Kader beni, iki Alman devletinin tam sınırları üzerinde bir ka­sabada, Braunau am Inn'de dünyaya getirdi. Alman olan Avusturya, büyük Alman vatanına tekrar dönmelidir



Yüklə 1,96 Mb.
səhifə18/51
tarix28.10.2017
ölçüsü1,96 Mb.
#18647
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   51

Bu prensip yüksek gayelere ulaşmak durumunda bulunan kim­seler için de geçerlidir. Böyle bir durumda olan bir kimse de göreve ancak büyük parçalar halinde girişmelidir. Bu kimse bütün çabasını [•' görevinin belirli bir bölümü üzerinde teksif etmelidir. Bu durum, görev layıkıyla yapılıp bitirilene kadar devam etmeli ve sonra gaye­nin diğer parçalarına geçirilmelidir. Eğer dava adamı yürüyeceği ve fethedeceği yolu böyle birbirinden ayrı bölümlere parçalamazsa ve bu bölümlerin her birini büyük bir başarı ile çözümlemek için, bü­tün kuvvetini bir noktaya toplamak metodundan ayrılırsa, günün birinde muhakkak yolunu kaybedecektir. Hedefe doğru tırmanmak için pek büyük enerjilerin devamlı olarak sarf edilmesi gerektir ve hiç şüphe olmasın ki bu tip çalışma bir sanattır. Hedefe giden yolun zorluklarını adım adım aşmak ve hiç düşünmeden bu zorlukların üzerlerine saldırmak için faaliyet gösterilmesi gerekir. Komuta mev­kiinde bulunan kimse, halka, ulaşılacak ve fethedilecek olan ana he­defin bir bölümünü tek hedef diye tanıtmaya, insanlara dikkatlerini vermeye layık biricik gaye olarak göstermeye ve bu nokta ele geçiri lir geçirilmez diğer bölümler üzerinde de başarının doğacağını anlatmaya muvaffak olmalıdır, işte insanın hayat ve mesleğinin bu kadar zor bir parçasına hücuma geçmesi için gerekli ilk şart budur Yoksa halkın büyük bir kısmı çok çabuk yorulur, görevinden şüpheye düşer ve bütün bunları hiçbir zaman görüş sahası içine alamaz. Bunlar hedefi bir dereceye kadar gözlerinde saklayabilirler. Fa­kat gözlerinin önündeki yola ancak küçük parçalarla bakabilirler-Tıpkı yolculuklarının son noktasını bilen, fakat bitip tükenmez yolun üstesinden daha iyi gelebilmek için onu parçalara ayırıp azimli adımlarla seyahatinin beklenen hedefim kendisi görüyormuşçasına yol alan yolcuların durumları gibi... Açıkça söyleyelim ki, bu kimse­ler ancak bu şart altında niyetlerinden vazgeçmeden yol alabilirler.

işte bu şekilde, bütün propaganda vasıtalarının iştirakiyle, fren­giye karşı mücadele konusu milletin görevi gibi gösterilebilirdi. Bu maksat için imkan dahilinde olan bütün çarelere başvurarak, frengi­nin, felaketlerin en korkuncu olduğunu herkesin kafasına sokmak gerekirdi. Bu faaliyete, bütün bir milletin geleceğinin veya yok olup bitmesinin, bu konunun çözümlenmesine bağlı olduğu kanaati uyandırılana kadar devam etmek gerekirdi. Ancak, uzun bir hazır­lıktan ve gerekirse yıllarca çalıştıktan sonra, bütün bir milletin dik­kati ve bu dikkatle beraber azim ve bilinci yeter derecede uyandıra-bilinirdi. İşte bundan sonra da büyük feragatler isteyen gayet ağır tedbirlere başvurmak mümkün olurdu. Bunlar yapılırken halk top­luluklarının iyi niyetlerinin birdenbire yok olması veya tedbirlerin gereğinin anlatılmaması gibi bir durumla karşılaşılmazdı.

Hakikaten bu korkunç salgının üstesinden gelebilmek için gö­rülmemiş ve işitilmemiş derecede fedakarlıklara, çok büyük çalış­malara katlanmak gereklidir. Frengiye karşı mücadele, fuhşa, batıl fikir ve inanışlara, eski adetlere, salgının ortaya çıktığı zamana kadar makbul sayılan nazariyelere ve bu facianın önemini kabul etmekle beraber bazı çevrelerin gösterdiği soğukluğa karşı savaşmayı gerek­tirmektedir. Bunları ister hukuki, ister ahlaki bir temele dayanarak yıkmak için birinci şart, gelecek nesillere genç yaşlarda evlenme im­kanlarını sağlamaktır.

Fuhuş insanlığa karşı bir tahriktir. Fuhşu, ahlak konferansları ve hukuki bir iyi niyet gösterme ile önlemeye imkan yoktur. Fuh­şun önlenmesi ve tamamen ortadan kaldırılması daha önce bazı şartların ortadan yok edilmesi ve bazı yeni şartların da yaratılması ile mümkündür. Bu şartların ilki, insan tabiatının ve özellikle her erkeğin ihtiyacına tekabül eden bir erken evlenme imkanının sağ­lanmasıdır. Bu konuda kadın ancak basit bir rol oynar.

insanların ne kadar saçma konuştuklarının ve içlerinden ne ka­darının akılsız olduklarının en güzel örneği, sosyeteye mensup an­nelerin, kızları için "görüp geçirmiş" bir damat bulunursa çok mem­nun olacaklarına dair söyledikleri sözlerdir. Bu tip görmüş geçirmiş erkekler ise nadir değildir, işte böylesine bir damatla yapılan izdi­vaçtan meydana gelen çocuk da, bu akla ve bu düşünceye uygun bir yaratık olacaktır.

Ayrıca zürriyette bir tahdit meydana geldiği ve tabiat tarafından her çeşit seçme hareketine engel olunduğu düşünülecek olursa, böyle bir teşkilatın niçin devam ettiğini ve hangi gayeye yardımcı olduğunu bilmek bir mesele olup çıkar. Bu da bizzat fuhuş değil midir? Gelecek nesiler bu konuda artık rollerini yapmıyorlar mı? Yoksa böylesine canice ve düşüncesizce en son tabii hakkı ve en son tabii görevi ihlal ettiğimizden dolayı, çocuklarımızdan ve torunları­mızdan bizim omuzlarımıza ne kadar lanet yükleneceği idrak edil­miyor mu? işte medeniyet kuran ırklar böyle çökerler ve yavaş ya­vaş ortadan silinirler.

Gerçekte izdivaç bile bir gaye olarak düşünülemez. Evlenme in­sanları daha büyük bir gayeye, ırkın çoğalması ve bekasını hedef alan bir gayeye götürmelidir. Evlenmenin yegane manası ve görevi budur.

Bu böyle bilindikten ve kabul edildikten sonra erken evlenme­nin uygun olup olmayacağı, görevini yerine getirmesi ile değerlen-dirilebilinir. Erken izdivaç genç aileye kusursuz ve sağlam bir zürriyet yetiştirmesine imkan temin eden kuvveti vermesi bakımından uygundur. Şurası vardır ki, erken evlenme, önceden sosyal tedbirler alınmadan yapılmamalıdır. Tedbir alınmazsa erken evlenme akla dahi getirilmemelidir.

işte bu küçük dava, sosyal yönden birtakım kesin tedbirlere başvurulmadıkça çözümlenemez. Sosyal olduğu söylenen Alman Cumhuriyeti mesken konusunu halletmekte acz gösterir ve sadece bu yüzden evlenmeleri tahdit ederse, fuhşu teşvik ettiği açıkça gö­rülerek bu davaların önemi anlaşılır. Ailelerin beslenmeleri sorunla rina gerektiğinden az önem verilmesi ve ücretlerin dağıtılış şekli, çoğu zaman evlenmeye engel teşkil eden bir husustur.

Fuhuşla mücadele edebilmek için evlenmenin küçük bir yaşta imkan dahiline sokulması gerekir. Bu da ancak sosyal şartlarda önemli değişiklikler sayesinde olabilir. Ayrıca, terbiyede tahsil ile fi­ziki gelişim arasında bir uzlaşma sağlanmalıdır. Bugün lise denilen şey, eski modeline meydan okuma müessesidir. Bizim öğretimimiz­de sağlam bir fikrin, ancak uzun zaman dayanıklı bir vücutta kalabi­leceği tamamen unutulmuştur. Bazı istisnalar dikkate alınmazsa, bu düsturun doğruluğu halk topluluklarına bakıldığı zaman anlaşılır.

Gün oldu ki savaştan önceki Almanya'da bu gerçeğe hiç önem verilmedi. Bütün günahları buna yüklemekle yetiniyorlardı. Zihinle­ri tek yönlü olarak aydınlatmakla milletin bütünlüğü garanti altına alınmış sanılıyordu. Bu hatanın cezası, tahmin edildiğinden çok ön­ce çekildi. Komünizmin faaliyet sahası olarak, açlıktan veya uzun süre az gıda almaktan dolayı çökmüş bir halk topluluğunu seçmesi bir tesadüf değildir. Bu komünizm için elverişli olan çevreler Al­manya'nın merkezinde, Saksonya'da ve Ruhr Havzası'ndaydı. Bütün bu yerlerde Yahudilerin yaydığı bu hastalığa karşı, akıl denilen şe­yin hemen hiçbir ciddi mukavemetine rastlanmıyordu. Bunun da tek sebebi, zekanın tamamen maddi olarak fesada ve ahlaksızlığa uğramış olmasıydı. Bu durum da sıkıntı ve güçlüklerden ziyade, öğ­retim sistemimizden ileri geliyordu. Düşünce gücü yerine, yumru­ğun kesin sonucu tayin ettiği bir sırada, fikri terbiye ve gelişmenin yok edilmesi, yüksek sınıf mensuplarımızı hakim olma ve gelişme yeteneklerinden yoksun bıraktı. Esasen şahsi korkaklığın ilk sebebi çok zaman, vücuttaki eksikliklerden ileri gelir.

Sırf fikri bir eğitimin ifrat dereceye vardırılması ve fiziki terbi­yenin terk edilmesi, genç çocuklarda, cinsi tezahürlerin doğmasına ve tahrikine sebep olur. Spor ve beden terbiyesinin çelik gibi sertleştirdiği genç, evden dışan çıkmayan, devamlı şekilde fikri gıdalar­la aşırı derecede beslenen gence kıyasla, şehvani ihtiyaçları çok da­ha az duyar. Akla uygun gelen terbiye şekli, şu hususu dikkate al­malıdır. Sağlam bir gencin kadından bekleyeceği memnuniyet, ahla­kı bozuk zayıf bir adamın kadından bekleyeceği memnuniyetten başka türlü olacaktır. Bütün terbiye gencin, serbest zamanlarında bedenini faydalı bir şekilde takviye ve geliştirmek olmalıdır. Gençlerin, haylazlık etmeğe, sokak ve sinemaları kendi öz var­lıkları ile doldurmaya hakları yoktur. Çalışma süresi bittikten sonra Vücudu kuvvetlendirmek gerekir. Vücut, hayatın günün birinde onu yumuşamış olarak bulmaması için çelik gibi sertleşmelidir. Gençliği terbiye edenlerin en kutsal görevleri, bu çelik vücutlu gençleri gelecek için hazırlamak ve onları sevk ve idare etmekten ibarettir. Öğretim görevlilerinin işi sadece akıl ve hikmet telkin edip, ilim öğretmek değildir. "Kendi vücudu ile meşgul olmak her­kesin şahsına ait bir iştir." fikri zihinlerden sökülüp atılmalıdır. Hiç kimse zürriyetinin ve bunun neticesi olarak milletinin zararına gü­nah işlemek hürriyetine sahip değildir.

Beden terbiyesi ile beraber, ruhun ve maneviyatın zehirlenme­sine karşı da mücadele edilmelidir. Bizim dış hayatımızın tamamı ; sanki bir kış bahçesinde geçer. Burada cinsi tezahürler ve tahrikler filizlenir. Sinema ve tiyatrolarımıza bir göz atalım. Buralarda özellik­le gençliğin ihtiyaç duyduğu gıdalara asla tesadüf edilmez. Bu inkarı imkansız bir gerçektir. Sinema binalarının vitrinlerinde, ilan duvar­larında en adi vasıtalara başvurarak, halkın dikkati çekilmek istenir. Bu şehvet dolu hava, gençlerin üzerlerinde birtakım tahriklere se­bep olur. Halbuki gençlerin içinde bulundukları devre böyle şeyler­le karşılaşmamaları gereken bir devredir. Bugünkü öğretim sistemi­nin ise gençliğe pek az memnuniyet verici faydaları olmaktadır. Vaktinden evvel olgun duruma gelen gençler, vaktinden evvel yaş­lanmaktadırlar. Mahkemelerden kulaklarımıza birtakım olaylar ak­sediyor. On dört ve on beş yaşlarındaki çocuklarımızın manevi ha­yatları hakkında korkunç ve kötü manzaralarla karşılaşıyoruz. Daha o yaşta frenginin kurbanı olunursa, buna kim hayret eder? Vücutları zayıf, düşünme güçleri çürümüş birçok gencin, büyük şehirlerin fa­hişeleri tarafından izdivaç sırrına erdirilmiş olduklarını görmek, bir sefalet değil de nedir? Hayır hayır! Fuhşu kaldırmak isteyen, önce fuhşa sebep olan ahlaki bozuklukları bertaraf etmelidir.

Büyük şehirlerdeki medeniyetin ahlaki vebası olan pislik yuva­ları, hiçbir şey gözetmeden ve çıkarılması muhtemel feryatlara ka­pılmadan kaldırılmalıdır. Gençlik bugün içine battığı bataklıktan çekip çıkarılmazsa orada boğulup yok olacaktır. Bu durumu gör­mek istemeyen bir kimse, hiç şüphe yok ki, gelecek nesillere istinat ettirilen atimizin yavaş yavaş fuhşa gark olmasındaki suça iştirak et mis demektir. Bu temizleme hareketi medeniyetimizin hemen her alanına yayılmahdır. Tiyatro, sinema, edebiyat, güzel sanatların di­ğer kolları, basın, duvar ilanları, sergiler medeniyetin ve devletin prensibi olan ahlaki bir fikrin hizmetine verilmelidir.

Dış dünyamız, modern egzotizmin boğucu kokusundan ve her türlü sofuca ve ikiyüzlülükten kurtarılmalıdır. Bütün bu hususlar hakkında gaye ve takip edilecek yol, milletimizin fizik ve ahlaki sıh­hatini korumak olmalıdır. Ferdi hürriyete tanınan hak, ırkı kurtar­mak görevi karşısında ikinci planda kalır.

işte ancak bu tedbirler alındıktan sonra, bizzat salgın hastalıkla mücadele, biraz başarı ümidi ile idare edilebilir. Fakat burada da yarım tedbirler bir işe yaramaz. En ağır ve en kesin tedbirlere baş­vurulmalıdır, iyi olma ümidini kaybetmiş hastalara, henüz sağlam bulunan hemcinslerine hastalık bulaştırabilme imkanını vermek bü­yük hata olur. Bu şekil hareket, bir şahsa fenalık etmemek için yüz kişinin ölmesine göz yummak cinsinden bir davranıştır. Frengililer için, frengili çocuk yetiştirmek imkanını vermemek, akla uygun en doğru işi yapmak demektir. Bu hareket bir esasa göre ve gereği gibi yapıldığı takdirde, insanlığa karşı en yüce hislerle hizmet edilmiş olur. Böylesine bir hareket milyonlarca bedbahtı acılardan korur ve bizi yavaş yavaş şifaya kavuşturur. Bu yolda yürüme kararı, bütün zührevi hastalıkların ağır ağır yayılışına bir set olacaktır. Çünkü ge­rekirse, şifa bulmaları imkansız hastaların tecridine karar verilecek­tir. Frengi felaketine uğramış bir kimse için bu barbar bir tedbirdir. Fakat bu tedbir sayesinde günümüzdeki ve gelecekteki nesiller kur­tarılmış olacaktır. Bir asrın geçici acıları, gelecek asırları felaketler­den kurtarabilir ve kurtarmalıdır.

Frengi ve onun vasıtası olan fuhşa karşı mücadele insanlığın en büyük görevlerinden biridir. Çünkü burada tek ve dar çevreli bir meselenin halli değil, birbirini takip eden olaylar dolayısıyla o salgın hastalığı meydana getiren bütün bir fenalıklar serisinin yok edilmesi söz konusudur. Vücudun bu yarası, sosyal, ahlak ve ırki içgüdüle­rin doğurduğu bir hastalığın sonucudur. Eğer bu mücadele tembel­lik, sünepelik veya korkaklık yüzünden yapılmayacak olursa beş yüz yıl sonunda milletlerin ne hale gireceklerini şimdiden hayal et­mek mümkündür. Tabiatın yaratıcısı ile alaya kalkışmadan hiçbir fert için Tanrı'nın hayali olduğu söylenemeyecektir. Eski Almanya bu salgına karşı acaba ne şekilde karşı koymuş-IU? Yapıları bütün iş sakin bir kafa ile incelendiğinde, insanı şaşırtan >bir cevap alınır. Gerçi hükümet çevrelerinde bu hastalığın korkunç tahribatı ve bunların sonuçları ölçülmese bile, kabul edilmişti. Fakat bu salgına karşı mücadelede tamamen aciz kalınıyordu. Derin tedbirlerden çok, basit mücadele usullerine başvuruluyordu. Orada burada frengi hakkında kesin veya nazari bazı fikirler söyleniyor, fa­kat hastalığa sebep olan şeylerin devamına fırsat veriliyordu. Fler fa­hişe muayeneden geçiriliyordu. Bu muayene mümkün olduğu ka­dar ciddi tutuluyordu. Hastalık görülürse, fahişe hastaneye yatırıyordu. Fakat yüzeysel bir tedaviden sonra, hasta tam şifa bulmadan taburcu ediliyordu. Böylece fahişe insanlığın sağlam kalan kısmının

üzerine yollanıyordu.

Bir koruma ekibi kurulmuştu. Bu durumda, tamamen iyileşmemiş bir kimsenin her türlü cinsi münasebetten kaçınması gerekiyor­du. Aksı halde cezaya çarptırılırdı. Gerçekten bu tedbir iyi idi. Fakat uygulamada hemen hemen olumlu bir sonuç vermedi.

Eğer bu felakete uğramış olan bir kadın ise, çok defa kötü bir­takım şartlar altında kendi sağlığını çalan erkeğin aleyhinde şahitlik yapmak üzere mahkemeye gitmekten kaçınıyordu. Esasen bunun kadına bir faydası da yoktu. Hatta aksine bu işten zarar görecek olan kadındı. Çünkü çevresinde dostluğunu kaybedecek ve kötü bakışlara hedef olacaktır. Hem de aynı akıbete uğramış bir erkekten daha çok kötülenecektir. Bir de frengiyi yayan bizzat koca ise, o za­man iş daha da karışacaktır. Bu durumda zavallı kadının kocasını şikayet etmesi gerekir mi? Eğer şikayet etmezse ne yapmalı?

Erkeğe gelince o bu salgına maalesef kendiliğinden uğramıştır. Genellikle bu bela fazla içki içtikten sonra başına gelmiştir. Ele ge­çirdiği kadının durumu hakkında bir hüküm veremeyecek kadar sarhoştur. Hastalıklı fahişeler bunu gayet iyi bilirler. Bundan dolayı sarhoş erkekleri avlarlar. Neticede gafil erkek frengiye yakalandık­tan sonra ne kadar düşünürse düşünsün artık o kadını hatırlayamaz. Hele iki büyük şehir olan Berlin ve Münih ile diğer kalabalık yerlerde buna şaşılmaması gerekir. Hem de erkeklerin çoğu bu bü­yük şehirlere civar illerden gelen kimselerdir. Büyük şehirlerin çeki­cilikleri karşısında tamamen tecrübesizdirler. Ayrıca hasta olup ol­madığını kim bilebilir? Birçok kereler iyi olduğu sanılan bir erkekte hastalık nüksediyor ve büyük felaketler hazırlıyor da insanın kendi si hiçbir şeyden şüphelenmiyor.

îşte bu salgına karşı alınan kanuni tedbirlerin uygulamadaki sonucu hemen hemen bir hiçten ibaret kalıyordu. Fahişelerin de muayene usulleri aynı başarısız sonucu veriyordu. Hatta şifa bulma ihtimali bile şüpheli idi. Gerçek durum şöyle idi: Frengi bütün ted­birlere rağmen gittikçe daha büyük bir hızla yayılıyordu, işte bu so­nuç bu usullerin ne kadar tesirsiz olduğunu açıkça ortaya koymak­tadır. Çünkü tedbir diye yapılanların çoğu yetersiz veya gülünç şey­lerdi. Halkın ahlaki fuhşuna karşı hiç mücadele edilmiyordu. Bütün bunları önemsiz bir şey gibi saymaya eğilimi olan bir kimse, bu fela­ketin yayılışına dair istatistiklerin ortaya koydukları gerçekleri iyi niyetle incelesin ve son yüzyıl içindeki artışı mukayese etsin ve bu gelişme karşısında biraz aklını kullansın, eğer başından ayaklarına kadar nahoş ve soğuk bir ürpermenin dolaştığını hissetmezse, o bir eşeğin zekasına sahip demektir.

Eski Almanya'da bu kadar kokmuş bir olay karşısında ne kadar zayıf ve yetersiz tedbirler alınmış olması da milletin bozulmasına bir işaret olarak kabul edilebilir. Her şeyin mücadeleden ibaret olduğu bu dünyada, mükafat bizim kendi samimiyetimizden ibaret olan bir mücadelede eğer kuvvet bulunmazsa, yaşama hakkımızı da kaybet­mişiz demektir. Çünkü dünya, tamamen kesin hal çareleri uygula­yan kuvvetlilerin malıdır, yarım tedbir alanların değildir.

Eski imparatorluğun en açık bozulma olaylarından biri de kül­tür seviyesinin ağır ağır düşüşüydü. Kültür derken, bugün için me­deniyet kelimesi ile ifade edilen şeyden bahsetmiyorum.

Daha on dokuzuncu yüzyılın sonlarında bizim sanatımıza o güne kadar henüz meçhul ve yabancı olarak kabul edilemeyecek bir unsur girmeye başlamıştı. Hiç şüphe yok ki, daha eski devirler­de birçok zevk hataları işlenmişti, fakat bu gibi durumlarda daha çok bir sanatkarın çıkması olaylarına tesadüf ediliyordu. Daha sonra gelen nesil bu sanatkarların eserlerinde bir dereceye kadar tarihi değer bulabilmişti. Çünkü bu hal, hiçbir sanat vasfı olmayan ve tamamen düşünce gücünün noksanlığı derecesine varan bir fik­ri düşüşten ileri gelen bir değişmenin ürünü değildi. Kültür sevi­yesinin düşüşünün görünümleri, daha sonraları siyasi çöküşün gö­ze çarpması ile ortaya çıktı. Gerçekte komünizm; komünistliğin ı tek canlı kültür şeklidir ve onun fikir sahasındaki biricik görünü-

I müdür. j. Bu teşhisi garip bulanlar, yalnızca komünistleştirilmek saadeti-

j ne erişmiş devletlerin sınıfını incelesinler. Bu incelemeyi yapanlar, . devletçe resmen tanınan ve kabul edilen sanat olarak delillerin ve sembolistlerin garabetleri ile karşılaşacaklar, hayret ve dehşet içinde kalacaklardır. Onları kübizm ve dadaizm mefhumları altında on do­kuzuncu asrın sonlarında tanıdık. Bavyera'da Sovyet Cumhuriyeti'nin kısa devri zamanında bu olay ortaya çıkmıştı. Daha o sıralar -; da, bütün resmi duvar ilanlarının, gazetelerdeki reklamların sadece siyasi bozulmanın damgasını değil de kültür yönünden çöküşün işaretlerini taşıdıkları teşhis edilebilirdi. 1911 yılından bu yana lütüristlerin* ve kübistlerin* * saçma sözlerinde kendilerini göstermeye başlayan şekilde bir kültür yıkılışı altmış yıl önce olsa, vahametini gözlemlediğimiz siyasi çöküşe kıyasla daha zor tahmin olunabilirdi.

Altmış yıl önce dadaist adı verilen bir sergi imkansızdı ve bunu açmaya kalkan akıl hastanesine kapatılırdı. Bu salgın hastalık hayat yüzü göremezdi. Çünkü kamuoyu bunu kabul etmezdi. Devlet mü­dahale etmezlik yapamazdı. Keza bir milletin fikri çılgınlığın içine atılmasına engel olmak bir hükümet işi idi. Böyle bir gelişmenin gü­nün birinde son bulması gerekirdi. Çünkü böyle bir sanat şekli ger­çekten genel düşünüşü kapsadığı gün, insanlık için sonucu en ağır olan alt üst olmalardan biri meydana gelecekti. İnsan beyninin tersi­ne doğru gelişmesi bu şekilde başlamış olacaktı, îşte bunun ne şe­kilde biteceği düşünülünce insan ister istemez titriyor.

Son yirmi yıl içinde kültürümüzün gelişmesi incelenecek olu­nursa, gerici hareketlere ne kadar dalmış olduğumuz dehşetle görü­lür ve her tarafta kültürümüzü er geç öldürecek birtakım hastalıklı urlar yetiştiren tohumlara rastlarız. Burada da yavaşça seyreden bo­zulma halindeki bir dünyanın çökme olaylarını ayırt edebiliriz. Bu hastalığı yenemeyecek olan milletlerin vay haline!

Bu hastalıklı olaylar Almanya'da hemen hemen her alanda gö­rülebilirdi. Artık her şey en son noktayı da aşmış, uçuruma doğru

* Fütürist: 1910 yılında italya'da ortaya çıkan ve geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanların duyumlarını bir arada göstermeyi amaç edinen.

** Kübizm: 1910-1930 arasında eserler vermiş olan sanat okulu. Eşyayı ge­ometrik biçimde göstermeyi amaç edinen.

süratle gidiyor gibiydi. Tiyatronun seviyesi gitgide daha da düşü yordu. Eğer saray tiyatrosu sanatın fahişeleşmesi aleyhinde hareke ı etmeseydi, kültür etkeni olan tiyatro sanatı kesin bir biçimde orta dan kalkacaktı. Birkaç istisna hariç, diğer sahne oyunları o halde idiler ki, bunlara gitmekten kaçınmak, millet için çok iyi bir hareket olurdu. Gençleri o sanat merkezlerinin(!) çoğuna göndermemek, iç bünyedeki bozulmanın en esef verici işaretiydi. Bir müzenin kapısına asılması gereken "gençlerin girmeleri yasaktır" ilanı hiç sıkılıp utanılmadan bu sanat merkezlerinin kapılarına konuyordu. Her şeyden önce gençliğin eğitimine yardımcı olmaları için faaliyet gös­termeleri ve yaşlı kimselerin eğlencelerine hizmet etmemeleri gere­ken bu yerlerde, bu tedbirlere başvurulmasının garabetini bir kere düşününüz. Eski devrin dram yazarları bu tedbirler hakkında ne derlerdi? Kim bilir Sebiller nasıl galeyanla, Goethe nasıl bir hiddetle başını çevirirdi? Fakat yeni Alman şiiri karşısında Schiller, Goethe ve Shakespeare nedir ki? Eski, köhne ve modası geçmiş bir devrin, birer olayları! işte bu devrin göze çarpan ve en belirli vasfı budur. Bu devirde sadece pis şeyler meydana getirilmekle kalınmamış, ayrı­ca geçmişin büyüklükleri de lanetlenmiştir. Bu gibi olaylar her an göze çarpmaktadır. Bir devrin ve adamların eserleri ne kadar basit ve sefilane ise, geçmişteki büyüklüğün ve şerefin işaretleri de o ka­dar nefretle karşılanır. Bu çeşit devletlerde tercih edilen şey, her tür­lü mukayese imkanını ortadan kaldırmak ve kendi adi malını men­faat olarak yalancılıkla sunmak için insanlığın geçmişteki hatıraları­nı silmekten ibarettir. Bundan dolayı her yeni kuruluş ne kadar adi ve esef verici ise, geçmiş devirlerin son kalıntılarını yok etmek için o kadar çaba gösterir. Halbuki insanlığın gerçek ve büyük bir yenileş­mesi, eski nesillerin en güzel eserlerine kendini vermekle ve hatta onların değerlerini daha çok göstermeye çalışmakla olur. Geçmiş devrin karşısında solgun bir duruma düşmekten korkmaz ve insan­lığın kültür hazinesine öylesine katılır ki, çok zaman eski eserlerin hatırasını devam ettirerek onlara layık oldukları saygıyı göstermek için bizzat çaba sarf eder. Böylece yeni sanat eserlerine de devrin tam bir anlayışını sağlamak imkanı elde edilir.

Dünyada kendi kendine değerli bir şey ortaya koyamayan ve bu çabayı göstermeyen bir kimse, gerçek sanat eserlerinin hepsine kın besler ve özellikle onları inkar eder, hatta tahrip etmekten büyük haz duyar. Bu sadece genel kültür alanındaki yeni hareketlerde değil, aynı zamanda siyasi olaylarda da böyledir. Bir devrim hareke­ti gerçekte ne kadar az bir değer taşırsa, o devrim hareketi eski şe­killere o kadar çok kin besler. Burada da kendi eserini takdire layık gibi gösterme isteği, geçmişin iyi ve gerçekten yüksek değerde gü­nümüze intikal ettirdiği herhangi bir şeyine karşı körü körüne bir kine sebep olabilir. Mesela büyük Frederic'in tarihi hatırası yok edi­lemedikçe Frederic Ebert ancak ilerisi için konan bir kayıt altında hayranlık doğurabilir. Şans Souci kahramanı eski Bremen Semercisi ile kıyasta; ay karşısındaki güneş gibi yer alır. Ancak güneş battık­tan sonra, ay görülebilmektedir, işte yeni ayların, yıldızlara karşı besledikleri kinin sebebi buradadır.

Kader bir süre için iktidarı herhangi bir değersiz herifin kucağı­na attığı zaman, o kimse geçmişi sadece çamura sokmakla ve lanetlemekle yetinmez, kendisini yüzeysel araçlarla eleştiriden kurtarma­ya çalışır. Bu konuda ibret alınacak örnek yeni Alman Reich'ının korunma kanunlarıdır.

Yeni bir fikir, yeni bir görüş yeni bir dünya düşüncesi, yeni ik­tisadi ye siyasi hareketler, bütün geçmişi inkar etmeye, onu kötü ve­ya değersiz göstermeye kalkışırsa, sadece bu davranış, insanın son derece ihtiyatlı ve kuruntulu olmasına yetmelidir. Çok zaman böyle bir kinin ortaya çıkışı, ya o kini besleyen adamın pek değersiz olma­sı, ya da kötü bir niyetin bulunmasıdır, insanlığın gerçekten hayırlı bir yenileşmesi, daima ve sonsuza kadar son sağlam, temelin bulun­duğu yerde inşaata başlama işini üstüne alacaktır. O günümüzdeki kurulu gerçeklerden faydalanmaktan utanmayacak ve çekinmeye­cektir. Çünkü bütün kültür, insanın kendisi gibi, ancak uzun bir ge­lişmenin sonucudur. Bu gelişmede her nesil binayı inşa etme husu­sunda kendi taş ve harcını getirmiştir. Demek ki devrimlerin ruhu ve gayesi bu binayı yıkmak değil, kötü olan veya kötü yapılmış şeyi ortadan kaldırmak, var olan şeyin yanında yeniden ortaya sağlam ve daha fazla bir şey koymaktan ibarettir. Ancak böyle yapılırsa insanlı­ğın gelişmesinden söz edilebilir ve ondan söz etmek hakkı mevcut olabilir. Yoksa dünya hiçbir vakit karışıklıktan kurtulamaz. Çünkü bu halde her nesil geçmişi inkar etmek hakkını kendinde bulacaktır. Böylece her nesil, bir işe girişmeden geçmiş devirlerde yapılanları yok etmek hakkına sahip olduğunu iddiaya kalkışacaktır. Savaştan önceki kültürümüzün genel durumundaki en hüzün verici taraf, sadece estetik ve genel görünüşü itibariyle kendi alanın­da yenilikler ortaya kovmaktan aciz oluşu değildi. Esef yaratan du­rum kendinden daha büyük olan geçmiş devrin kültürünü lekele­mek ve ortadan silmek hususunda beslenen kin idi. Sanatın bütün dallarında, özellikle tiyatro ve edebiyatta yirminci yüzyılın başından itibaren daha önemsiz ve daha az eser meydana getirildi. Moda en iyi eserleri aşağılıyordu.


Yüklə 1,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   51




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin