyorlardı. Kurtarıcı gibi etrafta dolaşan bu heriflerin birini yakaladığınızda sanki elinizde ya­pışkan ve cıvık bir madde tutmuş gibi oluyor ve insana tiksinti ve­ren bu madde parmaklarınızın arasından kayıp gittikten sonra, baş­ka bir yerde tekrar toplanıp şekilleniyordu, içlerinden bir ikisine fi­kirlerinizi kabul etmekten başka bir çare bırakmayacak şekilde ke­sin bir darbe indirdiğinizde, ilerisi için bir ümit beliriyordu. Fakat aradan bir gün geçtikten sonra hayretler içinde kalıyordunuz. Yahu­di yirmi dört saat önce olanları hiç hatırlamıyor ve başlangıçta oldu­ğu gibi yine boş laflar edip duruyordu. Sanki aramızda hiçbir şey geçmemiş gibi davranıyordu. Eğer buna kızacak olur da kendisine izahat vermeye kalkarsanız, şaşırmış gibi yapıyor ve kesinlikle bir şey hatırlamadığını söylüyordu. Yalnız bir şey hatırlamadığını söyle­mekle kalsa yine iyi... Bir gün evvel iddialarının doğruluğunu ispat etmiş olduğunu da ilave ediyordu.

Ben bu durum karşısında çoğu zaman donup kalıyordum, in­san bu heriflerin nesine hayret edeceğine şaşırıyordu. Acaba anlam112 sözlerin çokluğuna mı, yoksa yalan söylemekteki ustalıklarına hayret edilmeliydi? Sonunda Yahudilere kin bağladım. Bütün bu Çekişmelerin iyi tarafı da vardı. Hiç değilse Sosyal Demokrasinin propagandacı liderlerim daha iyi ve yakından tanımış oluyordum. bu milletimin istifadesine idi. işte bu yabancıların şeytanı bile şaşır-Un ustalıklarına kurban giden işçilerimizin davranışlarına kim kıza­bilir? Şeytana pabucunu ters giydiren ırkın, hile dolu iddialarına karşı koymakta ben bile bin bir zahmet çekiyordum. Biraz evvel söylediklerini az sonra inkar edenlere karşı galip çıkmak ne kadar lor bir şeydi, işte Yahudileri ne kadar yakından tanırsam, işçileri de ö kadar mazur görüyordum.


Yüklə 1,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   51




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin