İbni vaktem ben ebulvakt olmazam
Abdi mahzem ben, tasarruf bilmezem
Ânı dâimem ben doğmazam ben ölmezem
sırrına mazhar olmuştum.
Toprakta da varım, suda da varım, arşta da varım. Var olan yok olur mu hiç? Kamışın içi boş olursa delik delerler. Ney derler, kaval derler. Hoş nağmelerle ruhları mî’râc ettirirler. İçi dolu olursa ona odun derler. Üfleseniz ses vermez. İşte ben de yârimin elinde böyleyim. Odunluktan kurtuldum. O, istediği gibi üfler. Ben de yine onun istediği gibi ötmüş olurum. Biz beraber olduk, ayrılık, uzaklık, yakınlık kalmadı, ben onun cesedi gibiyim. Evi gibiyim, kafesi gibiyim. O da benim ruhum gibi. Ev sahibim gibi, kuşum gibi. Öten kuştur, kafes değildir.
Evin taş duvarından ses gelmez. İçinde okuyan bir hafız vardır. Cesede biraz yüz verirseniz, ot torbasından bahseder. Onu terbiye ederseniz efendisinin emriyle hareket eder. O cesedde konuşan da ruhtur.
Ey kalem sâhibleri, idrâk sahibleri!
Yazınız! Elinizde fırsat oldukça yazınız. Elden kalemi bırakmayınız. Zaman âhır zamandır. Bu ormanda yangın oldu. Neylik, kavallık yapacak kamış kalmadı. Varsa da, pek az. Ezân okuyacak hafızlar da, müezzinler de günden güne azalıyor. Camiye davet eden sesler varsa da harem sarâyı vahdette vuslata dâvet eden mâşûk derecesinde âşıklar milyonda bire indi.
Yaz mevsimi geçti. Vakit sonbaharın sonudur. Yaprak dökümü zamanıdır. Bir peygamber daha gelecek değildir. Harekete geçin ey kalem sâhibleri, gücünüz yettiği kadar, bildiğiniz kadar aşkı yazınız. Bu âlemde her satıcının bir alıcısı muhakkak vardır.
Sevgili, odasının ince perdelerini indirmiş, lâmbasını söndürmüş, rahat rahat etrafı seyrediyor. Âşıklarının hallerini takip ediyor. Sevgilinin lâmbayı yakması görmekten ziyâde kendini göstermek içindir. Pervâne gibi âşıklar da daha ziyâde yaklaşmağa başlarlar. En cesurları da bu hareketi bir davet telâkki ederek damdan, bacadan, duvardan içeri girmek üzere serden geçerler. İçeri girerler, vuslata ererler. Vuslata ermeseler de pek yakından görmek şerefine nâil olmuşlardır ya. Bizim de gönül evimizde cânân ışığını yaktı. Fakat görmek için değil, kendini göstermek için. O ışık bu kitaplardır. Ama ne çare ki bu âlemden göçmeden kıymet bilinmiyor. Bu güneşli âlemde kandil ile sevgilisini arayanlara da acımamak elden gelmiyor.
Yanlış anlaşılmamasını rica ettiğim bir mesele var. Görüyorsunuz bütün mahlûklar doğarlar, bir müddet yaşarlar, sonra ölürler. Eğer derin bir düşünce ile işi ele alırsak âlemin hilkatinden gaye insandır. Herşey insan içindir. İnsan da doğar, yaşar, ölür. Fakat hayvan gibi ölmek değil. İnsan, Cenâb-ı ALLAH’ın varlığını idrâk etmeğe lâyık olmuş, devreler geçirdikten sonra su ile toprağın karışmasından mutedil hararetle ve havanın yardımı ile hâsıl olmuş, hayatını kazanmış, inkılâb geçire geçire tekâmül ede ede insan olmuştur.
İnsan vücûdunden başka huzûru Mevlâya lâyık bir vücûd yoktur ki tekâmül devrelerinden sonra başka bir şekil alsın. Bu defa ruhun tekâmülü vardır ki, nerelerden geldiğini düşünür, nereye gideceğini anlar ve bu 80-100 senelik hayat müddetince öğrenir, olgunlaşır. Ruhî tekâmülü bir evvelkinden alır. Onun bıraktığı yerden ilerletmeğe başlar. Başkasına devrü teslim eder. İşte bu ruhî kemâlât da gayesini, sonunu, Fahr-i Âlem Efendimiz Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’da bulmuştur. Cenâb-ı Hakkın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerimde ALLAH’ın insanlardan uzak olmadığı, insana O’ndan yakın bir varlık bulunmadığı; insana kendi nefsinden şefkatli olduğu belirtilmektedir.
Hattâ ateşi el ile tutmak isteseniz, sizi o halden alıkoyan muhakeme kuvveti ALLAH’dandır. Kulların benim diyecekleri bir varlık yoktur. Ne doğmakta ne de ölmekte kumanda sahibi değiliz.
Bizim hiçbir dediğimiz olmaz. Hep ALLAH’ın irâdesi hâkimdir. Yalnız bizim arzumuz, ALLAH’ın münasib görmesiyle atbaşı, yâni paralel giderse, o iş olur. Demek ALLAH bizde gizli imiş. Görebilenlere âşikâr imiş. Bütün tarikat ve hakikat adamlarının gayesi bu keyfiyeti anlatmaktan ibarettir.
Demek ALLAH, sevgili kullariyle çok âşikâr, az sevdiklerinde az âşikâr, fena huylularda da çok perdeli ve kapalı imiş. Hakkın (semâların ve arzın rûhuyum; bir el lâmbasının nûru gibiyim) demesindeki hikmet gördüğümüz ve göremediğimiz âlemlerin hepsi insanın vücûda gelmesi içindir. (İnsanı da kendim için yarattım) buyuruyor. Âyetlerimi okusun, beni tanısın, hamd etsin. Benimle konuşsun, benim sözümü anlasın diye, çiçekler de böyle değil mi? Büyür, büyür, gonca açar, güzel kokusunu neşreder, solar gider. Mevsimler geçer, yağmur, kar, sonra ilkbahar güneşiyle yine açar ve solar, insanlar da böyle.
ALLAH ile kul arasında mükemmel bir yakınlık ve sıkı bağlar varken biz cehalette kalınca aramızda uçurumlar hasıl oluyor. Çıplak gelmemiz ve çıplak gitmemiz, bizim için büyük bir ibret levhasıdır. ALLAH ile kul arasına kimse giremez derler ya, bu son mertebede doğrudur. İnsanı bu olgunluğa getirmek için bir hocaya, bir mürşide, bir peygambere ihtiyaç vardır. Demek araya bunlar giriyormuş. Gideceğimiz şehre vardıktan sonra tabiî kılavuza ihtiyaç kalmaz. İşte bu şehir gönüldür, herkeste vardır. Yaşamak için, zevk ve sefa için, her ne ki varsa bunlar gönül aynamıza akseder. Bizi idrâk yolumuzdan alıkor, mektebe gitmekte olan çocukların sokaklarda, canbazhanelerde, sinemalarda oyalanmaları gibi.
İşte o zaman hedef kaybolur, idrâkimiz noksan kalır, yükselemeyiz. Gençliği böyle geçen bir kimsenin ihtiyarlığı da sefaletle, yoklukla geçer. Dünyası eğlence ile geçen kimselerin de ebedî âlemde hali aynı bedbahtlık olur.
Bu iş, hastanın bir müddet perhiz yapması ve ilâç alması gibidir. Doktoru dinlemezseniz ömrünüz kararır ve inleye inleye ölürsünüz. Bir müddet için bu dünya âlemine bigâne kalıp gönül âlemine, ibâdetlerle, Hakkın huzuruna girmeğe alışırsanız herşey sizin içindir. Sıhhate kavuşan, hastalığı kalmayan kimseye ne ilâç lâzımdır, ne perhiz. Evvelâ ekmeğinizi kazanmak, hayatınızı temin etmek, dünya ahvalinin temposuna uymak, diğer milletlerden geri kalmamak ve onlara ayak uydurmak lâzımdır.
Fakat bu yalancı dünyaya da lüzumundan fazla bağlanmamalıdır. Çünkü fânidir, aldatıcıdır, vefasızdır, sonsuzdur. (İhtiyarlıkta yaparım) diye ibâdete geç başlayanları görüyoruz, ya ecel gelir de sizi vakitsiz alırsa, ya vücûdünüzdeki dinçlik, idrâk ve ibâdet kuvvetleri azalmaya başlarsa; gözler görmekten, ayak yürümekten, kollar işlemekten, dimağ düşünmekten kalırsa ne yaparsınız? 24 saatin bir saatini ALLAH için ayırmağa gençlikte başlarsanız, ahlâkınız güzelleşir, imânınız kemâl bulur, bir çiçek gibi siz de koku vermeğe başlarsınız. Gönül aynasından dünya heveslerinin dalgalarını silmeğe muvaffak olursanız, oraya ALLAH’ın nûru dolar, sonra onunla beraber ne yaparsanız yapınız, esasen o zaman da fenalık yapamazsınız. Mes’ut olabilmek için beklemek olmaz, bir tek hedef için çalışmak da olmaz; hiçbir taraf ihmal edilmeğe gelmez.
Saadeti parada ararsanız, ailece olan endişeler mes’ut olmanıza mânidir, güzel bir eş de ararsanız o da para ister. Şehirlerin zevkini tadanlar, köylere avdet etmek istemezler. Her şeyi Hakktan bilerek aza kanaat etmeyi öğrendiniz mi, mes’ut oldunuz demektir. Ben niye milyoner olamadım, niye cumhur başkanlığına adaylığım kabul edilmedi, niye meşhur olamadım, niye apartmanım yok, niçin benim eşim çok güzel değil gibi ihtiraslar saadetinizi baltalar.
Her olayda bir noksanlık görürseniz bahçıvan sizi ham koparmış demektir. Ancak hayvana gıda olursunuz. Her gün geçen hayatımızın muhasebesini yaparak iyiliğe yükselin. Bazen gönlünüzden bir arzu gelir, şu işi yap, namazı vaktinde kıl, şu işi yapma, şu duvarın altından geçme, bu ay bir tayyare bileti al diye gönlün emirleri vardır. Buna tasavvufta takaza derler.
Bu, ana rahmindeki çocuğun oynaması gibidir. Vakti yaklaşıyor, dışarı çıkmak istiyor demektir. Gönlün takazası da o işin tarafınızdan yapılmasının zamanı geldiğini gösteriyor. Belki ölüm zamanınız gelmiştir. O da başka, ALLAH’ın takdiri tedbir ile bozulmaz. Yalnız o işin husulünde O’nun takdiri var mıdır, yok mudur bilinmez, çalışmayıp takdire uyuyorum diyenler aç kalır. Evlâd ve âyâl için, memleket için çalışmak da bir ibâdettir. Ancak gönlünüzün ALLAH’ın rızası için çalıştığınızı tasdik etmesi lâzımdır.
Bütün kâinat güneşiyle, yıldızlariyle, bütün unsurlariyle çalışma, dönme ve tekâmül halindedir. Niçin biz de bu tempoya uymayalım. Coğrafî vaziyetimiz itibariyle yüzyıllardan beri harp halindeyiz; padişahlara takdim edilen ecnebi kadınların yetiştirdiği çocuklar başımıza geçtiler. Dedelerinin kazandıklarını yiye yiye zevk ve sefâhât âlemlerinde kendilerini, saraylarını idâre edemediler. Nerede kaldı ki bir memleketi veya 30 milyonluk bir kitleyi idare edecekler?
Kimi deli oldu, kimi hastalıklı. Kimi odasına, kimi hamama kapandı, her devirde olduğu gibi onların yanlış hareketlerini görüp de memleketi ıslâh etmeğe kalkışanlar, karşılarında satılmış saray adamlarının silâşörleriyle karşılaştılar. Netice itibariyle hem dini, hem de dünyayı ihmal ettiler. Taş, toprak, kuru tahta üzerinde namaz kılacağımıza niçin temiz halılar, seccâdeler üzerinde kılmayalım?
Bir teneke su ısıtıp, titreye titreye mutfakta yıkanacağımıza, niçin sıcak bir banyoda temizlenmiyelim? İnsan kuvvetiyle bir senede ekip biçip bin kilo mahsul alacağımıza, fennî usullerle niçin daha az zamanda on misli mahsul almayalım? Düşman karşımıza gelirse süngü ile ona hücûm ederiz, ya o tabanca, tüfek, top ile bizi yanına sokmadan öldürürse, niçin onların sâhip olduğu silâhlara biz de sâhip olmayalım?
Onun için dünyâ işlerini de ihmal etmemek lâzım.
Fikirlerimi, duygularımı belki yavan kelimelerle ifade ediyorum, belki kullanılması icabeden kelimeleri bilemiyorum, bulamıyorum, yerinde kullanamıyorum. Fakat şunu arz etmek isterim ki bu sözler, inleyen bir kalbin ihtizazıdır. Aşk ile yoğrulmuş bir vücûdun sizleri kendi çevresine davetidir. Mâşûkı hakikinin aksi sedasıdır.
Akıldan, fikirden soyunmuş bir zavallının hıçkırıklarıdır. Belki son nefesidir bu sözler ve dağınık ifadeler, ALLAH, ALLAH diye muhtelif saatlerde inleye inleye sararmış bir dilhastanın, kâinatın tekâmül temposuna uymaklığımız için gizli ve âşikâr temennileridir. Bu âlemde her iki tarafı da idare edemediğimiz için müteessir olan yaralı bir yüreğin sızlamasıdır. Ne dünyâlık olabildik memleketçe rehafa kavuştuk; ne de mânâlık olabildik cennete ve huzura kavuşabildik; ne de ikisi ortasını, cehennem köprüsü üzerinde cambazlık yapabiliyoruz. Sonra da yaşıyoruz, diyoruz. Hâlimizden memnun gözüküyoruz. Yarınımızı göremiyoruz, görenlerin sözüne inanmıyoruz. Hattâ onları susturmağa uğraşıyoruz.
Muhterem okuyucularım,
Biz yine gelelim aşkın yuvası olan gönüllerimize, gönül küpümüzü üzüm taneleriyle dolduralım yâni göz ve kulak tarikiyle âşıkların hâlâtını belleyelim. Hem ibâdet ve güzel ahlâk peşinde koşarak ruhumuzun tasfiyesi için çalışalım, hem de özlü ve candan gelen sözleri heceleyelim. Malûm ya, üzüm küpte ne kadar çok kalırsa o kadar kuvvetli şaraba sâhib oluruz. Belki bir gün âşıkların hikâye ve dedikoduları bizim de halimiz olur, belki bir gün ruhumuza da bir âşık kisvesi ve hatta mâşûk libâsı giydirirler, göğsümüze vahdet gülü takarlar. Başımıza arştan bir taç gönderirler. Sevgiliyi anmak, O’nun hayâlini yakalamak ve O hayâl ile kendinden geçmek için şarap içilir.
Siz de keskin ve uzun senelerin tecrübesiyle yıllanmış bu küpe sahip olursanız, o şarabın katresi bir kişiyi mest etmeye kâfi gelir. Size gönlün içinde miyiz, dışında mıyız diye bir sual sorarlarsa cevabını verebilirsiniz zannederim.
Meselâ, bana sorarlarsa şöyle cevap verebilirim. Bu cevap her ne kadar sizin cevabınız gibi mükemmel değilse de fikrimi ve beni anlamış olursunuz.
Gönül, sûret ve mânâ âleminin tam ortasındadır. İçerilere kadar girebilip ilerleyen bir idrâk, Hakkın huzuruna kadar gidebilir. Sıcağa kar dayanmaz dedikleri gibi Hakkın nûruna da benlik, ihtiras, ibtilâ, sûretteki tezahürler, her ne ki varsa dayanmaz, erir.
O idrâk tekrar vücûda avdet eder, gönlün içerisinde dolaşır durur, dışarı çıkarken çıplak çıkmaz. Evvelâ ruhun fânilasını giyer, sonra akıl ve fikir gömleğini sırtına geçirir. Maddî ve mânevî hislerden ayağına iki ayakkabı geçirir, Nusretim der meydana çıkar.
Sûret âlemine gelince, sırtımıza bile bir iğne batsa görmediğimiz halde hissederiz. Görme, işitme, koklama, yoklama, tadma kuvvetleri ki beş adet dışarıda olduğu gibi bunların mukabili beş adet de iç âlemimizde vardır. Bunların aldığı haberler akıl vasıtasiyle gönüle gider.
Gönül bu vasıtalarla yıldızların, ayın, güneşin varlığını müdrik olduğu gibi sonsuzluğa da gidebilir, hattâ onları ihata eder.
Cenâb-ı Hakkın huzuru, dahilde olduğu gibi hariçte de sonsuzluğa gidince, hayretle karışık bir yokluk, sonra ise bir heplik hâsıl olur ki «Habibim Peygamberim, kâinatı senin için yarattım» diyen hitâbı izzet, Fahr-i Âlem Efendimizin vücûdü şeriflerinde bir kemâl libâsı giymiş oldukları halde Kur’ân-ı Kerim’i okumuştur. Şu halde dahilde, hariçte ve gerek kâinatta gerekse vücûdumuzda gören, işiten, bilen, yaratan, bir tek varlık vardır. Eşi benzeri yoktur, misli olamaz. Her yerde hazır ve nâzırdır. Bütün varlıkları, tezahürleri gönlün nûru ihata etmiştir. Onsuz bir şey yoktur. Hattâ hayatın tâ kendisidir. Lütûf ve keremin tâ kendisidir. Kullara verdiği iz’ân ve idrâk nûru bile târife sığmaz.
Bir de zaman keyfiyeti vardır aziz kardeşlerim.
Nefes alıp vermekteki zaman bir saniye olsa (dakikanın altmışta biri) buna ilk numarayı versek de yükselte yükselte saysak, dakika, saat, gün, hafta, ay, sene, asır (yüz sene), dehr (yüz asır) diye ölçü kabul etmeyen bir dereceye varırız. Bundan ötesi akla ziyandır diye bırakalım mı? Hayır, hayır asıl iş bundan sonra başlıyor. Bir nefeste dehir deyip, asır deyip geçiyoruz. Eğer ruhumuz ve idrâkimiz beşer vücûdunda kalırsa, üzerimize güneşin doğup batmasiyle zamanın hükmüne tâbi oluyor ve zamanın içinde bulunuyoruz.
Cenâb-ı Hakk «Ben mekânların mekânıyım» diye her varlığı muhit olduğunu bildiriyor. Anın için insânı kâmilin rûhâniyeti, idrâki de zaman mefhumunu ihâta ederse dışarda kalmış oluyor. Varlık ve yaradılmış âlemleri kaplamış oluyor artık. O, ezel ve ebed dâiresinin neresinde olursa olsun, ânı dâim sırrına mazhar olmuştur.
Göz açıp kapayacak kadar geçen zaman zarfında mî’râcını yapar, hedefe ulaşır, âlemi devir eder veya kâinatın mihveri ve Kâbesi olur. Her şey onun etrafında döner, yâni âlemlerin mihrak noktası olmuştur. Güneşin arza nûrunu saçtığı gibi o da tevhid güneşini, idrâk nûrunu ruhlar üzerine saçar, ruhları kendine çeker, yok eder. Sonra da hayat vererek iâde eder. Bu kimselere ebülvakt (Vaktin Babası) derler. Yanmakta zevk bulan âşıklar ise ibnülvakt (Vaktin Oğlu) olmağı tercih ederler. Bunlar her an degişen tecelli’i ilâhinin temâşâsındadırlar. Neş’elerine pâyân yoktur.
(Bana bakan Hakkı görür), (Beni medhedin. Korkmayın, gördüğünüzden fazla söyleyin; olduğumdan noksan söylemeyin) diyen Efendimizin gözüyle görür, ağziyle konuşursunuz.
Sözlerimi anlayanların az olduğunu biliyorum. Anlayamıyanlara da bir ışık tutup yol gösteriyorum. Heveslerini ve gayretlerini arttırmış oluyorum. Aklım ermez diye ümid kesmeyiniz; (lâ taknetü min rahmetillâh) veren çok zengin, bizler gibi hasis değildir.
Yalnız, elbise ile denizde yüzülmez, evvelâ soyunmak lâzımdır. Hazreti Mûsâ’ya nalınlarını çıkar, emri verildiği gibi, biz de size beşeriyet libâsından soyunun tavsiyesinde bulunuyoruz. Bu âlem hem dünyâ âlemidir, hem ruhlar âlemidir, hem vuslat âlemidir, gözlüye gizli yoktur.
Âşıkların kendilerinden geçerek mâşûkta fâni oldukları için onlar Hakktan başka varlık bilmezler. Yüzünü gözünü mâşûktan ayırmayanlar başkasını görmezler ki; sûretin güzelliğini, çirkinliğini, ayıbını, kusurunu görsünler.
Hazreti ALLAH, sevdiği ve seçtigi kulunun gönlünü kendi sevgisiyle, kendi nûriyle doldurur. Bu kullar az çok simâlarından, gözlerinden hal ve harekâtından tanınabilirler.
Âşıklar da o kanaldan Hakka varmağı arzularlar.
Hakkın aşkı o zâtı şerifin gözlerinden de fışkırır. Sözlerinden de zülâli muhabbet, şârâbı aşk, âbı hayat saçılır. Sakın hâ öyle bir kimse ile karşılaşırsanız münakaşaya, ukalâlığa girişmeyiniz. Onu darıltırsanız, hiç birşey elde edemezsiniz, boş dönersiniz. Hızırı kaçırmış olursunuz. Güneşi, devrini yapmadan batırmış olursunuz. Hele bir de kabalık ederseniz, dünyanız da harâb olur, âhiretiniz de. Ebedi hüsrânda kalırsınız. O zahmetli telâkki ettiğiniz şeriat, yıllarca sizi pişirir. Tarikata hazırlar ve yine târikat sizi hakikat ehli olmağa hazırlar. Hakikat ehli olabildinizse siz de mârifet güneşi olur, etrafı nûrlandırırsınız. İslâm dini budur, tasavvuf budur. Beşeriyet icabı kişi erişemediği şeyi kötüler.
Mûsiki âletlerinin tamamı mevcut olan bir orkestra, bir caz, bir saz hey’eti farz edin. Bu çalgı hey’etinin adedini 28 milyon farz edin. Yâni Türkiyemizin nüfûsu olsun, herkes kendisine düşen vazifeyi yapıyor. Keman, ud, ney, kaval, viyolonsel, def, darbuka, zurna… çalanlar ve yardımcılarından biri yorulursa, biri ölürse, yerine diğeri geçiyor. Cünbüş tamam, ortada da nim üryan bir dilberi pür hüsnü ân raksediyor, bâde sunuyor, farzediniz.
Emekli bir âşık kapıdan içeri girmeğe muvaffak oluyor. Bir de ne görsün? Sevgilisi herkesin gözü önünde pür işve raksediyor. Âşık «Aman sevgilim! Sultanım! Bu ne hal? Bu kadar yıldır seni aradım. Bezmi vuslatınıza nâil olmak için 60 senelik ömrümü beni size çeken yollarda geçirdim, türlü mihnetler çektim. Siz bir aşifte gibi kendinizi herkese teşhir etmişsiniz, bu ne hal?» diye hayret ve dargınlığını açığa vuruyor. Sevgili cevap veriyor ve kulağına söylüyor ki:
- Ey benim âşığım! Sen üzülme, ben seninim her zaman, sen de benimsin. Bu gördüğün kalabalık seni şaşırtmasın, hepsi kördür. Müsterih ol! Herkes elindeki aletiyle bizi eğlendirmekle vazifelidir. Ara sıra bazılarına biraz şarap sunuyorum, sayıklaya sayıklaya sarhoş olup sızıyorlar.
«Ben, benim için zahmet çekenlerin sevgilisiyim. Namaz kılanların, oruç tutanların, iyilik yapanların sevgilisiyim, yâni seninim. Onlar dünyâ ehlidir. Benim rızam için hizmet etmiş değillerdir. Bir kısmı taş toprak yâni mücevherat ve bina için, bir kısmı midesi için, bir kısmı şehvâni zevkleri için, bir kısmı hevâ ve hevesleri için tempo tutuyorlar. Ben de onların basiret gözlerini kapadım, hakikat kulaklarını tıkadım, sen benimsin, ben seninim, devrân bu devrândır ve senindir. Âlemi senin için, seni de kendim için yarattım. İstersen kâinatı altın yapayım da gör. Ben sende gizliyim, sen benimle âşikârsın; senin emrin benim emrimdir. Sen benim habibimsin, mahbubumsun. Habibimin habibisin ki buraya gelmek için sana yol gösterdi.»
«Bu gafilleri yaradan ben, büyütüp besleyen ben, yine de bana karşı bigâne kaldılar, ben de gözlerine perde çektim…»
«Bir müddet sonra alıştıkları bu âlemden ciğerlerini söke söke çekeceğim. O zaman görecekler, kitap, peygamber, veli sözlerini dinlemeyip nankörlükte devam etmek nasılmış? Elleriyle yaptıkları tanrılara tapmak nasılmış? Kendi kafalarında olanları Rab intihab ederek benim gösterdiğim yoldan gitmemek nasılmış? En güvendiklerini, en sevdiklerini birer birer öldürüp leş yapıyorum da hâlâ onların ölüsüne tapıyorlar?»
Tapanlar taptıklarının yanına gidecekler şüphesiz. Bu ne gaflet ki o zaman gelmeden, o ayrılık şarkılarını söylemekten bir türlü ayrılamıyorlar.
Aziz kardeşlerim,
Şimdi sizi bir mezarlığa götüreyim. Korkmayın, oraya nasıl olsa ergeç hepimiz gideceğiz, hayatta iken gidelim de, sizi orada yatanlarla görüştüreyim. Evvelâ şunu tekrar ifâde etmek isterim ki, ya âlem, üzerindeki varlıkların yaptıkları vazifelerle, Halikdan aldıkları emir mûcibince hareket eden aynı âlemdir. Bütün tahavvüller insanların idrâkindedir.
Yahud insan sabit bir varlık sâhibidir, yâni malûm olan zâtın şuûnatına, sıfatların tenevvü ve tahavvülüne tâbidir. Tahavvül arzda, yıldızlarda, tabiat âlemindedir. İdrâk sâhibi olmıyan her varlık tasarruf âleminde cansızdır. Cansızlar, canın ve canlıların emrindedir. Şu halde âlem, kanunlariyle, nizamlariyle saat gibi hareket eden bir fabrikadır ve tasarruf sahibinin emrindedir. Doğmak, yaşamak ve ölmek bakımından vücûdlarımız da aynı kanuna tâbidir. Dünyâ zevklerine de geçici oldukları için kıymet vermezsek mânevî zevk meselesi, aşk âlemi, gönlün ahkâmı, Yaradanın huzûru ve bu huzûru elde edinceye kadar geçen hâlât ve şuûnât sahnesinde rol almak ve bazan da seyirci olmak keyfiyeti, (hayattan maksat nedir?) sualinin izâhı oluyor. İnsanlarda Cenâb-ı Hakk öyle bir kudret ve kuvvet tâbiye eylemiş ki, dilemek ve emretmek ve arzu ettiğimiz husûsâta teveccüh ederek ilerlemek muvaffakiyetimizin şartıdır. Bu iş kâh mücadeleli olur kâh sabır ve intizarla hasıl olur.
Meleklerde ve cesedden ayrılmış ruhlarda bu hassa yoktur. Şeyhülekber Muhiddin Arabî Hazretleri sorulan suale cevap veriyorlar: «Ya biz âlemi ervâha gider, ziyaret etmek istediğimiz ruhu buluruz, yahut istediğimiz ruhları karşımıza davet ederiz, yahut da rüya âleminde birbirimize tesadiif ederiz, tanışırız.» Bu ifşâattan anlaşıldığına göre, aradığımız şey her ne olursa olsun Hakkdan gayri ise o bizim emrimizdedir. Duâ ile Hakktan istememiz hattâ gönülden geçirmemiz kâfidir. O işin husulü için aradığımız Hakk ise onun yolunu bulmamız lâzım; bir kılavuz aramamız lâzım. Vücûd hastalıklarına hekimler karışır. İyi etmek için şu ilâcı al, şu yemeği ye, bu yemeği yeme diye emir ve nehiy verirler. Gönül hastalarına da hakîm karışır, hocalık eder. Onun sözlerini, yap dediği şeylere uy, başka çare yoktur. Bunlar için saadetler, selâmetler vardır. Hakkın yolu açılmış demektir.
İrfân sahiblerinin nazarında üzerinde bulunduğumuz arz nedir? Su, hararet, hava vasıtasiyle üzerinde cıvıl cıvıl hayat sahiplerinin doğmalarını, yaşamalarını, ölmelerini temin eden bir toprak parçasıdır. Bunu bir karpuz kadar küçültelim. Gelmiş, geçmiş ruhları da bu yuvarlaktan ayrılmayan birer zerre farz edebiliriz. Geleceği ve bilhassa geçmişi Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiği veçhiyle biliriz.
Yaşayanların ibret alabilmeleri için arzın üzerinde, huzurumuza geçmiş ruhları çağıralım ve biz de kabirlerle dolu bir kenara oturalım. Servi ağaçları semâlara doğru yükselmiş, etrafımızda irili ufaklı, kokar kokmaz çiçekler, yeşil otlar, Hû diye esen bir sonbahar rüzgârının emriyle dallar sallanıyor, otlar secdeye kapanır. Yakından, uzaktan böcek ve kuş sesleri gelir. Şimdi idrâkimizde ölüleri canlandıralım.
O mezar taşları üzerinde, (baki kalan ancak O’dur, hüvelbâki) yazılarına karşılık, her toprak zerresinden bize bakan bir göz peyda olur, o gözleri insan çehreleri çevreler. Kimi melûl, mahzun, pişman! Ah ne olur yine diriltse de, ALLAH’ıma iyi bir kul olmak için nasıl gece gündüz ibâdet edeceğimi göreceksiniz, diyor.
Kimisi zâlim ve kahhar bir simâ ile sararmış, boynu bükülmüş, ağzını bile açmak istemiyor. Çünki ümidsiz; yaptıklarından utanıyor. Bir tarafta dünyâ âleminde sevdiğine kavuşamıyan güzel bir kız, hayatında vefa görmemiş; bir tarafta dünyâ âleminde sevdiğine kavuşamıyan genç bir erkek, hayatın zevkine doyamamış; bir tarafta altınlardan, apartmanlarından zorla ayrılan gafiller, mahcub mahcub toprağa bakıyorlar.
Bir tarafta emrü kumanda ile ömrünü harcamış, siyasî dalaverelerle dünyâya sahip olacakmış gibi gecesini gündüzünü Hakktan uzak, ibâdete akıl erdiremiyen, parti kavgalariyle koca bir ömrü heder edenler.
Bir tarafta aza kanaat ederek saadeti yudum yudum içmiş ihtiyâr bir karı koca, çocukları ve torunları hep orada, fakat birinden diğerine hiç fayda yok, tanışmak bile yok. Bu öyle bir âlem ki anadan, babadan, dededen, atadan fayda yok. Netekim onlara da kimseden fayda yok, herkes «nefsî, nefsî» diyor. Buket buket çiçekler de kendileri gibi kurumağa mahkûm. Bakınız kulak veriniz bir ses geliyor (Limenil mülkül yevm) bugünkü gün kimin içinmiş, çıt yok. Yine aynı ses cevap veriyor (Lillâhil vahidül kahhar) Vahid ve Kahhar olan ALLAH içindir. Şurada bir kaç çocuk var, soruyoruz:
-Yavrum ismin ne?
-Efendim, ismim Figen.
-Seninki?
-Efendim, benimki Serâb.
-Seninki yavrum?
-Kaya.
ALLAH ALLAH, bu ne iş çocuklar, Figen acemce feryâd ve fiğan mânâsınadır. Serâb, çölde gidenler susuz kaldılar mı uzakta suyun hayâlini görür gibi olurlar; giderler, bakarlar ki ne su var, ne bir şey. Ona serâb derler. Nazlı, nâzenin, bin bir itinâ ve alâka ile üzerine titrenen yavruya, bir nişânei sevdâ ve muhabbet olan bu zavallı yavruya taş demek olan Kaya ismini koymuşlar. Hayret, zehi gaflet!
Yavrularım! Size şu ismi takan analarınızı, babalarınızı çağırın bakayım.
Hanımlar, beyler! ALLAH’ımızın ve Peygamberimizin güzel ve derin mânâları olan isimleri varken bu yavrulara taş, toprak, feryâd, hayal, yokluk mânâsına gelen isimleri niçin koydunuz? Bu zavallıların mânâ ile olan irtibatlarını keserek büsbütün gönül kapılarını kapadınız. Bunlara yazık değil mi? Kendinizi hiç ölmeyecek mi zannettiniz? Mü’minlerin ibâdet saatlerinde sizler yemek, içmek, gezmek, kumar ve içki ile kendinizi mes’ud zannediyordunuz, şimdi nasılsınız? Binbir itinâ ile eğlendirdiğiniz, beslediğiniz vücûdlarınız şimdi leş gibi kokmaya başladı. Yılanlar, böcekler bile sizden iğrenib kaçıyorlar. Nasılsınız ey gafiller, ey zâlimler gürûhu?
- Efendim, bizler de analarımızdan, babalarımızdan, atalarımızdan böyle gördük.
Ey!... Bu mükemmel islâm dininin ahkâmını öğrenmeyen ve evlâdlarına öğretmeyen analar, babalar, atalar! Ben size şefaat için geldim. Haydi hayatta olduğum müddetçe, kızıl cehennem ateşleri içinde yanarken fatihalar okuyup da size yollayayım. Kızgın çölde yanan bir insan topluluğuna bir poyraz rüzgârı estirir gibi bir an ferahlık vereyim. Sonrası yine ateş, hüsran. Yaptığınız günahları, dine karşı gösterdiğiniz alakasızlığı ve gafleti affettirmek için birer fakiri de mi memnun etmediniz ki, onların şefaat rüzgârları ateşinizi söndürsün.
Ne acâib bir haldir ki içki sofrasında tanımadığı kimseyi yanına dâvet ederler, hattâ masadan masaya hesabı ben vereceğim, derler. Birçok masrafa girerler de ekmek parası isteyen bir fakire bir liracık bile vermezler ki o zavallının da karnı doysun.
Erkek ve kadın çok tanıdıklarım var. Genç ve güzel birer eşdirler, zengindirler, kültürlüdürler, eğlenceli, hareketli bir ömür sürerler. Tam mânâsiyle mes’utturlar. Fakat her şeyin bir sonu olduğu gibi, bu hayatın da bir sonu vardır. Yüz buruşmağa başlar, gözler eski nûrunu kaybeder. Eller titremeğe, ayaklar sendelemeğe, kanbur ziyâdeleşmeğe, bir müddet eskileri düşünen hafıza yavaş yavaş bildiklerini de unutmağa başlar, turşu gibi olmuşa ve boş bir çuvala benzerler. Heyhat.
Bize bu vücûdu, bu ömrü, bu hayatı, sonsuz nimetleri veren, bir gün gelip hesap sormıyacak mı? Ne sanıyorlar, herkesin yaptığı yanına mı kalacak?
Tabiî soracak. İşte aziz kardeşlerim, arabca olan Kur’ân-ı Kerim’in bazı sahifelerinin Türkçe olarak izâhını sizlere takdim ediyorum. Duyduk duymadık demeyin. İşte evvelimiz, işte sonumuz. ALLAH’ı düşünen bir aklınız, ALLAH’ı zikreden bir ağzınız, ALLAH sevgisiyle çarpan bir kalbiniz varsa, size ne azab var ne sual.
Bu sözlerime inanıp günde bir saatinizi ibâdete ayırın; eğer dediğim gibi hareket ederseniz mükâfatını ölmeden de bulacaksınız, huzur içinde yaşayacaksınız, yâni birşey kaybetmiş değilsiniz. Yâ dediklerimi yapmazsanız? Dünyanın doktorları bir araya gelse, yine sizi inleye inleye can vermekten kurtaramazlar, sonraki cezalar da caba. Neme lâzım herkes ettiğini bulur, biz de lâfı burada kesip âşk âlemine dönelim sevgili kardeşlerim.
Hakka giden yolları tutan erenler var. Onlardan Uşşaki Hüsâmeddin Hazretlerine birer selâm verelim ve o yolu takip ederek hakikat kâbesine varalım. 12 cihetten bu şehre varan yollar, her ne kadar ayrı gibi gözükürlerse de, bizim kâbemiz, bütün bu yolların birleştiği merkez noktasıdır. Birçok kimselerin yorularak yollarda kaldıklarını düşünmeyin, onları unutun. Biz haremsarâyı vahdette, mahremiyetin birlik odasına, aşk sultanının huzûruna yok olarak sızacağız. Elbiselerinizi çıkarın, vücûd denilen çadırı da rüzgâra verin, ruhlarınızı da âbı hayat hamamında temizleyin, işte şimdi bir esans gibi olduğunuzun siz de farkında değilseniz elimden tutunuz Rahiym kapısından giriyoruz.
İşte bu saray; her zaman bir tek olan mahbûbı cihân; hazret insânı kâmil ve mükemmelin mübarek gönlüdür. Güneş nûru oradan alır diyeyim, diğer taraflarını siz idrâk ediniz. Bu sarayın damına çıkalım, 999 pencereye birer birer etrafa bakmak sûretiyle dolaşalım. Her pencerenin altında üzerinde ismi yazılı bir kapı var, bazı kapıların önünde bekleyenler kuyruk olmuşlar, gözümüzün göremeyeceği kadar uzaklara gidiyorlar. Bazı kapılarda kimse yok, bazısında da şöyle böyle;
Yâ Rezzak kapusunda açlarla dolu bir uzun kuyruk,
Yâ Şâfi kapusunda hastalarla dolu bir uzun kuyruk, Yâ Alîm kapusunda cahiller ilim istiyorlar. Yâ Kerim kapusunda lütuf ve kerem istiyorlar; Yâ Cevad kapusunda cûd ve âtâ isteyenler var, Yâ Adil kapusunda âdâlet isteyen mağdurlar dolu. Yâ Müntekim kapusunda intikam isteyen mağdurlar var. Yâ Hayy kapusunda ebedî hayat isteyenler var. Yâ Mâşûk kapusunda aşk isteyen âşık namzedleri var. Bunlar azınlıkta kalıyorlar. Fakat bunların ekserisinin hedefleri temiz aşk ise de birer put bulmuşlar. Onun için yanıp yakılıyorlar da o mecâzi aşkı hakiki aşk sanıyorlar.
Yâ Mahbub kapusunda da kimseler yok. İşte şimdi birisi geliyor. O kapının önüne gelebilmek için bile fakrü mezelleti, hakirliği, râzîliği, yokluğu tercih etmek lâzım. Halbuki sevgililer de hep o kapıdan içeri girebilmektedirler. Büyük Peygamberimizin «Fakirlik ile iftihar ederim» sözü anlayanlara bir işâret ve beşârettir.
Anın için en yüksek mertebe kulluk, abdiyyet mertebesidir, demişlerdir. Kulluk makamı Rabbül’âlemin Hazretlerinin tam karşısına düşen bir makamdır. Ayna vazifesi görür. Elinize bir ayna geçerse, onu tam karşınıza getirirseniz, cemâlinizi net olarak görebilirsiniz.
Sağa, sola, yukarı, aşağı tutmazsınız. Onun için var olan Hakkın karşısında yok olmalı ve aynada da leke olmamalıdır.
Bu âleme gelenler ya tenlerini can yaparlar, ya canlarını ten yapıp giderler. Can olarak gelip can olarak gidenlere ne mutlu. Ten olarak gelip ten olarak gidenler de gönül şehrinin rızık ve hayat, şifa ve ahsen sıfâtın mukabili olan kapularda celâl sıfatlarının sahiplerinden teşekkül eden kuyrukları uzatırlar. Kuyrukların ucunda üç büyük topluluk görüyoruz. Bunlardan biri yağmur sularının toplandığı büyük bir göl kenarında bulunuyorlar; sen içme, ben içeyim diye sopa ile kalemle, ağız ile, tüfenk ile birbirlerine saldırıyorlar.
İkinci kısmın önlerinde büyük bir leş. Onlar da sen yeme, ben yiyeceğim diye birbirlerine girmişler.
Üçüncü kısım dış duvarları temiz, badanalı, boyalı, resimli büyük bir çöplüğün kapısında «ben iyiyim sen fenasın», «ben gireceğim sen girmeyeceksin» diye münakaşadalar.
Ey kardeşler! Size bu igrenç manzaraları gösterirken bir an için de olsa birdenbire aşk ve gönül âleminden o süflî âleme götürdüğüm için özür dilerim.
Biz gelelim yine aşk âlemine.
Mademki hayata gelmekte ihtiyârımız yok, yâni «ben bu âleme gelmiyeceğim» diyemiyoruz. Kudret elinin ittiği yere gidiyoruz. Şu halde biz hiç imişiz. İsmimizden başka bir varlığımız yokmuş. Vücûdumuzu aklımız idare eder. Aklımız ise bu gönlümüzün tasarrufu altındadır. Aczimiz âşikâr oldu. O halde etrafı inciterek yaptığımız hamleler şuursuz bir hareket değil de nedir?
Eğer bu âlemde muvvaffak olup da bir baltaya sap olabildik ise, yaradanın lütfudur. Herhangi bir hareketimiz, teşebbüsümüz gönüle verilen bir emrin neticesidir.
O emri vereni bilmek ve bulmak için bir zaman, kullara kul olarak kulluk kapısında beklememiz lâzım.
Bir gün elbette Hakkın lütfu yetişir, kulluk perdesi kalkar. Kendinin ne olduğunu anlarsın. Mertebeler o kadar sonsuzdur ki aşkın bile perde olduğu bir makam vardır. Çünkü aşk yâni muhabbetin, sevginin yakıcı derecede olan şiddetlisi, iki varlığa delâlet eder. Birine âşık, diğerine mâşûk derler. Aşk perdesi de yanıp kalktı mı âşık denilen varlık mâşûkun nûru karşısında erir, kaybolur. Kendinden, ilminden, vehminden dileklerinden soyunmuş olur.
Ömrünü ganimet bil! Kıdemli kulları hidâyet ve şefaat nûru bil! Bir gün beşeriyet sıfatları üzerinden kalkınca semâvât ve arzın nûru gibi olursun. O zaman ismin de kalmaz, resmin de kalmaz, Hû olursun.
------------------
Âşıkın mâşûkunu yüceltmek için sarfettiği güzel, uyarıcı, ağlatıcı, heyecanlı sözler, mâşûkun aynasında gördüğü kendi cemâlini ilân ve ifşa etmesidir.
------------------
Mâşûk aynası, bu şekilde tebellür etmemişse, namütenahi büyüklükte bir tabiat aynası karşısında olduğunuzu görürsünüz.
Dostları ilə paylaş: |