Kader beni, iki Alman devletinin tam sınırları üzerinde bir ka­sabada, Braunau am Inn'de dünyaya getirdi. Alman olan Avusturya, büyük Alman vatanına tekrar dönmelidir



Yüklə 1,96 Mb.
səhifə28/51
tarix28.10.2017
ölçüsü1,96 Mb.
#18647
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   51

Zaruret ve gerekler bu şekilde hareket etmeyi haklı gösterir. Şahsın hakkı, başarılı olması kaydıyla kendisine teslim edilir. Irkçı kelimesinin en doğru mânâsını ortaya çıkarmaya çalışırsak aşağıda temas edeceğim müşahedeye ulaşırız.

Genellikle bugün geçerli olan felsefi düşünce, siyaset yönünden bilhassa yaratıcı ve medeniyet verici bir kuvvet yakıştırmaktan iba ret kalır. Fakat burada eski ırk şartlarına lüzum yoktur. Devlet, da ha ziyade, ekonomik zaruretlerden veya siyasi kuvvetlerin faaliyetle­rinden meydana gelir. Bu inanış, ırkla irtibatı olan iptidai kuvvetle rin takdir edilmemesine ve ferdin değerinin hafife alınmasına sebep olur. Medeniyet meydana getirmeğe kabiliyetli olan ırklar arasında­ki farkları kabul etmeyen kimse, şahıslar hakkında hüküm vermeye kalkıştığı zaman yanılmaya mahkûmdur. Irklar arasında bir fark görmeyip eşitliği kabul etmek, milletler ve insanlar arasında da ay­nı hükme varmayı gerektirir. Esasen Uluslararasıcılık (Marksizm) de, mevcut olan genel bir felsefi düşüncenin Yahudi olan Kari Marks tarafından açıkça bir siyasi doktrine çevrilmesinden ibarettir. Eğer önceden bu zehirlenme olmasa idi, her siyasi doktrinin, siyasi sahada muvaffakiyet kazanmasına imkân olamazdı. Kari Marks, sadece çürümüş bir dünyanın kokan bataklığında, bilhassa zehirli olan maddeleri teşhis eden kimse oldu. Kari Marks, zehir saçan madde­leri eline geçirip, bunları dünyanın hür milletlerinin hayatlarım mahvetmek için bol miktarda kullandı. Ve bütün bu işleri kendi ır­kının lehine yaptı. İşte Marksizm bugün kabul edilmiş felsefi siste­min özünden ibarettir. Yalnız bu durum bile burjuva sınıfının i Marksizm'e karsı mücadelesini imkânsız ve gülünç bir şekle sok­maya yeterlidir.

Bugün burjuva sınıfı Marksist düşünceden yalnız basit bir fikir-[•le veya şahsi meselelerle ayrılan bir felsefi görüşe sahiptir. İşte bun-tdan dolayıdır ki, burjuva sınıfı Marksizm'e karşı mücadeleden âciz-i.dir. Burjuva sınıfı, Marksist'tir. Fakat, onlara soracak olursanız, "bur­juvazi tahakkümünün mümkün olduğuna" inanırlar. İşin aslı ise, f,Marksistler, bu sınıfı Yahudilerin eline teslim etmiştir.

Irkçılık ise beşeriyet içinde, çeşitli milletlerin kıymetini kabul |*der. Irkçı telâkki için, devleti ancak bir maksat addetmek bir ilke-[,'dtr. Bu maksat da, ırkların mevcudiyetlerinin korunmasından iba-• jettir. Irkçılık, onların eşitliğine asla inanmaz. Irkçılık, dünyayı ida-îfe eden ebedi iradeye uyarak, en iyinin ve en kuvvetlinin zaferini ['kolaylaştırmak, fena ve zayıf olanların boyun eğmesini sağlamak gö-ı fevi ile yükümlüdür. Böylece tabiatın aristokratik ilkelerine hürmet gösterir ve canlıların hayat grafiklerindeki son noktaya kadar bu ka­nunun değerine inanır. Irkçılık, yalnız milletlerin aralarındaki fark-Urı görmez, aynı zamanda şahısların kıymet farklarını da tespit ed~ IJ, Irkçılık, beşeriyete bir ideal vermenin lüzumuna iman etmiştir. Çünkü ırkçılığa göre bu inanış beşeriyetin mevcudiyeti için birinci |«rttır. Herhangi bir ahlâk, kendinden daha yüksek bir ahlâkı savu nan bir ırk için tehlike arz ediyorsa, ırkçılık o ahlâkın, hayat hakkı nı kabul etmez. Çünkü melezleşme ve zencilerin zürrıyeti ile istila edilecek bir dünyada, güzellik ve asalet hakkındaki bütün inanışlar ve insaniyetin geleceği hakkında bütün ümitler ebediyen kaybolur.

Kültür ve medeniyet, bu dünya üzerinde üstün ırkın varlığına ayrılmak kabul etmez bir şekilde merbuttur. Bu hususun ortadan kalkması, dünya üzerine bir barbarlık devrinin karanlık örtülerini çekecektir. Medeniyeti meydana getirenlerin ve ellerinde tutanların kökünü kazımak, cinayetlerin en nefret edilenidir. Allah'ın en bü­yük eserine tecavüze cesaret eden kimse Allah'a küfrederek, cenne­tin elden kaçırılmasına yardımcı olur.

Irkçı görüş, iyiyi seçip ayırmak suretiyle gelişme sağlayacak kuvvetlere faaliyetlerini geri verdiği ve bu çalışmaları organize et­tiği an, tabiatın en büyük iradesine ayak uydurmuş olur. işte bu şe­kilde bir gün, daha iyi bir insanlık, dünyamızı büyüleyerek bütün çalışma alanlarının kendisi için serbest olduğunu görür. Esasen, uzak bir gelecekte de olsa, birtakım meselelerle karşı karşıya kalına­cağını ve bu konuları sadece dünyanın bütün imkânlarına ve tabii kaynaklarına sahip olan, üstün ırka mensup bir milletin çözebilece­ğine inanmaktayız.

Irkçı felsefi görüşün yalın muhtevasının, genel bir inceleme ile bir çeşit yorumlara varılacağı pek aşikârdır. Uygulamada hiçbir yeni siyasi kuruluş yoktur ki, bazı hususlarda bu görüşe bağlı olduğunu ileri sürmesin. Gerçi, bunların aynı zamanda var oluşları, görüşlerin de birbirlerinden farklı olduklarını ortaya koyar. Meselâ merkeze bağlı bir teşkilât tarafından yönetilen Marksist felsefeye, düşmanın sık ve sağlam olan cephesi karşısında pek az tesirli olacaklarını dü­şünen ve bilen bazı yeni görüşler, sadece muhalif olarak kalmakta­dırlar, işte bu kadar zayıf silâhlarla başarı sağlanamaz. Ancak siyasi yönden sağlam bir teşkilâta sahip olan Marksizm tarafından yönelti­len enternasyonalist felsefeye, ırkçı felsefi görüşün tek cephesi karşı koyduğu zaman kavgadaki başarı, "sonsuz gerçek" lehine sağlanmış olacaktır.

Bir felsefi fikrin uygulama mevkiine konması ve teşkilâtlanabil-mesi için ilk önce, bu felsefi fikrin açık bir tarifini yapmak gereklidir. Mezhepler, iman için ne kıymet ifade ediyorsa, bir cemiyetin ilkeleri de, kurulmak üzere olan siyasi parti için aynı değeri ifade eder. Marksçı parti teşkilâtının, uluslararasıcılık için meydanı serbest bırakması gibi, ırkçı görüşe de bir kavga aleti sağlanmalıdır. Nasyo­nal Sosyalist Alman İşçi Partisi işte bu gayeyi takip edecektir.

işte bu şekilde parti için ırkçı doktrini tespit etmek ırkçı görüş­lerin başarısını sağlamanın ilk şartıdır. Bunun en açık delili bu parti ; kümelerinin bizzat muarızları tarafından ortaya konmaktadır. Irkçı görüşlerin yalnız bir partiye ait olmadığını ve milyonlarca kişinin kalbinde uyukladığını iddia etmekten bıkıp usanmayanlar, bu gö­rüşlerin klâsik bir parti tarafından savunulan karşı düşüncelerin ba­şarılarına hiçbir şekilde engel olamadıklarını anlamalıdırlar.. Eğer bu böyle olmasa idi, bugün Alman milleti uçurumun kenarında bu-. lunmayacak, aksine büyük bir başarı kazanmış olacaktı. Uluslarara-sıcı telâkkilerin başarısını sağlamış olan şey, bunların hücum kıtala­rı (Strum-Abteilung, S.A.) şekli altında teşkilâtlı bir parti tarafından müdafaa edilmiş olmalarıdır. Buna karşı olan fikirler mağlûp olmuş­sa, suç tek bir müdafaa cephesinin kurulmamış olmasındandır. Ge­nel bir nazariye sınırsız bir biçimde geliştirilerek değil, tersine si­yasal bir teşkilâtın tahdit edilmiş ve toplu şekli içinde tutularak mü­cadeleye katılabilir ve zafere ulaşabilir.

Benim görevimin, genel bir felsefi görüşün zengin, fakat şekilsiz cevheri içinden esaslı fikirleri meydana çıkarmak ve bu fikirleri bir doktrin haline getirmek olduğunu düşündüm. İşte ancak bu fikirler böyle ayıklandığı ve açıklandığı takdirde, bunları anlayacak ve ka­bul edecek kişileri bir araya toplamak mümkün olabilecektir. Başka bir deyişle, Alman işçilerinin Nasyonal Sosyalist Partisi, en önemli niteliklerini kainatın ırkçı inanışından ortaya çıkarıp, devrin tatbi­ki gerçeklerini, insanlarını ve onların zaaflarını göz önünde tuta­rak, bunları siyasal bir doktrinin ana hatları olarak belirledikten sonra, artık kendiliğinden, büyük halk kitlelerinin kaskatı bir teşki­lâtı olarak, o felsefi görüşün son zaferinin temellerini atar. 1920 yı­lından 1921 yılma kadar hâkimiyetini kaybetmiş olan burjuva sınıfı ve bu sınıfın döküntü çevreleri, bizim genç hareketimizi, devletin şimdiki durumunun aleyhine bir hareket olarak değerlendiriyorlar ve bundan dolayı bizleri devamlı şekilde aşağılıyorlardı. Her renkte­ki siyasi partinin hizmetine girebilen bu kimseler, bu ithamlarını kalkan yaparak, "yeni bir dünya görüşü" yaymaya çalışan biz gençlere karşı her çareye başvurmakla bir yok etme siyaseti gütmenin geçerli olacağı sonucuna varıyorlardı, îşin aslı aranırsa, burjuva sınıfının "devlet" hakkında düzgün bir ifade bulmaktan aciz olduğunu tespit etmek gerekir. Devlet kelimesinin doğru bir tarifi burjuva dilinde yoktur. Meselâ yüksek okullarımızda kürsülere sahip bulunanlar "kamu hukuku profesörü" sıfatı ile konuşurlar. Bu kimseler kendilerine ekmek sağlayan ve maaşlarını veren hükümetlerin varlıklarını haklı göste­recek açıklama ve yorumlar yapmak zorundadırlar. Bir devlet ne kadar mantıktan uzak bir şekilde kurulursa, onun varlığı hakkında yapı­lan tarifler de o kadar şüpheli, karanlık, yapmacık ve anlaşılmaz olur. Meselâ, anayasası yirminci yüzyılın en şekilsiz şeyi olan bir memlekette, devletin mânâsı ve gayeleri hususunda bir profesör ne söyleyebilir? Günümüzde bir kamu hukuku profesörünün gerçeği söylemek yerine başka bir gayeye hizmet etmek zorunda kalacağı düşünülürse, bunun nasıl ağır bir görev olduğu görülür. Gaye, ne pahasına olursa olsun söz konusu edilen ve bugün hâlâ devlet adı verilen o tuhaf insan mekanizmasının varlığını savunmaktır. İşte bu konu münakaşa edilirken, olayları göz önünde tutmaktan mümkün olduğu kadar kaçınılarak "ırki", "ahlâkı", "ahlâk verici" bir sürü il­keler ve değerler ile görevler ve hayali gayeler yığınına sığınılması hayrete sebep olmaktadır. Devlet genel görünüşü itibariyle üç siste me ayrılabilir:

A) Bazı kimseler devleti, sadece bir hükümetin iktidarına bağlı insan topluluğu sayarlar. En kalabalık grup bunlardır. Bu grubun içinde meşrutiyet prensibinin sempatizanları vardır. Bunlara göre, insanların iradeleri herhangi bir işte hiçbir rol oynamamalıdır. Bun lar için, bir devletin var olması hali, onu tecavüzden korumak vt kutsal saymak için yeterlidir. Bunamış kimselerin bu düşüncesini korumak için, devlet otoritesine karşı tam bir teslimiyet tavsiye edı lir. işte böyle bir kimsenin nazarında, vasıta, bir hokkabazlık so nunda kesin bir gaye haline geliyor. Yâni devlet insanlara hizmei için kurulmuş değildir, insanlar, görevleri ne olursa olsun, en kü çük memurların da katıldıkları devlet otoritesine tapmak için yaşar lar. Bu sakat ve aynı zamanda coşku dolu tapınma, karışıklık halım dönmemek ve devlet otoritesi de ancak asayişi devam ettirmek için mevcuttur. Demek ki devlet ne bir gayedir, ne de bir vasıtadıı Devlet asayiş ve huzurun devamına nezaret edecek ve bunun karşı lığında asayiş ve huzur devlete var olmak imkânım sağlayacaktır, işte topluluğun hayatı bu iki kutup arasında dans edip duracaktır. Bavyera'da bu görüşü, bilhassa Bavyera Merkez Partisi'nin politika artistleri temsil etmektedirler. Bunların topluluğuna Bavyera Halk Partisi denir. Avusturya'da, sarı-siyah "Legitimistes"ler de bu görüş­te idiler. Bizzat Reich'ta ise maalesef muhafazakâr denilen unsurlar, böyle bir devlet görüşüne göre hareket etmektedirler.

B) Sayıları bir evvelki kadar çok olmayan başka nazariyeciler, devletin varlığına bazı şartlar koyarlar. Bunlar sadece bir idare bu­lunmasını istemekle yetinmezler. Aynı zamanda tek bir dil kullanıl­masını isterler. Devletin otoritesi, devletin biricik varlığı değildir. Devlet, kendi uyruklarının rahatım sağlamak zorundadır. Çoğu za­man pek iyi anlaşılmamış olan "hürriyet" fikirleri bu ekolün düşün­celeri arasına alınmıştır. Hükümet, artık sınıf ayrılıklarından dolayı tecavüzden korunmuş veya uzak kalmış değildir. Bunun faydası da incelenir. Geçmişe saygı, devleti tenkitten uzak tutmaz. Sözün kısası bu ekol, devletten, her şeyden önce ekonomik hayat içinde, şahsa uygun bir şekil sağlamasını ister. Devlet hakkında, tatbiki yönüne bakarak ekonomik siyaseti hakkındaki genel düşüncelerine ve veri­mine göre bir hüküm verir. Bu görüşün başlıca temsilcilerine Orta burjuvazi ve bilhassa liberal demokrasi çevrelerinde rastlanır.

C) Bu üçüncü grup sayı yönünden en az olanıdır. Bunlar dev­leti anlaşılmaz bir şekilde açıklanmış olan emperyalist eğilimleri gerçekleştirmek için bir vasıta sayarlar. Kuvvetli şekilde birleşmiş bir halk devleti kurmak isterler. Müşterek bir taraf bu devlete, açık bir vasıf verecektir. Fakat tek bir dil istenmesi, devlete dışa karşı gü­cünü artırma imkânını sağlayacak olan sağlam bir temel bulmak ümidine bağlı değildir. Bu emel, bilhassa yanlış bir görüşle beslen­mektedir. Bunlarda dil birliği sayesinde devletin belirli bir yöne çev-Tİlmiş olan bir "millileştirme" hareketini başarıya ulaştıracağı kana­ati vardır.

Son yüzyılda "Cermenleştirmek" deyiminin, iyi bir niyetle fakat rıe kadar boş yere kullanıldığını sık sık görmek esef duyulacak bir durumdur. Gençliğimde bu deyimin, inanılmayacak kadar birçok yanlış fikirler telkin ettiğini elan hatırlıyorum. O devirlerde, panjer-Rianist çevrelerde bile hükümetin yardımı ile Avusturyalı Slavların Cermenleştirilebilecekleri görüşünün savunulmasına tesadüf edili­yordu. Nedense, Cermenleştirmenin hiçbir zaman insanlara uygula namayacağmı, sadece toprağa uygulamanın mümkün olabileceğini anlamıyorlardı. Genellikle bu kelimeden çıkarılan mânâ, Alman di­lini zorla kabul ettirmekten ve açıkça kullanmasını sağlamaktan iba­retti. Oysa, bir zenciyi veya bir Çinliyi Almanca öğreterek dilimizi konuşmasını ve hatta herhangi bir Alman siyasi partisi lehinde oy kullanmasını sağlatmakla, onu bir Alman yapmanın mümkün olabi­leceğini düşünmek mantığa uymaz. Milli burjuvalarımız bu çeşit Cermenleştirmelerin gerçekte Cermenlikten çıkmak demek olduğu­nu fark etmiyorlardı. Çünkü milletlerin arasındaki mevcut farklar eğer müşterek bir dilin zorla kabul ettirilmesi ile ortadan kısmen kaldırılabıliyorsa veya tamamen yok ediliyorsa, bu yol bir melezleş­me ile son bulur. Bu örneğimizden de bir Cermenleşmenin sağlana­mayacağı, aksine Cermen unsurunun yok edileceği kolaylıkla anla­şılır. Tarihte görüldüğü gibi, bir ülkeyi ele geçiren bir millet, dilini zorla yenilenlere kabul ettirebilir. Fakat bin yıl sonra, bu dil yeni bir millet tarafından konuşulur ve galip millet, tam manasıyla mağ­lûp duruma gelir. Milliyet, daha doğrusu ırk, dile değil, kana bağlı­dır. Bu bakımdan yenilgiye uğratılan milletlerin Cermenleştirilebilme-leri için kanlarının değiştirilmesi gerekir. Oysa bu mümkün değil­dir. Bu yolda bir başarı ancak kan karışması ile olur. Fakat bunun sonucu üstün ırkın seviyesinin düşmesinden ibaret kalır. Yâni, eski­den üstün ırka ülkeleri ele geçirmeyi sağlayan meziyetler kaybolur. Üstün ırkla basit ırkın birleşmesi ile ortaya çıkan melez ırk, istediği kadar üstün ırkın dilini konuşsun, o melez ırkta medeniyet yapıcı enerjilere rastlanamaz. Bir süre çeşitli ruhlar arasında bir mücadele olur. Çaresiz bir çöküşe hedef olan millet, son bir silkinişle hayretle karşılanan bazı medeniyet eserleri ortaya koyabilir. Fakat bunları yaratanlar, ancak üstün ırkın münferit temsilcileridir veyahut da ilk melezleşme sırasında meydana gelen kimselerdir. Bu gibi kimseler­de en iyi kan, diğerine üstün gelmiştir. Bu gibi kimselerin melezleş­me işinin en son fertleri olmasına asla imkân yoktur. Çünkü melez­leşme daima medeniyetin gerilemesi ile yan yanadır.

ikinci Joseph'in düşündüğü şekilde bir Cermenleştirmenin Avusturya'da başarıya ulaşmamış olması, bugün için büyük bahti­yarlıktır. Bu girişimin başarısı Avusturya Devleti'ni ayakta tutmak­tan ibaret olacaktı. Fakat dil birliği ile Alman milletinin ırki seviyesi düşecekti. Bu sırada bir sürü halinde bir arada toplanma içgüdüsü ortaya çıkacaktı. Fakat sürünün arasındaki asıl topluluğun değeri düşecekti. Belki bir devlet birliğinden vücut bulmuş bir topluluk olacaktı, fakat bir kültür birliğinden meydana gelen bir millete rast­lanmayacaktı. Alman milleti melezleşmeden kurtulmuş ise bunda yüksek sebepler aranmamalıdır. Bu Habsbourgların fikir itibarı ile sınırlı hükümdarlar olmalarından dolayıdır. Eğer başka bir şey olsa idi, bugün Alman milletine medeniyet yapıcı sıfatını vermek çok zorlaşacaktı.

Fakat yalnız Avusturya'da değil, Almanya'da da milli adı verilen çevreler yanlış düşünmüşlerdi ve bugün de aynı hatayı işliyorlardı. Birçok Alman'ın savunduğu Lehistan siyaseti, Doğunun Cermenleş-tirilmesinden yanadır. İşte bu siyasi görüş de maalesef böyle bir saf­sataya dayanıyordu. Lehlere yalnız Alman dilini kabul ettirmekle, onları Cermenleştirmenin mümkün olacağı sanılıyordu. Sonuç feci oldu. Yabancı ırka mensup bir millet kendi fikirlerimi Alman dili ile ifade edecek ve basit kabiliyetleri ile, milletimizin asaletine, şerefine ve onuruna zarar verecekti. Amerikalıların aptallıkları dolayısıyla, memleketlerine gelen adi Yahudileri, berbat bir şekilde konuştukları Almancalarına bakarak, onları Alman ırkından sanmaları, ırkımıza büyük zararlar vermedi mi? işte bunu düşünmek insanı dehşet için­de bırakmıyor mu? Oysa Doğudan gelen bu bitlerin içindeki pis göçmenlerin Almanca konuşmaları sayesinde, onların Alman kayna­ğından çıkmadıkları ve milletimizden olmadıkları kimsenin aklına gelmeyecektir.

Tarihte Cermenleştirilmiş olan şey, atalarımızın kılıçla ele geçir­dikten sonra, Alman köylüleri ile koloni haline getirebildikleri top­raklardır. Atalarımız, aynı zamanda milletimizin vücuduna yabancı bir kan kattıkları oranda ırki vasıflarımızda kötü parçalanmalar meydana çıkmıştır, tşte bu sonuç, Almanlara has olan, o zaafa uğra­mış "ferdiyetçilik" ile kendim göstermektedir. Esefle belirteyim ki, çoğu zaman bunu övenler dahi vardır.

Bu üçüncü ekole göre, devlet bir noktada bir gayedir ve devle­tin devamlılığı insanın birinci görevidir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Devlet hakkındaki bütün bu görüşler, medeniyet yapıcı kuvvetlerin ve değerlerin esasının ırk ol­duğunu ve devletin mantıken bu ırkın varlığını ve ıslâhını sağlamayı en önemli görev sayması gerektiğini takdir ederek, köklerini bu noktaya daldırmaktadırlar. Oysa bu gerçek, bütün insanların geliş melerinin en önemli temel şartıdır.

Devletin yapısı ve varlığı hakkındaki bu hatalı düşünce ve gö­rüşler Kail Marks tarafından ortaya çıkarıldı. Böylece burjuva, devlei anlayışını ırka karşı olan görevlerinden uzak tuttuğu gibi, aynı de ğerde bir başka tarif yapamadığından, gerçekte onu inkâr eden bıı doktrine imkân hazırladı, işte bundan dolayı burjuvaların Mark sizm'e karşı giriştiği mücadele kesin bir başarısızlığa doğru yol al maktadır. Evet, burjuva çok eskiden beri, kendi siyasi sisteminin vazgeçemeyeceği temelleri ihmal etmiştir. Öte yandan usta rakibi ise onun yaptığı binanın zayıf noktalarını bularak, burjuvaların iradeleri dışında kendisine verdiği silâhlarla saldırıya geçmiştir. Demek olu yor ki ırkçı görüşlerin kapladığı alan üzerinde kurulan yeni partinin birinci görevi devletin mahiyeti ve varlığı hakkında beslenmesi gere ken düşünceyi açık bir şekilde ortaya koymalı ve ilân etmelidir.

Bence esaslı mefhum şudur: Devlet, bir gaye değil, bir vasıtada Devlet büyük bir medeniyetin kurulması için en önde gelen şartlar dan biridir. Fakat, bu yüksek medeniyetin direkt olarak ilk şanı değildir. Çünkü medeniyet, medeniyet kurmaya kabiliyetli bu ırkın mevcudiyetinde hazırdır. Dünyada birçok numune devlet mevcut olsa bile, medeniyetin esas kaynağı olan üstün ırk ortadan kalkacak olursa, manevi sahada üstün ırkın ulaştığı seviyeye ulaşa bilecek bir medeniyete tesadüf edilemeyecektir. Medeniyet veren ırkların temsilcilerinin ortadan kaldırılması, zekânın yüksek muka vemet ve intibak melekelerinin kaybı neticesini doğuracaktır. Eğt-ı korkunç bir zelzele dünyanın altını üstüne getirse ve mevcut heı şey yok olsa, medeniyet bu felâketten mahvolur. Artık hiçbıı devlet kalmaz, asayiş bozulur, binlerce senelik medeniyetin yarattığı şeyleri çamur kaplar. Fakat bu durumda dahi medeniyet verici ırk.ı mensup birkaç insanın, bu korkunç kargaşalık sırasında hayatı.ı kalmış olması, sükûna kavuşan dünya üzerinde tekrar yüksek bu medeniyetin meydana gelmesine imkân hazırlar ve isterse bin sene sonra olsun, yine üstün ırkın eseri yeryüzünde yükselir. Ancak ü.s f ün ırkın tamamen yok olması dünyayı çöle çevirir.

Zamanımızda görülen örnekler açıktır. Temelleri siyasi kabili yet ve ehliyetten mahrum ırkların temsilcileri tarafından atılmış olan devletler, hükümetlerce alınan bütün ciddi tedbirlere rağmen mah yolmaktan kurtulamamışlardır. Tarih öncesi devirlerin büyük hay­van nevileri nasıl yerlerini başka canlılara terk etmeye ve yok olma­ya mecbur kalmışlarsa, belirli bir fikri kuvvetten mahrum ırklar da geri çekilmeye mahkûmdurlar. Ancak bu ırklara bekaları için lü­zumlu olan silâhları fikri kuvvet verebilir.

Muayyen bir kültür seviyesini meydana getiren kuvvet, devlet değildir. Devlet bu kültür seviyesinin yükselmesinin ilk sebebi ola-| rak, ırkı koruyabilir. Aksi halde devlet değişiklik olmadan da de­vamlılığını sağlayabilir. Halbuki engel olmadığı ırklar ihtilâfından dolayı bir milletin medeniyet kurma kabiliyetinin pırıltısı, tarihi çok l eski yıllardan beri büyük değişikliklere uğratmaya başlamıştır. Me-| selâ şimdi boşa işleyen bir makineden ibaret olan devletimiz, bir sü­re yanlış bir fikre sebep olarak yaşıyormuş gibi görünebilir. Oysa milletimizin vücudunun yakalandığı ırk zehirlenmesi, medeniyeti­mizin çöküşüne yol açar. Esasen bu durum da şimdiden pek kor­kunç bir şekilde kendini göstermektedir. Demek oluyor ki, üstün !,bir insanlığın hayatının devamı için mevcut ilk şart devlet değil, ge­rekli melekelere sahip bulunan ırktır. Bu melekeler daima mevcut­tur. Bu melekelerin kendilerini göstermeleri için, melekelerin dış | şartlar ve haller tarafından uyandırılması kâfidir. Medeniyet verici ırklar bu melekelere, dış şartlar ve durumlar uygun olmayıp, etki yapmasa da sahiptirler. Meselâ, Hıristiyanlıktan önceki Germenlerin durumlarını ele alalım. Germenlere ikâmet ettikleri kuzeydeki ikli­min sertliği, yaratıcı, medeniyet verici kuvvetlerinin gelişmesine !mani bir hayat tarzını yüklemiştir. Eğer Cermenler güneyde mü­sait bir yere ulaşsalar ve orada basit ırkların temin ettikleri malze-I, meyi ve ilk teknik vasıtaları bulsalardı, ruhlarında uyuklayan mede-I niyet verici melekeler, Elenlerdeki kadar parlak ve büyük bir teza­hür husule getirirdi. Medeniyeti doğuran bu ilk kuvvet, yalnız ku­zey ikliminde yaşamaları ile izah edilmelidir. Güneye getirilen bir l Japon, medeniyetin gelişmesine bir Eskimo kadar az yardımda bu-[' lunabilir. Bu bakımdan Hıristiyanlıktan önceki Germenlere barbar demek, medeniyetsiz adamlar demek hata olur.

Hayır hayır!... O ihtişam dolu yaratma ve şekil verme melekesi yalnız üstün ırka verilmiştir. Bazen müsait hal ve şartlar bu meleke­yi kullanma imkânını verir, bazen da aksi bir tabiat bundan kendi­sini men eder. işe bundan ortaya çıkan mefhum şudur: Devlet bir gayeye ulaşma­nın vasıtasıdır. Gayesi, gerek fizik ve gerek ahlâk bakımından bu olan insanların gelişmesi ve bu gelişmenin devamlılığın; sağlamak tır. Önce ırkın yok edici melekelerinin gelişmesinin şartı olan esaslı vasıfları devam ettirmeğe mecburdur. Bu melekelerin bir kısmı da­ima fizik hayatın devamlılığına hizmet edecek ve diğer bir kısmı, fikri gelişmeleri kolaylaştıracaktır. Fakat gerçekte birinci, daim:ı ikincinin en lüzumlu şartıdır. Bu gayeye dikkatlerini vermeyen dev­letler, kusurlu organlardır. Yahut başka bir 'ifadeyle cenin halinde kalmış mahlûklardır. Bu gibi devletlerin mevcut olmaları işin. rengi ni asla değiştirmez.

Biz Nasyonal Sosyalistler, yepyeni bir dünya görüşü için sava sırken, aslında karanlık ve belirsiz olan o ünlü "olaylar alanı" üze­rinde yer almıyoruz. Eğer böyle davranmasaydık, yeni fikrin şampı yonlan sayılmazdık ve günümüzde hüküm süren yalanın peşinden git mis olurduk. Biz Nasyonal Sosyalistler bir örtü olan devlet ile, o ör­tünün içine konan ırk arasında gayet keskin ve açık bir fark gözet­mek zorundayız. Bu örtü, ancak dikkati çekmek ve himaye etmek hususunda olursa, bir hikmeti ve mânâsı olduğu kabul edilir. Aksı takdirde hiçbir değeri olamaz.

Demek ki, ırkçı devletin en büyük gayesi, medeniyet veren ipti dai ırkın temsilcilerinin bekasını sağlamak olmalıdır. Bir milletin meydana getirdiği canlı bir organ, o milletin sadece varlığını sağla mak ile kalmaz, onun ahlâki ve fikri melekelerini de geliştirerek dev leti bağımsızlığın en üst derecesine yükseltir. Bize bugün devlet diye zorla kabul ettirilmek istenen şey tabiatın yanlış bir ürününden iba­rettir. Bu hatalı şeyin arkasından, bir sürü ıstıraplar alayı gelmektedir

Nasyonal Sosyalistler olarak biz biliyoruz ki, dünya bizim felse femizı devrimci kabul edecek ve. bu ad altında bize hakaret edecek tir. Fakat hiçbir zaman bizim fikir, mütalâa ve hareketlerimiz, devri mizin beğenilmesi veya kötülenmesinden ileri gelmemektedir. Bı zim genç hareketimiz, şuuruna sahip olduğumuz hakikate hizmei etmek yolundaki mecburi görevden doğmaktadır. Gelecek nesille rin, teşebbüsümüzün yaptığı hizmeti takdir e^^ekle kalmayacağına faydasını da teslim edeceğine ve bizim davranışımızı saygıyla karşı layacağına emin olabiliriz.


Yüklə 1,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   51




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin