Yâ rabbi senin nûruna ben bir fener oldum
Görmek dileyen gözlere gûya hedef oldum
Her kim ki bakar Nusrete mutlak seni gördü
Müştâkın olan; döndü sana bendeni gördü
Şimdi bu sözleri inkâr eden çok olacak, belki tenkit de edeceklerdir. Fakat kırk küsur sene Hakkın aşkiyle yana yana yokluk mektebinin son sınıfını da bitiren herkes böyle konuşabilir. Bunda şaşacak şey yok.
Ananın, babanın konuşmalarından 3-4 yaşındaki çocuklar bir şey anlamazlar. Aşk logaritmasinden, kuş dilinden konuşmaları da, âşık olmayanlar anlayamazlar, yaşları ne kadar yüksek olursa olsun.
Herkes az zamanda istediği bir lisanı öğrenebilir. Bu gönül lisanı kolay kolay öğrenilmez. Hidâyet, şefaat, istidat ve nihayet baht işidir.
ALLAH ile kul arasında ne münasebet olur demeyin. Bütün nisbetler, mertebeler, dedikodular bu ikisi arasındaki uzaklık ve yakınlık derecelerinin izahıdır, ifadesidir.
Çünkü biri tam mânâsiyle vardır. Biz o varlık karşısında kendimizi yok görürüz. Onun nûruna bir fener olduğumuzu idrâk ederiz. Biz biliriz ki, vücûdumuzdaki hikmet, ilim, aşk, O’nun nûrunu isbat etmektedir.
Ey çocuklar! Gözünüze görmek kabiliyeti verildi mi, kendinize bakarsınız, sizi yaşatacak, eğlendirecek, oyalayacak şeyleri görür, onların peşinde koşarsınız. Onu göremezsiniz, düşünemezsiniz. En tecrübeliniz de, aklımızın ermediği şeyle ugraşıp deli divâne olacak değilim ya, der.
Biz O'nun yolunda aklı terk etmiş, divâneliği, zilleti, fakirliği kabul etmiş ve kendimizi de inkâr etmiş kimseleriz. Gözlerimiz, O’nun varlığından başka birşey görmez. Nakşa bakınca nakkaşa secde ederiz.
Heykellere bakın! Onların kanun ve nizam altındaki hareketleri doğup, büyüyüp yaşamak halleri, heykeltraşın azametini gösterir. Onu tesbih, takdis, tekbir, tâzim, tahmid ederek ALLAH ALLAH der ve can verirler.
Biz biliriz ki, onun sevgisi yolunda her can verişimizde bize daha tazesi ikram olunur. Gökyüzündeki yıldızlarda hayat varmış yahut yokmuş, bunun tahkiki bizim işimiz değil. Onlarla da ehli ugraşsın.
Bizim işimiz, onları da yaratan, kudreti, kuvveti, azameti sonsuz olan Hazreti ALLAH’a ulaşmaktır. Arzımızı bir tiyatro sahnesi seyreder gibi seyredelim. Rububiyet ile ubudiyet arasında birçok makamlar ve o makamların üzerinde mücadele edenlerle doludur.
Bir çocuğun önüne serpilen oyuncaklarla oynaması gibi herkes bir işle meşguldür. Kimsenin hatırına gelmez ki, kendisini bu dünyaya getiren var. Ödünç olarak bir ömür sermayesi vermiştir. Oyuncaklar da o zatındır. Mal sahibi memnun edilirse bütün oyuncakları size bağışlar.
«Ben damarlarınızdan yakınım» diyor da kimse bu kadar yakın olan zat kimdir? Niye göremiyorum demiyor ve aramıyor. (Milyonda bir müstesnalar vardır ki, onlar da sözümüzün dışındadır.)
Cânan bazı âşıklarının gönlünde tahtını kurar. O vücûdda tasarruf eden O’dur. O’nun nûru gözden, sözden bir pınar gibi fışkırır. İlk defa Fahr-i Âlem efendimiz de böyle olmuştur. Ve bizleri Kur’an ile bu keyfiyetlerden haberdar etmiştir. Bazan da cânan, gözü ile göz kapağı arasına yerleşir.
O zaman âşıkın uykusu kaçar, gözünü açar açmaz da cânanı görür. O da Mevlânâ Celâleddin Rûmi Hazretlerinde vâki olmaktadır.
Bizler de o mübarek zevatın izlerinden giderek «damarları-nızdan yakınım» sözüne mim koyduk, ezberledik, izahını bir türlü bitiremiyoruz. Biz değil, o yakınlığı, kâinat kitap olmuş yazılmış. Bir yaprağı bile elimize alsak doğuşunu, hayatını, ölümünü, rengini… tetkik etsek, orada da sır denebilecek bir takım gizlilikler var.
O zaman da (Ey Habibim, onları bırak. Kendi kitabını oku, bugün için bu sana yeter) diyen Hâtifî bir ses duyuyoruz. Bakınız küçük yaşta çiçek hastalığı ile gözlerini kaybeden Kemâli isminde Mevlevi dedesi aşk hakkında neler söylüyor.
Aşktır hayvânı insân eyleyen, insânı nûr
Bu rumuzatın basiret ehline pünhânı yok
Aşksız âlemde âdem olmanın imkânı yok
Dert devâdır âşıka bî dertlerin dermânı yok
Aşktır her müşkülün miftâhı, fethi, fatihi
Aşk sergerdânının bil! Müşkül-ü, âsânı yok
Nârı unsur; nûrı aşk ile olur gülzarı tâm
Serveri hûbânı aşkın nûru var; nirânı yok
Sen seni bilmek dilersen, aşka terk et sen seni
Anda mahv ol kim Kemâli şan-ü âdı, sânı yok
Bizler de Kemâli dedenin nağmelerine, duygularına iştirak ederek:
Kendi sevmiş, kendi yapmış, kendi bilmiş kendini
Kendi zâtında sıfâtın eylemiş seyrânı Hakk
diyebiliriz.
Aziz okuyucularım,
Elbette anlamışsınızdır ki (kara gün dostuyum) serisi altında hamdım, piştim yanıyorum diye birinci kitapta olsun, münâcat, vecizeler ve nihayet kendimi açığa vurarak gönül ve aşk diye yazmak hevesine kapıldığım şu kitapcıklarda sözleri, dönüp dolaşıp ALLAH sevgisine getiriyorum. Bu nedendir bilemiyorum.
Cayır cayır yanan bir gönül, enerjisini ALLAH’dan alıyor. Sonsuzluğa doğru inliyor, ağlıyor, feryâd ederek koşuyor. Sevginin ve muhabbetin çok şiddetlisine aşk denir. Bunu siz de bilirsiniz. Vahdeti vücûd nazariyesine ve hakikatine göre «bu âlem tek bir vücûddur» diyenler aşkı düşünerek söylüyorlar. Fakat kendileri de o vücûddan dışarı değillerdir.
Hazreti ALLAH’ın aşkı tabiatta başlıyor, insanda kemâlini buluyor ve vücûdlarda devrediyor. Gönülleri arınmış vücûdların misafirlik müddeti dolunca hazreti aşk, kendisine me’va olabilecek diğer bir vücûddan doğuyor. Âşıklık, mâşûkun yaralı halidir. İştiyakın tahammül edilmez olduğu bir zamanda gurbetin ve hasretin son demleridir. İnsan da kendini yaradana, kendini ve âlemleri yaşatana ve bir nizam tahtında cereyan eden bu kâinat manzumesinin bir tek sahibine âşık değilse âşık olmalıdır.
Vefakârlık, sadakat ve olgunluk nişânesidir. Âşık olmıyanlar, olamıyanlar tam devrini yapamıyan varlıklardır.
Vücûdlarımız nedir?
Ruh kâğıdının üzerine yazılmış satırlardır, ayetlerdir. Kur’ân-ı Kerim'de olduğu gibi hikâyeleri, ibretleri, takdis, tesbih, tenzih, tahmid, tâzim satırlarını gösteren vücûdlarımız vardır. Cennet ve cehennem hâlâtını gösteren vücûdlarımız da vardır. Yine o Kur’ân-ı Kerim’de heva ve hevese uyarak azgınlıklar yapanların âkıbetleri yazılıdır. Bugün de aynı âkıbetler tecelli edebilir.
Yine o Kur’ân-ı Kerim’de ismi âzam gibi gizlenmiş inciler bu âlemdeki aşk ve irfan sahiplerinin vücûdları gibidir. Netekim bir insanın da muhtelif sıfatları vardır. Eski zamanların Musevileri, İsevileri, Muhammedileri bugün de vardır. İşte aşk ehli, gönül ehli olanlar da o Kur’ân-ı Kerim’i gönlünde bulmuş, okumuş, okutma yolunda gayret göstermiş kimselerdir. Bu âlemde onlar da gizlenmiştir.
Psikolojik bir keyfiyet vardır ki verem hastaları nasıl olsa yolcu olduklarını bilirler, başkalarına da kendi hastalıklarını aşılamak için başkalarının bardaklarından su içerler ve birçok teşebbüslerde bulunurlar. Bu halleri gazetelerde okuduk durduk. Âşık olanın da başkalarına aşk aşılamaları gayet tabiidir ve kudsi bir arzudur bu.
Aşk bütün vücûdu istilâ ederse, ALLAH’ın ve Peygamberinin rengine boyanmış olur. O vücûdun uzuvlarından işleyen Cenâb-ı Hakktır. O vücûd sâhibine, konuşan Kur’ân derler. Çünkü sözü Kur’ân’dan hariç değildir.
Variyette âriyet sırrını temaşa etmek lâzımdır. Yani var olarak görülen bu vücûdun bize âriyet olarak ödünç verildiğini hakkiyle idrâk etmek lâzımdır.
Eğer temiz bir gönülle bir âşıkın huzurunda bulunursanız, onun gözlerindeki nûr, sizin gözlerinizden gönlünüze akar ve yakar. Âşıkın sözleri de tesirlidir. O da kulak yoluyla gönlünüze girer ve istilâ eder. Yazıları tam bir dikkatle ve feragatle okunursa, o âşıka peyk olmağa mahkûmsunuz. Bu keyfiyetler talih işidir. Çünkü herkese âşık aynı gözle bakmaz. Sizin alıcı vaziyetinde temiz bir gönüle sâhip olmanızın saati de eşref saate mütevakkıftır. Çünkü dünya gailesinden kurtulmak zordur.
İşte size yine Mevlevi âşıklarından âmâ olan Kemâli Hazretlerinin sâkin bir halde iken söylediği sözler:
Âh etme gönül âh ile hûbân ele girmez
Feryad mı o? Feryâd ile Cânan ele girmez
Varlıkla varılmaz deri ihsânına yârin
İhsân ile ol sahibi ihsan ele girmez
Derd ehline derman yine derd içre nihândır
Erbâbı dile derd gibi derman ele girmez
Can baş ile bil hizmeti pîrânı ganimet
Her şey bulunur sohbeti pîrân ele girmez
Kaldırma yüzün hâki rehî Şâhı Necef'den
Haydar gibi sultanlara sultan ele girmez
Ey nutfe iken ahseni takvim olan insan
Bil kadrini! Bil! Sûreti insan ele girmez
Tek bir nefesin gâfil olup verme hevâya
Sıhhat gibi bir nimeti sübhan ele girmez
Her bir güzele meylederek ateşe yanma
Yûsuf çok olur. Yûsufı Kenân ele girmez
Âmâlığıma, hırkai peşminime bakma
Osman gibi bir sahibi irfân ele girmez
Bir âh edeyim âhı da cangâhı da yaksın
Eflâke çıkup şu’lesi tâ arşa dayansın
Ahvâli perişânıma dildârım inanmaz
Yâ Rab! O sitemkârı inandır da inansın
Yok bende liyâkat bilirim vuslatı yâra
Amma nideyim? Talii nâsâzım utansın
Madâmeki cânân, talebi candan usanmaz
Bâri dilizârım tamaı candan utansın
Ey bâdı saba! Zârımı neşreyle cihâna
Aşk ehli sükûtı ebediyyetten uyansın
Gözyaşım ile aktı gözüm rehgüzarinde
Fermân ediyor hâki tenim kana boyansın
Canını feda eylemeyen yâre Kemâli
Beyhude figan eylemesin ateşe yansın
Kemâli’nin bizlere de güzel bir nasihati var:
Aşkın beni rüsvâyı cihan eyledi gitti
Yaktı ciğerim bağrımı kan eyledi gitti
Efgan ne büyük hâil imiş râhı talebde
Hep ehli taleb geldi figân eyledi gitti
Erbâbı dili gör ne taleb var, ne emel var
Hakk ile gelüp Hakkı beyân eyledi gitti
Cânân yüzünün sırrını fâş etmedi kimse
Erbabı sefâ dilde nihân eyledi gitti
İrfansız eğer şâhı cihân olsa da insan
İnsanlığı âlemde ziyân eyledi gitdi
İnsan ikiden hâli değil işbu cihanda
Ya cânını ten, ya teni cân eyledi gitti
Onlar ki bu âlemde gelüp daldı sivâya
Hayvan gibi her işi yaman eyledi gitti
Esmâda müsemmâyı görüp fakre erenler
Ecsâda nihân sırrı âyân eyledi gitti
Cânân ile cân birliğini buldu rızada
Rûhunu rızasiyle revân eyledi gitti
Âmâ ise de nûru bâsiretle Kemâli
Nâmını melâmette nişan eyledi gitti
Kur’ân-ı Kerim hakkında da bakın ne güzel söylemiş.
Anlamaz Kur’ânı bil Kur’ânla tev’em olmayan
Cismü cân kâim biiznillâh olan insan gerek
Eylemez Kur’ân nüzul ruh olmasa rûhul’emin
Kalbi ârif âşinayı münzil Kur’ân gerek
Aşkı Rahmân şeklidir insandaki şeklü suver
Dahili arş olmağa fânii firrâhmân gerek
Gönül hakkında Kemâlinin şu sözlerine kulak verirseniz birşey kaybetmezsiniz.
Zâhidâ Hakkı ararsan Hakka Burhandır gönül
Ara bul Hakkı gönülde beyt-i Rahmândır gönül
Vüs’atı arz ü semâvâtı geçen cennet nedir?
Gönlüne gir kim tecelligâhı sübhandır gönül
Vâriyette âriyet sırrı tahakkuk etmeden
Kenzi lâ yüfna bilinmez mahzı zindandır gönül
Unsurı idrâke sığmaz macerâyı aklı kül
Mâverâyı aklise dergâhı insandır gönül
Gâh olur bir dilberin zinciri zülfünde esir
Gâh külli âleme hakim Süleyman’dır gönül
Terkizan, kat’ı izafat etmeden mahvı vücûd
Ol ne bilsin mahzeni esrârı Yezdândır gönül
Sıdkı hizmetle ülül’elbâba dahil olmiyan
Zahir olmaz sinesinde lübbi Kur’ândır gönül
Her nefeste duymayan «ikr’a kitabek» sırrını
Bilmez ol ümmülkitabı kevnü fürkandır gönül
Hayy ve Kayyum sırrını serde emânet bilmiyen
Bilmez ol; esrârı Hakka bir nigehbandır gönül
Olalı mehcûr gönülden kalalı âmâ, gârib
Ey Kemâli derd ile her bâr nâlândır gönül
Sabahları erken kalkmayı âdet edinin ve hakikî âşıkların yazılarını okuyun, ruhunuzun ne kadar hafiflediğini, nerelere yükseldiğini göreceksiniz. Bu konforlu, altınlı, gümüşlü âlemin kıymet derecesini o zaman anlayacak ve gafletinizden utanacak-sınız.
Bu hususta en kestirme sözü uşşaki meşayihinden, âlîm, fâzıl, mütefekkir, zamanının bir tanesi, 40-50 sene evvel rahmeti rahmana kavuşan Mustafa Sâfi hazretleri «Sen çık aradan - Kalsın yaradan» diye mahvu perişân olmağa mahkûm bulunan bu sûret âleminde ölmeden evvel öl, yâni bütün beşerî hallerinden ve emellerinden soyun, «Yaradan kalsın» demek istiyordu.
Netekim «Etle kemiğe büründüm, Yûnus oldum göründüm» diyen zâtı şerif de koca kitapların özünü iki cümlede tamamlamıştı. Diğer bir zâtı şerif de (âlem yahşi men yaman, âlem buğday men saman) demek sûretiyle tevazuunu ve mahviyetini göstermiştir.
Bu Nusret kulunuz da,
Dostları ilə paylaş: |