Nur Vergin
KİŞİSEL TARİH VE KİMLİK İNŞASI:
nasIl türk olunur?
Nur Vergin
Bazı insanlar başlığı yadırgayabilir. Ona itiraz edenler de olabilir. Bir millete mensup olma fikrinin ve bağlılık duygusunun bir süreç sonucu meydana gelmediğini düşünenler, bunun her bir bireyin çocukluğundan itibaren izlediği güzergâh ve kişisel hayat hikâyesi uyarınca çoğu zaman farkına varmadan yavaş yavaş ortaya çıktığını kabul etmeyebilirler. Türk olmanın doğuştan sahip olunan bir vasıf olduğunu ileri sürebilirler. Türk olmanın ellenemez, değişemez ve somutlanması mümkün olmayan, neredeyse metafiziksel bir veri olduğu fikrini benimseyebilirler. Genetik ve ırsî bir haslet olduğunu savunabilirler. Özcü yaklaşımlardan yana olanlar, Türk olmanın bir takım ırk özelliklerinden kaynaklanan bir nitelik olduğunu da belirtebilirler. Kafalarında kurguladıkları bu özellikleri taşımayanlara kuşkuyla bakabilirler. Bazıları, çizdikleri resme benzemeyenlere “sonradan olma”, devşirme, dönme, sabetaycı, mühtedi, nesebi belirsiz ve iyice karışık anlamına gelen mağşûş sıfatlarını da yakıştırabilirler. Türk olmayı kendi zihinlerindeki dapdaracık daireye hapsedip onu bunu, konu komşuyu ve kafalarındaki tarife tıpa tıp uymayan herkesi dışlamayı tercih edebilirler. Bu insanlara anlatacak meramım yok. Bu yazı çerçevesinde millet-milliyet-milliyetçilik konusunda akademik bir tartışmaya girerek entelektüellik taslamaya da niyetim yok.
Burada amacım, benim Rumelili bir Türk babadan olma ve Giritli bir Türk anadan doğma bir insan olarak Türk oluşumu şahsen peyderpey inşâ etmiş olmamla ilgili birkaç anımla beraber tespitlerimi paylaşmak. Bunu yaparken de, soy sop özelliklerimi suret-i katiyede gözardı etmemekle beraber, Türk oluşumun ailemin Türk olmasına indirgenmemesi gerektiğine ışık tutmak. İddiam şu ki, Türk oluşum sadece doğuştan gelen bir veri değil, bizâtihi hayat hikâyemin, yani biraz da tesadüflerin yol açtığı millî kimlik inşâ sürecimde beni getirdiği nokta. İpek böceğinin kozasını örmesi misali, hayatım boyunca yavaş yavaş yaşadığım tecrübelerin, elde ettiğim bilgilerin, kazandığım aidiyet duygusunun, heyecanlarımın ve kaygılarımın benliğimi bir süre sonra karşı koyamayacağım bir şekilde zaptetmesi hadisesi. Duyguyla bilincin buluşması. Yetiştirilme tarzıyla ortaya çıkan bir takım tercihlerin galebe çalması. İradeyle reflekslerin izdivacı.
KİMLİĞİN İNŞASINDA İLK ADIMLAR
Hafızamı yokladığımda anlıyorum ki, Türk olma sürecim Türkler’den önce Türkiye’ye karşı duyduğum ilgiyle başladı. Altı yaşındaydım ve babaannemin yanında yaşıyordum. O zamanlar Ankara’da bazı geceler karartma vardı. Karanlıkta oturur, radyonun lambasının ışığıyla yetinirdik. Babaannemin deyimiyle “Bolşevikler’in” üzerimize salma ihtimali olan ürkütücü uçakları izlemek için başkentin semalarında süzülerek gezinen ışık hüzmelerini seyrederdim. Korku içinde ve içime işleyen bir savunmasızlık duygusuyla. Derken, bir gün, eve gelen Ulus gazetesinde bir manşet: Molotov adındaki biri Türkiye’yi tehdit etmiş, evde adı kulağıma çalınan Necmettin Sadak da (yoksa Hasan Saka mıydı? Tam hatırlayamıyorum) bu kötü adama haddini bildirmek için “Türkiye demir leblebi” diye cevap vermiş.
Bu benim için bir hadise oldu. Yaşadığım ülkenin tehdit edilmesi, Türkiye’nin demirden de olsa minnacık bir leblebiye benzetilmesi gücüme gitti, beni günlerce meşgul etti. Alt üst oldum. Gerçi evde sabah akşam büyüklerden Anafartalar’ı, Conkbayırı’nı, Balkan bozgununu, Fransızlar’ın Adana’dan kovulmalarını hiçbir şey anlamadan dinliyordum, kayıtsız ve gamsız. Ama vatan, vatan toprakları mefhumum henüz sarih değildi.
Türkiye fikrinin beynime saplanması “demir leblebi” meselesiyle başladı. İkide bir haritayı açıp bakıyordum: tepemizde kocaman, SSCB diye bir şey. Nasıl üstesinden gelecektik ki? İşte, Türk olduğuma dair ilk farkındalık netlik kazanmaya başlıyordu, Sovyet tehditinin bende tetiklediği korku ve savunma içgüdüsüyle filizleniyordu. İlginçtir, tıpkı çağdaş sosyolojinin de belirttiği gibi, beni ben etmeye sevk eden belirleyici etken bir ‘ötekinin’ somut olarak algılamaya başladığım varlığı oldu. Bir sonraki 23 Nisan’da resmî geçiti izlerken elime tutuşturulan kâğıttan Türk bayrağını daha büyük bir şevkle salladığımı ve yine evdeki kitaplara gömülüp diğer ülkelerin bayraklarıyla karşılaştırmalar yapmanın sonucunda bizimkini daha güzel bulduğumu dün gibi hatırlıyorum.
Bu nedenledir ki zahir, yazarların millî aidiyet duygusunu geliştiren süreçle ilgili anılarının anlatımına merakımı hiç yitirmedim. Örneğin, yakın zamanlarda okuduğum Fransa’nın ileri gelen bir siyaset bilimcisi, millî aidiyet olgusunun “her şeyden önce bir heyecan” hadisesi olduğunu bakınız nasıl anlatıyor: “[…] yıl 1940, felsefe okumak için üniversiteye başlayacağım. Yolda yürürken, birden yanımdan geçen bir Mercedes kışlanın önünde duruyor. İki Alman subayı iniyor. Onları ancak bir saniye gördüm ama bu allak bullak olmama yetti. İçimde aniden bir nefret patlaması. [...] İşgâl altındaki bölgede değiliz ve bunlar istilâcı değil, muhtemelen askerî bürokrasinin idarî personeli. Ama olsun, üniformalarını görmüş olmam ülkenin üçte ikisinin yenilgisini ve işgalini de gösteriyor. Bu benim kişisel bir aşağılanma duygusuna kapılmama neden oluyor ve kin besliyorum. Birden, kalbimin derinliklerinde Fransız milletine ait olduğumun farkına varıyorum”.1
Evet, besbelli ki insanlar millî aidiyetlerini bir takım milliyetçilik teorilerini okuyarak edinmiyorlar. O aidiyet duygusunu daha önceleri tetiklemiş olan bir hiddet ya da şevk ânı, bir olay ya da bir sorun yoksa, okunan tarih kitaplarının da millî duyguyu yeşertmeye yetmeyeceği besbelli. Nitekim, tarihi Fransa’da okumuş olmam kendimi Fransız hissetmeme yol açmadı. Açmadı, çünkü başka bir millî toplulukla bağlarım daha önceden kurulmuş bulunuyordu. Fransız tarihini öğrenmek beni Fransız yapmadı. Oysa ki, Türk tarihini bilmememe ve hattâ Türk vatandaşı ya da Fransız vatandaşı olmak nedir ne değildir konusunda en ufak bir fikrim olmamasına rağmen millî kimliğimi inşâ etme sürecimde karınca kararınca yol katetmeye başlamış bulunuyordum. Bağ kurulmuştu ve sağlamdı. Duygu artık bilgi mertebesine erişmişti: Türk olduğumu biliyordum.
Yukarda aktardığıma benzeyen nice tanıklık, millî duyguyla tanışmanın büyük bir duygu patlamasının eşliğinde meydana geldiğini gösteriyor. Çok güçlü ama belki de vazgeçilmesi mümkün olmayan, dizginlenmesi olağanüstü bir özdenetim gerektiren bir duygu. İnsanı sahip olduğu birçok maddî ve manevî imkân ve değerlerinden seve seve ferâgat etmeye razı eden, fedakârlığa sürükleyen bütün sevdalar gibi, yarattığı gerilimden olsa gerek, içinde bir miktar acıyı da barındıran bir duygu bu. İnsanı (ve bir milleti) hem ihya eden hem mahvolmasına neden olan bir duygu. Bir yönüyle hiç şüphe yok ki, yüceltici. Ama üstünlük hülyalarıyla yozlaştırıldığında, akılla giriştiği rekabette galip geldiğinde, hele ideolojik-doktriner sistemlere bürünerek ‘izm’lere hapsolduğunda yenilgiye yol açan, sahibini de, maruz kalanını da perişan eden, kahredici ve yıkıcı olabilen bir duygu. Tarih bunun sayısız örnekleriyle dolu.
Türkiye’yi sahiplenmemden kısa bir zaman sonra Türk olduğumu da daha henüz yeni keşfetmiştim ki, kader ilkokulu milliyetçiliğin bir nevi kalesi olan Fransa’da okumama yol açtı. İkinci Dünya Savaşı biteli dört yıl olmuş. Ülkeleri tarumar olan Fransız halkı yaralarını yeni sarıyor. Almanya’dan nefret ediyor. Savaşta Fransa kadar harap olmadığı için İngiltere’den nefret ediyor. Kurtarıcıları olduğu için Amerikalılar’dan da nefret ediyor. Yabancı düşmanlığı had safhada. Türkler’den de nefret ediyorlar mı? Bilmiyorum ama içimde bir endişe de yok değil. Ben orada bir yabancıyım, dikkatli olmam ve düşünerek adım atmam gerektiğini hemen kavrıyorum. Dili çabucak öğrenebilmem için yatılı bir mektebe konuluyorum. İntibak etmek, arkadaş edinmek, yoktur birbirimizden farkımız dedirtmek için olağanüstü bir gayret gösteriyorum ama dikkat çeken ve bazen de alay konusu olan ufak tefek farklılıklarım var. Örneğin, yemekhanede yere düşen ekmek parçalarını toplamak ve öpüp başıma koymak gibi tuhaf karşılanan ve hayatım boyunca vazgeçmediğim ‘aykırı’ davranışlarım var. Yüzümü diğerleri gibi lavaboda birikmiş suyla değil, musluğu açıp akar suyla yıkamak için direndiğimde diğer çocuklar beni seyrediyor ve kıkır kıkır gülüyor. Geceleyin yatakhanede istavroz çıkarıp toplu duaya katılmadığım için yadırganıyorum ve sonuçta mutsuzum.
Mutsuz olmamın bir nedeni de coğrafya kitabımızdaki ırklar haritasında Türkiye’nin sarı ırka dâhil bir alan olarak gösterilmesiydi. Arkadaşlarımın bana “sen Türksün, beyaz ırktan değilsin” demelerine canım sıkılıyordu. Sarı ırktan olma fikri her nedense hoşuma gitmiyordu. Kolumu uzatıyor, arkadaşlarımın koluyla yan yana koyup renginin onların birçoğununkinden daha beyaz olduğunu ispatlamaya çalışıyordum. Ayrıca Ankara ve İstanbul ile sınırlı küçücük Türkiye dünyamda rengi sarı olan kimseyle karşılaştığımı hatırlamıyordum. Türkler’in sarı ırktan gösterilmesine içerliyor, rencide oluyordum. Haftasonu beni okuldan almaya gelen babam, bir seferinde beni merdivenlerin basamaklarında oturmuş, hıçkıra hıçkıra ağlarken görmüş, üzülmüş. Bu durum onun bana hayatımın dersini vermesine neden oldu. “Bak, kızım, sen Türksün” dedi, “sınıf birincisi ya da en azından ilk üç arasında olmak zorundasın, yoksa seni burada kimse ciddiye almaz, arkadaşlık etmez, yalnız kalırsın”. Evet, ben Türktüm ve sırf bu nedenle birinciler arasında olmalıydım. Türk oluşumu bir nevi telâfi etmeliydim. Aksi takdirde saf dışı kalırdım, ezilirdim. O hâlde, Türk olduğum için çalışkan olmalıyım, çok çalışmalıyım, vasat bir öğrenci olma lüksüm yok. Bana değer verilmesi ve eşit olabilmek için gerekeni yapmalıyım, sınıf arkadaşlarımı geçmeliyim. Kapasitemi sonuna kadar zorlamalıyım. Çünkü ben Türk’üm, itilmemek, dışlanmamak istiyorsam, kaale alınmaya ve sevilmeye tâlipsem, öğretmenlerimin takdirini toplamalıyım, arkadaşlarımın bana imrenmelerini sağlamalıyım. Kendimi bu korkunç cendereye sokmalıyım. Cendere, zamanla gevşeyerek de olsa doktoramın bitimine kadar sürdü!
Ne var ki, yıllar geçtikçe nazlanma ve kapris yapma hakkım da doğdu. Misal, tarih derslerinde orta okul ve lise öğretmenlerimin beni kitaplardaki yaklaşımdan ötürü rencide eden ama karşı koymaya bilgimin yetmediği “Şark Meselesi”nden imtihan etmemelerini sağladım. Tarih kitaplarında değişmez bir kalıp halinde yer alan “Kostantinopol’ü Türkler’in zulüm ve zorbalığından kurtarmak” gereğine işaret eden cümlelere ve milliyetime karşı husumet dolu klişeleştirilmiş cümlelere ifrit oluyordum. Hattâ daha ileri giderek, Attila’nın da ders kitaplarında hep “Tanrı’nın kırbacı” ya da “belâsı” olarak tanımlanması kalbime hançer gibi saplanıyordu. Attila’dan ötürü derslerde anlatılan Avrupa’ya akın eden diğer “barbar” istilâlarını da es geçiyordum. Muhtemeldir ki çocukluğumda Ankara’da geçirdiğim iki yıl zarfında Attila adını duymuşluğum vardı. Bir yerlerden hayâl meyâl hatırladığım bu isim bana Türklüğü çağırıştırıyordu. Onun Avrupa’ya sökün eden diğer “barbar”lardan ayrıştırılarak “belâ” olarak vasıflandırılmasına karşı tepki duyuyor ve tuhaf bir biçimde kendimi bizzat hakarete uğramış hissediyordum. Bu ibareyi kitaplardan silmeye tabii ki gücüm yetmezdi ama tarih derslerinde başarılı olmam nedeniyle öğretmenlerimin gözde öğrencisiydim. Onların sınıfta Attila’dan bu şekilde bahsetmelerine engel olma şansım vardı ve oldum.
Bu tür didinmelerim üniversite yıllarımda da hızını artırarak devam etti. Mısır asıllı bir hoca Osmanlı’yı ve hâlihazırdaki Türkiye’yi küçük düşürücü şekilde anlattığı için resmen kazan kaldırdım. O yıllarda şimdiki gibi “nefret suçu” mefhumu dünyada henüz gelişmemişti gerçi ama kampanyam netice verdi. Bu adamın derslerine son verilmesini sağladım. Güya komünist olduğu için takibata uğrayan, hapis yatmamak için Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan, Amerikan vatandaşı olmuş ve bize misafir profesör olarak gelen dünya çapında bir sosyal psikolog olan Muzaffer Şerif’in dersini Sorbonne’un kolay kolay pek kimseciklere açılmayan en görkemli amfisinde yapmasını sağladım. Şimdi vardığım noktada ve kendi ülkemde yaşamanın da verdiği rahatlıkla çocukluk ve toyluk addedilebilecek, birçoğumuza saçmasapan gibi gelebilecek bu türden birçok harekette bulundum. Avrupalılar’ın kolektif bilinçaltına demir atmış Haçlı Seferleri zihniyetiyle hep küçük görmek istedikleri Türkler’in de kendileriyle rekabet edebileceklerini kanıtlamaya kendimi adadım. Fransız gibi konuşuyor, Fransız gibi yürüyor, Fransız gibi düşünüyor, Fransız gibi yiyor içiyor, toplum hayatında ve entelektüel vaziyet alışlarımda da Fransızlar gibi davranıyordum. Ben ve muhataplarım arasında yoktur ayrımız gayrımız durumu hâsıl olmuştu.
Sosyolojinin akademik tartışmalarını çoktandır aşmış bir konu olan ve siyasî bir boyut kazanan entegrasyon olayının somut örneği gibiydim. Yoksul ülkelerden “ithal” edilen işçileri entegre etmek isteyen ev sahibi ülkeye entegre olmayan/olamayan/olmak istemeyenler arasında günümüzde küresel boyutta ciddi bir siyasî mesele haline gelen entegrasyon hadisesi benim özelimde gerçekleşmiş bulunuyordu. Bir birey olarak yaşadığım toplumda yadırganmamamı, “hüsn-ü kabûl” görmemi, hattâ fark edilmememi sağlayan entegrasyonum tamdı. Buna karşılık, asimilasyon denilen psikolojik yabancılaşma ve kimlik katli hadisesi de sıfırdı. Sıfırdı, çünkü ben çocukluğumda gittiğim Fransa’da Türk olma bilinciyle yaşadım. Bedenim ve beynim yaşadığım Fransa’daydı ama gönlüm uzak düştüğüm Türkiye’deydi. Fransa’yı tanıyor, gözlemliyor, biliyordum. Misafir olduğum ülkeye aşinalığım tamdı ama Türkiye’yi düşlüyordum. Sadakatim ve aidiyet duygum Fransa’ya değil, Türkiye’ye ve Türklere yönelikti. Galiba entegrasyonla asimilasyon arasındaki kritik eşik de işte, bu sadakat ve aidiyet konusunda odaklanıyordu. Entegrasyon esas olarak yeni topluma uyum üzerinde temellenirken, asimilasyon hafızasızlığa, başkalaşmaya ve kimliğin özsüzleşmesine dayanıyordu. İlginçtir, adım adım ilerlediğim Türk olma yolculuğumda, bizâtihi Fransız toplumunun kıstaslarına göre kusursuz olmak için gayret göstermenin de gerçekte bir paradoks olmadığı bilincine vardım. Çünkü benim için aslolan, hiç görmediğim, tanımadığım ve tanışmayacağım milyonlarca Türk’ün, kendilerinden biri olduğum yurttaşlarımın, benden ötürü ve benim şahsımda olumsuz bir izlenim yaratmaması için azami gayreti göstermekti. Başardım da. Ama, itiraf etmeliyim, çok da yoruldum!
ENTEGRASYONA KARŞI ASİMİLASYONCU VİRÜS
Entegrasyon ve asimilasyon bahsi açılmışken, meselenin modernitenin de etkisiyle kazandığı siyasal önemi bir yana, bu konunun insanî boyutu nedeniyle de üzerinden üstünkörü geçilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Entegrasyon kavramının pîri, malûm, Fransız ulus-devlet inşâsının sosyoloğu Durkheim. Ama burada onun analizlerinin ayrıntılarına girmeyeceğim. Entegrasyon konusunda onun vurguladığı bence en önemli etkene, farklı kimlik gruplarına mensup bireylerin etkileşim içinde olması hususuna dikkati çekmekle yetineceğim. Entegrasyonu sağlayan ana faktör insanların aralarındaki farklılıklar ne olursa olsun ilişki kurmalarına elverişli bir ortamın varlığı ve temas içinde olmaları. Birbirlerine karşı kepenk indirmemeleri. Bunu mümkün kılan bir sosyopolitik ortamın var olması. Bu temas, hiç şüphe yok ki, belirli bir ortak davranış sistemi içinde olmayı ve bu sistemin öngördüğü kurallara riayet etmeyi gerektiriyor. Malûm deyişle, “Roma’da Roma’lılar gibi davranmayı” yani. Entegrasyon, insanların yaşadıkları toplumun davranış sisteminin artık farkında dahi olmayacak hale gelmeleri ve bunu içselleştirmeleriyle sonuçlanıyor. Entegrasyon, içine kapanıp, uyumsuzluğu bir kişilik göstergesi olarak algılayıp marifet zannetmenin ve bu yolla kaçınılmaz olarak dışlanmaya yelken açmanın antitezi olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın getto hayatı sürmesini kendisine reva görmemesine dayanıyor. Topluma uyum sağlamak başı eğik bir kişiliksizleşme değil. Kendini reddetmek de değil. Ürkek bir konformizm hiç değil. Entegrasyon, insanın bir yabancı olarak geldiği toplumda dışlanmamasının, tutunabilmesinin etkin bir toplumsal aktör olarak var olmasının yolu. Katedilmesi zaman olsa da zannedildiği kadar zor ve meşakkatli değil. Entegrasyon, en basit belirtilerine indirgeyecek olursam, örneğin, bir otobüs durağında herkes kuyruğa girip aracın gelmesini bekliyorsa, iki dirsek çalımıyla öne geçmeme davranışını benimsemekle kendini belli ediyor. Entegrasyon, meselâ “misafir işçi” olarak gidilen Almanya’da, Hollanda’da ve yahut Avustralya’da bayramda kurban edilecek hayvanı evin balkonunda kesmemek ve hattâ, bunu aklının ucundan geçirmemekle oluyor. Yabancı ülke bir yana, insanın kendi ülkesinde de başka bir yere göç ettiğinde, yeni mekânın, kentin, mahallenin ya da çevrenin hâl ve tarzına intibakıyla, uyum sağlamayı arzu etmesiyle mümkün oluyor. Yaşanılan toplumun davranış tarzına özen göstermekle gerçekleşiyor. İçinde bulunulan toplumsal konfigürasyon, yeni kültür topyekûn içselleştirilmese de, onu bir zahmet merak edip öğrenmekle, anlamaya çalışmakla meydana geliyor. Bu da, tabii, her şeyden önce yaşanılan yabancı diyardaki yerli halkın dilini öğrenmeye çalışmak ve konuşabilmekten geçiyor.
Bu açıdan bakıldığında, entegrasyonun bilinçdışı psikolojik bir süreç olmasının yanısıra, birey ve sosyal gruplar katında gözardı edilmemesi gereken bilinçli ve iradî bir boyutu da var. Küçümsenmemesi ve üzerinde durulması gereken bir boyut. Evet, biliyorum, Türkiye’de birilerinin entegrasyon fikrine karşı alerjisi var. Bunun insanın özünü inkâr etmesi anlamına geldiğini sanıyorlar ve yanılıyorlar. Bir baksınlar, örneğin Amerikan toplumuna fevkalade entegre olan Ermeniler’in, Yunanlılar’ın durumuna, onların analarının babalarının ya da dedelerinin ülkeleri lehinde oluşturdukları etkin lobilerin çalışmalarına. Entegre olmanın insanların bağlarından, tarihlerinden kopmalarına neden olmadığını belki o zaman anlarlar. Entegrasyon, edilgen ve acınası bir durum değil. Yabancısı olunan toplumun dayattığı, yönetimin cebren empoze ettiği bir hadise değil. Ülkenin ev sahibi toplumunun önünde diz çökmek, aferinini kazanmak için yaltaklanmak değil. Dışardan bir gücün baskısına boyun eğme ve teslim alınma meselesi değil. İnsanların kimliklerinden vazgeçmesi, milliyetine sırt çevirmesi hiç değil. Bazılarının zannettiği gibi çoğunluk içinde erime, yok olma olayı değil. Benlikten taviz vermek değil. İşte, ben de benim gibi yurt dışında yaşayan binlerce insan arasında buna bir örnek olabilirim. Entegre oldum da, kimliğimi beklemeye mi aldım, kimliğimden mi oldum? Türklüğümü inşâ etme sürecimde aksama mı oldu? Kişiliğime halel mi geldi? Entegrasyon, bireyin ya da belirli bir sosyokültürel azınlık grubunun şu veya bu nedenle yaşamakta olduğu toplumla bağ kurmasının gereği. “Yeni Berlin Duvarları” çekerek duvarın her iki tarafındaki gruplara yaşatılan gerilimi büyük ölçüde giderici bir olgu. Yarattığı huzur ve mutluluk nedeniyle özenilmesi ve özendirilmesi gereken bir durum. Ama netice itibarıyla, entegre olanın ya da entegre olması beklenenin tamamıyla gönüllü olarak, özgür iradesiyle ve çevresiyle kaynaşmaya niyet etmesiyle meydana gelen bir durum.
Burada tabii, anahtar rol oynayan kavramlar gönüllü olmak ve özgür irade. Bunlar, entegrasyonu asimilasyondan ayırt edici temel kriterler. Asimilasyon çok farklı, tabii, ve buna maruz kalan adına imrenilecek bir durum değil. Belirli bir siyasal egemenlik sistemi ve ideoloji uyarınca uygulayanın da iftihar etmesini gerektiren bir durum hiç değil. Utanç verici bir teşebbüs! Asimilasyon, en yalın tarifiyle bir baskı olayı ve bunun içindir ki, muhatap olanın rızası dışında başvurulan bir sindirme yöntemi. Farklı olanı farklılığından vazgeçmesi kaydıyla şartlı olarak kabul etmenin yolu. Farklı olanı massetmek, direnişi hâlinde de, tabii, mat etmek olayı. Bu itibarla da, manevî şiddet uygulaması. Bununla beraber, hiç şüphe yok ki, asimilasyon, iktidarı elinde tutanın topyekûn bir kültürü ve bu kültürü sahiplenen insanların kimliklerini yok etmek için çeşitli derecelerde ve değişik siyasî üsluplarla başvurduğu bir girişim. Sayısal ya da siyasal üstünlüğü olanın “diğerlerini” küçümsemesi. Örf ve âdetlerinin ilkelliğini vurgulaması. Farklı olanı yok sayması. Konuşurken, yazarken, çizerken duygularını rencide etmekten kaçınmaması, hattâ kimi zaman bunu direnç kırmak için kasten yapması. Ona iş vermemesi. Belirli sosyal statülere erişmesine set çekmesi. Aynı mekânı paylaşmayı reddetmesi. Kendi arzu ettiği yerde mesken tutmasına mâni olması. Anadilini yasaklaması, layıkıyla öğrenilmesini engellemesi. Dinini dinden saymaması, inançlarını aşağılaması. Adını değiştirmesini dayatması. Mensup olduğu etnisiteyi unutmasını, kendini inkâr etmesini istemesi. Teslim olmadığı takdirde ince ayar bir crescendo ile yok olup gideceğini imâ etmesi, izah etmesi, masanın altından sopayı göstermesi, tehdit etmesi ve korkutması. Bunların hiçbiri yaramadığı takdirde, daha nice çılgınca ama her zaman elinde siyasî gücü bulunduran egemen grubun çıkarları lehinde olduğu iddia edilen belirli bir plân ve proje çerçevesinde başvurulacak daha ağır yöntemleri tasavvur etmesi. Tasavvur diyorum ama bunun tasavvur olmakla kalmayıp, bazı koşullarda siyasal erk tarafından bilinçli ve sistematik olarak somut bir politikaya dönüşen, bazen soykırıma kadar varan bir cinnet faaliyetinde cisimleşmesi. Masaldaki kurdun kuzuya “suyumu bulandırma” demesi gibi, muktedirin asimile etmek istediği ya da istemediği, farklı din, kültür ya da etnik kökene sahip olana “ayağını denk tut, başına çökerim” demesi, bazen demekle de yetinmeyip harekete geçmesi. Dünya tarihi bunun örnekleriyle dolu. 20. yüzyılın son on yılı da bize gösterdi, vahşet Nazi kamplarıyla sınırlı değilmiş. İmhaya hedef olmak için bazen dinin, rengin farklı olmasına da gerek yok. Ruanda’da bir milyona yakın insan katledildi ama çoğunluğu oluşturan Hutular’la onların kurbanı Tutsiler arasında pek bir fark yoktu. Her iki topluluğun dili aynıydı, dini de ve yan yana, iç içe yaşayan insanlardı. Görünürde birbirleriyle kaynaşmadıklarına dair hiç bir belirti yok. Saraybosna’da da Sırplar’la Hırvatlar arasında durum aynı. Aralarındaki benzerlikler ve ortaklıklar birbirlerine katletmelerine engel olmadı. Ama ne oluyor? Bir takım bellli belirsiz farklılıklar ön plâna çıkarılıyor, altı çiziliyor, büyütülüyor, vurgulanıyor. İnsanlar bunların tehdit teşkil ettiğine ikna ettiriliyor ve Freud’ün deyimiyle bu “küçük farklılıklar narsisizmi”, kutsanan kimlikler uğruna katliamı ateşliyor. Ne yazık ki Darfur örneğinde de gördüğümüz gibi, dünya günümüzde de bu tür kıyımlardan tümüyle muaf değil.
Tablo karanlık ve iç karartıcı ama asimilasyonculuğa dönecek olursak, ilginçtir ki, asimilasyon sadece faşist ve kanlı rejimlerin tekelinde olan bir azınlıkları hizaya getirme çabası değil. Demokratik siyasal sistemleriyle, insan hakları gayretkeşlikleriyle ünlenen toplumlarda da boy gösterebilen bir vaziyet alış. Ardında gizli bir ırkçılığın ve üstünlük zehabına kapılmışlığın yuvalandığı asimilasyonculuk, Danimarka ve İsveç gibi demokrasi, eşitlik, hoşluk, güzellik hakkında herkese ders veren ülkeler dâhil, hiçbir toplumu tümüyle esirgemiş değil. Danimarka’nın Grönland’da yaşayan bizim toptancı bir yaklaşımla Eskimo dediğimiz İnuitleri var. Değişmişler, değiştirilmişler ama yabancının üzerlerinde denediği kültür cerrahisi tam anlamıyla tutmamış. Grönland uzmanı antropoloji hocam Jean Malaurie anlatırdı İnuitler’in medeniyetle tanışmalarının, daha önce hiç bilmedikleri zührevî hastalıklara bağışıklık sistemlerinin direnememesi nedeniyle nasıl yenik düşüp kırılmalarıyla sonuçlandığını.2 Dünyayı ve tüm canlıları amaçlarına hizmetle görevli sayan “homo modernicus”la buluşmanın yol açtığı salgın hastalıkların İnuitler üzerindeki yıkımdan belki de, asimilasyon büyük ölçüde başarısız olmuş, Danimarkalı egemenlerin umduğu topyekûn teslimiyetle sonuçlanması beklenen başkalaştırma operasyonu gerçekleşememiş. Sifilise yenik düşen İnuitler, kültürel asimilasyona direnebilmiş. Danimarka’ya bağlı bu devasa adanın halkı da onunla birlikte AB’ye giriyor ama kısa bir süre sonra da Birlik’ten kendi isteğiyle çıkma kararı alıyor. Daha fazla bağlımlıkla ve adam edilme girişimleriyle sonuçlanacak bir birliktelik onlara cazip gelmiyor. İnuitler, yok olmalarını hızlandıracak beraberliğin eşiğinden dönüyor, atalarından kalma değerlerle yoğrulmaya devam ediyorlar. Kendileri gibi olmaya devam edebilmek için özel alanı teşkil eden aile hayatlarına odaklanıyorlar. Oldukça ezik, ihtirassız ama azimle.
Dostları ilə paylaş: |