Yazılmış ünlü kitabın adı bu değil, tabii. Doğrusu: "Beyaz Zambaklar Ülkesinde"



Yüklə 20,57 Kb.
tarix16.04.2018
ölçüsü20,57 Kb.
#48361
növüYazı

“Komplekssiz İnsanlar Ülkesinde”

Baskın Oran

Finlandiya üzerine yazılmış ünlü kitabın adı bu değil, tabii. Doğrusu: “Beyaz Zambaklar Ülkesinde”. Bizde özellikle Harbiye öğrencilerinin amentülerinden biri olarak bilinir. Finlandiya’nın nasıl kalkındığını yabancı (Grigoriy Petrov) gözünden ve kaleminden anlatır.

Finlandiya ile Türkiye yalnızca altı yıl arayla kurulmuş. Üstelik, bu insanlarla yaptığım uzun konuşmalardan öğrendiğim kadarıyla pek aynı fikirde değiller ama, Macarların yanısıra Finlerin de Türk olduğu bizim pek malumumuzdur. Onun için şimdi bir anlığına gözlerinizi kapayın, Finlerin yerine Türkleri koyun:



Türkiye’nin çektikleri

Türkiye (Osmanlı) tam 6,5 yüzyıl Yunan egemenliğinde kaldı (1155-1809). Bugün de bunun sonucu olarak Yunanca, Türkçenin yanı sıra ülkenin ikinci resmî dilidir. Bütün sokak isimleri ve hatta reklamlar iki dilde yazılıyor. Ayrıca, Türkiye sınırlarına dahil olduğu halde İmroz ve Bozcaada’da tek resmî dil Yunancadır.

Türkiye Yunan egemenliğinden 1809’da kurtuldu, Rusya’nın yönetimine girdi. İç işlerinde özerk olarak. Anlayacağınız, Yunanlılar Türkiye’yi Ruslara devrettiler.

1835’te, ulusal destan Ergenekon ilk defa yayınlandı.



Türkiye 6 Aralık 1917’de Rusya’dan bağımsızlığını elde etti. Fakat bu bağımsızlık üzerine İmroz ve Bozcaada “kendi kaderini tayin hakkı” kullanarak Yunanistan’a katılmak istedi. Milletler Cemiyeti askerden arındırılmak ve özerk kılınmak şartıyla burayı Türkiye’ye bıraktı. Türkiye de 6 Mayıs 1920 tarihli yasayla adalara eyalet parlamentosu kurma hakkı tanıdı. Yunancanın tek resmî dil olması bundan.

Türkiye, İkinci Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte, bu sefer SSCB işgaline uğradı. Ancak 1947 anlaşmasıyla kurtuldu. Bir kısım topraklarını SSCB’ye bırakmak zorunda kalarak.

Burası Türkiye. Daha önce iki yazıdan (hatırlayamadıysanız, yollayayım) ağzım fena yandığı için olayı hemen tadında bırakayım. Yukarıdaki bilgilerde “Türkiye”yi Finlandiya, “Yunan”ı İsveç yapınız. Rus aynen kalsın. “İmroz ve Bozcaada” yerine de Aaland Adaları’nı rica edeyim. Bir de, “Ergenekon” çıkacak, Kalevala girecek.

Bütün bunların özeti şu:

1) Dış açıdan: Finlandiya dışta sorunlu. “Çok hassas” bölgede kurulmuş. İki böğrü “düşman komşu”. Bunlar ülkeyi işgalde sıraya girmişler.

2) İç açıdan: Finlandiya içte sorunlu. Nüfusun yüzde 5,6’sı anadil olarak İsveççe, bir kısmı da Sami (yerli) dili konuşuyor. Çoğunluk Luteran olmakla birlikte, Ortodoksların yanı sıra “hiçbir dinden yazılmayan”ların oranı yüzde 13. Hepsinden önemlisi, Finlandiya ile İsveç arasındaki denizin tam orta yerindeki Aaland Adaları’nın resmî mensubiyeti dışında her şeyi (halkı, yönetimi, dili, resmî dili, kültürü, vs.) İsveç’in. Azınlık konularını bilenler şunu iyi bilir: Bir ülkedeki azınlık ülkenin orta yerindeyse korkacak fazla bir şey yoktur. Sınırdaysa, durum ciddi olabilir. Eğer bir adadaysa, çok ciddidir. En basit örnek: Fransa ve Korsika.

Bunlar bizde olsa, yanmıştık

Tanıdık geldi mi? Hem Rus hem Sovyet “işgalini fiilen yaşamış” bir ülke ile 1946’da Sovyet “tehdidine maruz kalmış” bir ülkeyi karşılaştırıyoruz. Allah muhafaza, bu tarihçe ve durum bizde olsa halimiz ne olurdu meçhul. Bugün sokaklarda bir bayrak asan kaç bayrak asardı? Linç teşebbüsüne uğrayanların sayısı ne olurdu? Parti binası kurşunlamalar ve parti kapatmalar nasıl gelişirdi? Milletvekili dokunulmazlıkları? Yargımız “halkı kin ve düşmanlığa teşvik etmek” (TCK 216/1), “Türklüğe hakaret” (TCK 301/1), “Devlet organlarına hakaret” (TCK 301/2) “Halkı askerlikten soğutmak” (TCK 318) gibi “ulusal” davalarda ne iddianameler yazar ve ne kararlar verirdi? Yunanistan ve Rusya’ya düşmanlık durumları nasıl olurdu? Düşünmek bile ürkütücü.

Oysa milli marş sonradan Finceye çevrilmiş; marşın İsveççe yazarının anıtı, altında marşın metniyle birlikte, Helsinki’yi süslüyor. Hatta, kentin en büyük meydanının orta yerinde ve katedralin önünde Rus imparatoru II. Aleksandr’ın devasa atlı heykeli yükselmekte.

Dış politika açısından baktığımızda, biz dış güvenliğimizi ABD üsleri kurdurarak sağladık. Finlandiya iki bloka da girmedi ve güvenliğini kendi topraklarını SSCB’ye karşı kullandırmamak biçiminde gördü. Nitekim, Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’nın esas sona ermesi demek olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) sonuç toplantısını 1975’te Helsinki’de yaptırması bunu simgeler.

Bizim Türkiye’de, uluslararası ilişkilerin u’sunun yanından geçmemişler “real politik”i evelallah doğuştan bilir. Yani uluslararası alanda devletlerin ulusal çıkarları geçerlidir, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını sağlamak için Sovyetler’i dengelemelidir. 1990’ların başına kadar bunu yaşadık. Şimdi Sovyetler bitti, “ABD’ye de AB’ye de karşıyız, çünkü ikisi de emperyalist” başladı. Ne oldu güç dengesi? Suya düştü, inek içti, dağa kaçtı, dağ yandı gitti kül oldu. İkisi de emperyalist deyince ABD tekeline teslim olmuyor muyuz, ulusalcılığı yabancı düşmanlığı olarak anlayan ve üstüne üstelik bir de sol sloganlarla yürütenler söylesin.

Gelelim azınlıklar konusuna. Üniversitedeki konferansıma gözleri hafif çekik bir zat geldi. Kendini tanıştırdı: “Efendim, Okan Daher. Finlandiya Tatar Türkleri İslam Cemaati başkanı”. Tam bir Türkiye Türkçesi; sadece, “”2007 yılı” yerine “2007’nci yıl” diyor. Kitapevinde imza günü ve söyleşiye de gelerek çıkışta bizi Cemaat merkezine götürdü. Helsinki’nin merkezinde mülkiyeti kendilerine ait muazzam bir binanın iki katına yayılmış, içinde konferans ve tiyatro salonundan mescide, kütüphaneden çocukların Türkçe sınıflarına kadar her şey komple mevcut bir azınlık merkezi. Evet, Finlandiya’ya 1871’de ticaret için gelmiş Kazan Tatarları’nın torunları olan bu insanlar Finlandiya’da resmen “ulusal azınlık” statüsüne sahip. Kadın cumhurbaşkanı Tarja Halonen’in Merkez’e yaptığı yemekli ziyaretin fotoları duvarlarda.

Duvarlarda, bir de, topu topu 800 kişilik bu “ulusal azınlık”ın İkinci Dünya Savaşında Finlandiya’ya verdiği ve 10’u şehit olan 256 askerin isimleri ve resimleri.

800 kişilik azınlığın nesinden korkacaklar?” diyenler olabilir. Peki kardeşim, biz birkaç bin Yezidi’nin nesinden korktuk da kaçırdık zavallıları? Fukara Süryanilerin ne günahı vardı? Şimdi de bir ayağı çukurda 1500 Rum’un nesinden korkuyoruz da “Vatikan kuracaklar!” çığlıkları atıyoruz? Bu işin sayıyla ilişkisi yok. Neyle ilişkisi vardır, bilemiyorum artık. Ama kimliklerini tanıyıp da haklarını verdiğin zaman samimi sadakatlerini alıyorsun, onu biliyorum. Ayaklanmamak kadar ayaklandırmamak da milli görevdir.



Not: Sevr Paranoyasının son versiyonunu nasıl buldunuz? Isparta uçak kazasını da “uranyumun yerini alacak maden” toryum üzerine çalışan fizikçilerimizin öldürülmesine bağladılar ya, pes. Allah gecinden versin, gelecek kazaya bor madeni kesindir.
Yüklə 20,57 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin