Propaganda savaş sırasında, bir amaca ulaşmak için kullanılan vasıtaydı. Yani Alman milletinin hayatı uğrunda yapılan mücadele söz konusuydu. Bundan dolayı propaganda bu amaç için değeri olan ilkelerden hareket etmek suretiyle muhakeme edilmeliydi, in öldürücü silahlar, en insancıl silah durumuna giriyordu. Propaganda daha seri bir zaferin şartıydı ve millete; hürriyet, şeref ve haysiyetini sağlamasına yardım ediyordu. Yaşamak için yapılan bu mücadelede "savaş propagandası" hakkında aldığım vaziyet buydu. Hükümetçe bu husus açıkça anlaşılmış olsaydı, bu silahın kullanılmanın şekli hakkında hiçbir zaman tereddüde düşülmeyecekti. Çünkü kullanmasını bilenin elinde, bu silah gerçekten korkunç ve dehşet verici bir şey oluyordu.
Propaganda da ikinci bir mesele vardır: Propaganda kime hitap etmeli idi? Aydınlara mı yoksa halkın az öğrenim görmüş kitlesin, mi? Bunun cevabı şudur: Propaganda daima, özellikle topluluğa in tap etmelidir.
Düşünenler için, propaganda sadece bilimsel açıklama olabil 11 Esas propaganda onun ihtiva ettiği husus ile bilim arasındaki münasebettir, yani duvar ilanları ile sanat arasındaki ilgiden ibarettir. Duvar ilanı, gelip geçenlere arz edildiği şekilde sanatı haiz değildi ilancılık sanatı ressamın şekil ve renkler vasıtasıyla gelip geçenlerin dikkatlerini çekebilmesindedir. Bir sanat sergisine ait duvar ilanı Uruz sergideki sanatı, göze çarptırmak maksadını güder. Bu işte ne (dar çok başarıya ulaşılırsa, ilancılık sanatı da o kadar büyük olur. rica, duvar ilanı gelip geçen halka serginin manası hakkında bir vermek içindir. Yoksa, bu sergideki büyük sanatın yerine geçek için değildir. Yani bütün bütün başka bir şeydir. Sanatı tetkik etmek isteyen bir kimse, duvar ilanından başka bir şeyi tetkik etmek zorundadır. Ayrıca, sergiyi de üstün körü dolaşmakla yetinemez. O kimsenin, her şey için ayrı ayrı derin bir tetkike dalması ve sonra bir hükme varması gerekir. Propaganda kelimesiyle ifade ettiniz maksat da bunun aynıdır.
Propagandanın gayesi, tek tek ve ilmi surette fertleri bilgi sahibi olmak değildir. Vazifesi, kütleleri dikkatini belirli olaylar, zaruret l icaplar üzerine çekmektir. Bu hususun önemi ise halka ancak bu ; ile anlatılabilinir.
Propaganda esasen, lüzum ve zorunluluk teşkil etmediği konu-duvar ilanında olduğu gibi, çoğunluğun dikkatini çekmekten f et olup, ilim sahibi olanlara yahut sadece bilgi toplamak niyetin-ı olanlara ders vermekten ibaret kalmadıkça, duygusallığa ve pek ı akla hitap etmelidir. Her propaganda halkın anlayacağı sahada ^imalıdır. Manevi seviyesini hitap ettiği topluluğun içindeki kain en dar olanların anlayabileceği biçimde tutmalıdır, şartlarda, taraftar kazanılmak istenilen kimseler ne kadar çoksa propagandanın manevi seviyesi de o kadar aşağıda olmalıdır. Propagandanın ilmi bakımdan içeriği ne kadar mütevazı ise ve toplumun duygularına ne kadar müracaat ederse, başarısı da o kadar kesin olur.. Başarı bir propagandanın değeri hakkında en büyük delildir, okumuş kimse veya bir iki genç "estet"in tasvip ve takdiri ilin yanında hiç kalır. Propagandada sanat düşünce gücünün çatığı hallerde, içgüdünün hakimiyeti altındaki büyük toplulukların uluyabileceği bir noktaya gelerek, psikolojik yönden uygun bir şekil alıp çevrenin kalbine girecek yolu bulmaktır. Bu hususun birde, akıl ve hikmetin en yüksek noktasına çıkmış sanılan kimselerce anlaşılmaması, onların zihinlerinde gururdan başka bir şey olmadığını pıt eder. Fakat propagandanın taraftar toplamaya müsait silahları (Estet- Güzeli ve güzelliği seven. Güzelliği işleyen ve onu konu edinen.) büyük halk topluluklarının üzerlerine çevrilirse, bu hareketten şu ders ortaya çıkar: Büyük toplulukların temsil melekesi sınırlıdır, idraki ise küçüktür. Ayrıca hafızadan yoksun oluşu pek büyüktür. Bunun için etkili propaganda pek az noktalara nüfuz etmelidir. Bunlar değişmez bir kalıpta ve düsturlar içinde, gerektiği nispette ileri sürülmelidir. Ta ki, halkın en son ferdi bile bu fikri anlayabil-sin. Bu prensip terk edilerek, dünya boyunca olmak istenirse elde edilecek sonuç küçülür. Çünkü topluluk kendisine sunulan şeyi ne anlayabilecek ne de aklında tutabilecektir. Bundan dolayı başarı zayıflayacak ve sonunda da yok olacaktır, işte bu bakımdan izahat ne kadar geniş tutulursa, taktiğin tayininde de psikolojik yönden isabet o kadar gereklidir. Mesela Almanya ve Avusturya'da çıkan mizah gazetelerinde düşmanı gülünç hale getirmek tamamen saçma bir işti. Çünkü bu propaganda ile beslenen okuyucu üzerinde, bir gün karşılaştığı düşman bambaşka bir tesir bırakacaktı. Alman askeri düşmanın mukavemeti karşısında o güne kadar düşman hakkında kendisine verilen bilgilerin ne kadar yanlış olduğunu ve aldatıldığını anladı. Böylece askerde dövüşme arzusu artacağı yerde, onun direnci kırılmış oldu. Asker kendisini ümitsizliğe terk etti.
Halbuki İngilizlerin ve Amerikalıların savaş propagandaları psikolojik yönden akla uygundu. Kendi milletlerine Almanları barbar olarak gösteriyorlardı. Bu arada her askeri, savaşın dehşetlerine karşı koymaya hazırlıyorlardı. Böylece onlar cephede hayal kırıklığına uğramaktan korunuyorlardı. Kendisine karşı kullanılan ölüm saçan silah, onun ilk aldığı bilgileri doğruluyor ve böylece hükümetinin verdiği teminatın da doğru olduğu kanaatine varıyordu. Böyle düşünen asker, hasmına büyük bir hırsla saldırıyordu, işte böylece hiçbir İngiliz eri, savaştan önce memlekette kendisine yanlış bilgi verilmiş diye düşünmüyordu. Halbuki Alman askeri için bunun aksi oldu. Öyle ki Alman askeri, sonunda bütün resmi bilgileri aldatma ve kafa şişirme olarak kabul etmeye başladı. Buna sebep, ilk rastlanan eşekle propaganda işini yöneltmenin mümkün olacağına inanmasıydı. Böyle bir görevi, insan ruhunu en iyi biçimde anlayan usta kimselerin yapabileceğini anlamamışlardır.
Alman propagandası, kültürü seçkin bir zümrenin işlediği üzüntü verici bir hataya en canlı örneği teşkil eder. Bu kimselerin çalışmaları, gerekli psikolojik düşüncelerden uzak kaldığı için İstenilenin tam aksı yönünde etki yapmıştır. Gözleri bağlı, kulakları tıkalı olmayanlar için, dört buçuk yıl düşman propagandasından öğrenilecek çok şey vardı.
Özellikle meşgul olunan ve hedef alınan bir konu hakkında sistemli şekilde tek taraflı bir vazıyet almak gerekir. Bu propagandanın en önemli ilk şartıdır. İşte bu en önemli ilk şart hiç anlaşılmamış ve gözden uzak tutulmuştu. Bu yolda öyle hatalar işlendi ki, savaşın başlangıcından itibaren yapılan saçmalıkları ancak ahmaklığa maletmek gerekirdi. Mesela bir sabunu öven bir duvar ilanı, aynı zamanda başka sabunların da iyi olduğunu anlatırsa bu garabete ne denir? Herhalde sadece baş sallanır. İşte bizim siyası propagandalarımız da tamamen buna benzedi. Propagandanın gayesi çeşitli partilerin haklarım güzelce tayin ve takdir etmek değildir. Propagandanın gayesi temsil edilen partinin üstünlüğünü açıkça ortaya koymaktır. Propaganda, eğer gerçek başka tarafta ise, bunu objektif bir şekilde araştırmaya ve halka dinin adaleti ile açıklamaya kalkışmamalıdır. Propaganda sadece kendisine uygun düşen gerçekleri aramakla ve onları tanıtmakla görevledir.
Savaşın getirdiği felaketin mesuliyetini yalnız Almanya'ya yüklemenin doğru olmayacağını söyleyerek, savaş mesuliyeti konusunu münakaşa etmek çok büyük bir hataydı. Bu mesuliyeti hiç yorulmadan devamlı bir şekilde hasımlarımıza yüklemek gerekirdi. Bu yarım tedbirin sonucu ne oldu?
Bir milletin büyük topluluğu politikacılardan, kamu hukuku profesörlerinden ve hatta yalnız hüküm vermeğe kabiliyetli kimselerden meydana gelmez. Şüphe ve kararsızlık içinde yüzen kimselerden oluşur. Bizim kendi propagandamız hasım tarafa küçük de olsa bir hak verecek olursa, kendi hakkımızdan şüphe etmek için bir adım atılmış olur. Böylece topluluk, hasmın haksızlığının nerede son bulduğunu ve bizim hakkımızın nerede başladığını tespitte zorluk çeker ve endişe içinde kalır. Eğer bir de hasım böyle hatalar işlemez de bütün kabahati istisnasız karşı tarafa atarsa, bu durum daha da fenalıklar doğurarak ortaya çıkar. Böylece halkımız daha akla uygun ve devamlı bir şekilde idare edilen düşman propagandasına inanmaya başlar. İşte bu iş, objektiflik illetine yakalanmış bir millette oldu. Çünkü herkes, Alman milleti ve devleti yok edilme tehdidi altında iken düşmana karşı haksızlık yapılmamasına çalışıyordu. Halkın büyük bir çoğunluğu, tıpkı bir kadın ruhi haleti içindedir. Bunlar, fikir ve düşünceleri, fiil ve hareketlerden ziyade duyguların doğurduğu düşüncelerden çıkarırlar. Bu düşünceler karışık olmayıp, gayet basit ve sınırlıdır. Bunların arasında birtakım ince farklar yoktur, sadece sevgi veya kin, hak veya haksızlık, gerçek veya yalan, olumlu veya olumsuz kavramlar vardır. Hiçbir zaman yarım hissiyata rastlanmaz, işte İngiltere'nin propagandasını idare edenler özellikle bu hususları gayet iyi anlamışlardır, İngiliz propagandasında şüphe doğuracak yarım tedbirlere rastlanmazdı.
Düşmanın halk psikolojisini gayet iyi bildiğini gösteren delil, o mezalim propagandası idi. Düşman bu propaganda sayesinde, cephede bozguna uğrasa bile manevi kuvveti korumak için gerekli malzemeyi buluyordu. Savaşın tek suçlusu olarak Alman milletini ilan ve teşhir etmekteki başarı da bu hususu doğruluyordu. Bu büyük yalan, küstahça ve taraf tutarak ileri sürülerek halk topluluklarının anlayabilecekleri bir şekle sokuluyordu. Topluluklar duyguları ile harekete geçerler ve daima savurganlığa kaçarlar. Bundan dolayı da o koca yalanlara inanırlar. Bu propagandanın başarısı yalnız, dört yıl süren savaş boyunca düşmanın karşı koymaya devam etmesi ile değil, aynı zamanda milletimizin üzerinde yaptığı etki ile de ortaya çıkmıştır. Böyle bir başarının bizim propagandamıza nasip olmamasına şaşırmamalıdır. Propagandamız içerdeki karışıklıklar esnasında tesirsizlik tohumu saçıyordu. Ayrıca içeriği itibariyle de halkın üzerinde gerekli tesiri yapmaktan çok uzaktı. Bizim o ipe sapa gelmez devlet adamlarımız, insanları ölüme sevk edebilmek için, o manasız barışçılık sözleri ile sarhoş etmenin ve coşturmanın mümkün olacağını sanmışlardı.
Bir propagandada esaslı bir prensibe her zaman kesin bir şekilde uyulmazsa teşkilat içinde gösterilen faaliyetler bir başarı sağlamaz. Propaganda gayet sınırlı konulara temas etmeli ve bunları devamlı bir şekilde tekrarlamalıdır. Dünyadaki diğer işlerde de olduğu gibi bunda da sebat ve ısrar başarının en önde gelen şartıdır. Propaganda her şeyi kanıksamış kimselerin peşine düşmemeli ve estetlere kapılmamalıdır. Aksı halde propagandanın muhteviyatı, şekli ve ifadesi halkın üzerinde faaliyet gösterecek yerde, yalnız edebi salonlara devanı eden kimselere tesir eder. İşte bunlardan vebadan kaçar gibi kaçmak gerekir. Bunlar güzel hisler duymaktaki aczleri dolayısıyla , daima kendilerine yeni terbiyeciler ararlar. Bu adamlar kısa zaman ilcinde her şeyden bıkarlar, daima değişiklik ararlar. Hiçbir zaman kusursuz bir durumda olan çağdaşlarının seviyesine gelemezler, hatta bunları anlayamazlar. Propagandayı veya muhteviyatını, kötü
(,Ve pek eskimiş buldukları için eleştirirler. Onlara daima yeni şeyler Ş gerekir. Bu herifler, halkın nezdinde siyasi başarının en öldürücü ;(düşmanı olurlar.
Halbuki propaganda her şeyi kanıksamış küçük beylere, devamlı vakit geçirecekleri meraklı vasıtaları sağlamak için yapılan bir ,|ey değildir. Propaganda kanaat ve telkin içindir. İkna edilmesi söz konusu olan kuvvet de topluluktur. Topluluğun ise daima o ağırlığı İçinde bir fikri anlayabilecek duruma gelmesi için, bir zamana ihtiyacı vardır. En basit mefhumlar defalarca tekrar edilmeden hafızasını onlara açmaz.
Hedef çeşitli yönlerden aydınlatılabilir. Fakat her açıklamanın gayesi daima aynı düstura ulaşmalıdır. Ancak bu böyle olursa, propaganda düzgün bir etki yapabilir. Hiçbir zaman bir tarafa sapmadan üstünde yürünen bu yol, daima eşit ve metin bir çalışma sayesinde başarıya ermenin imkanını sağlar, işte o zaman, böylesine sebat ve gayretle nasıl akla, hayale gelmez büyük sonuçlara kavuşulacağı hayretle görülür. Her reklam ister iş hususunda, ister siyasi klanda yapılsın, başarısı devamlı çalışma ve daimi surette fikri takip etmekle elde edilir.
Düşman propagandasını örnek almak gerekirdi. Bu propaganda özellikle belirli halk topluluğu için hazırlanmış birtakım hususlar ihtiva ediyor ve bunlar devamlı bir şekilde -ısrarla idare edilip, savunuluyordu. Esaslı fikirlerin ve bu fikirleri yayış usullerinin bir kere başarısı görülünce, savaş boyunca bunlar, bir değişiklik yapılmadan kullanıldı, ilk önceleri cüretli iddiaları yüzünden bu propaganda saçma gibi geliyordu. Daha sonra nahoş kabul edildi. En sonunda ise inanıldı. Dört buçuk yıl sonra Almanya'da bir ihtilal çıktı ki, ihtilalin parolası düşman propagandasından alınmıştı. İngilizler den bu silahın başarısının devamlı kullanılması ile sağlanacağı ve bu başarının yapılan bütün masrafları karşılayacağım da öğrendim. İngilizler propagandayı birinci silah kabul ediyorlardı. Halbuki bizde, propaganda bir sandalye kapamamış politikacıların son ekmek parçaları veya gazetelerde işletilen küçücük bir damar sayılıyordu. Almanya'da düşman propagandası 1915 yılının ilk aylarında başladı. 1916 yılından itibaren şöhreti gitgide arttı ve 1918 yılına gelindiğinde gerçek bir dalga halinde bütün Almanya'yı kapladı. O günlerde bu ideal avcılığının sonuçlarım yakından takıp etmek mümkün oluyordu. Alman ordusu yavaş yavaş düşmanımızın istediği gibi düşünmeye alıştı. Hiçbir Almanda bir reaksiyon görülmedi. Gerçekte ordu, akıllı ve irade sahibi şefinin idaresinde, bu havayla savaşı kabul etmek kararındaydı. Fakat bu işte gerekli olan araçlardan yoksundu.: Ayrıca bu çeşit fikrî kültüre bizzat ordu tarafından erişilmesine izin verilmesinde de psikolojik hata vardı. Bu işin yararlı olabilmesi için, ülkenin içinden gelmesi gerekirdi, işte o zaman dört yıldan beri büyük kahramanlıklar ve feragat örnekleri vermiş insanların nezdinde başarı kazanılacağı ümit edilirdi. Fakat ülkenin başına ne geldi? Bu sonuç budalaca bir şey miydi, yoksa canice bir hareket mıydı?
1918 yazı ortalarında Marne'ın güney sahilinin tahliye edilmesinden sonra Alman basını öylesine canice bir aptallık eseri ortaya koydu ki, bu adi hareket içimde her gün artan bir kudurmaya sebep olan şu soruyu aklıma getiriyordu. Ordumuzun kahramanlarının bu manevî sefahatine son verecek bir kimse çıkmayacak mıydı? 1914 yılında Fransa'ya eşine rastlanmamış, zafer dolu bir şekilde saldırdığımız zaman ne oldu? Isonzo Cephesi yıkıldığında italya ne yaptı7 1918 yılının ilkbaharında Alman kıtalarının saldırısı Fransız mevzilerini yerlerinden kovacak gibi olduğunda ve uzun menzilli ağır topların kudretli gülleleri Paris'in kapılarım dövmeğe başladığında Fransa ne yaptı? Orada, geriye doğru alelacele kaçışan alayların yüzlerini kamçılamışlar ve milli hislerin ateşlerini onların yüzlerine üflemişlerdi. İşte o zaman propaganda ve topluluklara tesir etmenin ilmi, askerlerin kalplerine kesin zafere inanmayı gürz darbeleri ile tekrar sokmak için nasıl çalışmıştı? Eğer Tanrı beni propaganda servisimizin aciz ve iradesiz adamlarının yerine koysaydı, savaşın kaderinin başka türlü olacağı muhakkaktı, işte bu husus aklıma geldikçe üzüntülerin içinde kıvranıp dururdum. O aylar içinde kaderin hainliğini ilk defa hissettim. Kader beni öyle bir yerde tutuyordu ki, herhangi bir zencinin silahından çıkan serseri bir kurşunla yere serilebilirdim. Halbuki başka bir mevkide vatanıma çok daha büyük hizmetlerde bulunabilirdim. Çünkü ben daha o günlerde, bu işte l başarılı olacağıma inanmış mağrur bir kimseydim. Ne var ki, şanı ve "• adı meçhul bir kimseydim. Sekiz milyon insan arasında bir satırlık kaydım vardı. Böyle olunca susmam ve bulunduğum mevkide bana Ö düşen görevi en iyi şekilde yapmam gerekiyordu.
1915 yazında ilk düşman broşürleri elimize geçmeye başladı. Bunların içerikleri hep aynıydı. Sadece şekil ve izahat yönünden bazıları değişikti. Özellikle "Almanya'da kıtlık artıyor" iddiasında bulunuluyordu. Savaş bir türlü bitmeyecekti. Halbuki savaşı kazanmak ümidi devamlı şekilde azalıyordu. Bundan dolayı halk barış istiyordu. Fakat militarist idare ve Kayser buna fırsat vermiyorlardı. işte bu hususa vakıf olan bütün dünya, Alman milleti ile değil, sadece tek suçlu olan Kayser'e karşı savaş ediyordu. Bundan dolayı savaş, düşman barışsever beşeriyet tarafından uzaklaştırılıncaya kadar l> devam edecekti. Savaş bittikten sonra da liberal demokratik devletliler, Alman milletini dünya çapında ebedi barış ligine alacaklardı. Ancak "Prusya militarizmi" yok edildiği gün barış sağlanacaktı. ı îşte bu açıklamayı ispat için düşman broşürleri bazı kere j;,"memleket mektuplarının kopyalarını da ihtiva ediyordu. Bu mektupların muhteviyatı broşürün açıklamalarını doğrular gibiydi. Gerçi, bütün bu teşebbüslere gülünüp, geçiliyordu. Broşürler okunduk-I tan sonra genel kurmaya gönderiliyordu. Bunların çoğu unutturuyordu. Sonunda rüzgar siperlere doğru yeni yeni yükler getiriyordu. Bu broşürleri bize getirme işini çok zaman uçaklar yapıyordu.
Bu çeşit propagandada bir husus çok geçmeden hayret uyandırmaya başladı. Cephede Bavyeralıların bulunduğu kısımlarda değişmez bir yargı ile Prusya'ya saldırılıyordu. Aynı zamanda Prusya'nın savaşın tek suçlusu olduğu söylendiği gibi, Bavyera'ya karşı j, hiçbir husumet beslenmediği de ekleniyordu. Ayrıca Bavyera, Prusya militarizmine bağlı kaldığı ve ona hizmet ettiği sürece, Bavyera'nın hesabına kestaneyi ateşten çıkarmanın imkansız olduğu da açıklanıyordu.
Bu usulün askerler üzerinde tesiri 1915 yılında görülmeye başlandı. Askerler arasında Prusya aleyhindeki infial göze çarpacak kadar gelişti. Fakat zirveden temele kadar bu duruma engel olmak için hiçbir tedbir alınmadı. Bu şekil davranış, basit bir hatadan, küçük bir ihmalden de öte bir şeydi. Gerçi er geç cezasını görecekti ama, yalnız Prusyalı değil, bütün Alman milleti zarara uğrayacaktı. Bavyeralı da herhalde Almandı. Böylece düşman propagandası 1916 yılından itibaren inkar kabul etmez şekilde başarılar kazandı.
Artık doğrudan doğruya ülke içinden gelen şikayet mektupları da olumsuz etkiler meydana getirdi. Şimdi bu mektupların cepheye düşman broşürleri ile ulaştırılmasına gerek kalmıyordu. Buna karşı da hiçbir şey yapılmadı. Sadece hükümetin son derece aptalca bazı ihtar ve çıkışmaları oldu. Ama cephe düşmanın saçtığı bu zehre gark oldu. Saçları uzun, akılları kısa bazı sersem kadınlar, bu zehri ülkenin içinde gayet doğal olarak imal ediyorlar ve bunları cepheye göndermekle düşmana hizmet ettiklerini, kendi yakınlarının savaş alanındaki ıstıraplarını uzatmak ve çoğaltmaktan başka bir işe yaramadıklarını bilmiyorlardı. Böylece budala kadınların mektupları yüz binlerce insanın kanına girdi. Sonunda 1916 yılında endişe verici bazı olaylar vukua geldi. Cephe homurdanıyor ve vahşi bir hale bürünüyordu. Askerler çeşitli sebeplerden dolayı artık memnun değildiler ve ara sıra da haklı olarak galeyana geliyorlardı. Askerler cephede aç kalıp, tevekkül gösterdikleri sırada aileleri ve yakınları evlerinde perişan bir durumda idiler. Halbuki başka yerler de bolluk ve eğlence hüküm sürüyordu.
Buhran daha o günlerde kendini göstermiş, fakat bu daima iç meseleler halinde kalmıştı.
Önceleri bağırmış veya mırıldanmış bir asker, bir müddet sonra gayet doğal bir şeymiş gibi görevini sessizce yerine getiriyordu. Yine önceleri memnuniyetsizliğini ifade eden bir bölük asker, savunmaya memur edildiği toprak parçasına, sanki Almanya'nın akıbeti o çamur içindeki bir iki yüz metrelik çukura bağlı imiş gibi çakılıp kalıyordu, işte bu hâlâ o kahramanlar ordusunun cephesiydi.
Kaderin sert bir değişikliği sonucu cephe ile memleket arasındaki farkı öğrenecektim. 1916 yılının Eylül ayı sonunda kıtam Somme çarpışmasına doğru hareket etti. Bu bizim için korkunç malzeme çarpışmalarından ilki idi. Bu çarpışmayı anlatmak çok zordur. Buna bir çarpışmadan çok, bir cehennem demek daha doğru olur. Devamlı ateş kasırgalarına Alman cephesi haftalarca dayandı. Belki bazen bir parça geriledi, bazen ilerledi ise de, hiçbir zaman gevşemedi. 7 Ekim günü yaralandım. Tanrı'nın yardımı ile geriye gelebildim ve Almanya'ya dönmek üzere sıhhiye trenine bindim.
Ben vatandan ayrılalı iki yıl olmuştu. Bu şartlar altında bu iki yıl adeta sonu gelmez bir zaman parçası sayılabilirdi. Üniforma giymemiş Almanların görünüşlerinin nasıl olabileceğini zor düşünüyordum, ilk tedavi için yatırıldığım hastanede yanımdaki arkadaşla konuşan hastabakıcı kadının sesini işitince dehşetten irkildim. İki yıl sonra ilk defa bir Alman kadınının sesini duyuyordum! Sonra bizi memleketimize götürecek olan tren sınıra yaklaştıkça hepimiz bir endişe duymaya başladık, iki yıl önce genç askerler olarak geçtiğimiz yerlerin hepsi, Brüksel, Louvain, Liege birer birer gözlerimizin önünden geçip gittiler. Sonunda ilk Alman evini yüksek damından ve güzel panjurlarından tanıdık. Vatan! Vatana gelmiştik!
1914 yılının Ekiminde sınırı geçerken şevk ve galeyanla tutuşuyorduk. Şimdi ise sessizlik ve heyecan hüküm sürüyordu. Herkes hayatı pahasına savunmaya zorunlu olduğu yerleri kaderin bir kere daha görmeğe fırsat vermesinden sevinç duyuyordu. Hepimizin, başkalarının gözlerimizin içine bakmalarına fırsat verdiğimiz için utanıyorduk.
Hemen hemen cepheye gidişimin yıldönümünde, kendimi Berlin civarındaki Beelitz Hastanesi'nde buluyordum. Bu ne büyük değişiklikti! Somme çarpışmasının bataklıklarından bu ihtişam dolu binanın beyaz çarşaflı yataklarına geliyordum. Önceleri bu yataklarda yatmakta güçlük çektik. Bu yeni dünyaya yavaş yavaş alışabildik. Fakat üzülerek belirteyim ki bu yeni dünya, başka bir yönden de yeniydi. Cephedeki ordunun ruhu burada hayat hakkına sahip değildi. Cephede hiç rastlamadığım bir şeyi burada işitiyordum. Korkak olmakla iftihar ediliyordu; cephede duyulan homurtu ve mırıldanmalar hiçbir vakit görevi aksatmaya teşvik olmadığı gibi, korkaklığa karşı da bir övgü değildi. Evet, korkmak daima bir korkaklık diye kabul ediliyordu. Bundan da çok, bir değeri yoktu. Aksine korkaklığı ezen bir tiksinme vardı. Bu hal genel idi. Tıpkı gerçek bir kahramana gösterilen hayranlık gibi. Fakat hastanede iş tamamen tersineydi. Bir sürü elebaşı büyük büyük laflar sarf ediyorlar, o boş belagatlerine müracaat ederek, gerçek askerlik prensiplerini gülünç hale sokmaya uğraşıyorlar ve tip olarak korkakların karakter zaaflarım tavsiyede bulunuyorlardı. Birkaç adi herif bu hareketi yayma işinde elebaşı oluyorlardı. Bu köpeklerden biri hastaneye girebilmek için elini bir dikenli tel üzerinde dolaştırmış olduğunu iftiharla anlatıyordu. Bu yaranın basitliğine rağmen hastanede uzun süre kalmıştı. Almanya'ya bir sıhhiye treni ile sevk edilmesi de hile ile olmuştu. Fakat bu adi herif kendi düşüncelerini etrafa yayarken öyle kurnazca hareket ediyordu ki hıyanetini kahramanca ölen bir askerin cesaretinden üstün gibi göstermeyi başarıyordu. Birçok kimse bu zavallının sözlerim sessizce dinliyor, bazıları oradan uzaklaşıyor, bir kısmı da başları ile tasvip ettiklerini belirtiyorlardı. Bana ise bulantı geliyordu Fakat neden hastanede böyle bir elebaşıya fırsat veriliyordu. Ne yapmalıydı? Bu köpeğin ne olduğunu idarenin bilmesi gerekirdi. Fakat hiçbir şey yapmadılar.
Bir acı duymadan yürümeye başladığım zaman Berlin'e gitme izni aldım. Kıtlığın her tarafta pek şiddetli olduğu derhal görülüyordu. Koca şehir açlıktan kıvranıyordu. Memnuniyetsizlik her tarafı sarmıştı. Askerlerin devam ettikleri yerlerdeki konuşmalar hastane-dekinin aynı idi. Bu heriflerin böyle yerlere kendi düşüncelerini yaymak için gittikleri intibaı uyanıyordu.
Münih'te ise durum çok daha kötüydü. İyileştikten sonra hastaneden çıkıp depo taburuna verildiğim zaman, az daha şehri tanıyamayacaktım. Küfürde, kızgınlıkta çok ileri gidilmişti. Depo taburunda da durum aynıydı. Buna, cepheden dönen askerlere adi talim subaylarının gösterdikleri muamele sebep oluyordu. Bu subaylar cephede bir saat bile kalmadıkları için eski askerlere böyle kötü davranıyorlar, onlara uygun gelecek bir durum yaralamıyorlardı. Gerçi bu eski askerlerde bazı gariplikler vardı. Buna sebep de cephede hizmet etmiş olmalarıydı. Fakat bu durum, bir doldurma askerinin teşekkülüne kumanda eden kimseler için takdir edilemiyordu. Halbuki bu kimseler de, cepheden dönen subaylar olsalardı bu gerçeği anlarlardı. Bütün bunlar bir yana genel durum; endişe ve üzüntü verici idi. işin içinden bir fırsatını bulup sıyrılmak yüksek bir zekanın mahareti sayılıyordu. Sadık olma ve sebat gösterme ise zaaf ve sınırlı bir zekanın işareti olarak vasıflandırılıyordu. Resmi daireler Yahudilerle dolmuş, taşmıştı. Memurların hemen hepsi Yahudi'ydi. Sözüm ona seçkin ırktan olan asker kaçaklarının çokluğuna şaşıyordum.
Dostları ilə paylaş: |