Kader beni, iki Alman devletinin tam sınırları üzerinde bir ka­sabada, Braunau am Inn'de dünyaya getirdi. Alman olan Avusturya, büyük Alman vatanına tekrar dönmelidir



Yüklə 1,96 Mb.
səhifə21/51
tarix28.10.2017
ölçüsü1,96 Mb.
#18647
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   51

Gerçekte barışsever ve insaniyetçi fikri üstün olan bir kimse, yeryüzünün hakimi olacak şekilde dünyanın geniş bir bölgesini fet­hedip hakimiyetini kabul ettirdiği zaman pek iyi bir şey yapmış olur. Bu fikir ameli uygulaması zor ve nihayet imkansız duruma gel­diği nispette zararlı sonuçlar doğurabilir. Demek ki ilk önce savaş, sonra barışçılık.

Yoksa insanlık gelişmenin en son ve en yüksek noktasını atla­yıp, geçmiştir. Son nokta, herhangi bir ahlaki fikrin hakimiyeti de­ğildir, barbarlığın ve daha sonra karmakarışıklığın hakimiyetidir. Dünyamız milyonlarca yıl boşlukta dolaştığı halde üzerinde insan görülmemiştir. Eğer insanlar birkaç gevezenin yaydıkları fikirleri dinleyip ve tabiatın tunç gibi sert kanunlarını tanımayı ve bunlara sıkı bir şekilde uymayı öğrenerek yüksek bir noktaya ulaşabilecek­lerini unuturlarsa, bir gün dünyamızın eski şartları dahilinde yoluna devam etmesi mukadderdir.

Bugün hayran kaldığımız ilim, güzel sanatlar, teknik ve icatla­rın hepsi bazı ırkların, belki de ilk önceleri tek bir ırkın yaratıcı fa­aliyetlerinin sonuçlarıdır. Medeniyetin devamı bu milletlere bağlı­dır. Bu milletler yenilir ve yok olurlarsa, dünyanın güzelliğini mey­dana getiren şeyler kendileri ile birlikte toprağa gömülür..

Örneğin, toprağın insanların üzerindeki etkisi ırklara göre deği­şecektir. Bir ırkın üzerinde yaşadığı toprağın veriminin az oluşu, o ırk için kudretli bir teşvik unsuru olacaktır. Bu durum o ırkı büyük şeyler yapmaya sevk eder.

Başka bir ırk için ise toprağın çorak oluşu bir sefalet ve sonun­da da beslenememe sebebi olur. Dışardan gelen nüfuzun ırkların üzerinde yapacağı tesirin şeklini, o ırkların samimi dayanakları tes­pit eder. Bazı ırkları açlıktan ölmeye mecbur bırakan bir şey, diğer ırkları çetin mücadelelere ve çalışmalara kabiliyetli hale getirir. Geç­miş dönemlerin bütün büyük medeniyetleri, yaratıcı ırkın kanının zehirlenerek ölmesi sonucu çökmüştür. Bu çeşit çöküşlerin en bü­yük sebebi, insanların medeniyetlere değil, medeniyetlerin insanlara bağlı oldukları prensibinin unutulmasıdır. Belirli bir medeniyeti muhafaza etmek için, o medeniyeti yaratan kimseyi korumanın lü­zumu, gözlerden kaçmıştır. Fakat bu koruma hali zaruretin tunç gi­bi sert kanununa, en iyinin ve en kuvvetlinin zaferine bağlıdır. De­mek oluyor ki yaşamak isteyen kavga etmelidir. Kanunu devamlı bir mücadeleden ibaret olan bu dünyada, mücadeleden kaçınan kimsenin yaşamaya hakkı yoktur. Bu acı gibi görünür, fakat gerçek böyledir. Ama tabiata üstün geldiğini sanan ve gerçekte tabiata kü­für eden kimsenin akıbeti çok daha acıdır. Irk kanunlarını unutan ve onlara hakaret eden insan ulaşacağını sandığı saadetten kendim mahrum eden ve üstün ırkın zaferlerle dolu yürüyüşüne engel olur. Böylece her çeşit insanın gelişmesinin ilk şartını zaafa uğratır, insan hassasiyetinin yükü altında ezilerek, canlılar grafiğinde yükselme­den aciz hayvanlar seviyesine düşer, ilk medeniyeti hangi ırk ve ırk­ların meydana getirdiklerini ve insanlık kelimesinin ifade ettiği manayı gerçekleştirdiklerini bilmek hususunda münakaşa yapmak boş ve lüzumsuz bir harekettir. Meseleyi bugüne ait olan noktasında vazetmek daha kolaydır. Bu noktada verilecek cevap da daha açık ve . basittir. Bugün medeniyetin sonucu olarak önümüzde duran, güzel sanatların, ilimlerin ve tekniğin ürünlerinin tamamı, hemen hemen sadece üstün ırkların yaratıcı faaliyetleri sayesindedir. Bu gerçek, onlara insaniyetin hakkı olarak yegane temsilcisi oldukları hükmü­nü vermemize imkan hazırlar. Sonuç olarak "insan" adı ile anladığı­mız ilkel tipi onlar temsil ederler. Onlar, irsi insanlığın Promete'si-dirler. Dehanın ilahi kıvılcımı eski günlerden beri hep onların alın­larından fışkırmıştır. Israrla dilsiz sırları örten geceleri bilgi adı al­tında aydınlatan ateş, daima yeni baştan parlamış ve böylece insana bu dünyada yaşayan diğer yaratıkların hakimi olması için ulaşması gereken hedefi göstermiştir. Eğer ateş ortadan kaldırılsaydı yeryüzü­nü büyük bir karanlık basacaktı. Böylece birkaç asır için de medeni­yet yok olup gidecek ve dünya çöle dönecekti. Eğer insanlık, mede­niyet yaratan, medeniyetin emanetlerini muhafaza eden ve medeni­yeti yok eden diye, üçe bölünse idi, birinci bölümü yalnız üstün ırklar temsil ederlerdi, insan eli ile yapılan bütün yaratmaların te­mellerini ve büyük işlerini bu üstün ırklar meydana getirmişlerdir. Onların dış görünüşleri ve aldıkları renk, çeşitli milletlerin özel va­sıflarının tesiri altında kalmıştır.

insan gelişmesinin ortaya koyduğu bütün binaların planlarını ve büyük kesme taşlarını hep üstün ırk sağlamıştır. Yalnız icra key­fiyeti her ırkın kendine has ruhuna karşılık gelmiştir. Mesela, birkaç yıla kadar Asya, gelişmesinin temelini Yunan, Rus ve Alman tekniği seviyesine çıkaran medeniyete, benim medeniyetim diyebilecektir. Bu medeniyetin sadece dış görünüşü, hiç olmazsa kısmen Asya'nın verdiği ilhamların vasıflarını taşıyacaktır. Japonya, sanıldığı gibi, medeniyetine, Avrupa medeniyetim eklemiyor, tam aksine Avru­pa'nın ilim ve tekniği Japon medeniyetinin özel vasıflarını teşkil e-den şeye yakından bağlanıyor. Bu ülkede hayatın esaslı temeli artık orijinal Japon medeniyeti değildir. Gerçi Japon medeniyeti bu haya­ta kendisine has bir renk ve tarz veriyorsa da, (yani esaslı farklar se­bebiyle Avrupalıların gözlerine çarpan o dış görünüşü sağlıyorsa da) buradaki hayatın temeli Avrupa ve Amerika'nın yani üstün ırkların ilmi ve teknik çalışmalarının sonucu olarak sağlanmaktadır. Doğu da, bu çalışma sayesinde elde edilen sonuçlara dayanılarak insanlı­ğın genel gelişmesi takip edilebilmektedir. Günlük ekmek için yapı­lan mücadele, bu çalışmanın temelini sağlamış ve gereken silah ve hareketleri yaratmıştır. Japon karakterine sadece dış şekiller yavaş yavaş uyum sağlayacaktır. Eğer bugünden itibaren üstün ırkın tesiri Japonya'nın üzerinden kalkacak olsa ve Avrupa ile Amerika'nın yı­kılmaları sağlansaydı, Japon milletinin teknik ve bilimde kaydettiği ilerlemeler bir süre daha devam edebilirdi. Fakat birkaç yıl sonunda kaynak kuruyacaktı. Japonlara özgü nitelikler tekrar ortaya çıkacak­tı. Böylece bugünkü medeniyeti de, yetmiş yıl önce üstün ırkın me­deniyetinin dalgası ile çekip çıkarıldığı derin uykunun içine tekrar gömülüp kalacaktır. Bu gerçeği göz önünde tutarak, Japonya'nın bugünkü gelişmesi üstün ırkın tesiri sayesinde olduğu söylenebilir. Buna göre pek eski zamanlarda da yabancı bir tesir ve ruh o eski devrin Japon medeniyetini uyandırmıştır. Bu fikir ve düşünceyi doğrulayan en güzel delil, bu medeniyetin daha sonra işlemez hale gelip, tamamen taş gibi donarak kaskatı olmasıdır. Bu olay bir mil­lete ancak ilk yaratıcı hücre ortadan çakıldığı veya ilk hamleyi ver­miş ve medeniyetin ilk gelişmesine gereken malzemeyi sağlamış olan dış tesir kaybolduğu zaman meydana gelebilir.

Bir ırkın, medeniyetinin esaslı unsurlarım yabancı ırklardan alarak, temsil ettiği ve harekete geçirdiği, fakat daha sonra üzerinde­ki yabancı etki kaybolunca uyuşup kaldığı tespit edilirse, bu ırkın medeniyetin taşıyıcısı olduğu söylenebilir, fakat medeniyeti doğu­ran millet olduğu iddia edilemez.

Çeşitli milletler bu açıdan incelenecek olursa, fiiliyatta önceden medeniyeti kuran milletler olarak değil, daima medeniyeti bir ema­net olarak başkalarından almış topluluklar şeklinde görünürler, işte bunların gelişmeleri hakkında şunlar söylenebilir: Sayıları gerçekten gülünç kabul edilecek kadar az olan üstün ırklar, diğer yabancı mil­letleri hakimiyetleri altına alıyorlar ve yeni toprakların kendilerine arz ettikleri hayat şartlarının, yani toprağın verimli ve iklimin müsa­it oluşu sayesinde veya aşağı ırka mensup insanların sağladıkları iş­gücü bolluğundan faydalanarak, onlarda uyuklar bir halde bulunan fikri ve teşkilatçı melekeleri geliştiriyorlar. Binlerce yıl, hatta birkaç asır içinde meydana öyle medeniyetler çıkarıyorlar ki, önceleri bu aşağı ırkların hayat tarzlarına, verimli toprağın ve kontrol altına al dlkları insanların ruhlarının özel durumlarına karşılık gelen vasıfları | Içeriyorlar. Fakat sonunda toprakları fethedenler kanlarının temizli­ğini korumalarına imkan veren ve önceleri emirlerine uydukları prensibe sadakatlerini kaybediyorlar. Kendi halkı yerlilerle birleş­meye başlıyor. Böylece kendi hayatlarına son veriyorlar. Çünkü cennette işlenen ilk günah daima suçluların uzaklaştırılması sonu-I cunu vermiştir, işte bin yıl veya daha çok bir zaman sonunda eski hakim ırklardan görülebilen son iz, çok kere kanının, hakimiyeti al-I tına aldığı ırka bıraktığı açık renkte ve eskiden meydana getirmiş ol­duğu medeniyetin taş gibi donmuş halinde görülebilir. Çünkü üs­tün ırkın gerçek ve manevi kanı hakimiyeti altına aldığı milletlerin kanları içinde kaybolduğu gibi, medeniyetin ilerlemesi için yolunu aydınlatan meşalenin alevini sağlayan yanar madde de yok olmuş­tur. Nasıl ki, üstün ırkların kanları, eşlerinin doğurduğu çocukların renklerinde kendilerinin hatıralarını devam ettiren hafif bir nüans bırakmışsa, kültür hayatını boğan kimse de, eskiden ışığı getirmiş olanların henüz yaşamakta olan meydana çıkarma özelliklerinin yaydığı ışıklarla daha az karanlık hale sokulmuştur. Bunların ışınları unutulmuş bir çatlak arasından parlar ve çok zaman dikkatsiz göz­lere önlerinde şimdiki milletin hayali bulunduğu zannını verirler. Halbuki gözlemci, bu hayali ancak geçmiş devrin aynasında gör­mektedir. Böyle bir milletin tarihi seyri sırasında eskiden kendisine medeniyet getirmiş olan ırkla ikinci defa olarak veya daha çok te­masa geçmesi ve önceki karşılaşmaların hatırasının hafızalardan si­linmiş olması mümkündür. Bu millete eski hakim ırk veya ırklardan kalmış olan kan, şuursuz bir şekilde tekrar bu kültürün himayesine | girer. Eskiden ancak zor kullanılarak sağlanan şey, şimdi tam istekle ?! meydana gelebilir. Böylece yeni bir medeniyet devresi meydana çı­kar ve bu devre üstün ırkın, yabancı milletlerin kanları ile piçleşme­sine kadar ayakta kalır.

Medeniyetin gelecekteki dünyayı kaplayan tarihi için araştırma­ları bu yöne çevirmek ve şimdiki tarih ilmimizde olduğu gibi dış olayların tespiti içinde boğulmamak bir görev olacaktır. Medeniye­tin taşıyıcısı olan milletlerin uğradıkları bu gelişme hakkındaki ge­niş bilgi, dünya üzerinde medeniyeti gerçekten kurmuş olanların, üstün ırkların gelişmelerine ve tesirlerinin ortadan kalkmalarına ait tabloyu da çizeceği muhakkaktır. Günlük hayatımızda olduğu gibi, dehanın meydana çıkabilmesi için özellikle nasıl uygun bir fırsata, hatta gerçek bir hamleye ihtiyacı varsa, deha ile vasıflanmış ırk hakkında da durum böyledir. Her gün kü hayatın değişmez akışı içinde, birinci derecede değerli kimseleı bile, manasız görünebilirler ve çevresinde bulunanlardan pek az siv-rilip yükseklere çıkabilirler. Fakat çevresindeki diğer insanları sasır tan bir vaziyet içinde bulunur bulunmaz, basit gibi görünen bu kim­sede çok kere o vakte kadar kendisini günlük hayatın adi çerçevesi . içinde görmüş, olanları hayretler içinde bırakacak bir şekilde, dahiya­ne kabiliyetler meydana çıkar. Bundan dolayı bir peygamber kendi ülkesinde pek ender olarak otorite sahibidir. Bu olayı gözlemek için savaştan daha iyi bir fırsat hiçbir zaman bulunamaz. Dış görünüşleri itibariyle akıllı oldukları tahmin edilemeyen gençlerde, savaşın kötü anlarında, arkadaşlarının cesaretlerini kaybettikleri sıralarda, birden­bire birer kahraman ruhu ile karşılaşılır. Bunların büyük enerjileri ölüme meydan okur. Bu gibi kimseler buz gibi soğukkanlılıkla en ka­rışık işleri hesap ederler. Eğer bu sınav saati gelmemiş olsa idi, hiç kimse beyinsiz gibi görünen bu gencin bir kahraman ruhu sakladığı­nın farkına varamayacaktı. Dehanın meydana çıkması için daima bir çarpışma gerekir. Bazılarını yere yapıştıran kaderin topuz darbesi, başkalarına birdenbire çelik sertliği verir ve her günkü tekdüze ha­yatlarının zarını patlatarak hayretler içinde kalmış dünyanın gözü önünde onları birer ilah gibi yükseltir. Halk bu duruma karşı inat ed­er, önceleri kendisinden farksız gördüğü bir kimsenin, böyle birden­bire başka bir tohumdan fışkırmış olmasına inanmak istemez, işte bu durum, her değerli adamın ortaya çıkışında meydana gelir.



Mesela bir mucidin şöhretinin icadını ortaya koyduğu vakit parladığını söylemek hata olur. Deha kıvılcımı yaratıcılık melekesi ile birlikte adamın alnında doğduğu andan itibaren parlar. Hakiki deha fıtridir. Hiçbir zaman terbiyenin veyahut eğitimin sonucu de­ğildir. Şahıs söz konusu olduğunda gösterdiğim bu misal ırklar için de aynıdır. Yaratıcı bir faaliyet içinde bulunan ırklar, dünyaya geliş­lerinden beri yaratma kabiliyetine sahiptirler. Hatta bu kabiliyet de­rine inemeyen gözlemcilerin gözlerinden kaçsa bile bu böyledir. Bu­rada da dehalara sahip bir ırkın şöhreti, o ırkın göstereceği faaliye­tin sonucudur. Gerçekte dünyanın diğer milletleri, dehayı görüp ta­nımaktan acizdirler. Bu milletler ancak dehanın ortaya koyduğu icatları, keşifleri, binaları, yani şekilleri ortada olan ve elle tutulabilir hale gelmiş görünümlerini görebilirler. Fakat burada da dünyanın dehayı tanıyabilir duruma gelmesi için uzun zamana lüzum vardır. Büyük bir değere sahip şahısta dehanın sonuçları veya fevkalade ka­biliyetler özel teşvikle fiiliyata çıkarsa, milletlerin hayatlarında da başlangıçta varolan yaratıcı melekeler ve tesirler kuvvetler ancak be­lirli birtakım şartlar kendilerini davet ettikleri zaman ortaya çıkarlar. Bu gerçeğin en olumlu örneğini medeniyetin gelişmesini bir emanet olarak elinde bulunduran üstün ırklar verirler. Kader onları özel şartlar içinde bulundurur bulundurmaz, bu üstün ırklarda varolan büyük kabiliyeti, daha hızlı bir tertiple geliştirmeye ve bunları elde tutulur birer şekiller veren kalıplara dökmeye başlar. Bu gibi du­rumda üstün ırkların meydana getirdikleri medeniyet, hemen daima toprağın, iklimin ve hakimiyetleri altına aldıkları insanların özellik­lerine bağlıdır. Buradaki son unsur en kesin ve en tesirli olanıdır. Bir medeniyetin doğuşunun bağlı olduğu teknik şartlar ne kadar il­kel ise, makinelerin yerini alacak olan bir insan gücünün mevcudi­yeti de o kadar lüzumlu olur. Üstün ırklar, basit ırkların insanlarını kullanmak imkanım bulmamış olsalardı kendilerini medeniyete gö­türen yol üzerinde hiçbir zaman ilk adımı atamayacaklardı.

Ehlileştirmeye muvaffak oldukları hayvanlar olmasa idi, bugün üstün ırklar o hayvanları lüzumsuz kılan tekniğe sahip olamayacak­lardı. Binlerce sene, at insanların işine yaradı, onlara yardımcı oldu, gelişmenin temelini kurdu. Fakat neticede otomobil vücut buldu. Böylece at gereksiz hale geldi. "Arap mecbur olduğu işi yaptı, Arap artık gidebilir." darbımeseli, maalesef derin bir mana ifade eder. Bir­kaç yıl içinde at, artık her türlü faaliyetten uzak kalacaktır. Fakat, bu eski mesai birliği olmasa idi, insan bugünkü seviyesine erişmek için hiç şüphe yok ki, büyük zorluklar çekecekti. Aşağı ırkın insan­ları yüksek medeniyetin meydana gelmesinde ilk ve esaslı bir unsur olmuştur. Bu kabil insanlar maddi kaynakların kıtlığını bertaraf edi­yorlardı. Bu maddi kaynaklar olmadan gelişme imkanı tasavvur edi­lemezdi. Şurası muhakkak ki, ilk insan; medeniyeti, ehlileştirilmiş hayvanlardan ziyade, basit ırklara mensup insanları kullanması sa­yesinde meydana getirmiştir. Ancak zayıf ırkların köle haline sokul­malarından sonra, bu hal hayvanların da başına geldi. Bazı kimsele­rin iddia ettikleri gibi bunun tersi olmadı. Çünkü sabanın önüne ilk önce mağlup ırk koşuldu. Daha sonra at insanın yerini aldı. Bu olayı beşeriyet bakımından adi bir şey olarak kabul etmek deli bir barışçı nın işidir. Şimdi bu adamlar, o deli barışçıların, birtakım şarlatanca laflarını kullanmak hususunda kendilerinin faydalandıkları medeni yetin bugünkü derecesine ulaşabilmek için, böyle bir tekamülün meydana gelmiş olmasının, şart olduğunu anlayamıyorlar, insanlı­ğın gelişimi sonsuz bir merdiven üzerinde bir yükselmedir. Aşağı basamaklar aşılmadan, yukarı varılamaz. Sonuç olarak, üstün ırk, gerçeğin kendine işaret ettiği, gösterdiği yolu aşmak zorunda kal­mıştır. Yoksa, hiçbir zaman üstün ırk modern bir eşitliğin kendi ha­yalinde canlandırdığı yolu aşmak zorunda değildir. Gerçek yol sarp ve zahmetlidir. Fakat bu kimselerin hayalleri onları kendilerini bu gayeye yaklaştırmaktan ziyade uzaklaştırır. Üstün ırkların, basit ırk­lara rastladıkları yerde, onları iradelerine tabi kılmaları sonucu me­deniyetlerin doğmuş olması tesadüf değildir. Aşağı ırklar, meydana gelmek üzere olan medeniyetin hizmetinde, ilk teknik alet olmuş­lardır. Üstün ırkın daha sonra, takip edeceği yol sarih olarak çizil­mişti. Fakat üstün ırklar, basit ırka mensup olanları emirleri altına aldılar ve ameli faaliyetlerine bir düzen verdiler. Bu durum kendi irade ve gayelerine uygun olarak meydana geldi. Fakat aşağı ırk mensuplarına zahmetli olmakla beraber, faydalı bir faaliyet yükler­lerken onlara belki de eski hürriyetleri adına verdikleri şeylerden is­tifade ettirdikleri zaman nasipleri olan kaderden daha iyi bir kader sağladılar. Üstün ırk, hakim vasfını muhafaza ettiği sürece, yalnız hükmeden olarak kalmadı, geliştirmekte olduğu medeniyetin de muhafızı oldu. Çünkü bu medeniyet, üstün ırkın ehliyet ve kabili­yetini ve kendi hüviyetini aynen muhafaza etmesi esasına dayanı­yordu. Tebaalar yükseldikçe efendi ile uşağı ayıran perde de yavaş yavaş ortadan kalktı. Üstün ırklar kanlarının temizliğini korumak­tan vazgeçtiler. Böylece meydana getirdikleri cennette yaşamak hak­kını da kaybettiler. Üstün ırklar zillete düştüler ve medeniyet yapıcı kabiliyetlerini kaybettiler. Fikri bakımdan olduğu gibi fizikçe de te­baalarına ve yerli halka benzediler. Atalarının yerli halkın üzerinde sağladığı bütün üstünlükleri kaybettiler. Bundan dolayı bir süre me­deniyetin birikmiş olduğu ihtiyat malzeme ile yaşayabildiler. Sonra taş kesilme hareketi yapacağını yaptı ve medeniyet unutulma çuku ni oluşumlara meydan açarlar. Kanların karışması ve bunun sonucu olan ırkların seviyelerinin düşmesi, eski medeniyetlerin ölmelerinin tek sebebidir. Çünkü, milletlerin mahvına savaşların kaybedilmeleri değil, saf bir kanın özelliği olan direnme kuvvetinin ortadan kalk­ması sebep olmuştur.Dünya yüzünde saf ırk olmayan her şey rüzga­rın sürükleyip götürdüğü bir saman çöpünden ibarettir.

Fakat tarihi olayların tamamı, iyi manada olduğu gibi kötü ma­nada da ırkın beka içgüdüsünün bir görünümüdür. Üstün ırkların hakim oluşlarının ve önemlerinin sebebi, beka içgüdüsünün haiz olduğu kuvvet ve şiddettir. Yaşama arzusu bütün insanlarda sübjek­tif bakımından eşit kuvvette olduğu kabul edilmektedir. Bunda an­cak uygulamada ortaya çıkan değişik şekillerde bir fark tespit edil­mektedir. En ilkel yaşama şeklinde beka içgüdüsü ferdin, kendi benliği hakkında duyduğu merak ve endişeden ileri gitmez. Bu ma-razi hal bencilliktir ve devam etme keyfiyetini de içerir. Öyle ki bu­günkü devir her şeye kendi sahip olmak ve geleceğe bir şey bırak­mamak iddiasına kalkışır. Bu sadece kendisi için yaşayan, ne zaman karnı acıkırsa o zaman kendine yiyecek arayan ve ancak kendi ha­yatım korumak için kavga eden hayvanın durumudur. Beka içgüdü­sü bu şekilde meydana çıktıkça ailenin en ilkel durumu ile olsa bile, bir topluluk teşkili için ortada bir temel yok demektir. Erkek ile di­şinin birlikte sürdürdükleri hayatları bile çiftleşmeden öte bir şeydir ve beka içgüdüsünün genişlemesine lüzum duymaktadır. Çünkü ferdin kendi benliğine karşı gösterdiği titizlik ve onu korumak için göze aldığı kavgalar, çifti meydana getiren diğer unsuru da göz önünde tutmaktadır. Erkek bazen dişisi için de yiyecek arar. Çok zaman da ikisi birden bu yiyeceği çocukları için aramaya çıkar. Biri daima diğerini korumaya çalışır. Bu harekette son derece ilkel ve eksik olmakla beraber fedakarlık ruhunun ilk görünümleri görülür. Bu ruhun dar aile sınırlarından ötelere yayılması nispetinde, daha büyük ortaklıklara ve sonunda da gerçek devletin doğmasına imkan hazırlayacak ilk ve esaslı şart meydana çıkar. Bu durum, belki de en aşağı ırklarda pek az gelişmiştir. Öyle ki bu durumda olan milletler çoğu zaman aile hayatı merhalesinden öteye geçemezler, insanlar şahsi menfaatlerini ikinci plana atmağa ne kadar taraftar iseler, onla­rın büyük topluluklar kurma kabiliyetleri de o kadar büyük olur. insanda, şahsi çalışmasını ve hatta gerekirse hayatını hemcins lerinin yararına olmak üzere faaliyete getirmeğe sevk eden fedakar­lık hassası üstün ırklarda daha çok gelişmiştir. Üstün ırkların bu yüklüğünü sağlayan husus, fikri melekelerinin zengin oluşu değil dir. Bütün melekelerini topluluk hizmetine vermeye olan eğilimleri dir. Beka içgüdüsü, üstün ırklarda en asıl şekli almıştır. Üstün ırklar kendi benliklerini toplumun hayatına ihtiyari surette tabi tutarlar. Şartlar gerektirdiği takdirde benliklerini feda ederler. Üstün ırkların medeniyet kurma kabiliyetlerinin kaynağı fikri melekeleri değildir. Eğer başka kaynaktan kuvvet almasalardı, birer tahripkar gibi hare­ket ederler ve hiçbir zaman teşkilatçı olamazlardı. Çünkü her teşki­latın en esaslı şartı ferdin gerek şahsi fikir ve mütalaasını, gerek hu­susi menfaatlerinin her şeyden önde geldiğini kabul etmekten vaz­geçmesi ve bunları topluluğun lehine feda etmesidir. Genel hayır ve genel menfaat lehine yapılan fedakarlık, dolambaçlı bir yol takip et­tikten sonra sahibine menfaat sağlar. Fert, sadece kendisi için çalış­maz. Genel kadro içinde, şahsi çıkarı için değil kamunun yararına olacak şekilde hareket eder. Onun en sevdiği tabir olan "iş" bu istik­rarlı ruhu pek güzel aydınlatır. Onun "iş" kelimesinden anladığı mana, yalnız kendi hayatını korumaya hizmet eden bir faaliyet de­ğildir, bu toplumun çıkarları ile irtibatlı olan bir çalışmadır. Aksı halde, bencil, sadece beka içgüdüsüne hizmet eder, dünyanın diğer kısımlarına önem vermez ve bu faaliyete hırsızlık, haydutluk, gasp, tefecilik ve ticaret adım verir. Ferdin menfaatini toplumun devamı lehinde ikinci plana atan bu ruhi kabiliyet, gerçek bir medeniyetin en önde gelen şartıdır. Kurucusunun pek ender olarak mükafatını gördüğü, fakat kendinden sonra gelenlerin bol nimetlere sahip ol­mak için bir kaynak gibi istifade ettikleri büyük insan işleri, ancak bu şart sayesinde meydana gelebilir. Birçok kimsenin toplumun te­mellerini tercih ederek, namuslu yoldan ayrılmaması ve kendisini yoksulluğa mahkum ederek sefil bir hayata katlanması sadece bu şart ile anlatılabilır. Kendisi saadet ve refaha erişmeden üretimde bulunarak çalışan adam, çiftçi, mucit, memur ve diğer meslek sa­hipleri, hareketlerinin derin manasını hiçbir zaman idrak etmeseler bile bu asil fikrin birer temsilcisidirler. Fakat insan hayatının ve ge­lişmesinin devamı için gerekli bir temel kabul edilen çalışmadan bahsedildiğinde doğru olan bu hususlar, insanın ve medeniyetin korunması konu edildiği zaman da tam manasıyla doğrudur. Top lumun hayatım korumak için kendi hayatını vermek fedakarlık ru­hunun en yüksek noktasıdır. Çünkü ancak böyle davranılırsa, insan eli ile meydana getirilmiş olan binanın yine insan eli ile veya tabiat tarafından tahrip edilmesi önlenebilir. Bizim Almanca'mızda bu asil ruh tarafından ilham edilen faaliyetleri pek güzel ifade eden bir keli­me vardır. Görevini yerine getirmek, yani sadece kendi ihtiyaçlarını tatminle kalmamak, topluma da hizmet etmek. Bu şekil bir faaliye­tin kaynağı olan esaslı ruhi kabiliyeti, bencillikten ayırt etmek için "idealizm" diyoruz. Bu kelimeden çıkardığımız mana, ferdin toplum ve hemcinsleri uğruna kendini feda etmesidir, idealizm, hissiyatın ihmali kabil olan bir görünümü değildir. Bilakis gerçekte medeniye­tin en önde gelen şartı olduğuna ve daima böyle kalacağına ve hatta insan mefhumunun onun yarattığına kanaat getirmek birinci dere­cede önemli bir keyfiyettir. Üstün ırklar dünyadaki mevkilerini an­cak ruhun bu yeteneğine borçludurlar. Çünkü yalnız bu yetenek, halis fikrin içinden yaratıcı kuvveti çekip çıkartmıştır. Bu beyanda yaratıcı kuvvet de kendi tarzında yegane bir birleşme yapmış, yum­ruğun kuvvetini dehanın zekasına yerleştirerek medeniyetin inanç­larını ortaya koymuştur, idealizm olmasa idi, düşünme gücünün melekeleri hiçbir zaman büyük bir değeri bulunmayan, yaratıcı bir kuvvet haline gelmeyen dış görünüşten ibaret kalırdı.

Fakat, idealizm ferdin menfaatlerinin ve hayatının, toplumun menfaat ve hayatına bağlılığından başka bir şey olmadığı ve bu hal de her türlü teşkilatlı şeylerin meydana gelmesine sebep olan ilk şartı vücuda getirdiği için, idealizm en son tecellide tabiatın istediği gayeye karşılık gelir, insana kuvvetin ve enerjinin imtiyazlarını ihti­yari şekilde tanımaya yalnız enerji sevk eder. idealizm, insanı kaina­tın düzeni içinde küçük unsurlardan biri yapar. Gerçek idealizmi yolunu şaşırmış bir hayalin boş ve lüzumsuz faaliyetleri ile karıştır­maktan ne derece kaçınılmalıdır? Eğer düşünce gücü bozulmamış sağlam bir gence, tamamen hür şekilde hüküm vermek müsaadesi gösterilirse, bu hususu hemen anlamak mümkün olur. idealist gö­rünen bir barışseverin uzun uzun anlattığı hikayeleri dinlemek ve kabul etmek istemeyen bir genç, milletin ideali uğrunda hayatını fe­daya hazır bir kimsedir. İç güdü, gerektiğinde kişinin zararına da olsa, şuur dışı bir hareketle milleti muhafaza etmeyi gerektiren de­rin zaruret mefhumuna itaat eder ve gerçekte kıyafetlerini ne kadar değiştirirlerse değiştirsinler, gelişme kanunlarına isyan eden bütün korkak ve bencil geveze barışseverlerin hayallerine karşı çıkar. Cün kü gelişmenin üzerinde tesir yapan şey, kişinin kanun lehindeki fe­dakarlık ruhudur, yoksa tabiatı daha iyi tanımak iddiasına kalkan korkak heriflerin hastalıklı düşünceleri değildir.


Yüklə 1,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   51




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin