KENDİLİK PSİKOLOJİSİ
“Kendilik Psikolojisi” Kohut'un öncülüğünde gelişen çağdaş psikanalitik kuramlardan biridir. Kohut (1971), kuramı ilk ortaya koyduğunda kendiliği (self), benlik (ego) içinde yer alan bir kendilik tasarımı kişinin kendini algılayış biçimi ve kendisiyle ilgili imgeler bütünü- şeklinde düşünmüştür. İkinci kuramında ise kendilik, bir üst örgütlenme, “kişiliğin çekirdeği, algıların ve girişimlerin merkezi” şeklinde nitelendirilir ve tüm psikopatoloji alanına açıklama getirmeyi hedefler (Kohut 1977). Kendilik nesneleri kendiliğin bir parçası, bir uzantısı olarak algılanan nesnelerdir. Kendilik nesneleri; anne-baba, daha geniş anlamıyla da çocuğun yaşamında önem taşıyan, çevresinde bulunan kişilerdir. Çocuğun kaygısının yatıştırılması, benliğinin varlığından ve işleyişinden aldığı hazzı onunla paylaşıp ona yansıtarak sürekliliğinin sağlanması, kendine güvenin ayakta tutulması gibi işlevler kendilik nesnesi işlevleridirler. Kohut (1971) narsisistik kişilik bozukluklarında görülen temel kendilik nesnesi aktarımlarını ülküleştirme aktarımı ve ayna aktarımı inceleyerek, iki kutuplu kendilik kuramını ortaya koyar:
1) Büyüklenmeci kendilik, çocuğun büyüklenmeciliğini ve teşhirciliğini içerir. Çocuk, sergilediği etkinlikler karşısında anne ve babasından onay görmeyi, beğenilmeyi ve takdir edilmeyi bekler.
2) Ülküleştirilmiş ana-baba imagosu: Çocuk, ülküleştirdiği güçlü anne-babasına güvenir, hayran olur ve yakınlık duyar. Güçlü, kusursuz olarak algıladığı nesnenin bir parçası olarak, kendisini güçlü ve güvenli hisseder. Ana-babanın yaşa uygun aynalama cevapları sayesinde büyüklenmeci kendilik dönüşmeye başlar ve kendiliğin kutuplarından biri oluşur: İhtiraslar. Bu kutbun işlevleri belli amaçlara sahip olma, bedensel ve zihinsel etkinliklerden zevk alma, kendine saygıyı ayarlayabilme kapasitesidir. Çocuğun ülküleştirilmiş tümgüçlü kendilik nesnesi gereksinimi örseleyici deneyimlerle (ana-babanın hastalanması ya da ölmesi gibi) kesintiye uğramazsa, ülküleştirilmiş ana-baba işlevleri içselleştirilir ve ikinci kutup oluşur: Ülküler Bu kutbun işlevleri arasında ise ülkü ve değerlere sahip olma ve bunların gerçekleşmesine çalışma, dürtüleri kontrol edebilme ve gerilim durumlarında kişinin kendisini yatıştırabilmesi yer alır. Kohut daha sonra 1984'te bu iki kutup arasına yetenek ve becerileri de ekleyecektir. Yetenek ve becerilerin başarılı bir şekilde kullanımı bütünlük hissi yaratır. Kendilik, bütün ve tam olarak yaşanır.
Acaba kendilik nesnelerinin, henüz gelişmekte olan kendiliğe eşduyumsal bir şekilde yanıt vermeleri yetersiz kaldığında, ne gibi patolojik sendromlar ortaya çıkmaktadır? Bu yazıda bu sorunun yanıtlanması hedeflenmiştir. Öncelikle kendilik bozukluklarının sınıflandırılması ve psikopatolojisi gözden geçirilecek; daha sonra ise bir olgunun kendilik patolojisi sendromları içindeki yeri, kişilik yapısı ve terapi sürecindeki aktarım-karşı aktarım dinamikleri tartışılacaktır.
KENDİLİK BOZUKLUKLARI
Kohut (1977) kendilik bozukluklarını beş psikopatoloji boyutunda inceler:
1- Psikozlar,
2- Sınır durumlar,
3- Şizoid ve paranoid kişilikler,
4- Narsisistik davranış bozukluğu ve
5- Narsisistik kişilik bozukluğu.
Kohut'a göre gerek narsisistik davranış bozukluğunda, gerekse narsisistik kişilik bozukluğunda kendilikte zayıflama söz konusudur. Ancak narsisistik kişilik bozukluğunda kendilik bozukluğu daha ağır düzeydedir. Narsisistik davranış bozukluğu olan bireylerde cinsel sapkınlık (perversion), madde bağımlılığı ve suça yönelik davranışlar şeklinde belirtiler görülebilirken, narsisistik kişilik bozukluğunda hipokondriyazis, depresyon, kırıcı tutumlar karşısında aşırı duyarlılık ve heves kaybı öne çıkan belirtilerdir.
Tolpin ve Kohut'a (1979) göre psikozlar, sınır durumlar, şizoid ve paranoid kişilikler analiz edilemezler. Çünkü bu hastalarda çocuksu çekirdek kendilik onarılmaz bir şekilde zedelenmiştir. Gerek narsisistik kişilik bozukluğu, gerekse narsisistik davranış bozukluğu olan hastalar ise kendilik nesnesi aktarımı geliştirebildiklerinden analiz edilebilirler.
KENDİLİK BOZUKLUKLARINDA PSİKOPATOLOJİ
Kendilik nesnelerinin tutumlarındaki farklılıklara dayanarak, kendilik patolojisi sendromları:
-
Yeterince uyarılmamış kendilik,
-
Parçalanan kendilik,
-
Aşırı uyarılmış kendilik ve
-
Aşırı yüklenmiş kendilik olmak üzere dört grupta sınıflandırmıştır.
Tanımlanan kendilik patolojisi sendromlarında, farklı tiplere ait deneyimler karışım halinde bulunabildiği gibi, bir kişi farklı zamanlarda, farklı patolojik durumları yaşayabilmektedir (Kohut ve Wolf 1978).
Yeterince uyarılmamış kendiliği olan bireylerin, çocukluklarında kendilik nesnelerinin uyarıcı cevapları eksik kalmıştır. Bu kişilerde canlılık eksiktir. Kendilerini sıkıcı ve duygusuz olarak görürler ve başkaları tarafından da aynı şekilde algılanırlar. Çocuklukta başını vurma, daha geç çocuklukta zorlantılı mastürbasyon ve ergenlik döneminde haddinden fazla cesaret gerektiren etkinliklere yönelme şeklinde belirtilere rastlanabilir. Erişkinlikte ise cinsel alanda, rastgele cinsel etkinlikler ve çeşitli sapkınlıklar; cinsel olmayan alanda ise kumar oynama, alkol/madde kullanımının eşlik ettiği uyarılma ve aşırı sosyallikle karakterize bir yaşam biçimi görülebilir. Analist bu etkinliklerin savunucu cephesine ulaşabilirse “boşluk depresyonu” ile karşılaşacaktır. Kohut (1977) kendilikte yaşanan yoksunluğu, “boşluk depresyonu” olarak nitelendirir. Morrison'a (1986) göre de, kendilik nesnelerinin yanıtlarındaki yetersizliğe bağlı olarak, ihtirasların, hedeflerin ve ülkülerin gelişemediği durumlarda boşluk depresyonu yaşanmaktadır. Klinik olarak boşluk depresyonu, kişinin kendisini boşluk, yoksunluk ve ümitsizlik içinde algıladığı bir durumdur. Bu bakımdan, yapısal bir çatışmaya bağlı olan suçluluk depresyonundan ayrılır (Tolpin ve Kohut 1979).
Parçalanan kendilikte, çocuklukta kendilik nesnelerinin, gelişmekte olan kendiliği bütünleştirmeye yönelik yanıtları eksik kalmıştır. Hafif derecede ve kısa süreli kırılma-parçalanma durumları hemen herkeste olabilir. Oysa narsisistik kişilik bozukluğu olan hastalar, hafif derecedeki hayal kırıklıklarına bile ciddi düzeyde belirtiler gösterme eğilimindedirler.
Kohut ve Wolf'a (1978) göre, eğer bir kişinin kendiliği büyüklenmeci-teşhirci kutupta aşırı uyarılma ile karşılaştıysa, başarısının sağlayacağı sağlıklı hevesi ve coşkuyu yaşayamayacaktır. Eğer ülküler kutbu aşırı bir şekilde uyarıldıysa, dış bir figürle yoğun bir şekilde kaynaşma gereksinimi kişinin, kendisini ülküleştirdiği birinin kendiliğinin (örneğin babanın) bir parçası olarak yaşantılaması (Tolpin ve Kohut 1979) kendiliğin dengesini tehdit edecektir. Ülküleştirilmiş kendilik nesnesiyle temas tehlikeli ve kaçınılması gereken bir durum olarak yaşandığı sürece, sağlıklı heves duyma yetisi kaybedilecektir.
Aşırı yüklenmiş kendilikte ise, yoğun kaygı karşısında bireyi örselenmekten koruyacak olan kendiliği yatıştırıcı kapasite yeterince gelişmemiştir. Yatıştırıcı kendilik nesnelerinin olmadığı bir dünya düşmanca ve tehlikeli bir dünyadır.
OLGU
Otuzlu yaşlarının başında olan Bay R, bekâr, üniversite mezunu bir gençti. Annesi, babası ve erkek kardeşiyle birlikte kalıyor, bir bankada çalışıyor ve doktora eğitimine devam ediyordu. Psikoterapi için başvurmasının nedeni, bir önceki terapisinin sonlandırılmasının ardından yoğun bir boşluk ve anlamsızlık duygusunun içine sürüklenmesiydi. Kendisini cansız, duygusuz, ölü bir varlık olarak tanımlıyordu. Bir dönem yaşamında en önemli kişi olarak gördüğü terapisti (bir kadındı), şimdi çok yoğun öfke ve kin duyduğu biri haline gelmişti.
Bay R, ruhsal yapısında bir eksiklik olduğunun farkındaydı, yaşamını sürdürebilmek için gerekli olan mücadeleyi yürütemediğini düşünüyordu. Ona göre “hayat kemiğe dayanmıştı!”. İçinde hissettiği derin boşluk, aslında çocukluğundan beri algıladığı bir durumdu. Boşluğun yarattığı kaygıdan kurtulabilmek için, zamanını işinde çok çalışarak ve doktora eğitimine devam ederek geçiriyordu. Kaygısını artırdığı için tatil dönemlerinden nefret ediyordu. İnsanlarla ilişki içinde değildi, hiç yakın arkadaşı yoktu, kendisini toplumdan yalıtmıştı. Zaman zaman depersonalizasyon belirtilerinden yakınıyordu. Örneğin kendisini uzaydan gelen bir yabancı gibi görüyor, el ve ayaklarını kendisine ait değillermiş, parçalanıyorlarmış gibi algılıyordu. Ölmeyi değil, fakat hiç var olmamış olmayı arzuluyordu. Yineleyen bir şekilde aynı şeyi yapmak dışında, yaşamdan bir beklentisi yoktu; devamlı yattığı yatakta sallanmak, kafasını tekrar tekrar yastığa vurmak ya da bir hareketini kaydedilmişçesine düşlemekten huzur duyuyordu.
R, annesini acımasız, zalim ve terk eden kadın olarak görüyordu. Babasını bir yandan ülküleştiriyor, bir kurtarıcı olarak görüyorken, bir yandan da kaba, saygısız, kibirli ve başkalarının haklarını gasp eden konumda algılıyordu. Babası işi nedeniyle zamanının çoğunu aileden uzakta, farklı illerde geçiriyordu. R onunla yakın bir ilişki içinde olamıyor, özlem duyuyordu. Annesi, R doğduktan sonra çalışmaya devam etmiş, hafta içinde onu kendi annesine bırakmış, sadece hafta sonlarında bakımını üstlenmişti. Anneannesi ve dedesiyle kaldığı dönemlerde (6 yaşına kadar) mutsuz olduğunu hatırlıyordu. Anneannesini otoriter, baskıcı bir yapıda; dedesini ise, sessiz, sakin, düzenli ve tertipli biri olarak algılıyordu. Fakat ikisinin de kendisiyle ilgilenmediklerini, oynamadıklarını; kendisini yalnız hissettiğini, sessiz, içe kapanık bir çocuk olduğunu anımsıyordu. Bu dönemlere ait anıları şu şekildeydi: Bir gün annesi R'yi anneannesine bırakmış, R, annesinin arkasından gitmeye çalışırken yere düşmüş, fakat annesi fark etmemişti. Başka bir gün ise, içinde su bulunan bir kuyuya düşmüş, babası koşup kurtarmıştı. R altı yaşındayken erkek kardeşi doğmuş, annesi onun bakımını sağlayabilmek için işini bırakmıştı. R de, anneannesi ve dedesinden ayrılarak, annesi, babası ve erkek kardeşiyle beraber kalmaya başlamıştı. Fakat bu kez, annesinin bütün ilgi ve şefkati R'nin kardeşine yönelmişti. R ailesinin yanında kendisini bir yabancı gibi algılamaya başlamıştı. İlkokul döneminde kendisini sürekli ders çalışmaya vermiş, başarılı olmuştu. Ancak yalnız ve mutsuz bir çocuktu. On üç yaşına geldiğinde ailesi başka bir ile taşınmış, R ortaokula başlamıştı. Bay R ergenlik döneminde sevgi ve saygıyla bağlandığı, hayranlık duyduğu bir erkekle tanışmış, onu bir lider olarak benimsemiş ve onun aracılığıyla dinsel bir cemaatle ilişki kurmuştu. O dönemlerde uzun düşüncelere dalıyor, Tanrı'ya şükrediyor ve alçakgönüllü bir edayla, onun deyişiyle “huşu duygusuyla”, tatmin oluyordu. Yaşamının en önemli kesiti olduğuna inandığı bu döneme ilişkin gördüğü bir rüya şu şekildedir: Kendisini, bağlandığı liderin kullandığı bir helikopterin içinde görür. Sonra değişik araçlara binerler ve her seferinde aracı kullanan aynı liderdir. Rüyanın sonunda, kendisini ve liderini, farklı hayvanlara binmiş ve farklı istikametlere gider durumda bulmuştur. Rüyanın ardından liderinden gerçekten ayrılacağına kanaat getirir ve derin bir üzüntüye sürüklenir.
Rüyanın, Bay R'nin ülküleştirilen bir figürle kaynaşma gereksinimlerini ve ondan ayrılıp kopmasıyla ilgili yoğun korkuları ilettiği düşünülebilir. Bay R bir nesneyle kaynaşma gereksinimleri içinde olmasına karşın kaçınma davranışı belirgindi. Gerek dinsel bir cemaatle ilişkisinin sürdüğü dönemde, gerekse başka topluluklar içinde olduğu anlarda yalnızlık duygusu belirgindi ve arkadaşlarıyla derinlikli, yakın bir ilişki kuramıyordu. Zaman zaman yoğun bir sıkıntı duyuyor, kaşınma, baş dönmesi ve titreme gibi belirtiler gösteriyordu. Bay R'nin dinsel bir cemaatin içindeyken bulduğunu sandığı cennet uzun sürmemişti. Lider olarak gördüğü, bağlandığı erkeğin egemenliği altına girmeye başladığını, onu bir “efendi”, kendisini ise bir “köle” gibi gördüğünü algılamaya başlamıştı. Bu arada “Tanrı” ile ilgili şüpheler de belirmeye başlamıştı: “Ya yoksa?” Peygamberin kimi hadislerini de eleştirerek, hem cemaatle ilişkisini koparmış, hem de “Tanrı”sıyla çatışma içine girmişti. Buna karşın, bu kopuştan sonra bile hala o dönemi özlüyordu ve erişkin yaşamında bir “mistisizm açlığı” içinde olduğunu ifade ediyordu.
Bay R, erişkin yaşamında da insanlarla dostça ilişkiler kurmak istemesine rağmen, gelişen her fırsatta kaçınıyor, iletişimin gerekmediği bir mesleğinin olmasını istiyor, örneğin, uzun süreler boyunca denizcilik yaparak açık denizlerde olmayı arzuluyordu. İşinde çok çalışıyor görünmesine rağmen verimli olamıyor, bu nedenle sık sık amirleri tarafından eleştiriliyordu. Karşı cinsle olan ilişkilerinde sıkılgan, çekingen bir tutum içindeydi. Cinselliğe yönelik bir ilgisi yoktu. Kendisinden on yaş büyük, evli bir kadının yakınlaşma çabalarıyla ilk kez cinsel ilişkide bulunmayı denemiş, ancak ilişki gerçekleşmemişti. Bu olaydan sonra başka bir kadınla cinsel ilişkide bulunmayı, hatta flört etmeyi denememişti.
Psikoterapi Süreci
Bay R'nin görüşmelerde ciddi, saygılı, uyumlu bir tutumu vardı. Çekingen, kırılgan biri olduğu izlenimi ediniliyordu. Görüşmelere zamanında geliyor, aksatmıyordu. Kendisini cansız hissetmesi ve espri yapamamaktan yakınması, süreğen bir boşluk duygusu içinde olması, yaptığı işten zevk alamaması ve girişim eksikliği, kendine yönelik güveninde azalma, cinselliğe ilgi duymama, derinlikli ilişkiler kurup sürdürememe, bedensel ve zihinsel sağlığıyla ilgili hipokondriyak uğraşlar içine girme gibi belirtileri nedeniyle, olguda klinik olarak Kohut'un (1971) öne sürdüğü anlamda narsisistik kişilik bozukluğunun bulunduğu düşünüldü. Haftada bir kez (50 dakikalık seanslar şeklinde) olmak üzere psikanalitik psikoterapi planlandı. Aşağıda aktarılacak olan psikoterapi süreci altı aylık bir dönemin özeti şeklindedir ve hastanın psikoterapisi devam etmektedir. Olgunun psikoterapi sürecinin ilk aylarında, terapisini sonlandırdığı için ilk terapistine yönelik öfkesi belirgindi. Terk edilme, reddedilme temaları üzerinde duruyordu. Bir süre sonra öfkesi azaldı, bir güven arayışı içine girdiği gözlendi. Önceki terapi deneyiminde, “terapistinin kendisini bırakmasının, terk etmesinin yarattığı hayal kırıklığını, bu kez, terapistinden güç alarak giderebileceğine” inanıyor, terapistini bir kurtarıcı olarak görüyordu. Olgunun duygularında kısmi bir canlanma dikkat çekiciydi. Ancak tatil nedeniyle terapiye iki hafta ara verilmesinin ardından boşluk duygusunun belirginleştiği, daha depresif olduğu gözlendi. Kendisini yaptığı işe verememiş, verimli olamamıştı.
Tartışma
Çocukluğunda Bay R'nin annesi terk eden, yeterli ilgi, sevgi ve şefkati veremeyen bir figür konumundadır. Bay R çocukluğu döneminde gerek annesiyle hafta sonunda birlikte olduğu zamanlara ait, gerekse hafta içinde anneannesiyle bir arada olduğu anlarda coşku dolu, canlı dönemler anımsamamaktadır. Babasının uzak bir figür olması da bir erkek kendilik nesnesi olan babayla yakınlığın oluşmadığı bir atmosfer yaratmıştır. Kendilik nesnelerinin uyarıcı cevaplarının eksik kalmasına bağlı olarak Bay R'nin kendiliğinin cansız, ölü bir varlık olarak kaldığını, yaşamına yayılan “boşluk depresyonu” nun egemen olduğunu düşünebiliriz. Ayrıca, reddedilme karşısında aşırı duyarlı davranması, bütünlüğünü kaybetmiş hissetmesi ve yoğun düzeyde öfkeyle tepki vermesi de, çocukluğunda gelişmekte olan kendiliğinin bütünleştirilmesine yönelik yanıtların eksik kaldığını düşündürmektedir. Bay R içinde bulunduğu “boşluk depresyonu” nu savuşturabilmek için aşırı düzeyde çalışmaya yöneliyor, kendisini canlı hissedebilmek için Kohut'un erişkin hastalar için öne sürdüğünün aksine çocuklarda görülebilecek (devamlı yattığı yatakta sallanmak, başını tekrar tekrar yastığa vurmak gibi) davranışlar sergiliyordu.
Bay R'nin ergenlik döneminde dinsel bir cemaatle bağlantı içinde olan bir erkeği ülküleştirdiğini görüyoruz. Bay R'nin bu dönemi, Kohut'un “Bay Z'nin İki Analizi” (1979) adlı eserinde belirttiği olgunun erinlik döneminde ülküleştirdiği rehber danışmanla ilişkisini andırmaktadır. Bay Z, onu (rehber danışmanı) doğa sevgisi aşılayan bir tür ruhani lider gibi görmüştür. Kohut, ilk analizde bu ilişkiyi, derin düzeylerde ülküleştirilmiş anne ile ödipus öncesi mutluluğun tekrar etkinleşmesi olarak görmüştür. Oysa ikinci analizde bu varsayımdan uzaklaşarak, güçlü, baba gibi bir erkek figürün özlemine karşılık geldiği sonucuna varır. Zira ikinci analizde Bay Z, daima sahip olduğunu düşündüğü tek arkaik kendiliği (kendilik nesnesi anne ile bağlantılı olan) hafifleterek, yerine daha önce bilmediği, yeni kristalleşmeye başlayan, kendilik nesnesi baba ile bağlantılı, bağımsız bir çekirdek kendiliği etkinleştirme yoluna gitmiştir. Tekrar Bay R olgusuna geri dönersek, burada ülküleştirilen bir erkek kendilik nesnesiyle ilişki aracılığıyla erkeksi, girişken, bağımsız bir kendiliğin kurulmaya çalışıldığını (“Bay Z” örneğine benzer şekilde), fakat başarısızlıkla sonuçlandığını düşünebiliriz. Ülküleştirilen figürle ilişkinin sonlanması (“nesne kaybı”) örseleyici bir etki yaratmış, “dönüştürücü içselleştirme” libidonun dış nesnelerden çekilip içselleştirilen süreçlere yatırılması, bu sayede içsel yapıların oluşması süreci gerçekleşememiştir (Tura 2000). Kohut (1986), kendiliğin gelişiminde örseleyici olmayan, yerinde ve yeterli düzeyde yaşanan engellenmelerin önemine işaret eder. Dolayısıyla Bay R olgusunda psikolojik yapı oluşumunun tamamlanmadığı dikkati çekmektedir. Çocukluğunda, Bay R'nin annesiyle (ve anneannesiyle) ilişkisinde aynalanma gereksinimlerinin karşılanmadığı, büyüklenmeci-teşhirci kutbun gelişemediği düşünülebilir. Kendilikte yaşanan eksiklik, ülküleştirilmiş ana-baba imagosu kutbunun gelişimi yoluyla (çocukluk döneminde babanın, ergenlik döneminde dinsel bir cemaatin liderinin ülküleştirilmesi) telafi edilmeye çalışılmıştır.
Şimdiye kadar belirginleşen verilerin ışığı altında, Bay R'nin narsisistik kişilik yapısının ülküsel nesne açlığı içinde olan bir kişilik tipine uyduğu düşünülebilir. Kohut ve Wolf'a (1978) göre bu kişiler, prestij, güç, güzellik, zekâ ya da ahlaki önemleri bakımından hayran olacakları kişileri ararlar. Kendilerini, arayıp buldukları kendilik nesneleriyle ilişki içinde oldukları sürece değerli hissederler. Bazı durumlarda bu tür ilişkiler uzun sürer ve gerçekten her iki bireyin de dahil oldukları bir süreçtir. Fakat birçok olguda, içsel boşluk duygusu bu tür anlamlarla doldurulamaz. Ülküsel nesne açlığı içindeki kişilikler yapısal eksikliklerinin farkındadırlar, bu farkındalığın sonucunda, kendi Tanrı'larında gerçekçi eksiklikler ararlar (ve kaçınılmaz olarak bulurlar). Böylece yeni büyük figürün hayal kırıklığına uğratmayacağını ümit ederek, ülküleştirilebilir kendilik nesneleri arama süreci devam eder. Bay R'nin gerek iş ortamında, gerekse arkadaş ilişkilerinde temastan kaçınması belirgindi. Kohut ve Wolf'a (1978) göre narsisistik kişiliklerin sosyal temastan kaçınmaları ve yalıtılmaları ötekilerle ilgilenmemelerinden değil, tam tersine, ötekilere çok yoğun ihtiyaç duymalarından kaynaklanmaktadır. Başkalarına olan yoğun gereksinim reddedilmeye karşı aşırı duyarlı olmalarına yol açar, fakat daha derin ve bilinçdışı düzeylerde, mevcut çekirdek kendiliklerinin, özlemini çektikleri çevre tarafından yutulacağı ve yıkıma uğratılacağı korkusu vardır.
Bay R'nin tedavisinde “ülküleştirici aktarım”ın (Kohut 1971) etkinleştiği dikkati çekmektedir. Bay R zaman zaman büyüklenmeci düşlemlerinden de söz ediyordu. Örneğin kendisini bazı tarihi kişiliklerle (bir Osmanlı padişahının oğlu ya da peygamberin çevresindeki kişilerden biri) özdeşleştiriyordu. Bu kişilerin ortak özellikleri soylu, fakat yalnız, acı çeken, haksızlığa uğramış kişiler olmalarıydı. Ancak Bay R açık bir kibir ve büyüklenme içine girmiyordu. Etkinleşen ülküleştirici aktarım doğrultusunda terapist güçlü, yetenekli ve kurtarıcı olarak algılanmaktadır. Karşı aktarımda ise, çocuğunun beklentisini anlamadan onu terk eden anne (önceki terapisti) karşısında; ona yardım etmek isteyen, öfkesini yatıştırabilen, yalnızlık ve çaresizliğini gidermeye çalışan “kurtarıcı baba” imgesi etkinleşmiştir. Bu dinamikler, olgunun çocukluğunda anne ve babasıyla yaşadığı anıların (annesinin uzaklaşmasının ardından Bay R'nin düşmesi, fakat annesinin onu fark etmemesi ve annesi tarafından reddedildiğini hissetmesi; başka bir gün ise, kuyuya düştüğü bir sırada babası tarafından kurtarılması) tedavi ortamında, aktarım-karşı aktarım süreçlerinde tekrarlandığını düşündürmektedir.
Kohut (1971) narsisistik kişilik bozukluğu olan olgularda, önce ülküleştirmenin ve büyüklenmeciliğin arkaik biçimlerine gerilemenin olduğunu (bu dönemde kendilik birleşmiş konumunu sürdürür), daha sonra ise otoerotizm dönemine doğru gerilemenin derinleştiğini vurgular (bu dönemde kendilik parçalanmıştır). Bay R'nin zaman zaman sergilediği bazı belirtiler de narsisistik aktarım dengesinde bozulmanın, gerilemenin olduğu dönemleri düşündürmektedir. Örneğin terapistin ülküleştirildiği bir dönemde canlılık hissederken, ayrılık yaşadığı bir anda yeniden cansızlaşmakta, boşluk duygusu belirginleşmekte, işindeki verimi azalmaktadır. Ülküleştirdiği diğer kişilerden eşduyumlu yanıt alamadığı koşullarda (önceki terapisti ile yaşadığı gibi), Bay R'nin “mistisizm açlığı” devam etmektedir. Bu durumda ergenlik döneminde Tanrı'yla kurduğunu düşündüğü özel ilişki anına çekilmekte, esrime haline özlem duymaktadır. Bu durumda Bay R'nin “ülküleştirmenin arkaik biçimlerine (esrime, trans benzeri dini duygular; hipomanik kamçılanma)” (Kohut 1971) gerilediği düşünülebilir. Bazı dönemlerde ise Bay R bedensel (baş dönmesi, kaşınma ve titreme gibi belirtileri gelişmekte olan ağır bir fiziksel hastalıkla ilişkilendirdiği anlar) ve zihinsel (el ve ayakları kendine ait değillermiş gibi, parçalanıyorlarmış gibi algıladığı anlar) sağlığına ilişkin kuşkulara kapılıyor, kendini uyarmaya yönelik etkinliklere (yattığı yatakta sallanmak, başını tekrar tekrar yastığa vurmak şeklinde) başvuruyordu. Bay R'nin yaşadığı bu dönemler ise “otoerotizm (kendiliğin parçalanması)” düzeyine doğru daha ağır bir gerileme içine girdiğini akla getirmektedir.
Sonuç olarak, olgunun terapisinin bu döneminde kendilik nesnesi işlevi görülerek terapistin ülküleştirilmesine olanak tanınmış, ülküleştirici aktarımın erken bir şekilde yorumlanmasından kaçınılmıştır. Ancak süreç içinde aktarımda kaçınılmaz olarak gelişen kırılma-bozulma noktalarına (tatil nedeniyle ara verilmesinin ardından olgunun depresif olması, umutsuzluğa kapılması ve iş veriminin azalması gibi) odaklatılarak yaşanan örselenme aydınlatılmış, narsisistik aktarımın tekrar kurulması ve narsisistik dengenin korunması sağlanmıştır. Böylece, yerinde ve yeterli yaşanan bu engellenme sayesinde bir miktar narsisistik libidonun ülküleştirilen terapistten çekilerek olgunun ruhsal yapısına yatırılması, eksik olan içsel yapıya kazandırılması hedeflenmiştir.
Kohut kendiliği “üretici inisiyatifin, ‘ben çalışıyorum, ben yapıyorum’ coşkulu deneyiminin merkezi” olarak tanımlamıştır (1970).
Kohut utancın ego narsisistik (ideal) kendiliğin eksibisyonist isteklerine uygun bir çıkış sunamaması durumunda ortaya çıktığını söyler (1966). Diğer bir ifadeyle, narsisistik kendiliğin grandiözitesi baskın olduğu durumdaki başarısızlık duygusu olarak yaşanır. Güçlü idealler karşısında, göreceli ego zayıflığının olduğu durumda, narsisistik kişinin egosu içselleştirilmiş eksibisyonismin baskısı altında kalması utanca yol açar.
Utanca yatkın kişi hırslıdır ve ahlaki mükemmellik ve dışsal başarı arayışı içinde bütün başarısızlıklara yanıt vermektedir. Kohut iyileşmenin narsisistik yatırımda bir shift olması ile gerçekleştiğine inanır. Hasta narsisistik yatırımın bir kısmını analistin idealizasyonuna döndürür (shift). Böylece analistin idealizasyonu ve empatik başarısızlıkların işlenmesi yoluyla, hastanın eksibisyonistik grandiöz kendiliği daha gerçek bir kendilik-saygısına ve kararlı kendiliğe dönüşür.
Utanç eksibisyonizm ve grandiöziteye karşı bir savunma değildir, primer bir duygulanım olarak başka savunmaların gelişmesine neden olabilir.
Terapistin kendi utanç duygularını analiz etmemiş olması hastadaki utanç duygusuyla çakışarak bu duyguların fark edilmemesi ve işlenmemesi sonucunu doğurur.
Utanç terapi sırasında çeşitli şekillerde, sıklıkla gizli bir şekilde ortaya çıkar. Hasta nadiren utancından açıkça bahseder (kısmen bu utancın bilinçdışı doğası nedeniyledir), bunun yerine değersiz, komik ya da aptal hissettiğini söyler. Utanmanın dilini, utanmayla ilgili savunmaları (bağımlılık, inkar, geri çekilme, öfke, mükemmelliyetçilik, eksibisyonizm, kibir) öğrenmek faydalı olacaktır. Dürtü kontrol sorunları olan hastalarda hemen her zaman utanç mevcuttur.
Erik Erikson’ un kimlik kavramıyla Heinz Kohut’ un kendilik kavramı farklı kuramlar içinde yer almaktaysalar da her ikisi de ergenleri anlamak açısından çok yararlı kavramlardır. Kohut’ un kendilik psikolojisi kuramında kendilik, bebeğin ve daha sonra çocuğun idealize edilmiş ve aynalayan kendilik nesneleriyle yaşadığı deneyimleri içselleştirmesi sonucunda gelişir (Kohut 1987, 1988). Diğer taraftan Erikson’ un (1968) ego psikolojisi kuramında kimlik oluşumu, bebeklikten beri çeşitli özdeşimlerle inşa edilen ve ergenlik döneminde bu özdeşimlerin yeniden harmanlanması ve bir süreklilik-aynılık durumu kazanmasıyla çerçevesi çizilen bir psikososyal gelişim özelliğidir. Erikson kimlik oluşumunu çocukluk özdeşimlerinin yeni bir yapı içine seçici olarak özümsenmesidir ki bu süreç toplumun genci olduğu gibi ve olmak istediği şekliyle kabullenip tanımlamasını gerektirir şeklinde açıklamıştır. Bu ifadesiyle bir anlamda Erikson toplumun, kimlik oluşumu için aynalayan bir kendilik nesnesi olduğunu söylemektedir.
Kohut (1987), bebeğin iç potansiyellerinin anne babanın bebekten beklentileriyle karşılaştığında kendiliğin gelişmeye başladığını belirtir. Ama bebeklik çağındaki kendilik zayıf ve şekillenmemiştir, belli bir yapısı ve zaman içinde sürekliliği yoktur. Tümlük duygusu, süreklilik ve esneklik kazanabilmesi için başkalarına gerek duyar. Bu başkaları, Kohut’ un kuramında kendilik nesnesi olarak tanımlanmaktadır. Kendilik nesnesi kendiliğin uzantısı olarak algılanan kişidir. Kendini yatıştırma, güven duyma, bütünlük duygusu sağlama, duygu düzenlenmesi, özdeğer duygusunu sürdürebilme gibi kendiliğin işlevi olan ruhsal düzenlemeleri erken gelişim döneminde bebek için kendilik nesnesi olan anne yürütür, yani bebek annenin kendiliğini kullanmaktadır. Annenin çocuğa yaklaşımı, onunla kurduğu ilişki bebeğin gereksinimlerini doğru algılayan ve uygun tepkiler veren bir eşduyum (empati) özelliği taşıyorsa, anne bebeğin kendilik duygusunun gelişebilmesi için gerekli deneyimleri sağlayabilir. Annenin eşduyumlu yaklaşımı, anne-çocuk ilişkisinde bebeğin kendilik nesnesinin yaşantılarını ve duygu durumlarını kendisininmiş gibi algılamasını sağlar, yani bir anlamda anne bebek için ayna görevi görmektedir. Kohut’ un aynalama olarak tanımladığı bu işlev bebekteki kendilik gelişiminin temelini oluşturur. Annenin aynaladığı özellikler bebek tarafından kendisine uygun şekilde dönüştürülerek içselleştirilir. Kohut’ un transmuting internalization olarak adlandırdığı bu içselleştirme sürecinde bebeğin kendiliği kalıcı bir ruhsal yapı olarak gelişme fırsatı bulur. Kendilik geliştikçe kendilik nesnesinden farklılaşmaya ve ayrışmaya başlar ve zaman içinde çocukta, temelini anneden aldığı, ama onunkinden ayrı ve özgün bir kendilik duygusu gelişir.
Kendilik nesnesinin eşduyumsal yaklaşım yapamadığı durumlarda aynalama, içselleştirme ve ayrışma süreçleri aksar ve kendilik gelişimi uygun şekilde tamamlanamaz. Dolayısıyla kendilik işlevlerinin yürütülebilmesi için bir kendilik nesnesinin varlığına gereksinim sürer. Bu kişiler dışarıdaki bir kendilik nesnesinin desteği olmazsa kendilerini çaresiz, değersiz, eksik, boş ve kontrollerini kaybetmiş hissederler. Kohut (1978, 1988) bu durumu kendilik bozukluğu olarak tanımlamaktadır.
Klinik deneyimlerimiz ergenlerde görülen kimlik sorunlarının kendilik gelişimindeki bozukluklarla ilişkili olabileceğini düşündürdüğünden, bu yazıda kimlik kargaşası ve kendilik patolojisi gösteren bir vaka örneği üzerinden kimlik kargaşasının kendilik psikolojisi yönünden değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
OLGU
Bu olgu sunumundaki genç kızın kendi ismi saklı tutularak yazıda Ayşe olarak isimlendirilmiştir. Ayşe 20 yaşında, 5 çocuklu bir ailenin bir erkek ve üç kızdan sonra doğan 5. çocuğu. Anne ve baba her ikisi de 60?lı yaşlarda, emekli kişiler. En büyük ağabey 35, sonra gelen üç abla 33,29 ve 26 yaşındalar. Kardeşlerin hepsi evli. Ağabey ve küçük abla yurt dışında yaşamakta, diğer iki abla ile Ayşe?nin yakın ilişkileri var. Anne hukukçu, şair-yazar. Baba uzun süre kaymakamlık yapmış. Bu nedenle aile Anadolu?nun çeşitli yerlerinde yaşamış. Daha sonra babanın Ankara?da bürokratik bir göreve atanmasıyla aile Ankara?ya taşınmış ve Ayşe Ankara?da doğmuş. Annenin 44 yaşındayken menopoza girdiğini düşündüğü sırada hamile kalması gebeliğin de ancak 5. aydayken tanınmasına neden olmuş. Sezaryen ile doğan bebeği anne dışında herkes sevinerek karşılamışlar. İsmini ağabey, ölmüş bir militandan esinlenerek koymuş. 4 yaşına kadar anne çalıştığı için evde ablalar bakmışlar. 4 yaşındayken anne emekli olmuş, ama o sırada ailenin ilk çocuğu olan ağabey politik nedenlerle tutuklanıp idam isteği ile yargılanınca ölüm orucuna girmiş ve anne günlerini onun yanında geçirmeye başlamış. 1.5 yaşındayken kızamık sonrasında epileptik nöbetleri ortaya çıkan hasta 9 yaşına kadar antiepileptik tedavi görmüş. 13 yaşında nöbetler yineleyince yeniden ilaç başlandıysa da annenin engellemeleriyle tedaviyi düzenli sürdürememişler; şimdi ilaçlarını düzenli kullanmakta. Anne genel olarak insanlarla ilişkilerinde mesafeli, öfkesini belli eden ama sevgisini hiç ifade etmeyen biri olarak tanımlanmakta. Hasta annesinin kendisine dokunduğunu hiç anımsamıyor, bir başkası kendisine dokunduğunda da rahatsızlık duyduğunu ifade etmekte. Annenin hastayla ilişkisi bazı kuralların öğretilmesi, ilkelerin edindirilmesi çerçevesinde olmuş. 68 yaşında olan baba mükemmeliyetçi beklentilerinin yanısıra olumlu duygularını da ifade eden biriymiş, ama bunu yaparken de aşırı idealize edici sözler kullanır (?benim kızım herşeyi bir ıslıkla halleder? gibi) ve Ayşe?nin kendisi için özel bir yeri olduğunu hissettirirmiş.
Ayşe?nin küçükken kendine özgü sözcükleri varmış. Ör: pita oğlu pita, gibi. Bazan adını soranlara farklı isimler söylermiş. Bebekken çorabıyla uyurmuş. Sonra hiç bırakamadığı bir başörtüsü olmuş. İlkokul sıralarında baba birgün başörtüsünü zorla elinden aldığında çok ağlamış.
Ayşe 4 yaşında okumayı sökmüş ve babanın teşvikiyle günlerini hep okuyarak geçirmeye başlamış. Akran ilişkisi ilkokula başlayana dek pek olmamış, yalnız olduğundan oyun oynamak yerine kitap okumayı hep tercih etmiş. Evde anne baba, okulda da öğretmenleri tarafından yetenekleri nedeniyle çok öğülürmüş. Çok güzel resim yapar ve şiir yazarmış. İlkokul öğretmeni bile kendisine ?profesör kızım? diye hitap edermiş. Kendisini hep yaşıtlarından farklı hissetmiş ve bu farklılık kendisinin korkusuz olduğunu düşünmesine yol açmış. Daha sonraları da olumlu ya da olumsuz olsun ama hep farklı olmaya çalışmış. Epilepsisini de bir üstünlük olarak görmüş (büyük adamların hastalığı). Anne ve baba kızlarının entellektüel gelişiminden çok memnun olduklarından okuduğu şeylere karışmama gibi bir tavır içindeymişler, dolayısıyla Ayşe çok küçük yaşlarda hiçbir kısıtlama olmaksızın her konuda okur olmuş. İlkokula başladığında bilgi zenginliği nedeniyle kendisini yaşıtlarından çok üstün görmeye başlamış, onlarla ilişki kuramıyor olmasını da onların zaten kendisiyle konuşacak düzeyde olmadıklarını düşünerek kapatmaktaymış. O yıllardaki tek yakın arkadaşı kendisi gibi, hiç kimse tarafından sevilmediğini düşünen bir kızmış. Birgün arkadaşının önerisiyle tebeşir tozu içerek intihar etmeye karar vermişler. Bu denemelerinden daha sonra kimseye söz etmemiş. Orta okulda hiç arkadaşı olmadığı gibi sınıfta öğrencilerin yaptığı bir anketin sonucunda sınıfın en sevilmeyen kişisi olduğu ilan edilmiş. Kendisinin ateist olduğunu söyleyerek de arkadaşlarından çok tepki almaktaymış. Lisede iki arkadaşı olmuş, ikisi de kenarda kalmış, yardıma muhtaç çocuklarmış. Yaşıtlarıyla ilişki kuramamasına karşın çocuklar ve yaşlılarla iyi anlaşırmış. Anne 7-8 yaşlarındayken Ayşe?nin üzüntüsünü de sevincini de çok aşırı yaşadığını farketmiş. Bu yönden onu babaya benzetmekte ve bunu ?Baba da uçlardadır. Her ikisi de düşünce ve yaptıklarında en uç noktaya kadar gitmeyi ister? şeklinde ifade etmekte. Okul başarısı hep uçlarda olmuş: ya sınıf birincisi olur ya da sınıfın en kötüleri arasında olurmuş.
İlkokul sıralarında Sezen Aksu?ya tutkulu bir bağlılığı ortaya çıkmış, tüm kasetlerini alır, konserlerine gitmek ister, radyo ve TV?daki şarkılarını hiç kaçırmazmış. Sonra mitoloji okumaya merak sardığı bir dönemde Apollon?a aşık olmuş. İlk kez 12 yaşındayken yaşıtı birine, bir sınıf arkadaşına aşık olmuş. Önceleri sadece evdekilere onu ne kadar sevdiğini anlatırken sonra bu arkadaşına mektup ve şiirler yazmaya başlamış ve giderek yoğunlaşan duygularıyla bu ilişki Ayşe?nin kafasında sürdürdüğü bir tutku halini almış. Onun kalemtraşla açtığı kalem artıklarını toplar eve getirip saklarmış, ders aralarında camdan dışarıda oynamakta olan arkadaşını seyreder, bazen da ilgisini çekmek için başına silgi v.b. atarmış. Beden eğitimi derslerine girmez, erkeklerin soyunma odasına gidip arkadaşını görebilmek için beklermiş. Diğer çocukların alaylarına maruz kalmasına rağmen bu saplantılı davranışlarından vazgeçmiyormuş. Erkek arkadaşı birgün sınıftaki başka çocukların yanında açıkça kendisinin ona karşı böyle duygular taşımadığını ve ikisinin sadece sınıf arkadaşı olabileceklerini söylediği zaman bu sevgisinin karşılıksız olduğunu anlamış. Bu reddedilme karşısında çok üzülmüş, çok ağlamış. Kendisini çok yalnız ve boş hissetmiş. O günlerde okula gidip gelen kendisi değil de sanki bir başkasıymış gibi hissediyormuş. O dönemde sayı sayma, bazı hareketleri belli sayıda yapmaya çalışma gibi takıntı belirtileri ortaya çıktığından bir üniversitenin Çocuk Ruh Sağlığı bölümüne başvurmuşlar. Ancak annenin işbirliğine yanaşmaması nedeniyle devam etmesi önerilen psikoterapiyi kısa sürede kesmişler. Oradaki değerlendirme sürecinde kendisinden bir çocuk resmi çizmesi istendiğinde kendisiyle hiç uyumlu olmayacak kadar süslü, bakımlı güzel bir kız çizmiş. Anlattığı öyküde bu güzel kız çok öfkeli ve öfkesini etrafındakilere anlatamadığı için de intihar etmeye gidiyormuş. Yine o günlerde yaptığı bir resim psikotik öğeler taşımaktaydı (beden parça parça olmuş, bir kısım beden parçaları beden sınırlarının dışında yer almakta). O günlerde kendisine yakınlık gösteren tek kişi mahalledeki dindar bir ailenin yaşıtı olan kızı olmuş. Onunla arkadaşlık ederken müslümanlıkla ilgili kitaplar okumaya başlamış ve kapanmaya karar vermiş. Bu kararına özellikle ateist olan anne çok tepki göstermiş, kapanırsa bir daha aileden kimseyi görememekle tehdit edince Ayşe kapanmaktan vazgeçmiş. Aynı sıralarda okuldaki yabancı dil öğretmeni olan bir kadına çok bağlılık duymaya başlamış, bu bağlılığıyla birlikte aşırı bir yabancı dil öğrenme merakı ortaya çıkmış. Okulda öğretilen iki dili çok iyi öğrendiği gibi ayrıca iki yabancı dili de kendisi çalışarak öğrenmiş. Yabancı dil öğretmenlerine bağlılığı, her yıl değişmelerine karşın liseyi bitirene kadar sürmüş. Bunlardan sadece biri erkekmiş. Bu kadın öğretmenlerden birini görebilmek için daha sonra onun ülkesine kadar gitmiş. Lise 1. sınıfta din dersi öğretmenleriyle birlikte bir kilise görmeye gitmelerinden sonra da hristiyanlığa merak sarmış ve hristiyan olmaya karar vermiş. Bu sefer anne, ailesinden söz etmesi gereken yerlerde hristiyan olduğunu açıklamaması koşuluyla hristiyan olmasına izin vermiş. Böylece kilise çevresine giren Ayşe dini bilgileri öğrenme ve uygulamadaki becerisi ile o ortamda bulunanların ilgi ve takdirlerini kazanarak kendine bir çevre edinmiş. O sırada kilisedeki papaza aşık olmaya başladığını farkedince oradan ayrılıp başka bir kiliseye geçmiş. Üniversite 1. sınıftayken gittiği bir konserdeki orkestra şefine aşık olmuş, her konsere gidip onunla tanışmak için çabalamış. Bu arada kilisede tanıştığı bir kadın aracılığıyla koyu katolik rahibelerden oluşan bir tarikatla bağlantı kurmuş ve bu tarikatın öğreti ve uygulamalarını öğrenmeye başlamış. Okulda kendisini arkadaşlarına hristiyan olduğunu söyleyerek tanıtıyormuş. Bu nedenle de, genellikle olumsuz olan tepkiler almaktaymış. Olumlu bir arkadaş ilişkisi kuramamış. Birinci sınıfta iyi olan ders başarısı 2. sınıfta çok düşmüş. O yıl kilisedeki papazlardan birine aşık olmuş, dini açıdan bunun büyük bir günah olduğunu bildiğinden yoğun bir çatışma içindeymiş. Çok okuyan, entellektüel ilgileri olan bir genç kızken o yıl giderek ilgileri azalmış, ablalarıyla kısıtlı olarak sürdürdüğü dialoğu ve entellektüel paylaşımı çok azalmış. O ders yılının sonunda ailesine okulu bırakmaya ve rahibe olmaya karar verdiğini açıklamış. Anne önce karşı çıktıysa da sonra ?o zaten çocukluğundan beri tuhaftı, şimdi de böyle bir seçim yapabilir? diyerek kabul etmiş ve engel olmak isteyen ablaları da yatıştırmış. Yaz döneminde deneme için 2 hafta kadar manastıra gidip rahibelerle yaşayan hasta oradan döndüğünde ablalarının ısrarıyla, manastıra kesin kapanmadan önce epilepsisinin tedavisine destek olması için psikoterapiye gelmeyi kabul etmiş.
İlk görüşmedeki ruhsal muayene özellikleri şöyleydi: yaşından oldukça küçük görünmekte, çok kısa saçları, giyinimi ve duruşuyla aseksüel bir görüntü vermekteydi. Düşünce içeriği ve akışında bir bozulma saptanamadı. Yüzünde belirgin bir duygulanım ifadesi yoktu, duygularını ifade etmekten kaçınmaktaydı. Rahibelerde görünen sakinlik ifadesini korumaya çalıştığı anlaşılmaktaydı. Motor davranışları normaldi.
Bu yazının kapsamında olmadığı için tedavi süreci burada verilmemiştir. Kısa bir bilgi olarak: terapi kendilik psikolojisi yaklaşımıyla sürdürüldü. Hasta rahibe olmanın ?kendisini? terketmek anlamına geldiğini anladığında manastıra kapanmaktan ve rahibe olmaktan vazgeçebildi; bir yıl aradan sonra okuluna geri dönerek başarıyla mezun oldu ve o arada yazdığı öykü ve şiirlerle iki ödül kazandı. Halen mesleği ile ilgili bir işte çalışmaktadır.
TARTIŞMA
Ayşe ile ilgili verilere bakıldığında psikososyal gelişim açısından baktığımızda oral dönemde beklenen anne-çocuk ilişkisindeki karşılıklılığın hiç olmadığını görüyoruz. Buna bağlı olarak Erikson?un (1963) tanımladığı bu dönemde kazanılan temel güven duygusunun kazanılmasındaki eksikliği hasta sürekli ilişkilerinde; ideolojilerde, dinde bulmaya çalışmaktadır. Yine bu dönemdeki gelişim bozukluğuyla bağlantılı olan alma-verme becerilerinin gelişimindeki aksaklık hastanın sosyal ilişkilerindeki beceriksizliğinde kendini göstermektedir. Anal döneme ilişkin öyküden elde edilen veri pek yoksa da hastanın uzun süre yoğun şekilde süren saplantı ve takıntılarının olması bu dönemdeki psikososyal gelişimiyle ilgili olarak özerklik duygusu eksikliği olabileceğini düşündürmektedir. Hastanın insan ilişkilerini, aşırı bağlanma ve tutkulu tutunmalar şeklinde yaşadığı göz önüne alındığında psikososyal açıdan bu dönemde kazanılması beklenen tutma-tutabilme, bırakma-uygun zaman ve şekilde bırakabilme becerilerinin gelişiminde de önemli aksaklıklar olduğu söylenebilir. Hastanın ödipal çatışmasını da sağlıklı bir biçimde yaşayamadığını görmekteyiz. Anneyle yakın bir ilişki kurulamadığından uygun bir özdeşim nesnesi olamadığı görülmektedir. Hasta kendisini hep babaya daha yakın hissetmiş olmakla birlikte bunu ifade etmesine bile izin verilmemiş. ?Sen kimin kızısın?? diye sorulduğunda ?ikinizin? diye yanıtlaması öğretilmiş.
Latans dönemde entellektüel becerileriyle kendini var etmeye çalışan hastanın adolesansla birlikte çok bocalamaya başladığı, olumlu ilişkiler kuramamanın yanısıra aşk, cinsellik gibi duygularla da başetmekte güçlük çektiği görülmektedir. Dine yönelmesinin getirdiği cinsellikten arındırma (deseksüalizasyon) ile hasta bu alandaki güçlüğüne bir çözüm bulmuş gibidir. Kimlik kargaşasını çok yoğun yaşamasında önemli rol oynayan bir diğer nokta hastanın ismiyle kendisine verilmiş olan duygusal yüktür. Sol görüşlü bir ailenin çocuğu olarak ölmüş bir devrimcinin adını taşıyor olmak, tıpkı ölen çocuğun adının ondan sonra doğana verilmesinde olduğu gibi ölü bir kardeşin ruhunu bedeninde taşıyor olmanın yüküdür ve bu yük hassas bir süreç olan kimlik oluşturma sürecini ezici bir biçimde etkileyebilir. Hastanın çocukken adı sorulduğunda başka isimler söylemesi, kimlik kazanma sürecinde bu ismin yükünü yok etmek istercesine aşırı uçta dine yönelmesi bir anlamda ailenin kendisine yüklediği misyon dışında onlardan farklı olmaya çalışarak kendini bulma, bir varoluş şekli ve kimlik kazanma çabalarıdır.
Öte yandan kendilik psikolojisi açısından Ayşe?nin gelişim öyküsüne bakıldığında erken dönemdeki anne çocuk ilişkisinde önemli aksaklıklar olduğu görülmektedir. Anne tarafından daha gebelik sırasında olumsuz karşılanan bebeğe anne pek bakım verememiş, 4 yaşa kadar en büyüğü lise öğrencisi olan 3 abla tarafından bakılmıştır. O dönemde yeterince uygun aynalama yapılmadığından kendiliğin eksibisyonistik -grandiyöz kutbunun gelişemediğini ve ayrışma-bireyleşme sürecinde hastanın hala bütünleşilecek öznesnelerine duyduğu gereksinim nedeniyle geçiş nesnelerine olan bağlılığını bırakamadığını görmekteyiz. Babayla kurduğu ilişkide ise kendiliğin idea-lizasyon kutbu abartılı bir şekilde desteklenmiş ve hastanın gerçek hayata geçiremediği grandiyöz fantazilere saplanmasına neden olmuştur (çok zekidir, herşeyi bir ıslıkta halleder). Kendiliğin her iki kutbunun gelişimindeki bu aksama ve bütünleşememe nedeniyle çocukluk sonrasındaki dönemlerde de hastanın insanlarla ilişkilerini hep idealize kendilik nesnesi ilişkisi (Kohut?un deyimiyle ?idealizing transference?) şeklinde yaşadığı, hep kendisi için ideal olabilecek kendilik nesnelerine aşırı bağlandığı ve onlarla bütünleşerek kendilik bütünlüğünü de sağlamaya çalıştığı anlaşılmaktadır.
Sosyal ilişkileri hep kısıtlı kalmış olan hastaya sağlıklı insan ilişkileri öğretilmeye pek çalışılmamış, aile ve çevre tarafından onun zeki ve çok okuyan bir çocuk olduğundan birçok şeyi okuyarak öğrendiği ve bildiği adeta varsayılarak (?profesör kızım?, ?benim kızım bir ıslıkla herşeyi halleder? gibi) kendilik imgesinin gerçek dışında şişirilmesine; yol gösterilmediği gibi hep mükemmel hedefler konup eleştirilerek (karnesinde bir tane dokuzu olduğunda ?bu neden 10 değil? diye sorulması) ulaşılmaz bir kendilik ideali geliştirmesine katkıda bulunulmuştur. İlkokul döneminin sonuna kadar grandiyöz fantazileriyle kendilik bütünleşmesindeki eksikliğini kapatmaya çalışan hastaya adolesan dönemde bu savunmaların yetmediği, aşık olduğu gence bağlılığını gerçekten kopacak düzeyde yaşadığı ve reddedilerek karşılaştığı narsisistik örselenme sonrasında da bir bölünmenin (splitting) ortaya çıktığı, ağır obsesif-kompulsif belirtiler ve psikotik sayılabilecek davranışlar (ör: arkadaşının kalem çöplerini saklama, erkek soyunma odasında bekleyip onu görmeye çalışma gibi) geliştirdiği görülmektedir. O dönemde çizdiği resimde de parçalanmışlık duygusu bedenin çeşitli parçalarının dağılmış olmasıyla kendini göstermektedir.
İçsel süreçlerde bütünleşememe sorunları olan hastanın kendilik gelişimine önemli derecede olumsuz etkisi olan bir olay da 13 yaşında yeniden ortaya çıkan epileptik nöbetlerdir. Ergenlik döneminde beden gelişimi kendilik kavramının önemli bir boyutunu oluşturur (Burns, 1979). Beden gelişimiyle ilgili aksamalar, yapısal bozukluklar ve kronik fiziksel hastalıklar kendilik bütünleşme sürecini bozarlar. Hastanın epilepsiyle başedebilmeyi de grandiyöz narsisistik bir biçimde (epilepsiyi büyük adamların hastalığı olarak kabul edip bir üstünlük varsayarak) sağladığı görülmektedir.
Adolesansın ilerlemesi ve kimlik sorunlarının gündeme gelmesiyle kendilik imgesinin zorlandığı ve hastanın ciddi bir kimlik kargaşası içine düştüğü ve bütünleştiremediği kendilik duygusunu sağlamak için çeşitli doktrinlerin, dinlerin kuralları çerçevesinde kendine bir kimlik edinmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Dine yönelmesiyle, ki en mutlakiyetçi ve mükemmeliyetçi şekliyle katolik olmuştu, başarısız olduğu insan ilişkileri konusuna da bir kılıf bulmuş, kilise ortamındaki dindar gençler arasında mükemmeliyetçiliği, birçok kuralı herkesten önce öğrenmesiyle kendine bir yer edinmiş ve bir varoluş şekli kazanmıştır. Kendi ifadesiyle ?ideal edindiği kendini adama işlevi insanlarla güvenilir olmadığından, kendisine hayal kırıklığı yaratmayacak bir bağlanma objesi arayışı ortaya çıkmış ve Tanrı?da karar kılmıştır?. Kimlik arayışının bu yönelişinde şüphesiz ki bölünme sonucunda olumsuz ya da kötü taraflarını iyi taraflarından ayrı tutmaya çalışma ve ideal bir nesne ile bütünleşerek kendilik imgesinin bütünlüğünü koruma yolundaki bilinçdışı çabasının önemli rolü vardır. Hastanın geldiği son noktadaki rahibe olma kararı bu açıdan bakıldığında oldukça anlaşılabilirdir. Görülüyor ki, Ayşe?nin kendilik patolojisi, kendilik gelişiminin önemli bir evresi olan ergenlik döneminde kendiliğin bütünleştirilmesini (integration) olanaksız kılmış ve bu dönemde ağır bir kimlik kargaşası içine girmesine neden olmuştur.
Burada Kohut?un ?kendilik? kavramıyla Erikson?un ?kimlik? kavramı çakışmaktadır. Kendilik ve kimlik ya da ego ilişkisi hakkında söz söylemiş çeşitli yazarlar vardır (Çuhadaroğlu 1994, Gökler 1995). Örneğin Jung (1934), kendiliğin ego ile arketiplerin toplamına eşit olduğunu söylemiştir. Ryce-Menuhin (1988) kendilik kimliğinden (identity of self) söz eder ve bunun zaman ve uzay içinde temel bir aynılık duygusunun algılanması olduğunu vurgular. Jacobson (1964) ise kendilik algısının bir ego işlevi olduğunu, kendilik tasarımlarının da bilinçdışı ego idealiyle aynı olduğunu vurgular. Önceleri ego kimliğinden söz eden Erikson (1968) ise daha sonra ?en belirsiz anlamıyla kimlik, başka yazarların kendilik kavramı, kendilik sistemi, kendilik deneyimi olarak ifade ettikleri şeydir? demiştir; kimlik oluşumunun bir kendilik ve bir de ego yönü olduğundan sözeder: ?....egonun psikososyal işlevinin birleştirici gücünden söz ederken ego kimliği, kişinin kendilik imgesi ve rol imgelerinden söz ederken de kendilik kimliği kavramları kullanılabilir.?
Sonuç olarak, kimlik duygusunun kendilik organizasyonunda süreklilik duygusunu ifade eden bir kavram olduğu söylenebilir. Aynı zamanda kendiliğin nesnelerle ve sosyal çevreyle ilişkilerini de tanımlar (sosyal kimlik, cinsel kimlik ve mesleki kimlik olarak). Öyleyse kimlik, kendilik organizasyonunun ve işlevlerinin özel bir yanı olarak kabul edilebilir. Kimlik duygusunun gelişememesi, kendisinin nasıl biri olduğunu tanımlayamama gibi kimlik kavramına ilişkin sorunlar, yukarıdaki olguda da görüldüğü gibi kendilik bütünleşmesinde aksamaların, yani bir kendilik patolojisinin göstergesi olabilecek klinik tablolar oluşturabilir.
Kimlik gelişiminin kendilik gelişimi i
Dostları ilə paylaş: |