Bu durum, iktisadî durumdan çok daha kötüydü. Yahudiler, gerçekten "gerekli kişi" kesilmişlerdi. Bu örümcekler Alman milletinin kanım yavaş yavaş emmeğe başlamışlardı. Millî ve hür ekonomiye öldürücü son darbeyi indirmek için gerekli olan araç, savaş '.derneklerinin aracılığı sağlanmıştı. Sınırsız bir merkeziyete ihtiyaç olduğu savunuluyordu. Böylece 1916-1917 kışından itibaren ürünün hemen hemen tamamı Yahudi maliyesinin kontrolüne girmişti. Halk kin ve gazabı ise kime karşıydı? işte bu sırada tam zamanında bir çare bulunmazsa yakın bir felaketin yok olma ile son bulacağımı dehşet içinde gördüm. Yahudi bütün Alman milletim soyup sofana çevirdiği ve mali hakimiyeti altına aldığı sırada, halk Prusyalılar aleyhine kışkırtılıyordu. Cephede oynanan bu oyun memleket •içinde de sahneye konuyor ve hiçbir reaksiyonla karşılaşmıyordu. Prusya'nın yıkılması, Bavyera'nın yükselmesinden ziyade, birinin çökmesi, diğerinin de yok olması manasına geleceğini hiç kimse anlamıyordu. Bu olaylar beni pek çok üzüyordu. Bunlar Yahudilerin dahiyane hilelerinden ibaretti. Böylece halkın dikkatini kendi üzerlerinden uzaklaştırarak başka noktalara çeviriyorlardı, Bavyera ile Prusya birbiri ile kavga ederken Yahudi onların gözleri önünde ellerinden hayat imkanlarını çalıyordu. Bavyera'da Prusya'ya sövülüp yayıldığı sırada, Yahudi devrim teşkilatı kurarak hem Bavyera'yı ve 'hem de Prusya'yı yıkıyordu. Alman ırkı içindeki bu feci ikiliğe tahammül edemiyordum. Münih'e gelir gelmez, eski vazifeme iade talebinde bulundum. Cepheye dönmekten mutluluk duyuyordum.
1917 yılının Mart ayı başında tekrar alayıma katılmış bulunuyordum. Bu yılın sonlarına doğru Ordu ümitsizliğin en aşağı noktalarından kurtulmuş bulunuyordu. Bütün askerler Rusya'nın yıkılmasından büyük bir ümide düşmüşler ve cesaret almışlardı. Şimdi her ; Şeye rağmen, orduda savaşın Almanya'nın zaferi ile biteceği kanaati uyanmıştı. Tekrar cephelerden şarkılar yükseliyordu. Meşum kargaların sayıları azaldı. Vatanın geleceğine tekrar inanılmaya başlandı.
Özellikle 1917 sonbahardaki italyan hezimeti olağanüstü bir İzlenim uyandırdı. Bu sefer, Rusya harekatı dışındaki cepheyi delmek İmkanının bir delili sayılıyordu. Böylece büyük bir iman seli milyonlarca insanın kalplerine dolmaya başladı ve bu kimselere 1918 yılının baharını rahatça beklemek fırsatını verdi. Kış eski günlere kıyasla daha sıkıntısız geçti. Meğerse bu, fırtınadan evvelki sessizlikmiş.
Cephelerde bu sonsuz kavgaya bir son vermek için hazırlıklara girişiliyordu. Batı cephesine doğru ardı arkası kesilmeyen asker ve
* Rusya'daki komünist ihtilali o günlere rastlamaktadır. malzeme nakliyatı yapılıyordu. Orduya top yekûn taarruz için tali mat veriliyordu, işte bu sıralarda Almanya'da dünyanın en büyük alçaklığı yapıldı.
Almanya'nın galip gelmesi istenmiyordu. Zafer bize gülmeye başlarken ve 1918 yılı başlarında bir Alman hücumu henüz tasarı ha ünde iken, bunu boğazlamak için her çareye başvuruldu. Zaferi im kansızlaştırmak istiyorlardı. Cephane fabrikalarında grev yapıldı Eğer bu grev başarı ile devam etseydi, Alman cephesi yıkılacaktı Böylece Vorvvarts'ın, zaferin, Alman bayraklarının arkasından gitmemesi yolundaki isteği tahakkuk edecekti. Cephanesizlikten cephe bu iki hafta içinde delinirdi. Böylece tasarı halindeki taarruz ortadan kal kar ve itilaf Devletleri kurtulurdu. Neticede uluslararası sermaye Al manya'ya hakim olur ve milletleri aldatma yolundaki Marksizm gaye sine ulaşırdı. Uluslararası sermayenin tahakkümünü tesis etme, milli ekonominin tahribine bağlıydı. Millî ekonominin yok edilmesi de birtakım budala heriflerin ve bazı kimselerin alçaklığı ile oluyordu.
Cephane grevi ümit edilen başarıyı sağlamadı. Cepheyi silahsı. bırakmak teşebbüsü kısa sürdüğü için cephanesizlik orduyu yol-edemedi. Fakat sebep olduğu ahlakî zarar ordunun yok olmasından da büyüktü.
Memleket artık zafer istemiyorsa, ordu neden hâlâ cephede dövüşüyordu. Bu büyük fedakarlık ve mahrumiyetlere katlanış kimin içindi? Memlekette grev varken asker zafer için mi çarpışacaktı? Ay rica bu garip durum düşmanın üzerinde nasıl bir etki yapmıştı?
1917-1918 kışında düşman devletlerin semasını kara bulutlu kapladı. Dört yıl boyunda bir devi andıran Almanya'ya karşı hücumlar yapılmıştı. Fakat bu devi yere sermek mümkün olmamışı ı O sıralarda Almanya'nın kendisini koruması için kalkan tutan kolu serbestti. Bazen doğuya, bazen batıya ve bazen da güneye saldırma l için kılıç çekmesi gerekiyordu. Şimdi ise devin arkaları serbest kalmıştı. Düşmanlardan birini yere vurmak için seller gibi kan dolmuştu. Artık batıda kılıç tutan kol, kalkan tutan kolla birleşecek n Bugüne kadar düşman saldırmaktan bir fayda elde edemediği itin kendine yapılacak hücumdan zarar göreceği muhakkaktı, işte bun dan korkuluyordu, işte bunun için zafer kösteklenmek isteniyordu
Londra'da ve Paris'te konferanslar birbirini kovalıyordu. Düşman propagandası için artık Almanya'nın zaferinin muhtemel olmadığım ispat etmek zorlaşıyordu. Cephelerde ihtiyatlı bir sessizlik vardı. Hatta bu sessizlik düşman ordularını da sarmıştı. Bu heriflerin küstahlıkları, birdenbire yok olmuştu. Endişe ve korku veren bir pırıltı görüyorlardı. Alman askerlerine karşı içlerinde duydukları his !t, şimdi tamamen değişmişti. Bugüne kadar Alman askerini, kendini hizmete adamış bir çılgın gibi görüyorlardı. Şimdi ise karşılarında kendilerinin müttefiki olan Rusya'yı yere sermiş bir asker vardı. Bize sadece doğuda saldırmak zorunluluğunu yükleyen zaruret, şimdi dahi bir kafadan çıkan bir taktik gibi görünüyordu. Üç yıl boyunca l Rusya'ya hücum etmiştik. Başlangıçta bir zafer gözükmüyordu. Bu fayda vermeyen saldırılarla alay ediliyordu. Çünkü Rusya'nın askerlerinin çokluğu sayesinde zafere ulaşması gerekirdi. Almanya ise kanının bitmesi yüzünden yok olacaktı. Gerçi savaş bu tahminlere hak verdirecek şekilde sürdü.
1914 yılının Eylülünde Tannenberg Savaşı'nda alınan Rus esirlerinin kafileler halinde Alman yolları üzerinde akmaya başlamalarından itibaren bu insan dalgasının arkası bir türlü kesilmedi. Yok l edilen her Rus ordusunun yerini bir başkası alıyordu. Çarlık, tükenmek bilmeden savaşa yeni yeni kurbanlar sunuyordu. Bu kurban yarışına Almanya ne kadar dayanabilirdi? Bir gün gelecekti ki Almanya'nın son zaferinin arkasından, yine hiçbir zaman sonuncu olmayacak Rus orduları savaş alanlarında boy gösterecekti. Bu ne zaman olurdu? Bütün tahminlere göre Rusya'nın zaferi gecikmekteydi. Fakat günün birinde her şeye rağmen gerçekleşecekti.
işte şimdi bütün bu ümitler yok olup gitmişti. Müşterek çıkarlar anlaşması etrafında en büyük kan fedakarlığını göstermiş olan müttefikin, yani Rusya'nın kuvveti artık kalmamıştı. Şimdi Rusya bizim saldırılarımız önünde yere serilmişti. Artık önümüzdeki bahardan korkulmaya başlandı. Bugüne kadar bütün kuvveti ile Batı Cephesi'ne yerleşmemiş olan Almanya mağlup edilemediğine göre bu kahramanlar diyarının bütün kuvvetleri şimdi tek bir cephede toplanınca zafere nasıl bel bağlanabilirdi?
Güney Tir ol Dağlarının gölgeleri, düşünce gücü üzerinde ezici bir ağırlık bırakıyordu. Flandres sisleri içine kadar Cadorna'nın Binglup orduları bütün yüzlerde hüzün ve korkuya sebep oluyordu. F,«fere inanış, kaçınılması imkansız hezimet karşısında yerini dehşet bırakmıştı. O sıralarda, soğuk kış gecelerinde sanki Alman ordularının iler içmelerinden dolayı çıkan gürültüler kulaklara çarpıyordu. Düşman korku ve endişe içindeydi. İşte tam bu anda Almanya'dan parlak bu ışık fışkırdı ve bu aydınlık, cephelerdeki en son obüs çukurlarının içine doldu. Büyük hücum için Alman ordularına son emirler veril misti. Ama ne yazık ki, Almanya'da da genel grev baş göstermişti.
Önce herkesi bir sessizlik kapladı. Çok geçmeden, düşman propagandası imdadına son anda yetişen bu cankurtaran simidini rahat bir iç çekme ile sarıldı. Düşman askerlerinin azalmakta olan cesaretlerim yükseltmek için en iyi çare bulunmuştu. Zafer ihtimali muhakkak diye tekrarlanmaya başladı. Bir süre sonra başlayacak olaylar karşısında duyulan endişenin yerini, şimdi azimli bir cesaret almıştı. Artık taarruzu bekleyen düşman, askerlerine savaşın son kararını Alman saldırılarının değil, bu saldırılara karşı gösterilecek sebatlı direnmelerin vereceğini telkin ediyordu. Almanlar canlarının istedikleri kadar zafer kazanabilirlerdi, ama memleketlerine dön düklerinde devrim ile karşılaşacaklardı.
ingiliz, Fransız ve Amerikan gazeteleri bu inanışı okuyucularının kafalarına sokmaya başladılar. Son derece ustaca idare edilen bir propaganda cephedeki askerin manevî kuvvetini arttırıyordu. "Almanya, ihtilalle burun buruna!" "Müttefiklerin zaferi pek yakın!" işte manen yıkılmış olan askerin dizlerinin bağını yemden bağlayan en iyi silah buydu. Artık tekrar top tüfek ateşine başlanabilirdi. Bir panik içinde kaçışı umanlar şimdi sert bir dirençle karşılaştılar. Alman cephane fabrikalarının grevi işte bu elim sonuçları doğurdu. Müttefiklerin zafere karşı olan inançlarını arttırdı ve cephanesindeki o ezici ümitsizliği sildi. Binlerce Alman askeri bu grevi kanları ile karşıladı. Öte yan dan bu korkunç grevin teşvikçileri olan sefil herifler, devrimci Almanya'nın en yüksek hükümet mevkilerine aday oluyorlardı.
Bu olay Almanya tarafından küçümsendi ise de düşman bunlardan devamlı ve olumlu sonuçlar çıkardı. Direnç, her şeyini kay betmiş bir ordu için gurur vesilesi olmaktan çıktı. Artık zafer uğrunda yapılan mücadelenin şiddet ve azgınlığı görülüyordu. Ger çekten zafer, bütün tahminlere rağmen, eğer Batı Cephesi, Alman saldırılarına sadece birkaç ay karşı koyabilirse, müttefiklere gülümserdi. Düşman parlamentolarında daha iyi bir geleceğin im kanlan olduğu kabul edildi ve Almanya'nın yok edilmesini sağlamak için yapılacak propagandaya bugüne kadar işitilmemiş büyük paralar ayrıldı.
Ben ilk ve son hücumlara katılmak bahtiyarlığına ulaşmıştım. Bu anlar, hayatımın olağanüstü izlenimlerle dolu parçaları oldu. ^Olağanüstü dememe sebep, şimdi savaşın, 1914 yılında da olduğu l gibi kendini savunmaktan çıkıp, saldırı niteliğini almış olmasıydı.
Cehennem hayatını andıran üç yıl geçip, hesap görme günü gelince siperlerde rahat bir nefes alındı. Başarılı taburlar, bir kere daha •"neşenin içinde boğuldular. Ölmez defnenin son taçları zafer haleleri gibi bayrakların üstlerine asıldılar. Bir kere daha vatan şarkıları hareket halindeki kıtaların ardında göklere doğru yükseldi ve Tanrı'nın lütfü belki de son nankör evlatlarına nasip oldu.
1918 yazının ortalarına doğru cephede bir bitiklik hali yayıldı. Memlekette ikilik tohumları etrafa atılıyordu. Bu niye böyle oluyordu? Çeşitli kıtalarda türlü türlü söylentiler dolaşıyordu. Artık savaşın bir değeri ve gayesi kalmadığı, sadece akılsız olanların zafere f inanacakları anlatılıyordu. Bundan sonra direnmenin halka bir fay-vermeyeceği, bundan sadece kapitalistlerle, monarşistlerin fayda olmayacağı iddia ediliyordu. Bu bilgiler gerilerden geliyor ve cephelerde münakaşalara yol açıyordu.
Önceleri bu husus cephede pek az reaksiyona sebep oldu. Kamuoyunun bizim için ne önemi var? Dört buçuk yıl bu sonuç için mi savaşmıştık? Toprağa gömülmüş kahramanlardan savaş gayesini böyle hile ile çalmak adi bir haydutluktu. Genç askerlerden kurulu kıtalar Flandreslerde "yaşasın genel ve gizli oy" diye bağırarak ölüme atılmamışlardı. "Bütün dünyanın üstünde Almanya" diye haykırarak düşmana saldırmışlardı. Bu bir zevkti ve hiçbir zaman : manasız sayılamazdı. Fakat oy hakkını isteyenler, bu istekleri için hiçbir zaman dövüşmemişlerdi. Cephedeki asker bütün partilerin terbiyesiz heriflerini tanımıyordu. Namuslu Almanların bulundukları yerlerde bu parlamentocu heriflerin sadece bir kısmı vardı. İşte eski cephe askerlerinden Ebert Scheidemann, Barth, Liebknecht ve bunların tayfaları, bu heriflerin lehine pek az bir eğilim gösteriyorlardı. Öte yandan asker kaçaklarının, orduyu hesaba katmadan, memlekette nüfuz ve kudreti benimsemeye ve sahip çıkmaya ne hakları olabileceğine asla akıl erdirilemiyordu.
Daha işin başından itibaren benim şahsî kanaatim buydu. Halkı kandıran, bu ciğeri beş para etmez bir sürü adi politikacılardan son derece nefret ediyordum. Savaş boyunca milletin faydasına ve hayrına hiçbir şey söz konusu edilmiyordu. Bu herifler boş ceplerim doldurmaya bakıyorlardı. Şimdi sadece kendileri için çalışan ve halkı düşünmeyen bu sefillerin ipe çekilmek için olgun bir hale geldiklerini görüyordum. Bunların isteklerine önem vermek, birkaç hırsız için halkın çalışkan elemanlarının menfaatlerini feda etmek demekti.
Ordudaki muharip sınıfın büyük bir kısmı böyle düşünüyordu. Fakat memleketten gelen takviye kıtaları gittikçe berbatlaşıyordu. Öyle ki, cepheye gelişleri ordunun kuvvetine hiçbir şey eklemiyordu, tersine onu zayıf düşürüyordu. Özellikle Münihlilerin tamamının bir değeri yoktu. Bunların, gençlerini Ypres civarındaki çarpışmaya yollamış olan aynı ülkenin evlatları olacaklarına inanmak pek zordu.
Ağustos ve eylül aylarında yok olma işaretleri gittikçe çoğaldı. Gerçi düşman saldırılarının meydana getirdiği izlenimler, bizim eskiden yaptığımız direnç savaşlarının tesirleri ile kıyas edilemezdi. Somme ve Flandres çarpışmaları, bu saldırılarla kıyaslanırsa çok daha müthiş bir şey oldukları görülürdü. Eylül ayı sıralarında benim kıtam üçüncü defa olarak, vaktiyle, genç savaş gönüllüleri alaylarında savaşırken ele geçirdiğimiz mevzileri işgal etti. Ne tatlı hatıralardı bunlar! 1914 yılının Ekim ve Kasımında, ateş emrini almıştık. Kıtamız sanki bir dans partisine gider gibi, kalplerde vatan aşkı, dudaklarda şarkılarla kavganın içine atılmıştı. En asil kanlar, vatanın hürriyeti sağlandığı inancıyla oluk oluk ve keyifle, zevkle akıyordu, işte bizim için kutsal bir duruma gelen bu toprağı 1917 Temmuzunda tekrar çiğniyorduk. En değerli arkadaşlarımız burada can vermişlerdi. Bunlar çocuk sayılacak kadar gençtiler. Bir vakitler gözleri şevk ve sevinçle parıldayarak, vatan için ölümle kucaklaşmışlardı. O zaman alayla birlikte ilerleyen biz eskiler "ölünceye kadar sadakat ve itaat" yemini ettiğimiz bu yerde dinî bir heyecanla durmuştuk. Üç yıl önce alayın taarruz ederek ele geçirdiği bu yeri, şimdi zorla bir savunma ile koruyacaktık.
Üç gündür devam eden ateşle, ingilizler büyük Flandres'ler hücumuna hazırlanıyorlardı. Bu sırada ölülerin ruhları canlanıyor gibi oldu. Alay balçık çamura saplanmış gibi, deliklere tutunup yerim terk etmedi ve bir adım gerilemedi. Fakat eskiden de olduğu gibi, bulunduğu yerde sayıca azaldı, sonunda ingilizlerin hücumu 31 Temmuz 1917'de başladı. Ağustosun ilk haftasında bizi değiştirdiler ve alaydan birkaç bölük kaldı. Bunlar sendeleyerek geriye çekildiler. Hepsinin üstü çamur tabakası ile kaplıydı, insandan çok hayaletlere benziyorlardı. ingilizler birkaç yüz obüs çukurundan başka "ölüm" bulmuşlardı.
Şimdi de, 1918 sonbaharında, üçüncü defa 1914 yılının hücum mıntıkası üzerinde idik. Eskiden bize istirahat yolu görevini görmüş olan Comins Köyü şimdi bir savaş alanı haline gelmişti. Gerçekte savaş aynı kalmıştı, ama insanlar değişmişti. Artık asker siyaset yapıyordu. Memleketten gelen zehirli haberler her tarafa yayılıyordu. Artık memleketten gelen eski hava şimdi hiç yoktu.
13 Ekimi 14'e bağlayan gece ingilizlerin gazlı obüs atışları Ypres'in güney cephesi üzerinde şiddetle patlıyordu. Bu savaşta sarı gaz kullanıyorlardı. Bu gazın etkisini, vücudumuzun üzerinde yaptığı tahribatı görmeden önce bilmiyorduk, iste o meşum gecede ben l bu gazın etkisini öğrendim. 13 Ekim akşamı Wervich'ın güneyinde-I ki bir tepe üzerinde iken, uzun süre bu gazlı obüs atışlarının altında kaldık. Bu saldırı bütün gece büyük bir şiddetle devam etti. Gece yarısına doğru içimizden bir kısmını cephe gerisine doğru taşıdılar. Aramızda ölenler vardı. Sabah saat 7'de sarsılarak ve sendeleyerek geri çekildim. Gözlerim alev alev yanıyordu. Bir süre sonra gözlerim kor parçası haline geldi. Etrafımı karanlık kapladı.
Pasevvalk Hastanesi'ne işte bu vaziyette geldim ve maalesef devrimde hazır bulunmak üzüntüsünü tattım. Havada anlatılması imkansız, iğrenç bir şey dolaşıyordu. Herkes birbirine, birkaç haftaya kadar işin başlayacağım söylüyordu. Bu konuşmalardan bir türlü bir anlam çıkaramıyordum. Önce bahardaki gibi bir grevin yapılacağını sandım. Deniz askerlerinden devamlı nahoş dedikodular geliyordu. Söylentilere göre deniz askerleri arasında galeyan vardı. Fakat bu dedikodular, bende büyük toplulukları ilgilendiren bir konudan çok, belirli gençlerin hayallerinde oluşan bir şey izlenimini uyandırıyordu. Hastanede herkes savaşın sona ereceğinden söz ediyordu. Bu sonun yakın olduğu ümidindeydiler. Fakat hiç kimse hemen bir sonuç alınacağını da tahmin edemiyordu. Gazete okuyamıyordum. Kasımda gerginlik genel bir hal aldı ve bir gün felaket birdenbire patladı. Deniz askerleri motorlu vasıtalarla gelip, halkı devrime teşvik ettiler. Ne yazık ki, bazı genç Yahudiler milletimizin ha yatının "hürriyeti, güzelliği, namusu ve haysiyeti (!)" uğrunda yapılan bu hareketin liderleri durumundaydılar. Bu adi heriflerin hiçbiri cephede bulunmamıştı. Bir zührevi hastalıklar hastanesi vasıtasıyla savaştan uzak yerlere gönderilmişlerdi. Şimdi ise orada kızıl paçavrayı bayrak yapıyorlardı.
Yavaş yavaş kendimi iyi hissetmeye başladım. Göz çukurlarımdaki o korkunç ağrılar hafifledi. Çevremi biraz görebiliyordum, ilerde, bir işte çalışabilecek kadar gözlerimin tekrar görebileceği ümidi doğdu, işte bu korkunç olay çıktığı sıralarda iyileşmek üzere idim.
ilk günlerdeki ümidim, vatana karşı girişilen bu hıyanetin az çok mahalli bir hareketten ibaret olduğundaydı. Bir iki arkadaşımı bu fikre inandırmaya çalıştım. Özellikle, hastanedeki Bavyeralı arkadaşlarım benim bu kanaatime daha çok inanmaya eğilimli gözüktüler. Hava tam ihtilal kokuyordu. Bu çılgınlığın Münih'te de etrafı kaplayacağına inanmıyordum. Bence o asil Wittelsbach Hanedanına karşı gösterilecek sadakatin, birkaç Yahudi'nin iradesine kapılmaktan daha çok olacağını ümit ediyordum. İşte bundan dolayı deniz askerlerinin önayak oldukları bu ayaklanmanın bastırılmağını bekliyordum.
Fakat günler geçtikçe hayatımın en fena ve müthiş bir parçası ortaya çıktı. Söylentiler gittikçe öldürücü bir hal alıyordu. Benim mahallî bir olay olarak tahmin ettiğim çılgınlık, söylentilere göre genel bir devrimdi. İşte bu sırada cepheden nefret uyandıran pek kötü haberler geldi. Teslim olmak istiyorlardı. Fakat böyle bir şey olabilir miydi? 10 Kasım günü, bizlere küçük bir hitabede bulunmak üzere askerî hastaneye bir papaz geldi ve işte o zaman her şeyi öğrendik. Papazın anlattıklarım dinlerken duyduğum acı sonsuzdu. Bu ihtiyar din adamı, artık Hohenzollernler Hanedanı’nın taç giymeye hakkı kalmadığını, devletin şeklinin Cumhuriyet olduğunu söylüyor ve bu rejim değişikliği karşısında Allah'ın milletimize karşı olan lütfünu esirgememesi için bizlerden dua etmemizi istiyordu. Bütün bunları söylerken de tir tir titriyordu. O saygıdeğer adam aynı zamanda hanedan hakkında birkaç söz söylemeden duramıyordu. Pomeranya'da, Prusya'da ve bütün Alman vatanında yaptığı hizmetleri saygı ile yad ediyordu. Bir ara için için ağlamaya başlayınca küçük hastane köşesini derin bir sessizlik kapladı. Zannederim ki içimizde ağlamayan yoktu. Fakat yaşlı adam zorla sözlerine devama çalışarak, artık savaşa son vermek zorunda bırakıldığımızı, böylece gelecekte vatanımızın büyük bir baskıya maruz kalacağını, çünkü savaşın kaybedildiğini ve galip gelenlerin iyi niyetlerine sığınarak ateşkesi kabul etmek gerektiğini anlatmaya başlayınca kendimi tutamaz oldum, daha fazlasını dinlemek benim için imkansızlaştı ve birdenbire gözlerimi bir karanlık kapladı. Etrafı elimle yoklayıp ve sendeleyerek yatakhaneye geldim, kendimi binbir zorlukla yatağa attım.
Ateşler içinde yanan, kor parçası gibi olan başımı çarşaf ve yastığa gömdüm. Annemin cenazesinde bulunduğum günden bu yana hiç ağlamamıştım. Gençliğimde kader en insafsız şekilde üzerime çullandığı sıralarda gururum gelişmişti. Uzun savaş yıllarında, ölüm cephedeki birçok sevgili arkadaşımı alıp götürürken, bunlar için ağlamak bana adeta garip geliyordu. Çünkü bu dostlarım Almanya uğrunda can veriyorlardı. Yalnız o korkunç savaşın son günlerinde zehirli gaz bana gizlice saldırdığı ve gözlerimi tahrip etmeye başladığı anda kör olmak tehlikesi karşısında bir an ümitsizliğe kapıldım. işte o sırada vicdanımdan kopup gelen bir ses ile sanki yıldırım çarpmış gibi kendime geldim. "Senden çok daha bedbaht ve feci durumda olan binlerce kişi varken miskin miskin yakınıp ağlayacak mısın?" Hemen hissiz ve dilsiz kaderime rıza göstermeye başladım. Yalnız şimdi vatanımın uğradığı felaket karşısında bütün şahsî acılarımın ortadan kalktığını görüyordum.
Demek bunca fedakarlıklar ve mahrumiyetler boşunaymış. Bitip tükenmek bilmeyen aylar boyunca açlıktan duyulan acılar manasızmış. Ölümün nefesini ensemizde duyduğumuz halde, görevimizi yapmaktan bir an geri kalmamamızın hiçbir değeri yokmuş. Savaşta can veren iki milyon insanın hayatlarını feda etmeleri faydasızmış.
Bir gün siperlerinden bir daha geri dönmeyeceklerini bile bile ileri atılan yüz binlerce insanın mezarları açılmayacak mıydı? Bu mezarlar açılıp çamur ve kan içindeki kahramanlar birer intikam hayaletleri gibi vatana doğru yola çıkmayacaklar mıydı? 1914 yılının Ağustos ve Eylülünde askerler bugünkü sonuç için mi ölmüşlerdi? Aynı yılın sonbaharında gönüllü adaylar, bunun için mi genç arkadaşlarının arkalarından gitmişlerdi? On yedi yaşındaki delikanlılar, bugünler için mi Flandres topraklarında yere devrilmişlerdi? Alman analarının, sonsuz bir sevgi ile bağrına bastığı evladan bir daha görmemek üzere, üzüntülü bir kalple cepheye yollarken, vatan için yaptığı fedakarlığın gayesi bu muydu? Bütün bu fedakarlıklar bir kaç caninin, memleketi avuçları içine alması için mi yapılmıştı? Demek uykusuz geçen gecelerden, sonu gelmeyen yürümelerden bitkin hale gelen askerlerimiz, güneşin kızgın ateşi ve kar fırtınalarının ayazı altında bu caniler için savaşmıştı! O etrafı silip süpüren ateşin cehennemine, gaz bombalarının öldürücü patlamalarına hiç sarsılmadan ve tek görevi düşman tehlikesine karşı durmak olduğunu düşünerek, bu heriflerin menfaatleri için mi göğüs gerilmişti? Hiç şüphe yok ki, bu kahramanlığı gösterenler şöyle bir anıt dikilmesine hak kazanmışlardı: "Yolcu eğer Almanya'ya gidiyorsan memlekete haber ver ki, biz vatana sadık, göreve itaatkar burada yatıyoruz."
Ya memleket ne alemde idi? Göze alınacak yegane fedakarlık bu kadar mıydı? Almanya daha az mı saygıya layık görülecekti? Kendi tarihimize karşı görevlerimiz yok muydu? Bu olay gelecek nesillere nasıl haklı gösterilecekti?
Sefiller, alçaklar, caniler, ahlaksızlar! Bu korkunç ve nefret verici olayları daha açık görmeye ne kadar gayret ettimse, bu alçaklık karşısında alnımdaki utanmanın verdiği kırmızılık da o kadar çoğaldı. Bu manevî acının yanında, gözlerimde duyduğum ağrılar hiç kalırdı.
Bundan çok daha fena günler geldi. Her şeyin yok olduğunu görüyordum. Kafasızlar, beyinsizler, yalancılar ve katiller düşmanın lütuf ve merhametinden bir şeyler umuyorlardı. Bu günler benim içimde büyük bir kinin doğmasına sebep oldu. Bu olayları çıkaranlara kim kin duymazdı? ilerdeki günlerde akıbetimin ne olacağı hakkında da kesin bir fikir edinecektim. Şimdi bir süre önce, bana o kadar acı ve endişe veren kendi geleceğimi düşündükçe de gülüyordum. Böyle bir arazi üzerinde evler inşa etmek gülünç bir şey değil miydi?
Sonunda en çok korktuğum, fakat her zaman soğukkanlılığım sayesinde olacağına inandığım bir şeyin meydana geldiğini açıkça görüyordum, imparator ikinci Gulliaume, sahtekar adamların bir parça şeref ve namustan nasipleri olmadıklarını aklına getirmeden, memlekette barışı sağlamak için Marksist hareketin şeflerine elini uzatan ilk Alman imparatoru olmuştu. Bu kepaze herifler, bir elleri ile imparatorun elini tutarlarken, diğer elleri ile de hançer arıyorlardı.
Şu unutulmamalı ki, Yahudi ile uzlaşma yapılamaz. Ancak onunla karar verilebilir. O da ya hep, ya hiç!
Onlar Yahudilerle anlaşmaya uğraşsınlar, bana gelince, ben siyasî hayata atılmaya karar veriyordum.
BÖLÜM 7
1918 yılının Kasım ayı başında tekrar Münih'e geldim. "Askeriler Şurası"na bağlı olan alayıma iltihak ettim. Bütün bu teşkilattan 1-öylesine nefret ediyordum ki, fırsatını bulur bulmaz buradan çekilip i gitmeyi düşünüyordum. Cephede tanıştığım sadık bir arkadaşım 'plan Schmiedt Ernst ile, Traunstein'a gittim ve askeri kamp dağılın-: caya kadar orada kaldım. 1919 yılının Mart ayında Münih'e döndük. Vaziyet tahammül edilmez bir hal almıştı. Millet devrime teşvik ediliyordu. Eısner'in ölümü, tahammül edilmez halin artmasına, nihayet Sovyet Rusya'nın diktatörlüğüne, daha doğrusu Yahudilerin gecici bir hakimiyetine müncer oldu. Bu durum ise, daha başlangıçta devrim hazırlayanların gayesi ve besledikleri ideal idi.
Bu sırada, sabahtan akşama kadar, zihnimde bir sürü planlar kuruyordum. Günlerce, her an ne yapabilirim diye düşünüyordum. Fakat bütün düşüncelerim basit bir müşahede ile son buluyordu. Şöhretim olmadığı için, herhangi bir faydalı harekette yer tutabilmek şartlarına sahip değildim.
Dostları ilə paylaş: |