KiŞİsel tarih ve kiMLİK İNŞasi



Yüklə 186,04 Kb.
səhifə2/5
tarix28.10.2017
ölçüsü186,04 Kb.
#17630
1   2   3   4   5

İsveç’in de, ülkenin kuzey bölgelerinde yaşayan, adam yerine konulmayan, gözümle gördüğüm ve tetkik ettiğim için söylüyorum, ikinci sınıf insan addedilen ve köken itibarıyla Asyagil bir halk olan Laponları var. Asimile olup uygarlıktan nasibini almış olanlar ve işe yarayanlar madenlerde çalışıyor, geri kalanı Arktik bölgede, hür ve serbest, ren geyiklerinin peşinde yarı göçebe bir hayat sürüyor, buzlu göllerde balık avlıyor. 18. yüzyıldan itibaren bir medeniyet projesi olarak İsveçliler tarafından Hıristiyanlaştırılmaya çalışılmışlarsa da, iki arada bir derede kalmışlar, bir kısım Şaman inançlarını muhafaza ediyorlar. İsveç vatandaşılar ama egemen olan gruba “bulaşmaları” yasal olarak değilse de fiilen yasak. Yerleri ayrı, yurtları ayrı. Herkes yerli yerinde. Asimile olamayıp, ne halleri varsa görsünler kabilinden kendi haline terk edilmiş insanlar. Adı konmamış bir ayrımcılığın uysal ve vukuatsız insanları. Onlar o diyarlara sonradan gelme de değil. İskandinav dillerinde yırtık pırtık ve partal anlamına gelen Lap ya da Lapon olarak isimlendirilmeyi reddediyorlar, yabancının onlara bakışını yansıtan pejmürde olma keyfiyetini kabul etmiyorlar. Onların bir adı var. Oldum olası bildikleri esas adları Sami olan ve Fin-Ugor ailesinden bir dil konuşan bu insanlar iki bin küsur senedir İskandinavya’nın kuzeyini mesken tutmuşlar. Mülteci ya da ekmek parası uğruna göç etmiş gruplar da değiller. Antropolojik çalışma konusunda bilgi edinmede ilk adımları attığım dönemde karşılaştığım ve şahsen çok cana yakın bulduğum bu minicik etnik azınlığın üyeleri o toprakların yerlileri, otokton halkı. Burada, sonradan sökün edenin yavuz hırsız ev sahibini bastırır durumu yok. Biz bu toprakların aslî unsuru ve sahipleriyiz deseler yalan söylemiş olmazlar.

Asimilasyon politikalarının tabii, toplumsal gerçekliğin sergilediği ve sosyolojik olarak gözlemlenen gerek kolektif gerek bireysel düzeyde neden olduğu yıkıcı sonuçlarının yanısıra insanı etik açıdan isyan ettiren bir boyutu da var. Egemen ve güçlü olanın kendinden farklı olana karşı duyduğu hiddet ve tahammülsüzlüğün yansıması. Burada sözkonusu olan asimilasyonculuğun fenomenolojisinin ardındaki psikolojik hal ve ona eşlik eden gayri etik duruş. Ne oluyor da egemen olan grup, egemen oluşundan bilistifade, azınlıkta olan farklıyı asimilasyon yoluyla hiçleştirmeye çalışıyor? Ne oluyor da sayısal ve siyasal açıdan güçlü olmasına rağmen ona bu güç yetmiyor, bir de bu güçten yararlanarak “öteki” addettiği grubu kendisine benzetmek ihtiyacını duyuyor? Evet, işte, bu: benzetmek! Yani farklı olandan kendini inkâr etmesini ve farkedilmez hale gelmesini istemek. Farklı oluşunu örtbas etmeye mecbur etmek. Farklı olanın farklı oluşundan utanmasını ve farklığını yok etmesini sağlamak. Asimilasyonculukta farklı olanın kendisi olmaktan vazgeçmesi için envai çeşit yaptırımı uygulamak, gerekirse zora başvurmak, şiddet uygulamak var. İnsanları kendi topraklarında dahi olsa âdeta sürgün hayatı yaşamaya zorlamak var. Farklı olanın metamorfoza uğramasını, başkalaşmasını, köksüzleşmesini dayatmak var. Bu yitikliğin, farklılığı silgilenmiş insanlarda yarattığı acının türkülerde, şiirlerde, yakılan ağıtlarda veya insanın bilinçdışına itilmiş iç dünyasının herhangi bir dışavurumunda yasının tutulmasına bile izin vermemek var. Böyle bir şeyi bilinçli ya da gayriihtiyarî olarak deneyeni mahkeme kapılarında süründürmek, bizar etmek ve icabında yok etmek var.


ASİMİLASYONCULUĞUN ÇIKMAZI
Çünkü asimilasyoncunun da içi rahat değil, asimilasyonun imkânsızlığını kendisi de biliyor, asimile ettirdiği insanların rüyalarını da denetleyecek, arzuyu da imha edecek güce sahip değil. Bu nedenle de devamlı teyakkuzda. Huzursuz ve tedirgin. Yüzünden düşen bin parça, melanet akıyor. Güç belâ sağladığı tekdüzeliğin sağlamlığından emin değil, her an bir gedik açılır korkusu içinde. Gözü asimile ettiği insanların üzerinde. Su uyur düşman uyumaz diyor, suyun altında ne var bilmiyor. Egemenliği altındaki topraklarda, el aman etmeyen, kimliklerinden pişman olmayan yurttaşlarını doğduklarına pişman etmenin yollarını arıyor. Foucault’nun sözünü ettiği türden ülke sathında canlı ve cansız panopticum’lar dikiyor. Dinliyor, dinletiyor, izliyor, izletiyor, dikizliyor, dikizletiyor, insanları işaretliyor, listeliyor, kuşkulandıklarının yazdıklarını okuyor, satır aralarını deşiyor, anlamlandırmaya çalışıyor, anlamıyor, yanlış anlıyor, hiç anlamıyor ve tıkanıp kalıyor. Öfkesi büsbütün artıyor. Vallahi, onun bu kafkaesk durumunu görenlere neredeyse “vah vaaah, ona da yazık” dedirtecek oluyor.

Erkek egemen ataerkil alışkanlığımız uyarınca hep atalardan söz eder dururuz gerçi, ama bana kalırsa, asimilasyonculuğun temelinde insanın asıl annesini reddetmesini öngörmek var. Onun sütünü, ninnilerini, kucağını, sıcaklığını, kulağına fısıldadıklarını, sesini, sözünü unutmayı, bunları hiç olmamış farz etmeyi talep etmek var. İnsan yavrusunun hayata gelir gelmez ilk ve temel bağlanma duygusunun oluştuğu ve ona yaşamı boyunca refakat edecek ve onu şekillendirecek olan bu ilki yok farzetmesini, başlangıcına sırtını çevirmesini, onu hayata bağlayan duygulanımı katletmesini dayatmak var. Asimilasyoncu siyasette, maruz kalan topluluğun kişiliksizleşmesini ve kendinden nefret etmesini istemek var. Son kertede insanın hem bireysel hem kolektif benliğinden vazgeçmesine razı edilmesine yol açmak var. Asimilasyona hedef olanın kendini inkâr etmesiyle birlikte haysiyetsizleşmesine neden olmak var. Bunun içindir ki işte, asimilasyon insanın doğrudan benliğine karşı uygulanan, onuruna dokunan bir şiddettir. Bunun içindir ki, asimilasyon uygulamaları bir insanlık suçudur ve şükürler olsun ki, günümüzde Birleşmiş Milletler de, AİHM de bunu böyle kabul etmektedir. Böyle kabul edilmektedir, çünkü asimilasyonculuğun ardında, asimile edilmek istenenlerin sözde iyiliği, uygarlığa terfii, ekonomik hayata katılımı gibi cazip söylemlerin ardında esas olarak var olan maskelenmiş bir nefret bulunur. Ama benim de haddim olmayarak, asimilasyonculara ve onların potansiyel işbirlikçilerine nefret edecekleri bir haberim var. Öngörüm şu ki, en başarılı asimilasyon politikalarının bile zaferi kalıcı olmayacaktır. Belirli bir toplumun egemenlerinin tayin ettiği yönde tekdüzeleştirilmişlik başarıya ulaşmış gibi olsa dahi bu politikalar eninde sonunda duvara toslayacaktır.

Çünkü sözünü ettiğim İskandinav ülkelerinde olduğu gibi baskıya en hafif şekliyle ve en düşük düzeyde başvurulduğu koşullarda bile asimilasyon sonuç itibariyle bir şiddet eylemidir. Üsttenci bir politik duruşun hayata geçirilişidir. Pierre Bourdieu’nün nitelemesiyle ifade edecek olursak, maruz kalanları toplumun merkezinden dışlayan ‘sembolik şiddet’in ta kendisidir. Bu itibarla da bir bumerang etkisiyle sonuçlanmaya mahkûmdur. Asimilasyonculuğun er veya geç, şartlar elverdiğinde ya da sosyopolitik iklim müsait olduğunda geri tepmeye yol açmasına engel olunamayacaktır. Çünkü ailesinden tevarüs eden veya bunu da aşarak kişinin bizzat inşâ edip sahiplendiği kimlik, insanoğlu için öylesine temel bir özellik, sımsıkı tutunmak ihtiyacını duyduğu öylesine güçlü ve içkin bir haslettir ki, bundan sorunsuz, dertsiz ve kendi halinde bir yaşam uğruna ilanihaye vazgeçilmesi mümkün gözükmemektir. Çünkü biliyoruz, kendilerini büyüten annenin ya da babanın öz ebeveyni olmadığını ansızın öğrenen insanlar, hayatta olmasına sebep olan biyolojik anne ya da babalarını bulmak ve esas olarak kim olduklarını bilmek için dünyayı birbirine katmakta, bunun için tüm enerjilerini sarfederek hayatlarının geri kalan kısımını bu arayışa adamaktadır. Ve insanın kendini teşhis etmek için çıktığı bu maziye yolculuk, öğrenilmiş bir davranış değildir, onun bunun tavsiyesi ve telkiniyle göze alınan bir macera değildir. İnsiyakî bir tepki ve ontolojik diyebileceğimiz bir ihtiyacın sonucudur.

Aynı yoğun arayış kolektif kimliğin tespiti için de geçerlidir. Belirli bir yaşa kadar kendisini Macar ya da Polonyalı bilen birine aslında Alman olduğu açıklandığında, kulağına fısıldandığında ya da sadece imâ edildiğinde, alınan cevap “boş ver canım, fark etmez” olmamaktadır. O kişi kolları sıvayıp haberin doğru olup olmadığını anlamak için iz sürmeye, bunun için tüm imkânlarını seferber etmeye başlamakta ve gerçeğinin bulunması için gecesini gündüzüne katmaktadır. Çünkü kök arayışı galiba insanın doğasında var, gemleyemediği bir içgüdü. Jung’un tarif ettiği bir arketip, kuşaktan kuşağa aktarılan bir var olma ve tepki verme tarzı. İnsanların ola ki, deyim yerindeyse Kalu Belâ’dan bildikleri, tanımlanması zor bir temel duygu, köklerle buluşma ve hasret giderme arzusu. Bunun içindir ki, belki de, her yıl binlerce insan Amerika kıtasının Güney’inden, Kuzey’inden uçaklara binip ecdatlarının anavatanı olan İspanya’nın, Portekiz’in, Fransa’nın, İngiltere’nin köy kiliselerinde soluğu alıyor, kim olduklarını teşhis etmek için papazların tuttuğu yüzyıllık nüfus kayıtlarını irdeliyor. Bunun içindir ki belki de, bu insanlar Louisiana’da, Quebec’te, Brezilya’da ya da Uruguay’da çocuklarına, o küf tutmuş lime lime defterlerdeki kayıtlarda rastladıkları, eski kıtada unutulmuş, tedavülden kalkmış veya modası çoktandır geçmiş asırlık isimlerini takmak istiyorlar.

Oysa bu insanlar pasaportunu taşıdıkları ülkelerin birkaç kuşaktır sadık yurttaşlarının çocukları, Amerika’lara göç etmiş insanların torunlarının torunları. Dedelerinin yurt edindiği ülkelerde mesut mutlu yaşıyorlar. Memleketlerinde iş güç ve unvan sahibi, adam yerine konulan ve sözü geçen kişiler. Varlıklı olduklarına da hiç şüphe yok. Demek ki, bu kimlik meselesi bizde bazılarının zannettiği gibi, çoğunluk grupla bütünleşmenin de ötesinde asimile olmaları istenen etnik ve kültürel gruplara devletin sağlayacağı maddî imkânlarla halledilecek bir mesele değil. Değil, çünkü kimlik sorununun ekonomik refah sağlamakla çözüldüğü dünyanın hiçbir yerinde varit değil. Hattâ bunun böyle olacağını düşünmek siyasî miyopluğun resmi. Kimliğinin tanınmasını isteyen insanlara hakaret. Eflatun’un gözde kavramlarından thymos’un, yani insanların özgüllüğünün tanınma isteğinin hiçe sayılması. Biraz daha fabrika, biraz daha otoyol, biraz daha havuzlu ev, biraz daha ekonomik refah, birkaç alışveriş merkezi ve insanların kimliklerini askıya alıp asimile olmayı içlerine sindireceklerini farz etmek. Örneğin, Katalanlar’ın, Basklar’ın Kastilya hegemonyası altında İspanyol olmayı reddetmiş olmalarının nedenini kavrayamamak. Oysa, onlar İspanya’nın en zengin halkları, kıt kanaat geçinip merkezden gelecek ianeyi beklemiyorlar, ülkenin diğer bölgelerine onlar kaynak sağlıyorlar.

Demek ki, belirli bir ülkede farklı bir kimliğin siyasal bir hesaplaşmaya dönüşmesi sadece ekonomiyle açıklanacak türden bir sorun değil. Sorun, bireylerin ve halkların kimliklerinin tanınmasını istemelerinde, tanınmasından psikolojik ve manevi bir haz duymalarında, kimliklerini alenen ifade etmek istemelerinde ve bu nedenlerle asimilasyonu reddetmelerinde. Sorun, asimilasyoncu zihniyetin bunun bir temel insan hakkı olduğunu kabul etmemesinde. Asimilasyonculuğun, ekonomik kalkınma sorununu halleder tarzındaki bakış açısıyla, Fransa’nın meselâ, Alsace bölgesinin durumunu da, tabii, izah edememesinde. Öyle ya, nasıl oluyor da anadili Almanca’nın bir lehçesi olan Alsace’lı ahali, Fransa’dan daha zengin Almanya’ya bağlanmayı tercih etmemiş? Niçin bu insanlar her gün Ren nehrini geçip ekmek paralarını Almanya’da kazanmalarına rağmen Fransız vatandaşı olarak yaşamayı ve geceleri Fransız topraklarındaki evlerinde uyumayı yeğ tutmuşlar? Fransız vatandaşı kalarak daha fazla refah içinde yüzdüklerinden değil, maddî çıkar ve kazanım ihtirasıyla da değil. Alsace kimliklerinin baskın Alman milliyetçiliği tarafından zapturapt altına alınmaması ve yitip gitmemesi için. Almanlar tarafından asimile edilmeye, eriyip gitmeye katlanmak istemedikleri için. Ait oldukları kimlik onların gözünde maddi koşullardan daha önemli bir değer olduğu için. Keseleri değil, kalpleri öyle istediği için.

Bunun içindir ki, ben de diyorum ki, kimlik arayışı, tutkusu, sadakati nesiller boyunca bu denli güçlü oldukça asimilasyonculuk konjonktür elverdiği ölçüde toplumları kasıp kavurabilecektir, evet, ama galip gelmeyecektir. Toplumsal tekdüzelik sağlanamayacak, çeşitlilik sürecektir. Çünkü en son nörobilim araştırmaları da teyit ediyor, kundaktan, hattâ bazıları ana rahminden beri yaşadığımız, unuttuğumuz ve unuttuğumuzu zannetiğimiz, nöronlarımızın derinliklerine gömdüğümüz deneyimlerimizin izi silinmemekte, beynimizde saklı kalmaktadır.3 Bunun içindir ki, günün birinde bir ses, bir tını, bir lezzet, bir koku, herhangi bir esinti, asimile olup da kendini unutmuş olanda çağrışım yapabilecek, kalbinde bir şeylerin kıpırdamasına neden olabilecek, onda tarif edemediği bir nevi déjà vu hissini uyandırabilecek ve bu, onun öncesini, yitik kimliğini hatırlamasına yol açacaktır. Birden ruhunda yakılan kıvılcım onu arayışa sevk edecektir. Bunun içindir ki, insanlar geçmişlerini, bireysel tarihlerini kazımak ihtiyacını duyacak, kültürel arkeolojilerine sahip çıkmanın çaresine bakacak ve asıllarına rücû etmenin yolunu arayacaklardır. Dünyada tanık olduğumuz son elli yılın gelişmeleri de zaten bize bunu gösteriyor.

Nikaragua’da Chavez nedir, Bolivya’da Morales nedir? Onlar, başına geçtikleri ülkelerinde gizli bir hayalet gibi gezinen ama canlılığını dipdiri koruyan kimliklerin zafer ifadesi değil midir? Asimilasyoncular, dünyanın her bir bölgesinde kol gezen o pek bilmiş asimilasyon teorisyenleri, edebiyatçı duyarlılıklarıyla yerlilerin zaferini ta yarım asır önce romanlarında haber veren Gabriel Garcia Marquez’i, Miguel Angel Asturias’ı hiç mi okumamışlardır? Yüzyıllık Yalnızlık’ı, Mısır Adamları’nı bilmezler mi? Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları’ndan da haberleri yok mudur ki, kimlikleri toplum mühendisliğiyle, olmadı, kalkınma vaadiyle, o da olmadı, baskıyla alt edebileceklerini, silip süpürebileceklerini düşlemektedirler? Haydi, edebiyata dudak büküp ciddiye almamışlarsa, nereden bakılırsa bakılsın, özü itibariyle bir kimlik mücadelesinin önderi olan Gandhi’yi de mi hiç duymamışlardır? Anladık, kalpleri mühürlü, gözleri de mi görmez, peki duyduklarını da mı işitmezler? Oysa, bireysel ya da kolektif hafızanın derinliklerine itelenerek bastırılmış olan kimlikler suyun üstüne çıkıyor ve öyle anlaşılıyor ki, çıkmaya da devam edecektir. Ve bu pek hayra alâmet değildir zira yeniden uyanan kimlikte, asimilasyonu uygulayan gruba, kuruma, baştaki yönetime, devlete ya da topluca hepsine karşı kin ve öfkenin galebe çalma ihtimali yüksektir. Zira gerçek şu ki, bastırılmış kimliğin canlanması ve kaale alınma hakkının savunulması dünyanın birçok yöresinde genellikle süt liman bir ortamda gelişmiyor. Bu durum, ne yazık ki, sadece fanatik asimilasyoncuları ve onları destekleyen dar görüşlü siyaset erbabını değil, asimilasyonda dahli olmayanları da, karşı çıkanları da ve hattâ bizatihi asimilasyon mağdurlarını da perişan edecektir. Hadise eninde sonunda kazananı olmayan sıfır toplamlı bir oyun olacak ve tarihçiler hangi dilde yazıyor olurlarsa olsunlar, “yazık oldu Süleyman efendiye” babından bir şeyler karalayacaktır.


TÜRK OLMAK VE ÖTEKİLEŞTİRİLMEK
Bu uzun parantezden sonra kimliğimi inşâ sürecimle ilgili olarak paylaşmak istediğim başka deneyimlerim de var. Türk olmamın güzergâhında, karşılaştığım ‘düşman’ Sovyet Rusya’dan ve ‘dost ve müttefik’ Fransa’dan sonra hiç şüphe yok ki, Yunanistan’ın apayrı bir yeri var Türklüğümün oluşum sürecinde. Babamın Atina’ya tayini varlık vergisi rezaletinden sonra Cumhuriyet tarihimizin en korkunç hadisesi olan 6-7 Eylül olaylarını izleyen günlere rastladıydı. Yedisinden yetmişine kadar Yunan halkının tamamının Türkiye’den ve Türkler’den nefret ettiği bir ortamda ben de ailemin peşinde oradayım. Atina’daki yabancılar bile Türkler’e karşı mesafeli duruyor, bazıları ise yerlilere yaranmak saikiyle olsa gerek, hasmane tavırlarını gizleme gereğini dahi duymuyor. Eş dost edinmek mümkün değil. Arkadaş canlısı bir ergen için yıpratıcı bir durum. Biriyle biraz havadan sudan konuşacak ya da edebiyattan, müzikten, hoşa gitsin diye Yunan tragedyasından dem vuracak oluyorum, Türk olduğumu öğrenince derhal uzaklaşıyor. Tecrit edilmiş gibiyim. Âdeta bir vebalı ya da lanetliyim ve afaroz ediliyorum. Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler biraz düzelinceye kadar yazın tek başıma güneşleniyor, geri kalan vaktimi kitap okumakla geçiriyorum.

Ama bu durumun gururumu okşayan bir tarafı da yok değil. Atina’da Türk olmanın önemli biri olmakla eşdeğer olduğunu farkediyorum. Atina halkı bindiğim arabanın plakasını bile tanıyor. Trafikte durduğumuzda, kaldırımdaki insanlar eğilip arabanın içine bakıyor: Gözlerinde bir tutam merak, bir tutam korku, bol miktar antipati var. Ama saygı da var ve bunu teşhis edebiliyorum. Nereye gitsem insanlar bana bakıyor, tepeden tırnağa süzüyor ama kimse boynuma sarılmıyor. Çekingen bir sessizlik var ve bu durum zamanla hoşuma gitmeye başlıyor çünkü biliyorum ki, burada sözkonusu olan benim şahsım değil, temsil ettiğim kimlik. Türkiye burada önemli bir ülke ve ben bir Türk olarak bu önemli ülkenin insanıyım. Bir ergen kız çocuğu olarak dahi gördüğüm muamele bana hep bunu hatırlatıyor. O kadar ki, bazen kendimi orada yaşayan yabancı bir büyükelçinin değil de âdeta genel valinin kızı gibi hissettiğim de oluyor. Hele karayoluyla konvoy halinde Gümülcine’ye gittiğimizde bu duygu katmerlenerek artıyor. En öndeki arabada Türk bayrağının sallandığını görenler yol boyunca duruyor, bakıyor. Ben el sallıyorum, onlar da sallıyor, yüzlerindeki tedirginlik yok oluyor.

Burada, Fransa’da ya da Batı Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde olduğu gibi çaba sarfetmeme gerek yok. Reddedilmek suretiyle de olsa peşinen kabul görüyorum, sırf Türk olduğum için. Reddedilmenin de negatif bir biçimde de olsa belirli bir önkabulün dışa vurumu olduğunu anlamaya başlıyorum ve bundan hoşnudum. Sıcaklık yok, samimiyet yok, ama izzet ikram yerinde ve ihtimam var. Kimisi ailesinin İzmir’den atıldığını, İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldığını anlatıyor. Ben de annemin ailesinin eziyet gördüğü o güzelim Hanya’yı terk etmek zorunda kaldığını söylüyorum. Türkiye hep gündemdeki ülke ve gözardı edilmesi mümkün değil. Herhangi bir arıza nedeniyle elektrikler kesilmeye görsün, çocuklar “Anne! Türkler geliyor!” diye büyüklerin eteklerine yapışıyor. Türkler hemen oracıkta, denizin hemen öbür tarafında, çok yakında ve nasıl endişe edilmesin ki, çok da kalabalıklar! Gazetelerin baş sayfalarında o yılın örneğin, tahıl üretimine varıncaya kadar hep her türlü irili ufaklı Türkiye haberleri var. Eve gelen Türk gazetelerine bakıyorum, Kıbrıs nedeniyle bir iki haber dışında Yunanistan’dan eser yok. Türkiye’yi ve Türkleri ‘öteki’ olarak tanımlayan Yunanistan, Türk olma bilincimin tavana vurmasına neden oluyor. Ama bu, bende psikolojik bir kilitlenmeye de yol açmış olmalı ki, Yunanistan’dan Yunancayı adam gibi öğrenmeden ayrılıyorum ve aslında yazık ediyorum. Oysa artık, Zürih ve Londra antlaşmalarının imzalanma aşamasına gelindiğinde orada da beni giderayak “Nurakimu” (Nurcuğum) diyerek uğurlayan arkadaşlar edinmeye başlamışım. Ötekileştirmeye ara verilmiş, karşılıklı milli gard almanın yerini aramızdaki benzerlikler almış, Türk ve Yunanlı olmadan önce insan olmamız ön plana çıkarılmış.

Yurt dışında yaşadığım yıllarda milli duygularımı tahriş eden olaylar da oldu. Hiç hazzetmediğim ve ülkem adına duyduğum gururu zedeleyen, Türkiye’nin imajına zarar veren olaylar. Bunların başında, tabii, 27 Mayıs darbesinin Batı kamuoyunda yarattığı olumsuz izlenim geliyor. Darbe beni Roma’da birkaç arkadaşımla bir pastanenin terasında sohbet ederken yakaladı. Önümüzden geçen bir gazeteci çocuk avaz avaz bağırıyordu: “Türkiye’de darbe! Türkiye’de ihtilâl”. Hemen bir gazete alıp resimlere baktım. Gazetenin baş sayfasında çok kalın kaşlı ve çok esmer bir üniformalı adam. Ürkütücü, asık suratlı ve sanki kaba saba gibi. Meğerse sonradan çok babacan olduğu yazılan çizilen ve benim şahsen hep itici bulmaya devam ettiğim merhum Cemal Gürsel imiş. Sayfanın ortalarında bir açıklama: “Düşük” iktidar tarafından öldürülen öğrenciler Et ve Balık Kurumu buzhanelerindeymiş, bazıları Konya asfaltının altına gömülmüş, Dışişleri Bakanı komisyon karşılığında ülkeyi satmış ve sonradan darbeyi meşrulaştırmak için uydurulduğunu öğrendiğimiz daha bir dizi utanç verici ayrıntı. Bunları yabancı arkadaşlarımla birlikte okuyoruz, çığlık çığlığa. Ben, alı alına moru moruna, beynimden vurulmuş gibiyim. O vakitler darbelerin meşruluğu ya da gayri meşruluğu konusunda pek fikrim yok. Darbe rejimi altında hiç yaşamışlığım da yok. O dönemde edebiyatla meşgulum, sanat tarihine meraklıyım, siyaset bilimi bilgim hiç yok. Dolayısıyla beni sarsan, olayın siyasal boyutu değil, Türkiye’nin yabancı bir gazetede bu şekilde yer alması. Yerin dibine giriyorum. Ülkem sanki caniler, yamyamlar ülkesi. Daha henüz İdi Amin ortalıkta yok ama geleceğin İdi Amin’lerine öncülük eden insanların diyarı gibi.

Bu bilgiler Türkiye’ye hakaret niteliğinde ve ben kendimi bizzat hakarete uğramış hissediyorum. Yurt dışında yaşayan bir Türk olarak bunu canımda, ruhumda giderek artan boyutta hissediyor ve kahroluyorum. Konuyu açanlara durumu örtbas etmek için çırpınıyorum, Yassıada rezaletini mazur gösterici etkenler arıyorum, bütün Türkler’in bu kadar acımasız ve zalim olmadıklarını anlatmaya çalışıyorum. Ve, evet, Türkiye’nin yurt dışındaki imajını beş paralık eden darbenin ayıbını her nedense sırtımda taşıyorum. Her nedense değil tabii ki, çünkü Türkiye’de olan bitenden kendimi âdeta bizzat sorumlu hissediyorum. Bu nedenledir ki, daha henüz yirmisine varmakta olan bir genç kız olarak yaşanılan utancın taşıyıcısı da benim, muhatabı da benim. Anladım, özdeşleşme bu safhada artık tamdır: Türkiye ben, ben Türkiye’yim. Her türlü siyasal ve cahili olduğum ideolojik mülâhazalar bir yana ve onlardan tümüyle bağımsız olarak, ülkemin itibarını yerlerde süründüren bu darbeyi bana indirilmiş bir darbe gibi yaşıyorum. Bu da yetmiyor, bir de bir süre sonra gazetelerin baş sayfalarında idam vahşetinin resimleri ruhumu prangalayan, başımı dik tutmama engel olan görüntüler olarak yer alıyor. Tevili mümkün olmayan bu hunharlığı bizim basın gerekçelendirmeye çabalayadursun, gerçek şu ki, bunlar Türkiye’nin hitap etmek ve dâhil olmak istediği uluslararası toplum nezdinde tezkiyesi bozuk bir ülke konumuna düşmesinin resmi. Benim için affedilmez bir durum. Tahammülü zor bir yaralanmışlık hissi. Ama yine de bana bir kez daha Fernand Braudel’in ülkesine yaptığı ilânı aşkı hatırlamama vesile olan bir durum: “ben, ülkemi müşkülpesent ve karmaşık bir tutkuyla seviyorum... Meziyetleri ile kusurları arasında, onda tercih ettiklerimle kabul etmede zorlandıklarım arasında da hiçbir fark gözetmeksizin”4. Evet, tam da bu büyük tarihçinin dediği gibi. Hiçbir fark gözetmeksizin. İnfial yaratan kusurları, yanlışları, hataları ve toplumsal dokudaki defoları da sineye çekerek!

Yabancı ülkelerde yaşamaktan ötürüdür zahir, Türk olma sürecimde savunma dürtüsünün bende çok hâkim bir unsur olduğu muhakkak. Babaannemin deyimiyle bir ‘izzet-i nefis’ ve ‘nefs-i müdafaa’ meselesi. Kişiliğimin oluşum dönemi boyunca Türkler’e ya da genel olarak Türkiye’ye yapılan eleştirilere ve bazen saldırı boyutuna varan haksız değerlendirmelere cevap yetiştirmekle görevli gibiyim. Devamlı tetikteyim. Muhatap olduğum olumsuz yorumların çoğu zaman üstesinden geliyorsam da, tıkanıp kaldığım da olmuyor değil. O zaman kimliğimin gelmişi geçmişine dil uzatanlar karşısında bilgi yetersizliğimden ötürü kendimi suçluyor, saçımı başımı yolacak gibi oluyorum. İşte böyle bir durumu bana yaşatan bir geceyi aradan yarım asır geçmiş olmasına rağmen hatırlamadan edemiyorum. Benden yaşca epey büyük insanlarla bir akşam yemeğindeyim. Sohbet müthiş bir seviyede seyrediyor. Sanattan, edebiyattan dem vuruluyor. Derken, sofrada oturan bir hanımefendi benim Türk olduğumu keşfediyor. Öfkeden tıkanacak gibi oluyor. “Demek, siz Avrupa medeniyetinin en büyüklerinden biri olan Cervantes’in elini kesen medeniyet düşmanı bir millettensiniz” diye horozlanıyor ve ekliyor: “Utanmıyor musunuz?”. Hayır, utanmıyorum. Ama sarsılıyorum. Yaşım küçük ve toyum. Tarih hiç bilmiyorum. Cervantes’in savaş gemilerinde Osmanlı donanmasına karşı sefere çıktığından hiç haberim yok. İnebahtı Deniz Muharebesi’nde sol elini kaybettiğine dair bir bilgiden o zamana kadar okuduğum edebiyat kitaplarında eser yok. Bunun Türkler’e mâledildiğinin bana söylenmesi ve benim ait olduğum insanların bu kibar görünümlü budala kadın tarafından böylesine aşağılanması karşısında nutkum tutuluyor. Savunmak istiyorum. Savaş savaştır, İspanyollar da bir sürü Osmanlı’nın elini kolunu kesmiştir, fırsat ellerine geçtiğinde onları katletmiştir diyorum. Ama somut olgulara dayanan bir karşılık veremiyor ve geveliyorum. Sağlam argümanlarla karşı koyacak kadar donanımlı değilim. âcizim ve hüzünlüyüm. Çünkü o âna kadar kendimi uyum içinde hissettiğim sofradaki insanlara yabancı düştüğümü anlıyorum. İçimde öfke de var. Bunca hoşluk, bunca cicilik bicilik ve zarafet içinde, medeniyet bu muymuş diyorum. Gecem zehir oluyor çünkü ben bir ‘öteki’yim ve benim şahsımda ait olduğum millete karşı nefret suçu işleniyor. Kimliğimin bir kez daha şekillenmesine tanık oluyorum. Türk oluşum bir kez daha perçinleniyor. Bir kez daha kendi nezdimde tasdik edilmiş oluyor.


Yüklə 186,04 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin