Kara ordusu daha önce de belirttiğim gibi böylesine hatalı bir düşünce akımına kendini kaptırmadı. Özellikle o sıralarda, genelkurmayda bulunan Albay Ludendorf, milletin hayati meselelerinde Reichtag'ın aldığı yarım tedbirlere gösterdiği zaafa ve çok zaman da bunları inkar etmesine karşı, ısrarlı bir mücadeleye girişmişti. O zaman bu subayın yaptığı mücadele sonuç vermedi. Bu suçun yarısı parlamentoya, diğer yarısı da şaşkın Behtmann Hohveg'in, parlamentodan daha sefilane olan durumuna aittir. Fakat bugünün sorumluları, bu gerçeğe rağmen, bu korkunç suçu, milli menfaatlerimizi korumayan kabiliyetsiz heriflere karşı çıkmış olan kimseye yüklemektedirler. Bu anadan doğma elebaşılar için, bir yalan çok veya bir yalan az olmuş, hiç önemli değildir. Milletin geleceğinden son derece sorumlu olan bu heriflerin canice hafifliklerinden dolayı doğacak sorumlulukları düşünen, boş yere feda edilmiş ölüleri ve savaş sakatlarını, katlanmakta olduğumuz büyük utanç verici durumu ve hakareti, içine düşmüş olduğumuz sonsuz sefaleti hayal eden ve bu tün bunların sadece birkaç zamane adamına ve iyi mevki avcılarına |. bakanlık koltuklarına doğru yol açmak için meydana geldiğini bilen iŞ'bir kimse, hiç şüphe yok ki, bu yaratıklara, alçak, rezil, namussuz, şerefsiz ve katil denilmesinin hikmetini gayet iyi anlayacaktır. Aksi halde kullandığımız bu kelimelerin manası ve gayesi gerçekten anlatılmaz hale gelir. Bu heriflerin yüzünden eski Almanya'nın iç siyaseti bozulduğu zaman bütün suçları garip bir açıklıkla göze çarpmıştır.
Çünkü bu türlü ahvalde hoş olmayan gerçekler, büyük halk toplulukları arasında avaz avaz bağırıldığı halde başka taraflarda pek utanılacak olaylar, sessizlikle geçiştiriliyordu, hatta bunların bir kısmı inkar bile ediliyordu. Bir sorunun açıkça incelenmesi ile bir iyileşme ihtimali doğarsa işte böyle davranıyorlardı.
Bu arada hükümetin başında bulunanlar propagandanın değerinden ve özünden adeta hiçbir şey anlamıyorlardı. Propagandayı devamlı bir şekilde ve gayet ustaca kullanmakla, halka cenneti cehennem gibi veya cehennemi cennet gibi göstermeyi kim başarabilir? işte bunu yapmasını sadece Yahudi bilecekti ve bu esasa göre hareket edecekti. Almanlar veya Alman Hükümeti bu hususta zerre kadar bir bilgiye sahip değildi. Bu bilgisizlik savaş sırasında pek pahalıya mal oldu.
Fakat burada işaret ettiğimiz ve savaştan önce Alman milletini lekelediğini gördüğümüz bu sayısız fenalıklar arasında bazı üstünlüklerimiz de vardı. Tarafsız bir inceleme yapılırsa diğer millet ve ülkelerin eksikliklerimizin çoğunu paylaştıkları gerçeği ortaya çıkacaktır. Hatta bizi bu alanda geride bırakıyorlardı ve aynı zamanda bizim üstünlüklerimizden de yoksundular.
Bu üstünlüklerin en belli başlısı olarak, Alman milletinin bütün diğer Avrupa milletleri arasında daima kendi iktisadi milli vasfını son derece korumaya çalışması ve kötü işaretlere rağmen uluslararası maliye aleminin kontrolüne, diğer devletlerden daha az bağlı olması durumu gösterilebilir. Bu herhalde düşmanlarımız için tehlikeli bir üstünlüktü ki sonradan Dünya Savaşı'nın en belli başlı sebeplerinden birini teşkil etti.
Şüphe yok ki monarşi birçok kimselere ve özellikle büyük halk topluluğuna yabancı geliyordu. Buna da sebep, hükümdarların daima en temiz beyne ve özellikle en doğru kalbe sahip olmamaları i-di. Hükümdarlar maalesef dalkavukları daha çok seviyorlardı, onla n iyi tabiatlı kimselerden üstün tutuyorlardı. Saray çevresinde bilgi sahibi olanlar da dalkavuk ve yüze gülücü heriflerdi.
Dünyanın her yönden değişikliklere uğradığı bir devrede bu hal büyük bir darbe teşkil etti. Bu değişiklikler sarayların bir çok gelenekleri ile uyuşmuyordu, işte bundan dolayı son yüzyılın dönüm noktasında herhangi bir kimse artık at üstünde üniforması ile geçen bir prensese hayranlık duyamazdı. Bu şekilde yapılan bir geçit resminin, halkın gözünde nasıl bir tesir meydana getireceği doğru, olarak tahmin edilemiyordu. Eğer bu bilinse idi, bu kadar uygunsuz, akla ters gelen işlere kalkışılmazdı. Aynı bu durumda olduğu gibi, yüksek sosyetenin samimi olmayan insaniyetçiliği de çok zaman olumsuz bir tesir yapıyordu. Mesela bir prenses, bir halk mutfağında pişen yemekten tatmak tenezzülünü gösterdiği zaman, bu davranış eskiden pek iyi görünebilirdi. Fakat bu yüzyılın başında elde edilen tesir tamamen ters oldu. Çünkü prenses bir tecrübeye giriştiği gün, yemeğin her zamankinden biraz farklı olduğunun farkına bile varmadığına kesin olarak inanılabilinirdi. işte bu kadarı bile yeterdi. Keza bunu herkes biliyordu. Böylece en iyi niyet ve davranışlar bile, açıkça sinire dokunmasa da, gülünç bir manzara teşkil ediyorlardı. Hükümdarın kanaatkar olduğuna dair sağda solda anlatılan hikayeler, münasebetsiz sözler, halkı tahrik ediyordu. Örneğin sabahları erken kalkma alışkanlığı, gecenin geç saatlerine kadar çalışma ve az gıda almanın kendisini maruz bıraktığı tehlike gibi... Oysa hükümdarın ne kadar uyuduğunu ve ne kadar yediğini bilmeye, öğrenmeye lüzum yoktu. Ona yeter miktarda bir yemek veriliyor ve gereği kadar uyumasına da itiraz edilmiyordu. Hükümdar, bir insan ve bir karakter sahibi sıfatı ile, ırkının ve memleketinin şerefine layık faaliyetlerde bulunursa ve hükümdarlık görevlerini yerine getirirse sevinç duyuluyordu. Fakat ne var ki, bütün bunlar önemsiz şeylerdi. Kötü olanı, milletin büyük bir kısmına, tepeden idare edildikleri için artık kimsenin herhangi bir şeyle meşgul olmasına lüzum kalmadığı kanaatinin gittikçe artan bir hızla yayılması idi. Hükümet başarılı veya iyi niyetle donanmış olduğu sürece bunun zararı görülmeyebilirdi. Fakat o iyi niyetli, başarılı hükümet yerini, gerektiği gibi olmayan başka bir hükümete bırakacak olursa, vay halimize! îşte o zaman itaat, irade yokluğu ve çocukça güven gösterme, hayal edilebilecek en kötü felaketleri doğuracaktır. Fakat bu karşı fikirlerin önüne itiraz kabul etmez birtakım kuvvetler çıkıyordu. Bu kuvvetler arasında ilk önce bütün devlet idarelerinin istikrarım belirtelim. Monarşi bu istikrarı meydana getirmişti. Sonra bu duruma, hırslı siyasetçilerin spekülasyon, kargaşalıklarından korunan devlet makamlarından uzaklaştırılmaları da yardımcı oldu. Ayrıca, kuruluşun daha baştan kazandığı şerefi ve namuskârlığı ile elde edeceği otorite, memurların ve özellikle ordunun üstünlüğünü, siyasi partilerin seviyesini aşması da bu işe hizmet ediyordu. Bu üstünlüğün, devletin en büyük adamının, yani hükümdarlarının şahsında şekillenmesini de ilave edelim. Bu yüzden hükümdar bir sorumluluğun sembolü oluyordu. Hükümdar, parlamento çoğunluğunun meydana gelişi gibi tesadüfi bir topluluğa değil, daha çok halka borçlu durumda idi. Alman idaresinin menkıbesi ve temizliği daha çok bu durumdan ileri geliyordu. Sözün kısası, Alman milleti için monarşinin kültür değeri pek büyüktü ve diğer mahzurları başarı ile ortadan kaldırabilirdi. Alman hükümdarlarının oturdukları yerler, halen estetik ruhun mabedi olmakta devam ediyordu. Bu böyle olmasaydı, günümüzde materyalist hale gelen bu ruhun ortadan kalkması tehlikesi baş gösterirdi. Alman prenslerinin on dokuzuncu yüzyılda sanat ve bilim için yaptıkları hizmet asla unutulamaz. Çağdaş devir ise eskiden yapılanlara benzeyen hiçbir şey ortaya koyamamıştır, işte sosyal organımızın yavaş yavaş bozulmaya başladığı o devirde ordu vardı demek zorundayız.
Ordu Alman milletinin en kuvvetli okulu idi. Zaten bütün düşman kininin, milletin hamisi olan bu müesseseye çevrilmiş olması sebepsiz değildi. Ordu, iftiraya uğrarken, kinlere, husumete ve mücadelelere hedef olurken, aşağılık heriflerin hepsine korku telkin ediyordu. Gerçeği ifade için bundan güzel anıt yapılamazdı. Versay'da uluslararası hırsızların adi arzu ve hiddetlerini ilk önce eski Alman ordusuna çevirmiş olmaları, Alman ordusunun para kuvvetine karşı milletimizin hürriyeti için sağlam bir sığınak olduğunu gösterir. Bizim milletimize bir bekçi olan bu kuvvet olmasa idi, Versay bütün ruhu ve ayrıntısı ile Almanya için çoktan uygulanmış olurdu. Alman milletinin orduya borçlu olduğu şey şöyle özetlenebilir: HER ŞEY.
Ordu, sorumluluk hissinin meziyet haline geldiği, sorumluluğun ezilmesi gittikçe günün meselesi olduğu, özellikle her çeşit sorumluluk yokluğunun örneği olan parlamento tarafından böyle bir eğilim yayıldığı bir sırada, kalplere sorumluluk hissi dolduruyordu. Ordu, korkaklığın salgın bir hastalık olma tehlikesinin baş gösterdiği, kamunun çıkarları lehinde fedakarlık etmenin budalalık sayılmaya başladığı, sadece kendi çıkarını korumayı ve çoğaltmayı bilen kimsenin akıllı sayıldığı sırada, şahsı cesareti aşılıyordu. Ordu, her Almana milletin kurtuluşunu, zenciler, Çinliler, Alman, Fransızlar, İngilizler ve diğerleri arasında milletlerarası bir kardeşliği tahrik ve teşvik eden sahtekar heriflerin uydurdukları cümlelerde değil, bizzat milletin kuvvetinde, azim ve karar ruhunda aramanın gereğini öğreten okul durumunda idi. Ordu, azim ve karar ruhu aşılıyor ve böyle azimli ve kararlı adamlar yetiştiriyordu. Oysa, günlük hayatta azim ve karar yokluğu, ve şüphe ile tereddüt insanların hareketlerini sarsmaya başlamıştı.
Kurnaz heriflerin numune olarak gösterildikleri devirde, örnek bir işin düzensizlikten daima daha iyi olduğu prensibini üstün çıkarmak, gerçekten ustaca bir hareket idi. Yalnız bu prensipte daha hiç bozulmamış ve sağlam kalmış bir sıhhatin varlığı gerekti. Eğer ordunun verdiği terbiye bu temel kuvveti yenilemeye devamlı bir şekilde dikkat etmemiş olsaydı, günlük hayatta böyle sıhhatli işler çoktan ortadan kaybolur giderdi.
Baskı ve zorlama ile yeni bir gasp veya hiç itiraz edilmeden yerine getirilmesi gerekli bir ticaret anlaşmasını imzalama durumu hariç, hiçbir vakit herhangi bir faaliyeti için bütün kuvvet ve inisiyatifini toplayamayan bugünkü Reich hükümetinin azim ve karar kabiliyetinden ne kadar dehşet verici bir şekilde yoksun olduğunu görmek yeter. Fakat önüne konan bir anlaşmayı diktatörün emrini yerine getirir gibi imzalayacağı zaman, her türlü sorumluluğu bir yana bırakır ve dikte edilen husus ne olursa olsun, onu hemen meclisler-deki zabıt katipleri gibi süratle tasdik eder. Gerçekten bu gibi durumlarda bu hükümet için bir karar almak kolaydır, çünkü alınacak karar ona dışardan yazdırılmıştır.
Ordu, ideale, vatana ve devletin büyüklüğüne sadakat gösterme terbiyesi vermişti. Halbuki günlük hayatta hırs, açıkgözlülük ve materyalizm yayılıyordu. Ordu sınıflar halinde ayrılmaya karşı, birleşmiş, birlik olmuş bir millet meydana getiriyordu. Bu konuda ordunun tek hatası vardı: Bir senelik gönüllüler usulü. Bu yanlış bir hareketti. Çünkü, bu yüzden eşitlik prensibi ihlal ediliyordu. Daha çok talim görmüş olan çevresinin diğer bölümlerinden tekrar dışarı çıkmış oluyordu, halbuki bunun tersi daha iyi idi.
Yüksek sınıflarımızın derin genel aptallıkları ve halktan gittikçe daha belirli bir şekilde kopmalar karşısında ordu hiç olmazsa kendi safları arasında, akıllılar denilenlerin ayrılıklarından kaçınmasaydı, pek iyi bir tesir meydana getirmiş olurdu. Bu şekilde hareket etmemek hataydı. Fakat bu dünyada hangi müessese hatadan bağımsızdır? Ordunun hayırlı işleri, zarara o kadar üstündü ki, bazı küçük hataları bir vasat insanın kusurlarına nispetle çok daha önemsiz ve basit şeylerdi.
Eski imparatorluğun ordusunun en büyük meziyeti, her şeyin çoğunluğa tabi olduğu bir sırada ve Yahudilerin sayıya karşı besledikleri körü körüne sevgiye ters olarak, şahsiyete inanma prensibini korumasıdır. Gerçekte ordu çağdaş devrin en çok ihtiyaç duyduğu şeyi yatıştırıyordu: İNSAN. Bir gevşeme halinden, yayılmakta olan bir kadınlaşma bataklığından, her yıl ordunun safları arasından 350.000 genç yetişiyordu ki, her birinden kuvvet fışkırıyordu. Bu gençler iki yıl süren talim sonunda üzerlerinden gevşekliği atmışlar, çelik gibi vücutlara sahip olmuşlardı. Bu süre içinde itaat etmeye alışan genç, artık bundan sonra kumanda etmeyi öğrenebilirdi. Yürüyüşünden talimli askeri tanımak mümkündür.
Evet, ordu Alman milletinin en büyük okulu idi. işte bu yüzden kıskançlık, hırs ve açgözlülük şevkiyle, devletin acze düşmesini, milletin müdafaadan yoksun kalmasını isteyenler ve bu büyük devleti sömürenler, korkunç kinlerini orduya yoğunlaştırıyorlardı. Birçok Almanın düştüğü körlük veya kötü niyetle istemedikleri şeyi yabancılar takviye ediyorlardı. Alman ordusu, milletin hürriyetinin ve çocuklarının gıdasının hizmetinde en kudretli bir silah idi.
Devletin şekline ve orduya üçüncü bir unsur katılıyordu. Bu eski imparatorluğun mukayese kabul etmez memurlar sınıfı idi.
Almanya, dünyanın en iyi idare edilen ve en güzel teşkilatına sahip bir ülke idi. Alman memurlarının kırtasiyeciliğin karşısında oluşları sayesinde işler muntazam gidiyordu. Başka devletlerde işler, bizdekinden daha iyi gitmiyordu. Hatta daha da fenaydı. Fakat diğer ülkelerde olmayan taraf bu organın hayran kalınacak sağlamlığı ve onu meydana getirenlerin ahlak kaidelerinden ayrılmaz zihniyeti idi. Mertlik ve sadakatin bir arada olduğu küçük bir görenek, bugün sık sık rastlanan prensip yokluğundan, karaktersiz, cahil ve aciz modernlikten çok daha iyidir. Savaştan önce belki biraz kırtasiyeci olan Alman idaresinin ticaret yönünden iktidarsız olduğunu iddia etmek, bugün pek revaçta ise, buna şu soruyla cevap vermek yeter: Dünyanın hangi ülkesinde Almanya'nın demiryolları kadar iyi sevk ve idare edilen bir işletme ve ticari yönden bu kadar iyi bir kuruluş vardı? Meğer bu örnek işletmeyi yok etmek, devrime kısmet-mis. Sonunda bu işletme milletin elinden alınarak, cumhuriyetin kurucularının ruhlarına göre sosyalize edilmeye, yani Alman devriminin delegasyonu sıfatı ile spekülasyonun milletlerarası sermayesine hizmet etmeye uygun bir duruma getirildi.
Memur sınıfını ve idare mekanizmasını özellikle diğerlerinden ayıran ve üstün hale getiren taraf, bu sınıfın çeşitli hükümetlere karşı bağımsız oluşuydu. Çeşitli hükümetlerin siyasi görüşleri Alman memurunun zihniyeti ve çalışması üzerinde tesirli olamazdı. Fakat devrimden bu yana, bu durum değişti. Meleke, ehliyet ve iktidar yerine, herhangi bir siyasi yazıda belirtilen mevki üstün duruma geçiyordu. Orijinal ve bağımsız bir karakter, memura fayda vermek yerine engel teşkil ediyordu.
Eski imparatorluğun kuvveti ve ihtişamı, devletin şekline, ordu ve memur sınıfının üzerine dayandırılıyordu. Bugün ise bunlar, devlette tamamen eksik olan bir vasfın birinci derecedeki en önemli sebepleri idiler. Devlet otoritesi yoktu. Çünkü devlet otoritesi, parlamentoda veya lanstaglardaki gevezeliklere, devleti koruma kanunlarına veyahut bu kanunları çiğneyenleri dehşet ve korku içinde bırakmaya mahsus mahkemelerin kararlarına dayandırılamaz. Devlet otoritesi, bir topluluğu sevk ve idare edenlere gösterilmesi gereken ve gösterilebilen genel güvene dayandırılır. Fakat bir kere daha belirteyim ki bu güven, hükümetin ve idarenin namuslu, menfaat düşüncelerinden uzak olduğuna dair samimi ve sarsılmaz bir kanaatin sonucudur. Bu, kanunun anlamı üzerindeki tam bir birleşmeden ve kanun tarafından saygı gösterilen prensipler hakkındaki anlaşma hissinden doğar. Hükümet sistemleri baskı ve şiddet üzerine dayanmazlar, halkın menfaatlerini temsil etmedeki samimiyete, onun gelişmesi için yapılan yardıma ve kendi meziyetlerine göre değer taşırlar. Savaştan önce işlenen kötülüklerden bir kısmı, milletin kendinde saklı kuvvetlerini yıkmak tehdidinde bulunmuştur. Bu durum diğer ülkelerde de meydana gelmiştir. Hatta bu ülkeler, bu kötülüklerden Almanya'ya kıyasla daha çok zarar görmüşlerdir. Fakat böyle olmakla beraber, o ülke halkı, müşkül karşısında gayret göstermekten vazgeçmemiş ve dolayısıyla çökmemiştir. Ama savaş öncesi zaaflarına karşı Almanya'nın göğüs germeye kuvveti olduğu düşünülürse, bu çöküşün sebebini başka yerde aramanın gerektiği görülür. Evet, gerçek böyleydi. Eski imparatorluğun çökmesinin son ve en büyük sebebi ırk meselesinin iyi anlaşılmaması ve milletin tarihi gelişmelerinde ırkın öneminin takdir edilmemesidir. Çünkü milletlerin hayatlarında bütün olaylar tesadüflerin birtakım görünümlerinden ibaret değildir, bunlar ırkın korunması ve çoğalması yolundaki gayretlerin doğal sonuçlarıdır. Öyle ki, insanlar kendi faaliyetlerinin derin sebebini takdir edemedikleri zaman bile bu böyle olmuştur.
BOLUM 11
Bazı gerçekler, toplum içinde o kadar yaygındır ki, bu sebepten dolayı cahil halk bunları gözünün önünden geçtiği halde göremez, birkaç defa karşılaştığı halde tanımaz. Bu gibi kimseleri, biri gelip de daha önceden bilmesi gereken bir şeyi söylediği vakit, hayretler içinde kalır. Toplum içinde öyle meseleler vardır ki "Christoph Colomb'un yumurtası" kadar basit bir şekilde halledilebilir. Fakat Colomb cinsinden kimseye pek az rastlanır. Mesela, bütün insanlar, dünya üzerinde dolaşır, dururlar ve her şeyi öğrenmek ve bilmek isterler. Fakat hiç kimse dünya üstündeki canlıların çeşitli gruplara ayrılmış olduğunu göremez. En ufak ve üstünkörü bir inceleme, dünya üstünde yaşamak iradesinin aldığı hadsiz hesapsız şekillerin el sürülmez, değiştirilemez bir kanuna bağlı olduğunu gösterir. Her hayvan aynı gruba (türe) mensup diğer bir hayvanla cif deşebilir. Leylek leylek ile, ispinoz ispinoz ile, fare fare ile, kurt kurt ile ve diğerleri gibi. Bu arada şunu da belirtelim ki, bazı fevkalade haller bu kaideyi bozabilir. Mesela esaretin veya aynı gruba dahil olanların çiftleşmelerine engel olan herhangi bir sebebin yükleyeceği zorunluluk. .. Fakat bu durumda da tabiat bu karşı kovuşla mücadele etmek için bütün imkanlarını harekete geçirir. Tabiatın protestosu; piçleşmiş grupları zürriyetlerini devam kabiliyetlerini sımsıkı kısıtlamak biçiminde ortaya çıkar. Birçok hallerde tabiat onları, hastalıklara yahut düşmanlarının hücumlarına dayanmak, karşı koymak melekesinden yoksun bırakır.
Bu pek tabii bir şeydir: Birbirine eşit olmayan iki yaratığın birleşmesi sonucu meydana gelecek mahsul, iki ebeveynin değerleri arasında bir değere sahip olur. Yani çocuk, canlılar merdiveninde aşağı ırka mensup olan ebeveynden daha yüksek bir yerde, fakat yüksek bir noktada olan diğer ebeveynden ise daha aşağı bir seviyededir. Bu bakımdan çocuk ilerde bu üstün ırka karşı girişeceği mücadelede yenilecektir. Böyle bir çiftleşme, canlıların değerlerini yükseltmeyi gaye edinmiş olan tabiatın iradesine ters düşer. Tabiatın bu gayesi çeşitli değerlerdeki kimselerin çiftleşmeleri ile gerçekleştirilemez, ancak en yüksek değeri temsil edenlerin tam ve kesin zaferleri ile sağlanır. Daha kuvvetli olanın rolü hükmetmektir, daha zayıf olanla kaynaşmak değildir. Eğer üstün ırk böyle davranmazsa kendi büyüklüğünü feda etmiş olur. Bu kanunu, sadece doğuşları itibariyle zayıf olan yaratıklar zalimane bulabilirler. Fakat bu husus da, o-nün zayıf ve sınırlı bir kimse oluşundan ileri gelir. Çünkü bu kanun onun vücudunu ortadan kaldırmasaydı, bütün canlıların gelişmesi akla sığmaz bir şey olurdu.
Tabiatta ırkın temizliğini aramak ve devam ettirmek için var olan bu genel eğilimin sonucu, sadece özel ırklar arasında dış görünüşlerindeki bir farkta değil, her birinin kendisine has vasıflarının benzerliği haiz olmasıdır. Tilki daima tilkidir. Kaz her zaman kazdır. Bu misaller çoğaltılabilir. Diğer taraftan şunu hemen belirtelim ki, aynı ırka mensup fertler arasında teşhis edilen farklar, hassaten, sahip oldukları enerji, canlılık, zeka, ustalık ve direnme gibi kabiliyetlerin toplamındaki eşitsizlikten ileri gelir. Fakat hiçbir zaman tabii bir istidat şevkiyle, kazlara karşı "iyi kalple" hareket edecek bir tilkiye veya sıçanlara karşı merhamet besleyen kediye tesadüf edilemez. Sonuç olarak, ırkların birbirleri ile mücadelelerine sebep, derin bir antipatiden ziyade, açlık ve aşktır. Her iki halde de tabiat memnun bir şahittir. Her günkü ekmek uğrunda yapılan mücadele zayıf ve hastalıklı ve cesareti az olan mahlukların mağlubiyetini doğurur. Öte yandan dişiyi kendine çekmek ve onu büyülemek için giriştiği mücadele ancak en sağlam şahsa zürriyet yetiştirmek hakkını verir veya bu işi başarmak imkanım ona sağlar. Fakat kavga, daima grubun sıhhatini ve kuvvetini geliştirecek vasıtadan ibaret kalır veya onun gelişmesinin ilk şartı olur. Eğer bu, başka türlü cereyan etse idi, sonraki gelişmeler durur ve çok geçmeden gerileme başlardı.
Gerçekten bütün insanlar zürriyet yetiştirmekte aynı imkanlara sahip olsalardı, daha az iyi olanlar, en iyilere nispetle çok oldukları için, çok çabuk çoğalacak, sonunda en iyiler ikinci plana düşeceklerdi, işte bundan dolayı en iyiler lehine zorlayıcı tedbirlerin vazıyete müdahale etmesi gerekir. Tabiat zayıfların sayılarını sınırlamak için, onları şiddetli ve zor hayat şartlarına tabi tutar. Tabiat sadece arta kalan seçkinlere çiftleşme için izin verir. Ölçü olarak kuvvet ve sıhhati kabul etmek suretiyle yeni ve sıkı bir seçme yapar. Tabiat zayıf kimselerin kuvvetlilerle çiftleşmelerini istemez, yüksek bir ırkın, basit bir ırka karışmasını kabul etmez. Çünkü, binlerce asırdan beri tabiatın beşeriyeti yüceltmek için takip ettiği gaye bir anda boş bir iş haline sokulmuş olur. Bu kanunun hadsiz hesapsız delillerini bizim önümüze seren tarih, gayet açık olarak şunu kaydetmiştir:
Saf bir ırk kendi kanını daha aşağı bir topluluğun kanı ile karıştırdığı takdirde, ortaya çıkan melezlik medeniyet getirecek olan milletin felaketi şeklinde tecelli eder. Renkli ırklarla pek az karışmış olan Cermen unsurlarının meydana getirdiği Kuzey Amerika halkı, Orta ve Güney Amerika'ya nispetle başka bir topluluktur ve başka bir medeniyet arz eder. Orta ve Güney Amerika'da Latin ırk, yerlilerle daha çok karışmış olduğu için, Kuzey Amerika halkı, kıtanın hakimi durumuna geçmiştir. Bu hal, herhangi bir bulaşıklık olmadığı takdirde devam edecektir.
Sözün kısası bu ırk çatışmasının sonucu şudur: a — Yüksek ırkın seviyesi düşer, b — Fiziki ve fıtri bir çöküş başlar.
Bunlara da sebep olmak yaratıcımız olan Tanrı'nın iradesine karşı günah işlemektir. Fakat bu hareket, günahın meydana getirdiği cezayı görmektir, insan, tabiatın kendi sıfatıyla var olmasına saygı duyacağı prensiplerle mücadeleye girişmiş olur. işte tabiatın isteğine aykırı hareket etmekle, kendinin mahvını böyle hazırlar. Gerçi burada özellikle ibrani olan, aynı zamanda ahmakça bir itiraz, modern barışçılığın itirazı lafa karışır: "insan tabiata galip gelmelidir!" Yahudilerden çıkan bu saçma sözü milyonlarca insan hiç düşünmeden tekrarlar ve sonunda tabiata karşı bir zaferi tahakkuk ettirdikleri hülyasına dalarlar. Fakat delil olarak ortaya boş bir fikirden başka bir şey koyamazlar. Ayrıca bu söz o kadar manasızdır ki doğrusu bundan bir dünya görüşü veya düşüncesi çıkarmak imkansızdır.
Gerçekte insan, tabiatı hiçbir hususta yenememiştir. Ancak insanın yapabildiği tek şey, tabiatın gizli taraflarını ve sonsuz sırlarını kapadığı büyük örtünün sadece küçücük bir ucunu kaldırmaya teşebbüsten ibarettir. İnsan hiçbir zaman bir şey icat etmemiştir, sadece bildiklerini bulmuştur. İnsan tabiata hakim değildir. Sadece bazı kanunları ve tektük doğal gizlilikleri bildiği için, bunlardan habersiz olan diğer canlıların hakimi durumuna geçmiştir. Bütün bunlar bir yana bırakılırsa, bir fikir, insanlığın hayatı ve geleceği için konmuş şartlara üstünlük sağlayabilir. Çünkü fikrin kendisi de insana tabidir. Bu dünyada insan olmazsa fikir de olmaz. Demek oluyor ki fikir, daima insanların varlığına, sonuç olarak bu varlığın ilk şartı olan kanunlara bağlıdır. Daha da fazlası vardır. Belirli fikirler bazı kimselerin var oluşlarına bağlıdırlar. Özellikle bu fikirlerin kökleri ilmi ve belirli bir gerçeğe değil, his alemindedir veya samimi bir tecrübeyi aksettiren şeydedir. Gerçekte mantık ile hiçbir ilgisi bulunmayan, yalnız hissiyatın ve ahlaki düşüncelerin belirtilerim temsil eden bütün bu fikirler, insanların varlığı ile bağlantılıdır. Bu fikirleri, insanların düşünme güçleri ve yaratıcı kabiliyetleri meydana getirmiştir. Fakat bu fikirleri tasarlayan insanların ve ırkların bekası, bu fikirlerin devamlılığı için önemli bir şarttır. Mesela, dünyada barışçı fikrin üstün gelmesini samimi olarak isteyen kimse, dünyanın Almanlar tarafından fethedilmesi için her şeyi yapmalıdır. Aksi takdirde dünyadaki son barışseverin, son Alman ile ölmesi mukadderdir. Çünkü yeryüzünün diğer insanları, tabiata ve akla ters düşen bu saçmalığın tuzağına maalesef milletimizin yaptığı gibi kendilerini kaptırmamış-lardır. Demek ki, barış devresine ulaşmak için, ister istemez azimli bir şekilde savaşa karar vermek zorunluluğu vardır. Amerika'dan gelmiş olan kurtarıcı Wilson'un gerçek planı bu idi, hiç değilse hayalperest Almanlar böyle sanıyorlardı. Bu şekilde gayeye ulaşıldı.
Dostları ilə paylaş: |