Aşkın Sultanı Mevlana seslendi : “ Kardeş, sen dua nimetine yönelmeye bak! Kabul edilmiş ya da edilmemiş bundan sana ne?.. Dua edebiliyorsun ya, ona bak! ”
Hz. Mevlana başka bir şey söylüyordu. Kabul ya da ret değildi duanın esprisi. Duanın kendisi nimetti. Öyle ya, huzuruna almış, el açtırmış, dil döktürtmüş, kulum demişti ya, bundan daha büyük nimet mi olurdu?.. Artık istek ve talep için dua etmemeliydi. İsteklerini söylese dahi, usûlen olacaktı, kilitlenmeyecekti o noktaya. Ve duasında şükrü öne alacaktı. O kadar çok nimet bahşetmişti ki Allah, hiçbirinin şükrüne insanın gücü yetmezdi. Zaten insanda güç mü vardı ki?.. Kudret de kuvvet de Ona aitti.
Dua şekli değişmişti. Şükrediyordu verilenlere. Sağlığı yerindeydi. Geçimi de. Çevresi ile arası da iyiydi. İdealleri gerçekleşmese de aç, açık değildi. Hem ideal; beklenti değil miydi?.. Beklenti, dünyevi boyuta çekerdi insanı. Dünyevi boyut; azabın ta kendisiydi. Hallerin en güzeli razı olmaktı.
…
Ama kafası karışıktı. Duada saklı bir kudret vardı. Bir anahtar vardı. Duası gerçekleşenlerin hayatından pasajlar okudukça yine düşüyordu esfele. Şeytan eskisi kadar olmasa da gene fısıldıyordu : “Sana vermeeeeezzzz!… Demedim miii verrrrmezzzz, bırak inadııııı?”
Şeytana bu defa prim vermedi. Soracak, araştıracaktı.
…
Yine başucundan ayırmadığı Mesnevi’ye gitti eli. Hz. Mevlana bu hali de açıklamalıydı. “Peygamber değil ama kitabı var” denecek ölçüde Mesnevi dünya çapında ilgi buluyordu. Bu hali de açıklamalıydı. Hikâyeler arasında bir söz yakaladı : “Padişahlar kendilerine menfaat için gelenlere hemen ihsan edip yol verirler. Sevdiklerine hemen vermez, bekletir, yanlarında tutarlar. İsteğin olmuyorsa üzülme, padişah seni sevmiş, yanında tutuyor ya, daha ne?...”
Bu da ayrı bir boyuttu. Allah, sevdiklerinin isteğini geciktirir miydi? Allah kendisini seviyor muydu? Nefse prim vermemek için direndi : “Yok canım daha neler?.. Allah’ın sevgili kulu olmak kiiim ben kiiim?..”
“Rabbim, Allah’ım” diye yalvarıyordu ama cevap geldiği falan yoktu. Veli zatlar cevabı da duyarmış. Kalplerine ilham olunurmuş gaybın sesi. Onca yalvarıp yakarmalarına karşılık bir kelime ses duymamış, bir kuple ilham almamıştı. O halde Allah’ın kendi kapısında beklettiği kullardan olamazdı. Sevdiklerine dahil olmak gibi bir durum yoktu yani… İlerleyen sayfalarda Mevlana buna da cevap verdi : “Senin ‘Ya Rabbim’ diyebilmen ; Onun ‘Buyur Kulum’ demesinin ta kendisidir!..”
-
İş gene değişiyordu. “Rabbim” demek “Buyur Kulum” denmesi idi. Bu nasıl işti? Ayeti hatırladı : “Dua edin; icabet etmekteyim!”, “Beni zikredin ben sizi zikretmekteyim”
Mevlana ayeti tefsir ediyordu sanki… Bugüne kadar ayetleri hep geleneksel bağlamda çevirmişlerdi. “Dua edin icabet edeyim” değildi. Doğrusu; “İcabet etmekteyim” şeklinde geniş zaman olacaktı ifade. O zaten her an yeni bir şanda icabetini sürdürüyordu. Onda bir kesinti yoktu. İş ; dua ederek sürece katılmak, daha doğrusu o akışın zaten an be an içinde olduğunu fark etmekti… “Zikredin, zikredeyim “ demiyordu ayet. “Beni zikredin ben sizi zikretmekteyim” idi doğrusu. Her an süren evrensel tesbihata, ilahi zikir korosuna katılmaktı mesele. Onu hissedebilmek, iliklerine kadar duyabilmekteydi bütün sır.
“Davut (as) evinin penceresini açar, dağların, kuşların, derelerin zikrine katılır” yazıyordu Peygamberler Tarihinde. Zihninde ışık yandı. Ya Huuu evinin penceresini açıp dışa doğru zikre katılmak değildi işin aslı. Anlatılan, baştan ayağa mecazdı…
Ev; gönlümüzdü… Hüner ; asıl Kâbe’nin bulunduğu gönlü tüm mahlukatla birleştirebilmek, âlemlerle barışabilmek, kendini başkaları kavramından, ayrılık, gayrılıktan kurtarıp birliği hissedebilmekti…
Davud (as) onu yapıyor, onu yaşayınca da kulluk zırhını giyinip, ilahi kudretin kendinde açığa çıkışını seyrediyor, nefsin hegemonyasına kılıç vurup, Halifetulllah sırrıyla özünün, egoya hükümran oluşunu zevk ediyordu… Zırh da, Krallık da, Doğanın Korosu da serâpâ mecazdı. Mecazlarda boğul-maktan neler çekmişti meğer?..
İçine doğan manaya hayran oldu… Şimdi bir ilahi dinlemenin tam sırasıydı. Yok yok önce Kur’an dinlemeliydi… Sudeysi’den Abdüssamed’e, İsmail Biçer’den Kâni Karaca’ya Kur’an bülbüllerinin şakımalarına verdi kendini ayet ayet, sure sure... Cennet bahçesindeydi artık… Dua algısı da, yönelişi de değişiyordu…
Kur’an’ dan sonra biraz da ilahi giderdi hani… Mustafa Özcan Güneşdoğdu ’yu çağırdı önce… EY RAHMETİ BOL PADİŞAH CÜRMÜM İLE GELDİM SANA diyecekti Mustafa. Sonra Sami Savni Özer’i çağırdı. SEVDİM SENİ MABUDUMA, CANAN DİYE SEVDİM diye aşkını ilan etti Sami ağabeyin dilinden… Gecenin assolisti Ahmet Özhan’dı. Derviş gönüllü Ahmet ağabey de kırmadı, davete icabet etti.
Önce sema rayihaları saçıldı gönlüne…
DİNLE SÖZÜMÜ SANA DİREM ÖZGE EDADIR
DERVİŞ OLANA LAZIM OLAN AŞK-I HUDADIR
SEMA SAFA, CANA ŞİFA, RUHA GIDADIR
SEMA SAFA, CANA ŞİFA, RUHA GIDADIR
Sonra bir Bektaşi nefesine geçti :
GÜZEL AŞIK, CEVRİMİZİ ÇEKEMEZSİN DEMEDİM Mİ?
BU BİR RIZA LOKMASIDIR YİYEMEZSİN DEMEDİM Mİ?
…
Cevr ü cefa deyince hüzün kapladı içini. Az çekmemişti hayattan. Sınavlar peş peşe geliyordu. İmtihanın ardı arkası kesilmiyordu. “İmtihan, sana değil ; sendendir!.. İmtihanla kendi potansiyelini görür ve sonuçlarını yaşarsın!.. Fitne yani imtihan, senin, ilminle ne derece yaşabildiğini fark etmen içindir!.. Sanma ki imtihan, başkalarının seni mükafatlandırması ya da cezalandırmasıdır!..” diyordu ehli. Tamam, kabul etmişti bu gerçeği ama dayanmak da zordu be birader… “Sabah ola hayrola” deyip uykuya çekildi.
…
Sabah uyandığında Kesret âlemine girecek, dış dünyaya katılacak, yine sorunlar yumağının içinde bulacaktı kendini… Gece maneviyata kanatlanmak güzeldi de bir de sabahı vardı işin. Her kulun kendi gerçeği vardı. Onunla yüzleşmek kolay değildi… Mevcut sorunların yine üstüne çullanışını seyrediyordu. “Hiç bitmeyecek mi?” derdi bazen. “Ya Huuu az bıraksa, az nefes alsam da sonra sürse, olmaz mı?.”.
Bu sorular gene esfele, alt boyutlara, emmareye çekiyordu. Çıkmalıydı buradan. Olana razı olmak şarttı. Ama olabiliyor muydu? Görüştüğü bir dosta halini biraz anlattıktan sonra ”OLANA RAZIYIM” dedi.. O dost cesur bir gerçeği serdi gözlerinin önüne: “Kendini kandırıyorsun… Razı değilsin… Tahammül etmekle razı olmayı, katlanmakla hoş görmeyi karıştırıyorsun sen!..”
Fena halde bozuldu bu sözlere. Kendinden yaşça da küçük olan biri bunları söylemişti. Mırıldandı : “Ukala şey ne olacak?... İki kitap okuyan, üç kavram ezberleyen kendini tasavvuf uzmanı sanıyor!” Ondan ayrıldıktan sonra söylenenleri düşündü. RIZA İLE TAHAMMÜL aynı şey değildi. Tahammülde çirkin ve bela gördüğüne katlanma vardı. Katlanma olan yerde rızadan söz edilemezdi ki!?.. Gerçekten razı olsa, başında olanı dile getirmekten, “Ben de bu aralar sınavlar yaşıyorum” demekten kaçınırdı. Bunları dile dökmek; Allah’ı kula şikayet etmek gibi fena halde edepsizlik kokuyordu hem…
Kızdı, ukala dedi ama galiba delikanlı haklıydı. Nasıl geçecekti rızaya?.. Nafileler; Allah’a yakiyn vesilesiydi. Ama nedense fazlaca nafilesi yoktu. Başladığı zikirleri dahi istikrarlı biçimde sürdüremiyor, bir süre sonra bırakıyordu. Oysa duada ısrar etmek, hedefe kilitlenmek esastı. Olaya farklı bakan bir başka dosta uğradı :
- Üstüme hüzün birikti, derdim çok fazla. Belalar da akın ediyor. Ama hamdolsun diyorum. Malum belaya hamdedilir, nimete şükredilir…
Dostu bastı kahkahayı : “Şükürler olsun, demelisin. Ne mutlu ki belan var!”
Ona da kızacak oldu, kızamadı. Bu kahkaha, belli bir fark ediş ve eminlik yansıtıyordu. Dinleyecekti : “Mübarek olsun. Belan olması ne kadar güzel. Şükret, şükret!”
Devam etti :
- Dua, zikir sen ne önerirsin?..
- Öneririm de, yapamazsın sen!
Sanki damarına basıyor, yapma azmini körüklüyordu bu sözler.
- Yaparım dedi..
- Görürüz.
Ondan ayrılırken kendine sordu : ”İlla birinden öneri mi lazım? Elde onca kitap ve doküman var. Kendimi disipline edemez miyim?” Kafaya koydu. Bir süre uzlet, biraz sessizlik, biraz oruç, yoğun zikir çalışması yükledi kendine. Hepsini yaptı. Geceleri hiç okumadığı kadar Kur’an okuyor, gündüzleri zikri elden bırakmıyordu. Süreç bir haftayı doldurmuşken gene aynı soruyu sordu nefsi: “N’oldu?... Ne değişti ki?.. Dert aynı dert, bela aynı bela!..”
Bu sorularla zihni çalkalanmaya başladığı dönemde ruhsal dinginlikle alakalı bir eserdeki şu cümlelere takıldı : ”Kendinize dışarıdan bakın… Baskı yaşayan siz değilsiniz, özünüz değil; bedeniniz, nefsiniz… Sakın baskıyı içeri almayın, rol yapan birini seyreder gibi, gölgenize bakar gibi kendinizi dışarıdan seyredin…”
Hoppalaaaa!.. Ya Huuu ne dışarısı, basbayağı ben yaşıyorum bunu, nasıl dışarı çıkarım ki?..
“Astral seyahat”, “Ruhen uruc” gibi söylemleri bazı ruhçu disiplinlerden duymuştu. Ama yapamadığı bir şeydi bu. Denese miydi?.. Hem “Bela yaşayan özün değil, bedenin” cümlesi de aklına yatmıştı hani. İleriki günlerde öyle yaptı. Kaygı üretmeden, tedirginlik yansıtmadan gelen baskıyı ben buyum, halim bu, diyerek göğüslüyordu. Sorunlar boğuverecek sanırken hafif hafif genişlik geliyordu. Sorun aynı kalsa da acı yoktu artık. Kabul vardı sadece…
Bir gün tamamen tükendiğini hissetti. İdama giden mahkûm gibiydi artık. Karar çıkmış, imzalar atılmış, iş infaza kalmıştı. Ama gene de dışarıdan bakacaktı. Ümidi, rızayı elden bırakmayacaktı. Allah’ın fazlı genişti. Dilediğine dilediği genişliği vermek Ona aitti. İstek ve beklenti düşmüş, sadece “Yapması gerektiği için yapmak” noktasına gelmişti. Yılgınlık yoktu. Karamsarlık da. “Sana vermezzzz” diyen şeytan susmuştu. Tuhaf bir dinginlik vardı.
…
Bir sabah uyandığında “Her şey bitti artık” diyordu içinden. “Her şey bitti. Sınıra geldim, ya batış ya da mucize bir ayağa kalkış”. Mucize de beklemiyordu aslında. İşe gitti. Az sonra telefonlar gelir, istekler, sıkıntılar, baskılar sıraya dizilirdi yine… ”Başlasın ne olacak, canımı alacak değiller ya, durum bu kardeşim derim”, diyerek cesaret verdi kendine… Tükendim diyordu. Bütün kapılar kapanmış, beklediklerinden de hayır çıkmamıştı. Çıplak, çaresiz, yalnızdı. Uçsuz bucaksız bir çölde gibi… Her şeye açıktı artık. Ne olacaksa olacaktı.
Öğleye doğru gelen bir telefon, istek ya da baskı içermiyor, yeni bir çıkış kapısı öneriyordu. Üzerine birikeni hafifletecek bir öneri idi bu… Bir an tereddüt etti : “Bu ana kadar hep Allah’a dayandım. Şimdi bu teklife evet dersem acaba boyut mu düşerim, acaba dualarım boşa mı gider” diye hayıflandı.
Birlik aklına geldi. Kul, Allah’tan ayrı mıydı ki?.. Allah izin vermese bu öneri gelir miydi? Tereddütleri yendi ve “evet” dedi… Bir an, geniş bir kapı açılmış, aylardır biriken baskı hafifleyivermişti… Şaşkındı… Ne diyeceğini bilemiyordu… İki rekât şükür namazı kıldı.
İçinde bir yerlerde bir başka soru canlandı bu defa :
- Duada hedef bu mu? Daraldım, genişledim… Bekledim, aldım. Duayı bırakacak mıyım alınca? Ya da duadan maksat; sadece genişliğe ermek mi?.. Ermesem dua etmeyecek miyim?... Sinmiyor içime… Çalıştım, kazandım der gibi.. Sanki ticaret yapar gibi.. Sanki Allah’la alış - veriş eder gibi.. Sinmiyor, başka bir yönü olmalı.. Duanın asıl ruhuna varmalıyım…
Dosttan Dosta kitabını incelerken karşısına çıkan vecize ile irkildi :
“Halini Allah’a arz et! Şayet o senden habersiz ise!..”
Bütün devreleri alt üst oldu. Düşünemez olmuştu. Allah kuldan habersiz olur muydu hiç?.. O halde dua; halini ona iletmek de değildi. “O zaman nedir bu duadaki asıl sır, Rabbim n’olur yardım et, beynim çatlayacak” diye söylendi…
Sorular içini kemirse de teslimiyetle devam etti çalışmasına. Gevşeklik göstermedi. Nasılsa cevap Hakk’ın bir mahallinden gelirdi. Soruya iyi yoğunlaşıldığında cevabın nice suretlerle önüne geldiğini defalarca deneyimlemişti. Yine gelirdi mutlaka.
O akşam Kur’an’ı açtı rast gele. Bunu zaman zaman yapar, her seferinde o an içinde bulunduğu halin cevabını bulurdu ayetlerde… Kur’an’ın 4. büyük suresi; Nisa Suresinin 103. ayeti geldi önüne : İnnessalate kanet alel mu’mınıyne kitâben mevkû-tâ…
Ayeti bugüne kadar hep şöyle çevirmişlerdi : NAMAZ; VAKİTLERLE YAZILMIŞ, VAKİTLERLE GEÇERLİ BİR FARZDIR… Ama asıl ifade SALAT idi… Salat ise sadece namaz değil, duadan namaza tüm ibadetleri içine alan bir haldi. Yeniden tercümeler, tefsirler karıştırdı. Ve şu cümleye vardı : SALAT-DUA; VAKİTLERLE GEÇERLİ, VAKİTLERE BAĞLI BİR FARZDIR.
Tamam ama bu ne demekti?.. Nicedir görüşmediği bir zata uğrasa ondan mutlaka bir cevap çıkardı. O randevularını namaza endeksler, cep telefonu kullanmaz, “Beni arayan, vakit namazlarında mahalle camiinde bulur” derdi. Öğle namazında yetişti camiye. Namaz sonrası elini öptü. Hal hatırdan sonra ayaküstü açtı durumu. O zat ;
- Ateş almaya mı geldin?.. Dur hele bir çorbamızı iç, dedi.
Acelesi vardı, ama davet büyükten gelmişse icabet mutlaka şarttı. Mazeret öne sürmek de edepsizlik olurdu şimdi. Birlikte lokantaya geçtiler. Orada açtı soruyu :
- “Salat; vakitlerle geçerli bir farzdır, vakitlere bağlıdır” ayetini düşündüm de çözemedim. Duanın vakte bağlı olmasında apayrı bir sır var gibi ama ne?..
O zat böylesi derin soruları basitleştirir, tereyağından kıl çeker gibi açıklardı :
- Salatı en basit anlamı ile namaz diye düşün…
- Evet!
- Öğle vakti gelmeden, ezan okunmadan, öğle namazı kılabilir misin?..
- Kılamam, olmaz ki!
- Dua da vakitle geçerli!
- Tamam da bu ne demek?
Çorbasından birkaç yudum alan zat acele etmeksizin devam etti:
- Kaç aylıksın sen, eminim dokuz ay beklememişsindir, yedi aylıksındır!
Acelesi yüzüne vurulsa da espri iyi gitmişti hani… Sustu… Zat devam etti.
- Ezan okundu öğleyi kıldık. Menfaat bekleyerek mi camiye gittik?
- Haaa şaaa.
- Niye kıldık?..
- Vakti geldi kıldık. Beklentimiz yok, Kulluğumuzu yaptık…
- Güzel… Şimdi bunu duaya uyarla!..
- Nasıl yani?..
- Namazı nasıl vakti geldiği için kılıyorsan; duanı da vakti geldiği için yapacaksın!!!
- İyi de burada ne mesaj var?..
- Lafın hepsi aptala söylenirmiş..
- Öyle değil, abdala söylenir. Kul olana söylenir..
- Tamam kızma, anlatalım… Çaylar gelsin hele…
Çaylar geldiğinde vakit konusu açılıyordu.
- Bak şimdi… Nasıl ki namazı sadece vakti geldiği için kılıyorsan, kulluğunu icradan başka gayen yoksa, duan da öyle olacak!
- Yok zaten…
- Var, kandırma kendini. İstekler var, şuur altında arzular var, acı görüp beladan çıkış isteği var. Hatta gizli şikâyetlenme bile var…Var oğlu varrrrrr.
- Evet duada gizli şikayet gibi tehlikeli bir girdabı M. Irmak’ın yazısı ile öğrenmiştim.
- Gizli şikâyetle kalsa gene iyi, bazı dualarda halimizi kabullenememe, hatta isyan var, isyan!
- Aboooo! Haksız değilsiniz, evet var. “Vakte bağlı” konusuna dönersek?
- Dönelim… Yağmur Duası niçin yapılır?
- Yağmur istemek için..
- Avamın bakışı o… Avam ister… Ayeti hatırlayarak cevap ver.
- Kuraklık olur, vakti gelir, yağmur duasına çıkılır.
- Öyleyse şunu anladık; yağmur duası; yağmur istemek için yapılmaz, kuraklık vakti girdiği için, tıpkı ezanla vakti giren namaza durur gibi yağmur duasına çıkılır!
- Muhteşem bir şey buuuu, dedi…
Zatın nûrâni çehresine değişik bir ışık ve gülümseme yayıldı.
- Şimdi çöz, duada olmamız gereken hali. Bak ipucunu verdim yağmurla.
Bir an düşündü. İçi titriyordu. Bugüne kadar öğrendiklerinin haricinde, duanın yeni bir boyutu ile tanışmanın ürpertisi kaplamıştı her yanını.
Sesi titreyerek konuştu :
- Derdim olduğunda çare talebi ile dua etmeyeceğim. Çare Duasının vakti geldiği için dua edeceğim. Borcum olduğunda ödeme talebi ile dua etmeyeceğim, borç duasının vakti geldiği için dua edeceğim. Sıkıntıdan çıkmak diye bir beklentim olmayacak, sıkıntı vakti; onun duasının geldiği vakit diye dua edeceğim..
- Güzel… Çözdün ama bir sır daha kaldı..
- O ne?..
- Ayette düğümlü o sır… Kitâben ve Kânet kelimelerinde… Düşün, bulacaksın…
- İNNESSALATA ( Şüphesiz Salat) KÂNET ( Oluşur, Farz olur, Zuhura çıkar) ALEL MU’MINIYNE (İman edenlere) KİTABEN MEVKUTA (Yazılmış, çizilmiş vakitler olarak)
- KÂNET fiili; KEVN-TEKVİN kelimelerinin kökü. Kevn; Yaratma! Kün fe yekun de KANE den aslında…Daha fazla söylemeyeyim, sen devam et.
Haşyet mi denirdi, korku mu denirdi, cezbe mi denirdi bilinmez ama başka bir dünyada idi şu an… Ağır ağır, düşüne düşüne yöneldi ayetteki asıl sırra :
- Kitâben; Yazılmış demek… Kaderin yazılması gibi… Hükmün icraya geçişi gibi… Kânet; dediğiniz gibi sadece farz olur anlamına değil, oluşur, yaratılır anlamına… Sırrı bulayım bir saniye…
…………
- Aaaaaa buldum galibaaaaa!…. Sadece vakte kilitlenirsem, beklentisiz, talepsiz sadece vakti geldiğinde yapmam gereken duanın hakkını verirsemmmm….
- Susssss… Tamam susss…
- Cümlem bitmedi…
- Sussss… Kalk git… İşine bak…
-……
Lokantadan ayrılırken bulduğu şeyle hala titriyordu. Dile dökemedi. Gönle yerleşmişti ya, dile gelmese ne olurdu ki? Sustu. Eve dönerken mırıldanıyordu şiir okuyan çocuk neşesiyle :
Kitâben mevkutâaaaa! Binlerce şükür sanaaaaa!
Kitaben mevkûtaaaaa! Abd-i aciz hayran sanaa!
Bölüm- 2
Bire Bir
Bire bir başlığı altında derlediğimiz bu bölümde sohbet ve ziyaretlerden süzülen müşahedeler yer alıyor.
Ehli olanlarla bir saat sohbetin, ciltler dolusu kitabî bilgiye bedel olduğunu ısrarla hatırlatıyor hakikat ehlinin özel dünyalarına pencere açması ümidiyle sizleri bu bölümle baş başa bırakıyoruz.
Rabbinle Bayramlaş!
Ramazanın ilk günü akrabalarına sürpriz bir ziyaret yapmış, can yakınlarını sevindirmişti. İlk teravihi şehrin görkemli camilerinden birinde eda ettiler. İlk sahuru memlekette, hem de biten mutfak tüpü macerasıyla yaşamak ayrı bir zevkti. İftara kalmadan yola çıktılar. Dönüş yolu üzerinde şehitliklere uğradı. İnönü Savaşlarının karargahı Metristepe Zafer Anıtında siperleri dolaşırken milli mücadeleyi kazanan ruhu anlattı ailesine. Yol boyunca sağlı sollu şehitliklere Fatihalar okudular. Sakarya nehri ve demiryolu, karayoluna arkadaşlık ederken Kurtuluş Savaşımızın kahraman ismi Ali Fuat Paşa’nın kabrini buldular sora sora. Kendi beldesinde bir cami avlusunda yatıyordu büyük kumandan!
“Adam eksen biter” dedikleri verimli havzası ile ünlü Pamukova İlçesine girdiklerinde her yıl adına merasimler düzenlenen, beldenin manevi bekçisi; Babam Sultan (k.s)ı ziyaret ettiler.
Babam Sultan Türbesindeki kitabeyi okudu : “ İran Hükümdarlarından birinin şehzadesi. Hakikati fark edince tacı tahtı bırakmış, yollara düşmüş ve Pamukova’yı mekan tutmuş.”
Mırıldandı : ”Fark edince hep dağlara mı vurmak lazım? Oturup güzel güzel hem dünyayı hem ahireti yaşasalar olmaz mı? Kimi gördüysem boş vermiş dünyaya, ya içine çekilmiş yada başını alıp gitmiş!.. Bu mudur yani?..”
Eşi : ” Bildiğimi bilseydiniz Allah Allah diye bağırarak dağlara çıkardınız, hadisini unutma” dedi. İyi ama, Rasülullah (s.a.v) dağlara vurmadı, toplum içinde yaşadı, bu veliler niye dağlara vuruyor ki? Eşi tekrar uyardı:” O Allah Rasülu!... Bunlar Allah Dostu!..”
Türbeye girip dualar okudular. Bahçedeki çam ağaçları ve yeşil çimenleri gören çocuklar tabiatın kucağına attı kendilerini. Öteden gelen köpek ve enikleri de manzaraya eklenince çocuklara gün doğmuştu. Sevip oynaşmaya başladılar hayvancıklarla.
Bahçeyi dolaşırken köylü kıyafetleri içinde bir ihtiyarın yaklaştığını fark etti. Herhalde türbedarı buranın, üç beş kuruş katkım olsun diye elini cebine attı. İhtiyar: “ Vazgeç, alış veriş yeri değil, pazar yeri değil burası, burası Evliyaullah Meydanı!” dedi…
Tamam, dedi gene bulduk birini, yaptık işi!.. Nerede deli dolu, aykırı tipler, meczuplar, sözüm ona akıl kılıcını sıyırıp benliği bir çırpıda kesenler varsa gelir bulurdu Onu. Onlardan biri daha dedi içinden ve başladılar konuşmaya.
- Ramazan geldi, nasıl ihya edeceksin, dedi adam.
Sinirlenirdi kendi özel ibadetine dair sorulara, ama sabretti :
- Kendimce bir şeyler yapacağım işte.
- Sıradan insanlar gibi oruç tutacak, sıradan insanlar gibi fitre verecek, sıradan insanlar gibi bayram edeceksen bu türbelere hiç uğrama!
Çattık belaya diye iç geçirdi, sabredecekti. Adam devam etti :
- Sen orucu mu tutacaksın, yoksa oruç mu seni tutacak? Oruç seni tutmuyorsa boşuna aç kalmana değmez, ye gitsin!...
Susacaktı. Dinleyecekti. Konuşmanın anlamı yoktu. Bakalım neler dökülecekti yaşlı amcadan. Kim bilir belki de Babam Sultan bu amca kılığına girmiş, sesleniyordu :
- Oruç tutan çoooookk, sürüyle… Orucun tuttuğu erler gerek, anlıyor musun? Fitre veren bir dolu insan vaaaarrr… Hani hakiki fakiri bulup ihya edennn?... Nerdeeee?...
Ramazan üzerine epeyce anlattı ihtiyar. Yol uzundu, iftar yaklaşıyordu. Bir yandan yağmur çiselemeye başladı. Saatine bakınca anladı, kısa kesti adam :
- Anladık, gideceksin!.. Rabbinle Bayramlaşmak ister misin?
Sohbetten kopup tam çocuklara toparlanın diyecekti ki Rabbiyle Bayramlaşmak kavramı içine ateş düşürdü. Heyecanla elini tuttu ihtiyarın :
-Anlatıver hele! Rabbimle nasıl bayramlaşırım?..
- Ne yapıyorsun bayramda?..
- Eş, dost ziyareti, akraba büyüklerin elini öpme ve bir iki sivil toplum kuruluşunun bayramlaşması. Genellikle hepsi bu!..
- Sıradan insanlar gibi yani?.. Hem avamı kınarlar, hem de avam gibi davranırlar. Avam gibi yaşa, havas gibi düşün, bu da yeni moda!.. Nasıl işse?..
Avam, Havas gibi tasavvuf terimleri geçince kulak kesildi. İhtiyar hiç de boş değildi.
- Canım deyiver hele Rabbimle nasıl bayramlaşırım?
- Acelen var senin, boş ver devam et yoluna.
- Dünyada olmaaazzzz… Öğrenmeden şuradan şuraya adım atmam. Anlat nolur!
Çam ağaçlarından birinin altına oturdular. İhtiyar usul usul anlattı :
- Herkes akrabasını ziyaret eder. Akrabası kalmamış garipleri, yalnız yaşayan ihtiyarları, müzmin hastalıklarla inleyenleri kim ziyaret edecek?! Huzurevlerine koşar oğullar, gelinler, torunlar. Ya kimsesi olmayanlara kim koşacak?..
Kışlada bayramlar buruk geçer. Uzak diyarlardan nöbete koşan Mehmetçiklerden pek azının yakını gelir. Yakını gelmeyenleri kim tebrik edecek? Yetiştirme yurtları, yetimhaneler var her şehirde. Çocuğuna bayram harçlığı verirken anasız babasız yavrulara kim harçlık verecek düşündün mü hiç? Yürek yok mu sende?..
Kalbini yokladı. Yüreği atıyordu. İçinden bir şeylerin koptuğunu hissetti. Adam sanki sinesine hançer saplamıştı. Gönlünü deşmişti sözleriyle. Devam etti ihtiyar :
- Yatalak hastalar nasıl geceler bilir misin? Ziyaret etmek, üç beş teselli cümlesi edivermek çok mu vakit alır? Çocuklarını lunaparka da götüreceksin değil mi? Mahalledeki şehidin yetimlerini kim götürecek? Baklava açacak, börek pişirecek hanımlar!.. Bayram; sanki mide demek!.. Haaa?! Bayram; tıka basa yemek mi? Değil di mi? Ahh ahh! Hakiki lezzeti tatmayan ne anlasın bunlardan? Dediklerimi yapsan, baklava lezzetine teslim olanlara gülüp geçerdin!
Uzun bir sessizlik oldu. Öylece sustular. Ayağa kalkıp müsaade isterken sordu :
- Bu dediklerini yaparsam Rabbimle bayramlaşmış olur muyum?..
- Hepsini yap demiyorum, hiç olmazsa birini!
- Rabbimle bayramlaştığımı nasıl anlarım?..
- Peşinci, garanticisin. Sağlama alıyorsun işini!
- Yooo öyle değil de, alametini görmek isterdim.
- Ziyaret ettiklerinin; çocukların, yetimlerin, ninelerin, hastaların, askerlerin gözlerindeki pırıltıya, simasındaki sevince bak! O zaman anlayacaksın!
O zaman bileceksin ki onlardan sana gülümseyen ; Rabbindir!
İkizime Kavuştum
Ramazan-ı Şerifin son demleri. Hadis-i Şerifte “Kadir Gecesini son on günde arayınız” buyrulan anları yaşıyoruz. Kadir; gece mi, an mı, idrak sıçraması mı? Yoksa hayatı ve düşünceyi toptan değiştirecek bir farkındalık, ansızın gelişen gelen bir keşf-i şakk mı?.. Herkes bilinç düzeyine göre arıyor, anlıyor ve yaşıyor Kadrini!..
Ümmetin geneli bağlamında son on gün belki de son şans. O anları değerlendirmek, bir gönül sultanı ile tebrikleşmek üzere tarihi tekkenin yolunu tutuyorum. İftara epeyce var. İkindiden sonra, nicedir uğramadığım şeyh efendiyi ziyaret edip hayır duasını alacağım. Kim bilir neler dökülecek nur halesi gönlünden?
Ahşap kapıdan içeri girdiğimde sessizlik ve sükûnet, şefkatli kollarıyla sarmalayan bir anne gibi kuşatıyor beni. İnsanların olduğu kadar, mekânların da aurası varmış. Bir anda gökkuşağı renklerinden oluşan şelale altına girmişçesine yoğun bir rahmete tutuluyorum. Çiseleyen yağmura bağrını açan toprak gibi susamış, yanmışım hakikate.
Geniş selamlık ve sefayı geçtikten sonra dervişlerin refakatinde huzura alınıyorum. Hazret, insanda hürmet ve heybet uyandıran bir vakarla yer minderine oturmuş, göz kapakları yarı açık, huşû içinde tespih ediyor. Kemal-i edeple diz çöküyorum. Bir süre başım yerde bekledikten sonra;
- Demek geldin ha? Dünyayı bırakıp da nasıl gelebildin? İşler nasıl bıraktı yakanı?
Susuyorum. Diyecek bir şey yok. Ne dese haklı.
- Oruç tutanlar çok, ama orucun tuttuğu kişileri mumla arıyoruz. Teravih kılan çok, ama teravihin huzuruna eren, hak getire! Fitre veriyorlar, dilenciye para atar gibi. Fıtratlarından infak eden, Fâtırı fark eden, nerdeeeee!..
- Duanızı almak isterim, lütfederseniz himmetinizden istifade etmek niyazım.
Gözlerini aralıyor :
- Dua!… Kim bilmiş ki esrarını? Kim varmış ki hakikatine?! Neyi nereden istediğini bilerek el açan bir kişi olsa, memleket susuzluktan kırılmazdı. Ama nerde o eeeellll, nerde o şuuuuurrr?! Himmet ha?.. Ne kadar kolay söylüyorsun. Hani gayretin, ne yaptın ki himmete nail olasın?
Dinliyorum. Tek kelime etmeden. Dakikalarca susuyoruz. Devam ediyor:
- İtikafa giren yok denecek kadar az. Eskiden her camide olurdu 3- 5 kişi. Bir beldede en az birkaç kişinin itikafa girmesi emir bilinirdi. Şimdilerde itikafa girenlerle dolar taşar Haremeyn… Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram, battaniyesine sarınıp gündüz dinlenen, geceleri Hakkı zikreden, hurma ve zemzem dışında bir lokma tatmayan has kullarla dolu…
İtikafı nicedir özlerim. Ama hayat şartları işte. Evlad u ıyal, iş, eş- dost derken bir mescide kapanıp da şöyle içimden geldiği gibi günlerce yakaramadım Rabbime!.. Gene uzun bir sessizlik oluşuyor. Birden gürlüyor :
- Kaldır başını!..
Kaldırıyorum. Karşımdaki gözler ok gibi işliyor içime. Zeytin karası, Hacer-i Esved siyahı gözlerine kapılıyorum çarpılmış gibi. Simasındaki derin izler; yoğun çile süreçleriyle aştığı nefs vadilerinin, geçtiği şeytani engebelerin küçük bir minyatürü sanki.
- Gözlerime bak ve uzat ellerini!..
Önündeki rahleye ellerimi uzatıyorum. İnsan elden teslim olurmuş. Hani suçluların da önce ellerine kelepçe vururlar ya, işte onun gibi uzatıyorum ellerimi, alsın ve dilediği yere sürüklesin diye.
- İkizinden ne kadar uzaksın sen !..
- Şeyyy, ama benim ikizim yok ki, diyecek oluyorum, sus diyor.
- Sus ve şimdi ikizinle görüşmeye hazır ol, seni ona götüreceğim.
Ellerimin üzerine koyuyor ellerini ve gözlerini yumuyor. O an ellerinden akan titreşimlerle kendimden geçiyorum. Sanki bir ırmak dökülüyor içime. Sanki bir cereyan akıyor kalbime. Şefkati, sevgiyi, rahmeti, celali ve cemali bir olduğum ellerde duyuyorum taaa ruhumun derinliklerine doğru!...
Şimdi bir bahçedeyim. Deniz kıyısında, dalgaların duvara tırmanmak istercesine çevresini aşındırdığı bir bahçede. Uşaklar kapıyı açıyorlar. Nereye, niçin geldiğimi bilmiyorum ama içimde engin bir huzur ve hiç tatmadığım eminlikle yürüyorum. Burası bir cennet. Adını bildiğim çiçekler, bilmediklerim yanında nokta bile değil.
Asma dalları, hanımelileri ve sarmaşıklarla örülü çardağa alınıyorum. Söz, kelam, ses yok burada. Geliyorlar, görüyorlar, bakıyorlar ve oluşuyor her şey. Konuşmadan anlaşmak dedikleri, gönül dili dedikleri, kalpler arası yol var dedikleri bu olsa gerek. Az sonra gelecek diye hissediyorum. Bahçenin denize açılan kapısından beliriyor. Suların içinden doğuyor. Gözlerim kamaşıyor yaydığı ışıktan. Geçtiği yerleri aydınlatan bir projektör gibi denizi yara yara, sisleri aça aça geliyor.
Karşımda durup gülümsüyor. Önce seçemiyorum, bedenini saran renkli dalga demeti net görmeme engel oluyor. İyice yaklaşıp karşıma oturduğunda, hayretler içindeyim. Aynı ben!.. Sanki kendimi seyrediyorum. Sanki içimden bir başka ben çıkmış da karşıma dikilmiş. Teni, gözleri, elleri, saçları aynı ben. Ama bir farkla, teni ten gibi, eli el gibi değil. Bir kristal gibi billur, bir ayna gibi pırıl pırıl… Beden görünüyor ama et kemik hiç değil. Hayretim geçince soruyorum ;
- Ama sen, bana benziyorsun, diyorum titrek kelimelerle.
- Aması fazla, benzemek de söz mü?.. Ben senim!
- İyi ama niçin bugüne kadar buluşmadık öyleyse?
Biraz durduktan sonra usul usul, tane tane konuşuyor :
- Hep seninleydim, görmedin! Hep sana seslendim, duymadın.
- Nasıl yani?..
- Neler yapmadım ki tanıman için?! Mektuplarım hala evdeki rafta, hatırlar mısın?
- Evet evet, annem arada bir indirir okurdu mektuplarını. Doğrusu ben pek okumadım. Arada bir baktım ama, öyle ciddiyetle eğilmedim.
- Mektuplarımı okumadın. Hikayeler yolladım sana. Her türden hikayeler, masal tadında.
- Aaaa bak onları okudum. Çok güzeldiler. Kiminde ağladım, kiminde coştum. Onların tadı damağımda, lezzeti dimağımda. Okumadın deme, onlara çok eğildim…
Uşaklar şerbet getiriyorlar altın sırmalı kâselerde. “Ama oruç var, nasıl içeriz?” diyecek oluyorum. İkizim; “Al iç, bu boyutta zaman da mekan da yok artık” diyor. Nasıl oldu bilmiyorum ama içiyorum. Konuşmaya devam ediyor kuşlar çiçeklere aşk besteleri şakırken :
- Okudun da ne oldu ki?.. Hikayede kaldın, kahramanlara takıldın. Uzaklarda, geçmiş zamanda olan şeyler diye düşünüp nostalji saydın hepsini.
- Ama başka nasıl okunabilir ki?..
- Hikayeden amacım, sana birilerini anlatmak, kurgular düzmek değildi. Ben buradayım, sana senin rollerini fark ettirmek istiyorum diye ne zaman haykırsam nostalji tıpası ile tıkadın ağzımı!.. Üzüldüğün, yıkıldığın, boşluğa düştüğün anlar çok oldu değil mi?..
- Evet epeyce…
- Hikaye sandıklarının ruhunu fark etseydin azap çekmeyecektin. Ama olmadı.
Bir süre uzaklara dalıyor. Hala hayretteyim, insanın benzeri olur, kardeşi olur ama böylesi, aman Ya Rabbim, rüya mı gerçek mi diye düşünmekten kendimi alamıyorum. İşte o esnada söze giriyor :
- Aslında hepsi rüya. Sana rüyayı çözümleyecek paragraflar, satırlar da yolladım. Sen ne yaptın, alıp ezberledin, canın daraldıkça kaside okur gibi okudun. Oysa ben konu konu açıklamıştım yaşayacaklarını. Hem kendinle hem çevrenle ilişkilerinde tutunacağın can simidini uzatmıştım sana.
- İyi ama, ezberledim, manasını da biliyorum, anlıyorum da, ne kötülük var bunda?
Cebinden bir broşür çıkarıyor.
- Bak bu, dünyada kullanılan beyaz eşyalardan birine ait kullanım kılavuzu. Niye verilir bu?..
- O eşyadan en iyi verimi alalım diye…
- Başka?..
- Kullanırken bozmayalım, hatalı davranıp başımıza iş açmayalım diye.
- Kullanım kılavuzundan maksat ; onu ezberlemek mi?
- Hayır…
- O halde?..
- Anladım…
- Ne anladın? Sende mevcut potansiyeli açıkladım, ezberleyip geçtin Ya Huuu!..
Emeklerim boşa çıkmışçasına çöküntüye uğruyor, sarsılıyorum. Yıkıldım. Artık ne bahçeyi ne denizi görüyor gözlerim. Bir anda zindan oluyor ortalık. Omzumdan tutup sarsıyor ;
- Heyyy, noluyoruz, kendine gel!..
Yıkıldığımı sezdi.
- Ben seninleyim, senden özge senim, var mı öyle kapıp koyuvermek?..
- Bir an her şey boşa gitti sandım.
- Boşa diye bir şey mi var? Boşluk kavramı perdelilere göre. Hem zerre kadar iyilik de zerre kadar kötülük de karşılık bulur, biliyorsun değil mi?
- Biliyorum.
- O halde, haydi sevin. İyiliğin için söyledim. Beni sevmiyorsun, benden kopuksun demedim sana. Daha fazla fark et, sevginin hakkını layıkı veçhile ver diye söyledim.
Serin rüzgar ağaç yapraklarını evrensel tespih korosuna dahil ederken açılıyorum biraz :
- Aslında sen denizi, karayı, uzayı, gezegenleri de anlattın bana. Onlar da vardı raftaki mektup demetinde. Şimdi hatırlıyorum.
Biraz onu anladığımı ima etmek istercesine kurduğum cümlelere de sevinmiyor.
- Bak beni öyle anlaman da olası. Tabiat mucizeleri dersin, sırlar dersin, hatta rakama vurup şifreler düzersin. Böyle anlayacaksan, bırak anlaşılmaz kalayım.
Eyvah diyorum içimden, eyvah. Toparladım sanırken gene koptu film. Onu öyle kendimden, öyle içimden görüyorum ki kalkıp gitmesine dayanamam herhalde. Bu an, bu hissediş hiç bitmesin istiyorum. Zaman durmuş, an açılmış, nasıl bırakır da kayıtlı ve kısıtlı hayata tekrar dönerim?
Şerbetler bittikten sonra yerinden kalkıyor.
- Yoksa gidiyor musun, diye sızlanıyorum.
Gülümseyerek kucaklıyor. İnsanın kendine kavuşması ne güzelmiş. Meğer, bana benden yakına duyduğum gurbetin sızısıymış içimde kanayan. Vuslat olunca her taraf cennete dönüşüyor. Onu bırakmak istemiyorum. Heyecanla soruyorum ;
- Bir daha görüşecek miyiz?
- Ötelemekten vazgeç artık, sendeyim, en az senin kadar senim, ikizinim dedim ya!..
Geldiği yere doğru bir bulut demeti gibi kayarak gidiyor. İçimden kopan bir şeyler var. Ellerim acıyor, kalbim çekiliyor… Tekrar sarsılıyorum, zelzele yaşar gibi…
Bir an gözlerimi açtığımda, ellerimi tutan gönül sultanı ile göz göze geliyorum tekrar :
- Kendine gel artık. Ezan okunmak üzere. Anlat bakalım ne gördün?..
- İkizimle tanıştım, muhabbet ettim, kucaklaştım. Çok hoştu. Ama gitti.
“Ellerinin altına bak” diyor Sultan. Ellerimi koyduğum rahleye bakıyorum. Mushafa, Kur’an-ı Kerime dokunuyor ellerim. Meğer Kur’anla ellerim birleşince bulmuşum ikizimi.
Tekkenin zengin iftar sofrasına halka olan dervişler arasına çıktığımızda, gönül sultanı bir hadis okuyarak iftar duası yapıyor : İNSAN VE KUR’AN İKİZ KARDEŞTİR! Hz. Muhammed (sav)
İkizini tanıyanlara, onunla barışanlara afiyet şeker olsun.
İftarımız seyran, her anımız bayram olsun!...
Dostları ilə paylaş: |