Kuran-i kerim ve hz. Muhammed (S. A. V)


KUR’AN-I KERİM, MÜSPET İLİMLERLE ÇATIŞMAZ



Yüklə 399,36 Kb.
səhifə2/3
tarix18.08.2018
ölçüsü399,36 Kb.
#72154
1   2   3

KUR’AN-I KERİM, MÜSPET İLİMLERLE ÇATIŞMAZ

Müspet ilimler ilerledikçe, Kur’an-ı Kerim’in değeri daha fazla anlaşılacaktır. İçinde bütün ilimlerin ana prensip ve formülleri mucize kabilinden zikredilmiştir. O’nun içinden bu formülleri tam çıkarabilmek için müspet ilimleri iyi bilmek gerekir. Bu da Kur’an'ın bir mucizesidir. İnsanı düşünme ve araştırmaya sevk etmektedir. Eğer her şeyi tam ve açık bir şekilde zikretseydi, o zaman insanoğlu düşünme ve araştırma melekesini kaybedecekti. Hiç bir ilmi ilerleme de kaydedemezdi. Onun için bütün ilimlerin formüllerini vermek suretiyle, insanı çalışmaya ve düşünmeye sevk etmiştir.

Hiçbir ilmi prensibin, Kur’an-ı Kerim’le çatışması mümkün değildir. Bugün dahi içinde öyle prensipler vardır ki, müspet ilim bu kadar ilerlemesine rağmen onları çözebilecek bir seviyeye daha gelmiş değildir.

Çünkü Kur’an-ı Kerim, her asrın ihtiyacına tam cevap verebilecek bir şekilde inmiştir. Allah ü Teala Kur’an-ı Kerimde ilme çok ehemmiyet vermiştir

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu, ancak öz akıl sahipleri öğüt alır” (Zümer sûresi: 9) Kur’an'da bilenle bilmeyen bir tutulmamıştır. Bilene daha fazla değer verilmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim de:

“İşte misaller! Biz onları insanlar için irad ediyoruz. Alim olanlardan başkası, onları anlayamaz” (Ankebut sûresi: 43)

Allah ü Teala’nın, Kur’an-ı Kerimde göstermiş olduğu misalleri, gerçekten alim olanlar anlayabilir. Çünkü gösterilen misaller üzerinde, alim olanlar düşünüp araştırma yapıyor. Cahil olan kişilerin düşünüp bir şeyi araştırma özellikleri yoktur. İlim öğrenmek için peygamberimiz (s.a.v) Müslümanları teşvik etmiştir. Peygamberimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde:

“İlim öğrenmek her Müslüman’a farz’dır” buyurarak, ilim öğrenmeyi her Müslüman için farz koşmuştur. Başka bir hadislerin de:

“Bir kabilenin ölümü, bir alimin ölümünden ehvendir” diye buyurmuştur.

İçinde alim bulunmayan cahil bir kabilenin ne kadar değersiz olduğunu, bir tek alimin o kabilenin hepsinden daha hayırlı ve faydalı olduğunu beyan etmiştir.

Kur’an-ı Kerim tıp, fen, felsefe, astronomi, kimya ve matematik ilimlerinin inkişafına yardımcı olmuştur.

KUR’AN-I KERİMİN EDEBİ GÜZELLİĞİ

Kur’an-ı Kerim'in ifade ve üslubu çok muhteşemdir. İlk dinleyenlerin kalplerine nüfuz etmek suretiyle onları etkiler. Müslümanlığın ilk devirlerinde en büyük etken belki Kur’an-ı Kerimin bu ifade ve üslubu olmuştur. Arapların ruhlarına etki etmek suretiyle onları tam imana getirmiştir. Kur’an bir fikir hazinesidir. O’ndan bir alimin aldığı hisse ile bir cahilin aldığı hisse ayrı ayrı oluyor. O’nu anlamayan cahilin ancak ruhuna etki eder. Bu da O’nun muazzam ifade ve üslubundandır.

Bu gün Kur’an-ı Kerim, birçok lisanlara tercüme edilmiştir. Arapça olan ana metninden başka bir lisana tercüme edildiği vakit, bu tatlı olan ifade ve üslup kendiliğinden ortadan kalkar. Bu da Kur’an-ı Kerim’in bir mucizesidir. Hiçbir edip ve müellif O’nu taklit edememiştir. Yeryüzünde bugün dahi sayılabilecek büyük alimler vardır. Kur’an'ın bir sûresini ifade ve üslupla tercüme edebilecek kimse yoktur. Aksini iddia edecek varsa Kur’an'ın ana metni meydandadır. Bir sûresini, kalpleri heyecanlandıran ve bütün duyguları adeta elektrikleyen o ifade ile tercüme edebilsin, mümkün değildir. En dahi sayılabilen insanlar aciz kalmışlar ve acizliklerini itiraf etmişlerdir. Çünkü Kur’an, fani bir insanın meydana getirebileceği bir eser değildir.

Kur’an-ı Kerim tam tetkik edilecek olursa, içindeki her ayet ve süre aynı ifade ve üslupla zikredilmiştir. Bu ifade ve üslup asla değişmemektedir. Halbuki Kur’an, çeşitli ilimlerden bahsetmektedir. Bir insan ancak, kendi ihtisası dairesinde olan hususlarda güzel yazabilir. Her hususta yazamaz. Bir roman yazarı, şairler gibi şiir yazmayı başaramaz. Madem ki Kur’an-ı Kerim, her ilmi aynı ifade ve üslupla açık bir şekilde zikretmiştir, o halde bu bütün ilimlere vakıf olan Allah ü Teala’nın bir ilahi kelamıdır.

Kur’an-ı Kerim’in içinde tek bir hata ve tenakuz yoktur. Halbuki en dahi sayılan insanların eseri tetkik edilirse, sayfalarında hata bulunabilir. Bu da Kur’an'ın bir ilahi kelam olduğuna delalet eder.

KUR’AN-I KERİM,

MUCİZELERİN

EN BÜYÜĞÜDÜR

Allah ü Teala her kavme hak yolunu göstermek için bir peygamber göndermiştir. Onun için hiçbir kavim kendini mesuliyetten asla kurtaramaz. Peygamber olanlara devrin icaplarına göre, Allah ü Teala tarafından mucizeler verilir. Mucize insan tarafından yapılması mümkün olmayan bir şeydir.

Bütün peygamberlerin gösterdikleri mucizeler, sadece o asırda yaşayan insanların görebileceği bir şekilde idi. Yani belli bir zamanda mahsus ve sonu olan mucizelerdi. Kur’an-ı Kerim böyle değildir, dünya durdukça devam edecek ve herkes tarafından müşahede edilecek daimi olan bir mucizedir. Hz. Muhammed (s.a.v) bilindiği gibi medeni bir insandı, fakat ümmi idi. Mektep, medrese görmemiş okur, yazar değildi. Bütün edip, şair ve alimleri susturan Kur’an-ı Kerim’in böyle okur, yazar olmayan bir peygamberden zuhuru kadar büyük mucize acaba ne olabilir?

Beşeriyetin istifade ettiği en büyük eser Kur’an'dır. Daimi bir mucize olup, akılları her zaman hayrette bırakacak emsalsiz bir kitaptır.



KUR’AN-I KERİM,

SEMAVİ KİTAPLARIN

EN SONUDUR

Kur’an-ı Kerim mükemmel bir eser olduğu için her türlü tenkidin fevkindedir. O bütün semavi kitapların en güzelidir. İçinde gayrı ahlaki bir tek cümle yoktur. Kur’an gerçekten hürmete şayan ilahi bir kelamdır. Hiç bir eser Kur’an'ın gördüğü bu büyük ilgi ve hürmeti görmemiştir.

Evvel ki semavi olan kitaplar, bulundukları zamanın bünyesine ve o kavmin ihtiyaçlarına göreydi. Kur’an-ı Kerim ise bu mahdut olan ölçünün tamamen üstündedir. Bütün zamanları içine almıştır. Her asrın ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir şekilde, beşeriyete hitap etmektedir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde:

“Ey Resulüm, sana da bu hak kitabı (Kur’an'ı), kendinden önceki kitapları hem tasdikçi, hem onlar üzerine bir şahit olarak indirdik” (Maide sûresi: 48) Kur’an bütün semavi kitapların talim ve irşatlarını içine almıştır. Ve böylelikle onların hükümlerini ortadan kaldırmıştır.

İslam aleminde Kur’ana büyük saygı vardır. Her asırda yüz binlerce

Müslüman Kur’an-ı Kerimi ezbere bilmektedir. Küçük çocuklar O’nu kolaylıkla ezberleyebilir. Bu Kur’ana mahsus olan bir özelliktir. Kur’an-ı Kerimin ezberlenmesini Allah ü Teala kolaylaştırmıştır. Herkes O’nu sıkıntı çekmeden rahatlıkla ezberleyebilir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde:

“Andolsun ki biz Kur’an-ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?” (Kamer sûresi: 17) buyuruyor.

Kur’an-ı Kerim tahrif edilemez. Çünkü O Allah ü Tealanın himayesindedir. Hiç kimse Kur’an'ın bir tek harfini değiştirmeye kadir değildir. Ve O ilelebet tahriften azade kalacaktır. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde:

“Kur’an-ı biz indirdik, ve muhakkak biz onun koruyucusuyuz” (Hicr sûresi: 9) Bu ilahi fermandan anlaşılacağı gibi, tahriften masun kalacaktır.

HZ. MUHAMMED (S.A.V)’İN DOĞUMU VE ÇOCUKLUĞU

Hz. Muhammed (s.a.v), miladi 570 yılında Abdülmüttalib oğlu Abdullah ve Vehb kızı Amine’den doğdu. Kainatın ezelden beri sabırsızlıkla beklediği ve bütün alemlere rahmet olan o yüce peygamberin nuru ile cihan aydınlandı. Kainatın en büyük hadisesi böylelikle meydana gelmiş oldu. Artık o yüce şahsiyet küfür, zulüm ve şirki ortadan kaldıracaktı.

Hz. Muhammed'in (s.a.v) doğumun-dan iki ay evvel babası Abdullah vefat etti. Hz. Amine diğer kadınlar gibi hamilelikte pek zahmet çekmedi. Hz. Muhammed (s.a.v) sünnetli ve göbeği kesilmiş olduğu halde doğdu. Arkasında bir peygamberlik mührü vardı. İki kürek kemiği arasında ve kalbinin tam hizasında idi. Hz. Muhammed (s.a.v)’in doğduğu gece, İran hükümdarı Kisra’nın sarayından on dört sütun yıkıldı. Bin seneden beri yanmakta olan ateş söndü, sava gölü yere batıp yok oldu. Mevcut putlar hep yüzüstü düşmüş bulundu. Hz. Muhammed (s.a.v)’in doğumundan, cennetle müjdelenmiş olan on kişiden Abdurrahman b. Avf’ın annesi orada hazırdı. O gece doğudan batıya kadar bütün dünyanın nur ile dolduğunu görmüştü.

Mekke’de cari olan adete göre, yeni doğan çocukları süt annelere verirlerdi. Çünkü Mekke’nin havası çok sıcak olduğu için çocuklara yaramazdı. Sa’d kabilesinden olan Hz. Muhammed (s.a.v)’in müstakbel süt annesi Halime çok fakir ve bineği de zayıf olduğu için Mekke’ye geç vasıl oldu. Onun için zengin bir çocuk bulamadı, eli boş olarak ta dönmek istemedi. O zaman yetim olan Hz. Muhammed (s.a.v)’i yanına alarak beraberinde götürdü. Hz. Peygamber süt anneye verilinceye kadar, amcası olan Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe O’nu emzirmişti. Kendisine birkaç günlük süt annelik yapan Süveybe’ye daima hürmet besler, her zaman onun hal ve hatırını sorardı.

Hz. Halime (r.ah), peygamberimizi kendi öz evlatlarından daha çok severdi. Hz. Muhammed (s.a.v)’in ayağı onlara çok uğurlu geldi. Hayvanların sütü çoğaldı, evleri bereketle doldu. Onun için bütün aile fertleri O’ndan çok memnundu. Her zaman Hz. Muhammed (s.a.v) süt annesinin bir memesini süt kardeşine bırakarak, onun tek memesini emerdi. O’nun çocukluğu başka çocuklara asla benzemiyordu. Bazen ondan olağanüstü haller görülüyordu.

Bir gün süt kardeşlerinden biri ile beraber iken, meleklerin gelip göğsünü açtıklarını, kalbini çıkardıklarını ve şeytana ait olan kısmı kaldırdıklarını söyledi. Peygamberimiz (s.a.v) süt annesinin yanında beş yaşına kadar kaldı. Sonra annesinin yanına geldi.

Hz. Muhammed (s.a.v) altı yaşında iken annesi Amine ve cariyesi Ümmü Eymen olmak üzere Medine’ye bir seyahat yaptı. Medine de dayılarının yanında bir ay kaldı. Bu arada babası olan Hz. Abdullah (r.a)’ın kabrini ziyaret etti. Misafirlik sona erip, Mekke’ye dönüyorlardı. Medine’nin 23 mil cenubuna düşen Ebva köyüne geldiklerinde Hz. Amine (r.a) şiddetli bir hastalığa yakalanarak aniden vefat etti. Hz. Muhammed (s.a.v)’in acısı çok büyük oldu. Peygamberimiz (s.a.v) Ebva’dan her geçtiğinde annesinin kabrini ziyaret eder ve bol bol gözyaşı dökerdi. Ümmü Eymen Hz. Amine (r.a)’ın gömülmesinde hazır bulunduktan sonra, Hz. Muhammed (s.a.v) ile birlikte Mekke’ye döndü.

Hz. Muhammed (s.a.v) altı yaşında anneden de yetim kalınca dedesi Abdülmuttalib’in himayesine girdi. O zaman Mekke’de büyük bir kıtlık vardı. Mekke halkı Abdülmuttalib’e gelerek yağmur duasına çıkmasını rica ettiler. O’da Hz. Muhammed (s.a.v)’i yanına alarak yağmur duasına çıktı. Allah ü Teala Hz. Muhammed (s.a.v) hürmetine yağmur yağdırdı.

Altı yaşından sekiz yaşına kadar peygamberimize dedesi Abdülmuttalib baktı. Abdülmuttalib 82 yaşında vefat edince, peygamberimiz (s.a.v) amcası olan Ebu Talibin himayesine girdi.

HZ. MUHAMMED (S.A.V)’İN GENÇLİĞİ

Ebu Talib Hz. Muhammed (s.a.v)’i, kendi öz evlatlarından çok daha fazla severdi. O’nu hiçbir zaman yanından ayırmazdı. Hatta iyi doyması için Hz. Muhammed (s.a.v)’e ayrı yemek çıkarırdı.

Mekke’de o devirde okul olmadığı için, Hz. Muhammed (s.a.v) okuma yazmayı öğrenemedi. Peygamberimiz (s.a.v) 10-12 yaşları arasında iken amcası Ebu Talib Mekke halkının koyunlarını gütmüştü. Amcasının zayıf olan bu gelirine, biraz olsun, para katmak için peygamberimiz (s.a.v)’de onunla birlikte çobanlık yaptı.

Hz. Muhammed (s.a.v) 12 yaşlarında iken, ticaret için kervanla birlikte Suriye’ye giden amcası Ebu Talib ile beraber gitti. Otuz gün süren uzun bir yolculuktan sonra, kervan Busra adında bir kasabaya geldi. Burada Hıristiyanlara ait büyük bir manastır vardı. Bu manastırın içinde Bahira isimli büyük bir rahip oturuyordu. Kervan manastırın karşısında bulunan bir ağacın altında muvakkaten konak kurdu. Rahip Bahira kervan gelirken bu kervanla beraber bir bulutun geldiğini görür. Kervan ağacın altında konduğunda bu bulutta o ağacın üzerinde durur. Ve uzun bir zamandan beri o ağaç kurumuş iken birden yeşillenir. O zaman Bahira kendi bilgi ve keşifleriyle son peygamberin o kervan içinde olduğunu anlar. Hemen bir ziyafet hazırlayarak, Ebu Talib ve arkadaşlarını manastıra davet etti. O zaman Ebu Talib Hz. Muhammed (s.a.v)’i eşyaların yanında bırakarak arkadaşlarıyla beraber manastıra gitti. Bahira aradığı o şahsı aralarında görmedi. O zaman baktı ki bulut hala ağacın üzerindedir. Eşyaların yanında kalan küçük çocuğun da yemeğe gelmesini, misafirlere teklif etti. Ebu Talib, Hz. Muhammed (s.a.v)’i alıp sofraya getirdi. Bahira Hz. Muhammed (s.a.v)’i görünce simasından son peygamber olacağını sezdi. Çünkü kitapların son peygamber için söyledikleri vasıf ve alametlerin hepsini onda gördü. Bahira, Ebu Talibe şu tavsiyede bulundu. “Bu çocuk peygamberlerin sonuncusudur. Şam Yahudileri O’nun evsafını bilir, hıyanet edebilirler. O’nu Şam’a götürme!” Bunun üzerine Ebu Talib alışverişini orada yapıp geri döndü.

On yedi yaşında iken, Hz. Muhammed (s.a.v) amcası Zübeyr ile beraber Yemen’e gidip geldi.

Kureyş’liler ticarete çok ehemmiyet veriyorlardı. O sıralarda Kureyş’in ileri gelenlerinden ve genç yaşta iken dul kalmış Hatice namında zengin bir kadın vardı. Bazı şahıslara para vererek ortaklı iş yapıyordu. Ebu Talib de Hatice’ye giderek, Hz. Muhammed (s.a.v)’e ticaret için sermaye vermesini teklif etti. O da makul olan bu teklifi hemen kabul etti

Hz. Muhammed (s.a.v). Hz. Hatice’nin kölesi olan Meysere ile birlikte Suriye’ye ticaret için gitti. Bu seyahatte muhtelif diyarları gördü. Üç ay süren yolculuktan sonra Mekke’ye döndü. Fakat bu ticaret çok karlı olmuştu. Hz. Muhammed (s.a.v), yaptığı ticaretin hesabını Hz. Hatice (r.ah)’ye verdi. Diğer senelere göre çok karlı olduğu anlaşıldı. Hz. Hatice (r.ah) evvelce bir rüya görmüş kahin olan ve gelecekten haber veren amcası oğlu Varaka b. Nevfel’e anlatmış, o da “Sen gelecek ve son peygamberin hanımı olacaksın” şeklinde yorumlamıştı. Hz. Hatice (r.ah)’nın zihnini meşgul ediyordu.

Hz. Muhammed (s.a.v) yirmi beş yaşlarına gelinceye kadar hep mütevazı bir hayat yaşamıştı. Fakir, fakat çok iyiliksever bir insandı. Ümmi fakat çok zeki idi. Hz. Hatice (r.a) Ona kalpten bağlanmıştı. Bir gün sırrını, dostu olan Nefise’ye açtı. Ve lazım geleni gizli bir şekilde yapmasını söyledi. İşte bu sıralarda, her iki taraftan böylelikle vasıtalar meydana geldi. Hz. Hatice (r.ah)’nın, Hz. Muhammed (s.a.v)’e nikahlanmasına karar verildi. Kureyş kabilesinin büyükleri nikah merasimine davet edilmek suretiyle Hz. Hatice (r.ah)’nın evinde bir toplantı yapıldı.

Hz. Muhammed (s.a.v) amcası Ebu Talib ile birlikte orada hazır bulundu. Ebu Talib merasimde ayağa kalkarak şu konuşmayı yaptı.

“Şükür Allah’a ki, bizi İbrahim zürriyetinden ve İsmail neslinden getirdi. Bizi Beyt-i Şerif’in bekçisi, Harem’in hizmetçisi ve halkın reisi kıldı. Bundan sonra asıl maksada gelince, kardeşim oğlu Muhammed b. Abdullah ile Kureyş’in hangi genci kıyaslansa bu ona soyca ve üstünlükçe tercih edilir. Her ne kadar malı mülkü az ise de ona bakılmaz. Çünkü mal mülk bir gölge gibidir, geçip gider. Baki olmayan bir şeydir, alınıp verilir. İğreti bir şeydir. Vallahi bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.v)’in hali ve şanı çok büyük olacaktır. Halbuki sizin böyle şeref ve şan sahibi olan kızınız Hatice’ye o arzu buyurdu. Hatice tarafından ise Varaka b. Nevfel şöyle dedi.

“Allah ü Tealaya hamd ü sena ederim ki, bizleri herkesten ziyade şeref ve faziletle mümtaz kıldı. Bilirsiniz ki, Hatice’nin babası ve anası Arap’ların ulularından ve reislerindendir. Sizin oğlunuz Muhammed’de böyledir. Hiç kimse O’nun yüksek meziyet ve şerefini inkar edemez. Bu sebeple biz de O’nun ailesiyle sıhriyet kurmayı arzu ettik. Ey cemaat, şahit olunuz ki, ben Haşimilerden Abdullah oğlu Muhammed’e Huveylid’in kızı Hatice’yi nikah ettim.

Hz. Muhammed (s.a.v), Hz Hatice (r.ah) ile çok mesut yaşamıştı. Onun sağlığında başka bir kadınla evlenmedi. Üç oğlan ve dört kız olmak üzere yedi evladı olmuştu. İbrahim’in dışında kalan bütün çocukları Hz. Hatice (r.ah)’dan doğmuştu. Erkek çocukların adı şöyledir: Kasım, Abdullah ve İbrahim’dir. Kız evlatları ise: Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma’dır. Hz. Muhammed (s.a.v)’in kızı Fatıma hariç, diğer bütün evlatları O’ndan önce vefat etmişlerdi.



HZ. MUHAMMED (S.A.V)’İN PEYGAMBER OLUŞU

Hz. Muhammed (s.a.v)’e 40 yaşlarında iken nebi’lik geldi. 43 yaşlarında ise Resul oldu.

Hz. Muhammed (s.a.v) Mekke’den bir saat uzakta bulunan Hira (Nur) dağına gider ve orda hep Allah’a ibadet ederdi. Peygamberimizin büyük dedesi olan Hz. İbrahim (a.s)’da peygamber olmadan evvel bu şekilde ibadet ederdi. Peygamberimiz Nebi’liğe sadık rüya ile başladı. Rüyada gördüğü şeyler, aynen sabah aydınlığı gibi çıkardı. Bir gün yine Hira dağında ibadet ederken kendisine bir melek göründü ve dedi ki;

“Yaratan Rabbi’nin adıyla oku,

O insanı bir kan pıhtısından yarattı.

Oku Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir.

Kalemle yazmayı öğreten O’dur.

İnsana bilmediğini O öğretti” (Alak sûresi:1-5)

Hz. Muhammed (s.a.v)bunları güzelce dinledikten sonra, meleğin ona bu söyledikleri şeyler, olduğu gibi kalbinde nakşolundu. Sonra melek gitti. Büyük bir korku ve endişe içinde, Hz. Muhammed (s.a.v) evine döndü. Hz. Hatice’ye “beni örtün” dedi. Uyandıktan sonra, gördüklerini Hz. Hatice (r.ah)’ye anlattı. Hz. Hatice’de O’nu gayet güzel bir şekilde teselli ederek “Allah’a kasem ederim ki Allah ü Teala hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen, akrabana bakarsın. İşini görmekten aciz olanların ağırlığını yüklenirsin. Fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandı-rırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak yolunda zuhur eden hadiselerde yardım edersin” Bundan sonra Hz. Hatice Hz. Muhammed (s.a.v)’i alıp, amcası oğlu olan Varaka b. Nevfel’e götürdü. Varaka, Tevrat ve İncil’i okuyordu. Hatice ona Hz. Muhammed (s.a.v)’in gördüğünü anlattı. Bunun üzerine Varaka dedi ki;

“Bu gördüğün Allah ü Teala’nın Hz. Musa’ya gönderdiği Namus-u Ekber’dir. (Cebrail’dir). Ah keşke senin davet günlerinde genç olsaydım! Kavmin seni çıkaracakları zaman, keşke hayatta olsam!” Varaka, bu sözleri İncil ve Tevrat’a dayanarak söylüyordu.

Hz. Muhammed (s.a.v) bütün insanlara ve cinlere bir peygamber olarak gönderildi. Evvela kadınlardan ilk Müslüman olan Hz. Hatice oldu. Peygamberimizin sıdk ve sadakatine inanır, O’nda olağanüstü haller görürdü. Sonra erkeklerden Hz. Ebubekir Sıddık ile çocuklardan Hz. Ali Müslüman olmak şerefine nail oldular. Kölelerden ilk Müslüman olan Zeyd’dir.

Mekke’de Hz. Ebubekir’in (r.a) şeref ve mevkii çok yüksekti. Çok zengin bir tacirdi. Hz. Muhammed (s.a.v) peygamber olmadan evvel de, hep onun dükkan’ında otururdu. Hz. Ebubekir’in İslamiyet’i kabulü ile, Hz. Muhammed (s.a.v)’e çok büyük bir destek oldu. Onun çabası ile birçok kimse İslamiyet’i kabul etti. Hz. Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa’d b. Ebi Vakkas, Zübeyr b. Avvam, gibi Müslümanlar hep onun himmet ve delaletiyle İslam’a girdiler.

Kureyş’liler ilk Müslüman olanlara, büyük düşmanlık besledikleri için ibadetlerini gizli yaparlardı.

Hz. Muhammed (s.a.v) üç sene davetini hep gizli yaptı. Daha sonra Allah ü Teala tarafından aleni tebliğat emir olundu. Vakta ki;

“En yakın akrabanı Allah (c. c) azabıyla korkut” ( Sûresi: âyet) ayeti geldi. O zaman Hz. Muhammed (s.a.v) amcaları olan Ebu Talib, Abbas, Hamza ve Ebu Leheb’i evine davet etti. İlahi emri onlara açıkça tebliğ etti. O sıralarda İslam düşmanı olan Ebu Leheb, ortaya atılarak Hz. Muhammed (s.a.v)’in sözünü kesmek suretiyle cemaati dağıttı. Daha sonra Hz. Muhammed (s.a.v) davetini büyük çapta genişletti. Bir gün Safa tepesine çıkarak, bütün Mekke halkını İslam’a davet etti. Yine amcası Ebu Leheb ortaya çıkarak, Hz. Muhammed (s.a.v)’in hatırını kıracak şekilde kötü sözler söyledi.

İlk Müslümanlar, Kureyş’liler tarafından tarihte emsali görülmemiş büyük işkencelere maruz kalmışlardı. Bilhassa kimsesiz olanları dövmek ve kızgın kumlar üstünde yatırmak suretiyle onlara çok kötü muamele yaparlardı. Bu gerçekten çok büyük bir zulüm ve vahşetti. Mekke’ye gelmiş garip ve kimsesiz zayıf olan bu şahıslara, böyle sebepsiz yere işkence yapmak ibret vericidir. O devirde mevkii sahibi ve zengin kimselerden Müslüman olanlarda vardı. Onlara kimse dokunamıyordu. Hz. Ebubekir, Ömer ve Hamza’nın aile ve kabileleri onları koruyordu. İlk Müslümanların maruz kaldıkları bu işkencelerin sebebi ise, şüphesiz puta tapmayıp Allah (c.c) bir’dir dedikleri içindi. Her zaman mevkii sahibi ve zengin olan Müslümanlar işkenceye maruz kalan kimsesiz ilk Müslümanları bütün güçleriyle koruyorlardı. Bilhassa köle olanları satın alarak azat ediyorlardı. Müslümanlardan Bilal-i Habeşi, Nehdiyye, Ümmü Abis, Lübeyne ve Zinnire’yi satın almak suretiyle bunları azat etmişlerdi.

Mekke müşrikleri, ilk Müslümanlara yaptıkları eza ve cefalar artık çekilmez hale geldi. Hz. Muhammed (s.a.v) emin bir yer olan Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye etti. O zaman ki Habeş hükümdarı Necaşi adaletiyle meşhurdu. Böylelikle ilk hicret Habeşistan’a yapıldı. Kafilede ashabın büyüklerinden Osman b. Affan ile zevcesi Hz. Muhammed (s.a.v)’in kızı Rukiyye, Zübeyr b. Avvam, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz’um ve Abdullah b. Mesud vardı. Bunlar Mekke’den ayrı ayrı çıkmışlar ve sahilde kiraladıkları bir gemi ile Habeşistan’a geçmişlerdi. Habeş hükümdarı Necaşi gelen bu Müslümanları memleketinde güzelce yerleştirdi. Ve onlara büyük bir saygı gösterdi.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamber oluşunun altıncı yılı idi. Bir gün Safa tepesinde otururken, Ebu Cehil oradan geçerek peygamberimize hakaret etti. Hayvanlardan daha aşağı olan bu adi kişiye cevap vermek lüzumunu dahi hissetmedi. O civarda bulunan Abdullah b. Cüda’nın cariyesi, Ebu Cehil’in bu kötü hareketini görmüştü. Cariye yolda rastladığı Hamza’ya, Ebu Cehil’in yapmış olduğu hakareti ona anlattı. O zaman Hamza Müslüman olmamıştı. Fakat yeğenine böyle hakaret edildiğini işitince, Kureyş’lilerin toplu bulunduğu yere gitti. ”Benim yeğenime hakaret edip, onun gönlünü inciten sen misin?”dedi ve yayını Ebu Cehil’in başını vurarak yardı. Hz. Muhammed (s.a.v)’e giderek, Ebu Cehil ile arasında geçen bu olayı anlattı. Ve ona teselli vermek istedi. O zaman Hz. Muhammed (s.a.v) Hamza’ya iman etmesini ve ancak bu şekilde teselli olacağını söyledi. Bunun üzerine Hamza kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu. Hz. Hamza (r.a) Kureyş’liler içinde değerli saygılı hiçbir şeyden çekinmez cesur ve yiğit bir kimse idi.

Bunun üzerine Kureyş büyükleri ”Darün Nedve’de”büyük bir toplantı yaptılar. Gün geçtikçe artan Müslümanlar hakkında, nasıl bir tedbir alınacağı görüşülüyordu. Ebu Cehil’in teklifi üzerine, Hz. Muhammed (s.a.v)’in öldürülmesine karar verildi. Ve bu kararın tatbiki Hattab oğlu Ömer’e verildi. Ömer o zaman 33 yaşlarında idi. Ömer kılıcını kuşanıp, Hz. Muhammed (s.a.v)’i öldürmeye gitti. Yolda Nuaym b. Abdullah’a rastladı. Nuaym baktı ki Ömer kılıcını kuşanıp hiddetli bir şekilde gidiyor. Nereye böyle ey Ömer? dedi. O da: “Muhammed’in vücudunu ortadan kaldırmağa gidiyorum” cevabını verdi.

Nuaym: “Vallahi ona bir şey yapmaya muvaffak olamazsın. Farz et ki, buna muvaffak oldun, sonra Abdülmüttalib oğullarının elinden kurtulamazsın” dedi.

Nuaym’ın bu şekildeki sözlerine Ömer alındı. “Sen de Muhammed’den yana oluyorsun öyle mi?” dedi.

Nuaym: “Ya Ömer sen beni bırak evvela kendi ailene bak. Enişten Said b. Zeyd ve eşi olan kız kardeşin Fatma, Müslümanlığı kabul ettiler.” Ömer eniştesi Said ile kız kardeşi olan Fatma’nın Müslüman olduğuna inanmadı. Hemen onların evlerine gitti.

O esnada ”Taha” sûresi yeni gelmiş olduğundan Ashab-ı kiramdan Habbab, bu süreyi Said ile eşi olan Fatma’ya öğretiyordu. Ömer evin köşe başından dönerken, bu Kuran sesini işitmişti. Kapıdan içeri sertçe girdi ve okuduğunuz ne idi? diye sordu. Eniştesi Said “bir şey yok” diye cevap verdi.

Ömer öfkelenerek “Demek duyduklarım doğru imiş” diyerek, eniştesi Said’in yakasına sarılarak hiddetle onu yere vurdu. Kocasını kurtarmak isteyen kız kardeşine de bu arada bir tokat atarak yüzünden kan akmağa başladı. Ömer’e kızan kız kardeşi, yüzüne karşı şöyle haykırdı:

“Ben ve eşim Müslüman olduk, Allah ü Teala’ya iman ettik. Sen ne yaparsan yap, başımızı kessen bundan dönmeyiz” dedi. Ömer bu konuşma karşısında adeta biraz yumuşar gibi oldu. Okuduğunuz şeyleri çıkarın dedi. Fatma yazılı olan Kur’an sayfalarını getirip, Ömer’e verdi. Okur yazar olduğu için sayfada ki ayetleri güzelce okudu. O anda Allah ü Teala’nın hidayeti Ömer’e erişti, derhal Kelime-i Şehadet getirdi. Gizlenen Kur’an hocası Habbab ise, gizlendiği yerden çıktı. Ve Hz. Ömer’e dedi ki: Ya Ömer! Hz. Peygamber “Ya Rab bu dini iki Ömer’den biriyle aziz kıl” diye dua etmişti. İşte bu büyük saadet sana nasip oldu. Diğer Ömer ise meşhur İslam düşmanı Amr b. Hişam idi.

-“Haydi, beni Hz. Muhammed (s.a.v)’e götürün” dedi.

O gün Hz. Muhammed (s.a.v), Safa dağının eteğinde bir evde bulunuyordu. Habbab, Ömer’i alıp oraya götürdü. Ashab-ı Kiram Ömer’in silahlı geldiğini görünce telaş ettiler. Hz. Hamza kuşku duymadan ”Ömer’den korkacak ne var”? diyerek elini kılıcının kabzasına attı.

O sırada Cebrail (a.s), Hz. Muhammed (s.a.v)’e gelip Ömer’in imana geleceğini müjdeledi.

İçeriye giren Ömer, o heybetli kılığıyla Hz. Muhammed (s.a.v)’in huzurunda diz çöktü. Hz. Muhammed (s.a.v):

“İman et ey Ömer” buyurdu. O da samimi bir kalp ile Kelime-i Şehadet getirdi. Bundan sonra Hz. Ömer (r.a): “İslam’a giren kaç kişidir?” dedi.

Onlar da: “Seninle kırk kişi olduk.” dediler. Hz. Ömer: “Ne duruyoruz, Kabe’ye gidelim” dedi.

Hz. Muhammed (s.a.v) önde, sağında Ömer, solunda Hamza ve diğer ashabı arkada olmak üzere hep birlikte Kabe’ye gittiler. O gün Müslümanlar Kabe’de herkesin görebileceği bir şekilde namaz kıldılar.

Kureyş’liler, İslamiyet’in günden güne kuvvetlenmesinden büyük endişe duymaya başladılar. Nihayet toplanarak yeni bir çareye başvurdular. Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğinin yedinci senesi idi, Kureyş’liler Müslüman olsun olmasın bütün Haşim oğullarının hepsine karşı bir boykot ilan ettiler. Haşim oğulları ile her türlü alakayı kesecekler, alışveriş yapmayacaklar ve kız alıp vermeyecekler. Bu anlaşmayı yapıp, Kabe’nin duvarlarına astılar. Yalnız Haşim oğullarından İslam düşmanı olan Ebu Leheb bu anlaşmanın dışında bırakıldı. Diğer Haşim oğulları ise üç sene Kureyş’lilerle her türlü münasebeti kestiler. Bu arada çok sıkıntılı günler geçirdiler. Yiyecek olmadığı için bazen ağaç yaprakları yiyorlardı. Küçük çocuklar ise açlıktan feryat ediyorlardı. Haşim oğullarının böyle yiyecek ve içecek almaktan tamamen men edilmeleri, şüphesiz bazı Kureyş’in insaflı şahıslarına çok dokunuyordu.

Kureyş’lilerden Amr oğlu Hişam develere yiyecek yükleyerek geceleyin yola çıkarır ve bulundukları vadinin ağzında o develeri serbest bırakırdı. Haşim oğulları da develerin üstündeki yiyecekleri alıp, develeri boş çevirirlerdi. Nihayet bir gün bütün Kureyş’liler Kabe’de toplanarak, boykot kararının kaldırılmasına karar verdiler.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğinin sekizinci senesinde ise bazı Kureyş’liler yanına gelerek O’ndan bir mucize istediler. O da dua ederek ay’ı ikiye ayırdı. Bir parçası Hira dağının bir tarafında, diğer parçası ise öbür tarafında görüldü. Müşrikler bu büyük mucizeyi görünce ”Muhammed bizi büyüledi” dediler. Hele müşriklerin reisi olan Ebu Cehil bu mucizeye, sihirbazlık dedi. Ay yarılmasını Buhari, Müslim, Tirmizi ve İbni Hanbel açıkça yazmaktadırlar.

Bu hususta Abdullah b. Mesud diyor ki: “Biz peygamberle birlikte Mina’da iken kamer (ay) inşikak etti. Hazreti peygamber de bize;

“Şahit olunuz” dedi.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğinin onuncu senesi idi. Amcası Ebu Talib vefat etti. Arkasından üç gün sonra zevcesi olan Hz. Hatice (r.ah) vefat etti. Ebu Talib, sekiz yaşından yirmi beş yaşına kadar Hz. Muhammed (s.a.v) babalık yapmıştı. Kureyş’lilerin her türlü zulümlerine karşı göğüs germiş, Hz. Muhammed (s.a.v)’i bütün gücü ve kuvvetiyle korumuştu. Hatta vefat edeceği sıralarda dahi, Kureyş’in ileri gelenlerini toplayarak Hz. Muhammed (s.a.v)’i onlara tavsiye etmişti.

Hz. Muhammed (s.a.v) amcasının ona yapmış olduğu bu büyük iyilikleri şüphesiz unutacak değildi. O da onu son derece severdi. Vefatından sonra da daima ona dua da bulunurdu. Müslümanlığı kabul edip etmediği hususu ihtilaflıdır. İbn-i İshak, Ebu Talib’in şehadet getirdiğini söylemektedir.

Ebu Talib’in ölümünden üç gün sonra, Hz. Hatice’nin vefatı vukua geldi. Herkes müşrik iken o Müslümanlığı kabul etmiş,

Hz. Muhammed (s.a.v)’in hiçbir yardımcısı ve dayanağı yok iken o yardım etmişti. Bu iki büyük acı onuncu yıla tesadüf ettiği için, buna İslam tarihinde hüzün yılı denildi.

Peygamberimiz (s.a.v) amcası olan Ebu Talib’in vefatından sonra, Kureyş’liler artık adice hareket etmeye başladılar. Hiçbir insanın tahammül edemeyeceği bu büyük kötülüklere karşı, Hz. Muhammed (s.a.v) muvakkat zaman için Mekke’den çıkmak mecburiyetinde kaldı. Yanına evlatlığı olan Zeyd’i alarak Taif’e gitti. Orada on gün kaldı. Gayesi, müşrik olan bu taifeleri imana davet etmekti. Fakat orada umduğunu bulamadı.

Hatta peygamberimizin şahsına yapmadıkları kötülük kalmadı. Alay ettiler ve bununla iktifa etmeyerek O’nu sokaklarda yuhaladılar. Onları doğru yola ve Hakka davet etmek için, yurdunu çoluk çocuğunu terk eden bir Hak peygamberine yapılan bu vahşi hareketlere bakın. Daha sonra peygamberimiz orayı terk ederek tekrar Mekke ‘ye döndü.

Hz. Hatice’nin vefatından sonra, Hz. Muhammed (s.a.v), dul kalmış olan Sevde ile evlendi. Allah ü Teala Hz. Muhammed (s.a.v)’i ilahi mükafatı ile yüceltti. İslam dininde meşhur olan -Miraç- hadisesi vukua geldi.

Cebrail (a.s) bir gece gelip Hz. Muhammed (s.a.v)’i Kabe’den alıp, Mescidi Aksa’ya götürdü. Ondan sonra bütün gökleri ayrı ayrı dolaştı. Bu arada Allah ü Teala’nın bizzat kelamını işitip, cemalini gördü. Hiçbir insana nasip olmayan Allah ü Teala’nın bizzat cemalini görmek mükafatına nail oldu. Yine aynı gece geri döndü.

Allah ü Teala Hazretleri, Miraç’ta Hz. Muhammed (s.a.v)’e şu üç büyük hediyeyi verdi:



  1. Bakara sûresinin sonu,

  2. Ümmetinden şirk koşmayanların cennete gireceği ve

  3. Beş vakit namaz.

Miraç Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir:

“Kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için kulunu geceleyin Mescidi Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya götüren Zat-ı Kibriya’nın şanı, her ayıptan tamamıyla münezzehtir” (İsra sûresi: 1)

Buhari ve Müslim’in Ashab-ı Kiram’dan Ebu Zer’den naklettiklerine göre:

“Hz. Peygamber, Mekke’de, hanesinde iken veya Harem-i Şerif’te bulunurken Cebrail bir kısım meleklerle birlikte gelerek Hz. Peygamber’in göğsünü açmışlar, içini zemzemle yıkayarak sonra hikmet ve iman nuru doldurmuşlardır. Bundan sonra melekler bir nurani mevkif halinde Hz. Muhammed’i alıp göklere götürmüşlerdir.”

Mirac’ın ne zaman ve nasıl vuku bulduğu ihtilaflıdır.

Bu sıralarda İslam dini, Arabistan ve bilhassa Medine’de süratle yayılmakta idi. Hac mevsiminde Medine halkından Mekke’ye gelen bazı kimseler vardı. Bunlar Mekke kenarında Akabe denilen yerde Hz. Muhammed (s.a.v) ile gizli bir görüşme yaptılar. Ve hepsi Müslüman olarak birlikte O’na biat ettiler. Aralarında Hazreç kabilesinin ulularından Es’ad b. Zürare de vardı.

Biat’ın esasları: “Allah ü Teala’ya şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina ile ırza geçmemek, çocukları öldürmemek, bühtan ve iftirada bulunmamak, doğru bir işte Peygambere karşı gelmemek”

Bu esaslara riayet eden cennetliktir. Bunları ihmal edenlerin cezası Allah ü Teala’ya aittir. O zamana kadar Arap’lar vahşi bir şekilde, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi.

Müslüman olan bir kısım Medine halkı Hz. Muhammed (s.a.v)’den onlara İslam dinini ve Kur’an-ı Kerim’i öğretecek birini istediler. Hz. Muhammed (s.a.v) de Ashab-ı Kiram’dan Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi. Mus’ab (r.a) herkese gayet güzel muamele yapan çok muhterem bir zattı. O’nun büyük himmetiyle, İslam dini kısa bir zamanda Medine’de şimşek gibi yayıldı. Mus’ab İslam dininin Medine de sür’atle yayıldığını ve hac mevsiminde Müslüman olan zatların Mekke’yi ziyarete geleceklerini Hz. Muhammed (s.a.v)’e iletti. Hac mevsiminde Medine’den Mekke’ye 75 Müslüman geldi. Bizzat Hz. Muhammed (s.a.v) onları karşıladı. Bunlarla çok yakın bir ilişki kurarak, Akabe’de bir toplantı yapmağa karar verdiler.

Zamanında toplantı için tayin olunan yere hepsi geldiler.

Hz. Muhammed (s.a.v) amcası Abbas ile birlikte Akabe’ye geldi. O zaman Abbas, henüz daha Müslüman olmamıştı. Fakat kardeşinin oğlunu himaye etmekten asla çekinmezdi. Toplantıyı Abbas açmış ve Medinelilere şöyle hitap etmişti:

“Ey Hazreç ve Evs cemaati! Siz Muhammed’in aramızdaki yüksek mevkiini elbette bilirsiniz. Biz Onu, şimdiye kadar düşmanlardan koruduk.

Yine de koruyacağız. Fakat, siz şimdi Onu kendisine olan sevginiz ve saygınız yüzünden Medine’ye davet ediyorsunuz. Aranızda yaşamasını istiyorsunuz. Kendiside aynı arzudadır. Ancak, eğer siz Onu, düşmanlarından koruyabileceksiniz, memleketinize götürünüz. Fakat, himaye edebileceğinize güveniniz yoksa, teşebbüsünüz-den vazgeçiniz”! demişti.

Daha sonra Hz. Muhammed (s.a.v) kendisini koruyacaklarına dair onlardan bir ahit istedi. Medineliler de: “Ya Rasülallah! Senin uğrunda ölürsek ne var?” sorusunu sordular. Hz. Muhammed (s.a.v):

“Ahiret mükafatı olarak Cennet!” deyince;

“Öyleyse elini ver dediler!” Medineliler hepsi bütün güç ve kuvvetleriyle Hz. Muhammed (s.a.v)’i koruyacaklarına dair söz verdiler. Ve gerekirse din düşmanları ile savaşmaya da yemin ettiler.

Bu ahit üzerine Hz. Muhammed (s.a.v) Ashabı Kiram’ın Medine’ye göç etmesine izin verdi. Müşriklerin zulüm ve eziyetlerinden tamamen bıkan Ashab hemen göç etmeye başladılar. Mekke’de yalnız Hz. Muhammed (s.a.v) Ashabı Kiram’dan Hz. Ebubekir (r.a) ile Hz. Ali (r.a) kaldılar. Hz. Muhammed (s.a.v) Medine’ye göç etmeyi çok arzuluyordu, yalnız Allah ü Teala’dan kendisine bir izin gelmesini bekliyordu. Ashabı Medine’ye geldikçe Evs ve Hazreç kabileleri onlara yer gösteriyor yardımlarda bulunuyorlardı.

Mekke’den Medine’ye göç eden Ashaba “muhacir” Medine halkına da ”ensar” denir.



HZ. MUHAMMED (S.A.V)’İN HİCRETİ

Kureyş’liler, Müslümanların evlerini terk ederek Medine’ye hicret etmelerinden son derece telaşa düştüler. Çünkü Medine, Suriye’ye yapılan ticaretin yolu üzerindeydi. Suriye’ye giden bütün kervanların yolu oradan gediyordu. Bu durum ilerde müşrik Kureyş’lerin aleyhinde olacağı şüphesizdi. Fakat Müslümanların başında bulunan Hz. Muhammed (s.a.v) halen Mekke’de idi, oradan ayrılmamıştı. Onun için Kureyş’in ileri gelenleri bu işi kökünden halletmek için ”Darün Nedve”de bir toplantı yaptılar.

Bu toplantıda herkes bir fikir beyan etti. Nihayet Ebu Cehil’in ortaya attığı teklif kabul edildi. Hz. Muhammed (s.a.v) öldürmek. Fakat bu işi acaba kim yapabilecekti? Çünkü o sıralarda Araplar arasında kan gütme davası vardı. Şayet Hz. Muhammed (s.a.v) öldürülürse, Haşimoğullarının bu işin peşini bırakmayacağı açıkça belliydi. Nihayet bu işinde bir kolayını buldular. Her kabileden bir genç seçilecek bunlar hep birlikte Hz. Muhammed (s.a.v)’e kılıç vuracaklardı. O zaman kimin darbesiyle öldüğü belli olmayacağından, Haşimoğulları da kan gütme davasından vazgeçmek mecburiyetinde kalacaklardı.

Ebu Cehil’in, bu kötü fikri hemen tatbikata konuldu. Her kabileden bir genç alınarak peygamberimizin evi etrafında yerleştirildi. Ayrıca her kabilenin reisi de orada hazır bulunuyordu. Onların nazarında artık her şey olup bitmiş, Hz. Muhammed (s.a.v) öldürülmüş ve böylelikle İslam dinide sönmüştü.

Cebrail (a.s) hemen gelip durumu Hz. Muhammed (s.a.v)’e bildirdi. Medine’ye hicret etmesine izin verildiğini söyledi. O anda Hz. Ali’yi yanına çağırarak hicret edeceğini bildirdi. Dışarıda bekleyen düşmanları oyalamak için yatağında yatmasını ve kendisine tevdi edilen bütün emanetleri, sahiplerine vermesini tavsiye etti. Hz. Muhammed (s.a.v) bilindiği gibi Kureyşliler’in en emin zatı idi. Bütün emanetler O’nda mahfuz tutulurdu. İnsanların en büyüğü olan Hz. Muhammed (s.a.v) bu tehlikeli anında dahi vazifesini ihmal etmedi.

Hz. Ali o gece peygamberimizin yatağında yattı. Peygamberimiz (s.a.v) yerden bir avuç toprak alarak Yasin sûresi’nin bir kısmını okuduktan sonra müşriklerin üzerine saçtı. Müşrikler körler gibi baktıkları halde O’nun evden çıktığını görmediler. Hz. Muhammed (s.a.v) yolda telaş ve korkuya kapılmadan Hz. Ebubekir’in evine gitti. Allah ü Teala’ya tevekkül etmek suretiyle, Hz. Ebubekir’le birlikte yola çıktılar.

Mekke’nin aşağısında bir saat mesafede Sevr dağında bulunan mağaraya bu iki arkadaş birlikte gizlendiler. Bu mağarada üç gün kaldılar. Kureyş’liler, Hz. Muhammed (s.a.v)’i ellerinden kaçırmamak için her tarafı aradılar. Kim Hz. Muhammed (s.a.v)’i bulursa, ona yüz deve vereceklerini vaat ettiler. Kureyş’in o takipçileri Sevr dağını da aradılar. Hz. Muhammed (s.a.v)’in gizlendiği o mağaranın ağzına kadar geldiler. Hatta içeriden onların ayak sesleri dahi gelmeye başladı. O anda Hz. Ebubekir: “Ya Rasulallah! Beni öldürmelerinden endişe etmiyorum. Ben bir şahısım, fakat Allah ü Teala göstermesin, sana bir zarar gelecek olursa bütün ümmetin helakini sebep olur.” dediğinde Hz. Muhammed (s.a.v):

“Üzülme Allah bizimle beraberdir” diye teselli verdi. Bir mucizenin eseri olarak mağaranın ağzına örümcekler ağ germişti. Mağaranın içini aramaya gelenlere, Ümeyye b. Halef: “Orada ne işiniz var, Muhammed doğmadan önce örümcekler orada ağ germiş.” diyerek geri çevirdi.

Mağarada böylelikle üç gün kaldıktan sonra. yolculuk için onlara hazırlanan develer getirildi. Ücreti mukabilinde tutulan Abdullah b. Ureykıt onlara kılavuzluk etti. O kızgın güneşin altında sahil yolu ile Medine’nin yolunu tuttular.

Hz. Muhammed (s.a.v) hicret ederken, yolda iki büyük tehlikeyle karşılaştı. Birisi Süraka adlı bir pehlivanın izlerini takip etmesi, diğeri ise Büreyde’nin yetmiş süvariyle Hz. Muhammed (s.a.v)’in yolunu kesmek istemesidir. Bütün bu hareketler Kureyş’in vaat ettiği o yüz deveyi almak içindi. Süraka silahını kuşanarak Hz. Muhammed (s.a.v)’in izini takip etti. Yolda istirahat ettiği yerde ona yetişti, tam vuracağı sırada attan yuvarlanarak yere düştü. Tekrar binerek kafileye saldırmak istediğinde, atının ön ayakları dizine kadar kuma battığını gördü. Nihayet yapmak istediği bu kötü hareketinden vazgeçerek, Hz. Muhammed (s.a.v)’den af diledi. O’ndan ayrılırken de bir eminlik belgesi istedi. Bu belge ona verildi. Kafilenin bu hareketini gizli tutarak arkalarından gelenleri de, geri çevirdi.

Büreyde’nin akıbeti ise yine aynı oldu. Maiyetinde bulunan kişilerle Müslüman oldu. Hatta Küba köyüne kadar Hz. Muhammed (s.a.v)’e bayraktarlık yaptı.

Nihayet bu Medine yolcuları, Şam’dan dönmekte olan bir ticaret kafilesine karıştı. O kafilenin içinde Ashab-ı Kiram’dan Zübeyr’de vardı. Yolda Hz. Muhammed (s.a.v) ile Hz. Ebubekir’e yeni beyaz elbiseler giydirdi.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in Mekke’den yola çıktığını, Medine halkı duymuştu. Bir kaç gün arka arkaya Medine’nin dışına çıkarak O’nu beklediler. Bütün şehir halkı bir telaş ve heyecan içinde idi. Nihayet bir gün Müslümanlara ”beklediğiniz zat, işte geliyor” müjdesi verildi.

Müslümanlar silahlanarak karşılamaya koştular. Medine’ye bir saat mesafede Küba köyünde Hz. Muhammed (s.a.v)’e kavuştular. Küba’da on dört gün Avf oğlu Amr’ın evinde misafir kaldı. Bu on dört günlük misafirliği sırasında Müslümanlar tarafından Küba mescidi yapıldı. Küba’da on dört gün kaldıktan sonra bir Cuma günü yanında ki Müslümanlarla birlikte yola çıktı. Yolda öğle vakti namazı gelmişti. İlk olarak orada cemaatle Cuma namazını kıldılar. Hz. Muhammed (s.a.v) Medine’ye girerken bütün halk sokaklara dökülmüş ve şehirde bayram şenlikleri yapılıyordu.

Her Müslüman kendi evinde Hz. Muhammed (s.a.v)’i misafir etmek istiyordu. Hiç kimsenin gücenmesine meydan vermemek için Hz. Muhammed (s.a.v) devesini serbest bıraktı. Deve ilk önce bu gün Mescidi Nebevi’nin bulunduğu bir boş arsada çöktü. Daha sonra oradan kalkarak, Ebu Eyyüb Ensari’nin evinin önünde oturdu. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v) Mescidi Nebi yapılıncaya kadar yedi ay Ebu Eyyüb Ensari’nin evinde misafir kaldı.

BEDİR SAVAŞI

Kureyş müşrikleri, Hz. Muhammed (s.a.v)’i Mekke’den çıkardıktan sonra Medine içindede O’na huzur vermek istemediler. Çünkü Medine’de kalması Mekkelilerin hesabına ve menfaatlerine pek uygun düşmüyordu. Fırsat buldukça Medine içinde bulunan Yahudi ve müşrikleri Müslümanlar aleyhinde kışkırtmaktan geri kalmıyorlardı. Hatta Medine etrafında bulunan müşriklerle anlaşarak Müslümanlar üzerine bir baskın yapmaya hazırlanıyorlardı. Buna rağmen her zaman Hz. Muhammed (s.a.v) Mekkelilere karşı oldukça müşfik davranmıştır.

Hz. Muhammed (s.a.v) Medine’ye hicret edince, Mekke reislerinden olan Ebu Süfyan, Ensar halkına (Medineli Müslümanlara) şu mektubu yazdı:

“Şunu iyi bilin ki, Arap kabileleri arasında hiçbir kabileyle vuku bulacak bir yanık (savaş), sizinle vuku bulacak olandan korkunç olmayacaktır. Çünkü siz bizden birine yardım etmeye çalıştınız, bu şahıs bizim en asilimiz ve en ileri gelenimizdir. Siz ona bir melce temin ettiniz ve O’nu müdafaa ediyorsunuz, bu sizin için bir ayıp ve bir lekedir. Bizimle onun arasına girmeyiniz. Şayet onun tuttuğu yol iyi ise, bundan memnun olacak biziz, şayet kötü ise, ona sahip çıkmak herkesten önce bize düşer. ”Ensar bu mektuba ret cevabını verince, Mekkeliler yine boş durmadılar.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in Medine’deki düşmanı Abdullah b. Übeyy’e şu mektubu gönderdiler:

“Siz bizim (firari) arkadaşımıza melce verdiniz. Tanrı’ya yemin ederiz ki, siz O’nunla harp etmez veya O’nu ihraç etmezseniz hepimiz muhariplerinizi öldürmek, kadınlarınızın ırzına geçmek üzere üzerinize yürüyeceğiz. ”

Hatta Medine halkını korkutmak için Cabir oğlu Kürz komutasında bulunan bir çete gelip bütün hayvanları yağma etmişti.

Bu durumlar karşısında Hz. Muhammed (s.a.v), Medine halkını ve Müslümanları müdafaaya karar verdi. Gönüllü Müslüman müfrezelerini teşkil ederek, Kureyş’lilerin Müslümanların tesir sahasına yanaşmamalarını bildirdi. Bu arada şunu kaydetmek gerekir ki Müslümanlar, kendileriyle harp halinde olan Mekke’lilerin kervanlarına hücum etmişlerdir. Bunun dışında müşrik olan diğer bütün kavimler bu hücumlardan tamamen masum kalmışlardır.

Mekke müşriklerinin, Müslümanlığı ortadan kaldırmak için yapacakları harp için büyük paraya ihtiyaç vardı. Bu parayı temin etmek için Ebu Süfyan’ın başkanlığında Medine yolu ile Şam’a büyük bir ticaret kervanı yollandı.

Ticari alışverişini bitirdikten sonra Şam’dan çıkıp, Mekke’ye giden Ebu Süfyan başkanlığındaki kervana yetişmek için Hz. Muhammed (s.a.v) Medine’den çıkıp Revha adlı mevkie geldi. İslam ordusunun sayısı 305 kadardı. Ebu Süfyan Hz. Muhammed (s.a.v)’in kervan üzerinde yapacağı hareketi daha önceden sezdiği için Mekke’ye haber yollayarak kervanın korunmasını istedi. Kendisi de durmadan sahil yolundan son derece sürat’le Mekke’ye doğru ilerlemeye başladı.

Ebu Süfyan’ın gönderdiği bu haber üzerine, Kureyş’liler hemen toplanarak Ebu Cehil komutasında büyük bir ordu ile Medine üzerine yürüdüler. Fakat Bedir köyüne geldiklerinde, Ebu Süfyan başkanlığındaki kervanın selametle Mekke’ye vasıl olduğunu öğrendiler. Buna rağmen Ebu Cehil, Kureyş’lileri savaşa teşvik ederek geri dönmemelerini istedi. Çünkü Kureyş’lilerin esas gayesi Ebu Süfyan’ın kervanını kurtarmak değil, Müslümanlığı ortadan kaldırmaktı.

Hz. Muhammed (s.a.v) yolladığı keşif kolları vasıtasıyla, Kureyş ordusunun Bedir’e gelip yerleştiğini öğrendi. O da İslam ordusu ile birlikte Bedir’e geldi. Burada Müslümanlara iki büyük görev düşmekte idi. Birincisi kendilerini savunmak, ikincisi Medine’yi işgalden kurtarmaktı. Kureyş ordusu 950 kişiden müteşekkil olup, İslam ordusunun üç katı idi.

Birbirini öldürmek için karşı karşıya gelen iki ordu arasında çok yakın hısımlık bağları vardı. Hz. Muhammed (s.a.v)’in amcası Hamza yanında iken, diğer amcası Abbas ise düşmanlarla birlikte idi. Yine amcası olan Ebu Talib’in oğlu Müslümanlar arasında yer almış iken, diğer oğlu Akil müşrikler ordusunda bulunuyordu. Hz. Ebubekir İslam ordusunda, oğlu Abdurrahman ise düşmanlar arasında yer alıyordu. Diğer sahabelerin de vaziyetleri bu durumda idi.

Kureyş ordusu sayı, silah ve maddi güç bakımından, İslam ordusundan çok daha üstündü. Ayrıca orduları tecrübeli kişilerden meydana gelmişti. İslam ordusu, tecrübesiz gençlerle ihtiyarlardan müteşekkildi. Fakat manevi yönden, İslam ordusu Kureyş ordusundan çok daha üstündü.

Bedir savaşında Kureyş ordusu, ağır bozguna uğradı. 70 ölü ve o kadarda esir bıraktı. Müslümanlar ise 14 şehit verdi. Ebu Cehil ile Mekke’nin büyük reisleri harp meydanında öldürüldü.

Hz. Muhammed (s.a.v) sahabelerle harp esirlerinin mevzuunu danıştı. Belli bir fidye karşılığı olarak serbest bırakılmayı uygun gördü. Münevver olan esirler ise, her biri 10 Müslüman çocuğa okuma yazma öğretmekle serbest bırakılacaklardı.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in amcası Abbas bu harpte esir edilmişti. Fidye için parası olmadığını Hz. Muhammed (s.a.v)’e beyan etti. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v) “Ümmül Fadl’a bıraktığın altınlar nerede?” diye buyurdu. O zaman da Hz. Abbas: “Şehadet ederim ki sen doğru söyleyicisin” demiş ve böylelikle Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman olmuştu. Fakat onun fidye bedelini affetmedi. Diğer esirler gibi, fidye verdi.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in kızı Zeynep’in kocası “Ebul As da aynı harpte esir edilmişti. Onun fidye karşılığı ise, Hz. Hatice’nin evlilikte Zeynep’e çıkardığı gerdanlık yollanmıştı. Satılık mal olarak tellal elinde görülünce sahabeler çok müteessir oldu. Hz. Muhammed (s.a.v)’de bu duruma üzüldü ve: “Eğer uygun görürseniz Zeynep’in esirini salıveriniz ve bedelini de geri çeviriniz” diye buyurdu. Sahabeler Ebul As’ı salıverdiler ve Zeynep’in gerdanlığını da geri çevirdiler.



UHUD SAVAŞI

Kureyş müşrikleri, Müslümanlığı ortadan kaldırmak için yaptığı Bedir savaşında ağır bir yenilgiye uğramıştı. Hatta Mekke’nin ileri gelen reisleri de bu savaşta öldürülmüştü. Onun için Mekke halkı adeta bir matem içinde idi. Müslümanlardan bu büyük acının intikamını almak istiyorlardı.

Ebu Süfyan yaptığı Şam ticaretinde yüzde yüz karla dönmüştü. Kureyş müşrikleri bu karı sahiplerine dağıtmayarak, Ebu Süfyan başkanlığında Araplardan paralı asker toplamaya başladılar. Ünlü şair ve hatipler de Bedir savaşında ölen Kureyş reisleri için ağıtlar söyleyerek halkı savaşa teşvik ettiler. Böylelikle savaş için Mekke’nin içinden ve dışından olmak üzere üç bin kadar asker toplandı.

Bu Kureyş ordusu içinde üç bin deve, yedi yüz zırhlı ve iki yüz süvari vardı. On beş kadın da askerlere def çalarak onları gayrete getiriyordu. Ebu Süfyan’ın karısı Hind de bu ordu içinde yer alıyordu. Bedir savaşında öldürülen babası Utbe ile biraderi Velid’in intikamını Hz. Hamza’dan almak gayreti içinde idi. Hatta Cübeyr’in kölesi olan Vahşi’ye çeşitli mükafatlarda bulunarak Hz. Hamza’dan intikamını almak istedi.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in amcası Hz. Abbas Müslüman olmuştu. Fakat bunu müşriklerden gizli tutuyordu. Bedir savaşında felakete uğradığını bahane ederek müşrik ordusuna iştirak etmedi. Ayrıca Mekkelilerin bu durumunu bir mektupla hemen Hz. Muhammed (s.a.v)’e bildirdi.

Bu durum karşısında Hz. Muhammed (s.a.v) sahabeleri toplayarak onlarla görüştü. Hz. Muhammed (s.a.v) Medine’nin içinde kalmayı, düşman hücum ederse savunma ve korunma savaşı yapmayı emir buyurdu.

Münafıkların reisi olan Abdullah’ da bu görüşü beyan etti.

Fakat Bedir savaşında bulunmayan genç yiğitler, düşmanla göğüs göğse savaşmak için ısrar ettiler. Hz. Hamza ve bazı sahabeler de aynı görüşte bulundukları için peygamberimiz çaresiz kalarak bunlara uymak mecburiyetinde kaldı.

Harp elbiselerini giymek için hücresine gitti. Bu arada bazı sahabelerle, Ensar’ın büyüğü Sa’d b. Muaz Hz. Peygamberin emrine itaat etmek gerektiğini, işin O’na bırakılmasının daha uygun olacağını söylediler.

Sahabeler, Hz. Muhammed (s.a.v)’in emrine muhalefet ettikleri için pişman oldular. Hz. Peygamber silahlanıp hücresinden çıkınca:

“Ya Rasülallah! Biz senin emrine muhalefet etmeyiz. Dilediğini yap.” dediler. O da:

“Bir peygambere silahlandıktan sonra savaş yapmadan dönmek yakışmaz” buyurdu.

Cuma namazını kıldıktan sonra, Hz. Muhammed (s.a.v) bin kişilik bir ordu ile yola çıktı. Yolda 600 kişilik bir Yahudi ordusuna tesadüf etti. Kendisine yardım etmeyi teklif eden bu Yahudi ordusunu kabul etmedi. Bu durumu gören münafıkların reisi Abdullah, Hz. Muhammed (s.a.v)’in ordusunda bulunan 300 kişiyi yanına alarak kaçtı. Böylelikle 1000 kişilik olan İslam ordusu, yolda 300 münafık kişinin kaçması ile 700 kişiye düştü.

Nihayet İslam ordusu Uhud dağına vararak sahanın en iyi yerini seçti. Kureyş ordusu ise daha evvel Uhud dağına gelmiş ve çorak olan yerde karargahını kurmuştu.

Kureyş ordusu, İslam ordusunun dört misli idi. Savaşın ilk safhasında, Kureyş ordusu Müslümanlara karşı dayanmayarak bozguna uğradı. Bilhassa Müslüman okçuları, Kureyş süvarilerini tamamen felce uğrattılar. Fakat ne var ki okçular Hz. Muhammed (s.a.v)’in “Kuşların bizim ölülerimizi yediğini görseniz bile yerinizi terk etmeyiniz.” emrini unuttular. Komutanları Cübeyr oğlu Abdullah’ın bütün ısrarlarına rağmen okçular onu dinlemeyerek bozguna uğrayan Kureyş ordusunu yağma ederek yerlerini terk ettiler. Bu okçuları dikkatle izleyen Kureyş süvarileri, derhal hücuma geçerek Müslümanları arkadan çevirmeyi başardılar. İki düşman arasında kalan Müslümanlar kuvvetsiz bir duruma düştü. Bu arada Kureyş müşrikleri Hz. Muhammed (s.a.v)’i öldürdüklerini ilan ettiler. Bu durumu işiten Müslümanlar dağılmaya başladılar. Müşriklerden bazıları Hz. Muhammed (s.a.v)’e hücum ederek, O’nu da bu arada yaraladılar. O sıralarda dahi Hz. Muhammed (s.a.v):

“Ya Rabbi! Kavmimi affet. Onlar cahil, ne yaptıklarını bilmiyorlar. Onlara hidayet eyle.” diye dua ediyordu.

İslam ordusunun dağıldığını gören Hz. Hamza (r.a), savaş meydanından kaçmayıp bütün gücü ve kuvvetiyle müşriklere hücum ediyordu. Savaş meydanında önüne çıkan sekiz azılı müşriki arka arkaya vurarak öldürdü. Kureyş’liler ona karşı çıkıp göğüs göğse erkekçe çarpışmaya bir türlü cesaret edemiyorlardı. Nihayet pusuda bekleyen Vahşi adlı Habeşli uzaktan süngüsünü fırlatarak Hz. Hamzayı şehit etti. Habeşli Vahşi koşarak bu durumu Ebu Süfyan’ın karısı olan Hind’e söyledi. Bedir savaşında Hind’in babasını ve oğlunu öldüren Hz. Hamza’nın cesedi başına gelerek onun karnını açtı. Ciğerlerini kopararak ağzı ile çiğnedi. Sonra burnunu ve kulaklarını keserek kendisine bunları gerdanlık yaptı.

Bu arada Hz. Muhammed (s.a.v) birkaç mümin ile birlikte Uhud tepesine kadar tırmandı ve orada bulunan bir mağarada istirahat etti.

Ebu Süfyan harp meydanını dolaştıktan sonra, mağaraya doğru yüksek sesle sordu:

“Muhammed hayatta mıdır?”

Hz. Muhammed (s.a.v) sahabelere cevap vermeyi yasak etti. Ebu Süfyan devam etti:

“Ebubekir sağ mıdır?”

“Ömer sağ mıdır?”

Herhangi bir cevap almayınca, sevinerek yüksek sesle haykırmaya başladı:

“Eminim ki hepsi öldüler. Putumuz Hübel’e hamd ü sena olsun.”

Hz. Ömer susmaya dayanamayıp:

“Ey Allah’ın düşmanı yalan söyledin. Saydığın şahıslar hepsi sağdır.” dedi.

Ebu Süfyan, dönüp giderek:

“Gelecek sene sizinle Bedir de buluşalım.” dedi.

Hz. Ömer’de: “İnşallah” dedi.

Müşrikler bu savaşta galip gelmişken, Allah ü Teala onların kalbine büyük bir korku verdi. Savaşı terk ederek gittiler.

Uhud savaşında İslam ordusu 70 şehit verdi. Müşriklerden ise 30 kişi öldü.



HENDEK SAVAŞI

İslam ordusunun Uhud savaşını kazanmaması, Arap kabileleri üzerinde çok fena tesir yapmıştı. İslam düşmanları daha da artmış ve Müslümanlar her görülen yerde saldırıya uğruyorlardı. Onun için Müslümanlar silahsız olarak hiçbir yere çıkamıyorlardı.

Yahudi kabilelerinden Beni Kaynuka ile, Beni Nadir Medine şehri yakınında oturmakta idiler. Müslümanlarla aralarında bir anlaşma yapılmış, fakat buna riayet etmedikleri için Medine’den kovulmuşlardı.

Hayber kalesine sığınan Beni Nadir reisleri Müslümanlardan öç almak istiyordu. Esasında günden güne ilerleyen Müslümanların bu durumundan, Yahudiler açıkça endişe ediyorlardı.

Müslümanlığı ortadan kaldırmak için, Hayber’den 70 kişilik bir Yahudi kafilesi Mekke’ye giderek, Kureyş’lilerle işbirliği yaptılar. Dar-ün Nedve'de toplanan Kureyş reisleri Müslümanlarla savaş etmeye ittifak ettiler. 4000 kişilik bir savaş ordusu ile Mekke’den yola çıktılar.

Bedeviler’in yolda bunlara katılması ile on b. kişilik bir ordu ile Medine’ye doğru ilerlemeye başladılar.

Hz. Muhammed (s.a.v) Kureyşli müşriklerin bu hareketlerini işitince hemen sahabeleri toplayarak onlarla istişarede bulundu. Ashab arasında İranlı zat olan Selmanı Farisi (r.a) bu toplantıda söz aldı:

“Ya Rasülallah!” dedi, “Bizim İran’da bir adet var. Hariçten düşman bir şehre hücum ederse, ahalisi o şehir etrafında hendek kazar, memleketlerini böylelikle müdafaa ederler.”

Selman-ı Farisinin toplantıda ileri sürmüş olduğu bu fikir sahabelerle Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından uygun görüldü. Başta Hz. Muhammed (s.a.v) olmak üzere diğer bütün Müslümanlar hep birlikte Medine’nin etrafında hendek kazmaya başladılar.

Hz. Muhammed (s.a.v) bizzat amele gibi bu hendek işinde çalıştı.

Selman-ı Farisi bu gibi işlere alışık olduğu için on kişinin yapacağı işi tek başına yapıyordu. Hendek kazılırken çok sert bir taşa rastlamış, bütün sahabeler bunu kırmaya muvaffak olmamışlardı. O yüce peygambere haber verildiğinde, oraya giderek hendeğe indi. Eline balyozu alarak Bismillah deyip o kayaya vurdu. Sert kaya üç vuruşta kum gibi dağıldı. Hendek iki hafta içinde bitirildi.

Kureyş ordusu gelip, Medine’nin gün batısında karargahını kurdu. İslam ordusu da ona karşı üç bin kişilik bir kuvvetle saf olup durdu.

Müşrikler bu hendeği görünce şaşırdılar. Sağa sola döndülerse de hendeği geçemeyeceklerini kesin olarak anladılar. Medine’yi sıkı bir şekilde kuşatıp, uzaktan İslam ordusuna oklar yağdırmaya başladılar.

Medine’nin yakın bir yerinde oturan Beni Kurayza Yahudileri ile Hz. Muhammed (s.a.v) arasında daha evvelden yapılmış bir anlaşma vardı. Bir ara savaş esnasında Yahudilerin bu anlaşmayı bozdukları söylentileri, Müslümanlar arasında büyük bir endişeye sebep oldu. Çünkü bütün kadın ve çocuklar Medine’nin içinde idi. Peygamberimiz (s.a.v) Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubade’yi gizlice oraya yolladı. Gönderilen bu zatlar Beni Kurayza Yahudilerine, yapılan anlaşmaya riayet edip etmediklerini sordular. Yahudiler anlaşmayı bozduklarını açıkça ilan ettiler.

Bunun üzerine Yahudilerin muhtemel bir saldırısından Medine’yi korumak için Zeyd b. Haris’e 300, Seleme b. Eslem’e 200 kişilik kuvvet verilerek şehre yollandı.

Medine kuşatması bir ay sürdü. Hz. Muhammed (s.a.v) ve Müslümanlar, erzak bulamadıkları için birkaç sefer, üçer gün aç kaldılar. Açlıktan karınlarına taş bağlıyorlardı. İki ordu arasında hendek olduğu için göğüs göğüse çarpışmayıp devamlı uzaktan karşılıklı olarak birbirlerine ok atıyorlardı.

Fakat müşriklerin meşhur süvarileri olan (Dırar, Cübeyre, Nevfel ve Amr b. Abdived) gibi şahıslar, atlarını zorlayıp hendeğin dar yerinden geçmeye muvaffak oldular. Bunlardan bilhassa Abdullah b. Abdived çok cesurdu. Şöhreti bütün Arabistan’a yayılmıştı. Amr çok vakalar görmüş ve bir alaya denk tutulurdu.

Savaş meydanında ilerleyerek kendisiyle çarpışacak bir er istedi. Hz. Muhammed (s.a.v):

“Buna kim çıkacak? diye sordu. O sırada Hz. Ali (r.a) ayağa kaktı. “Ona karşı ben çıkarım.” deyince, ”Sen otur ya Ali! Gelen Amr’dır.” buyurdu.

Amr tekrar Müslümanlara meydan okuyarak onlarla alay etmeye başladı. Ali tekrar ayağa kalkarak ona karşı çıkmak istedi.

Hz. Muhammed (s.a.v) yine ona izin vermedi.

Amr’a karşı kimse çıkmayınca bu sefer tamamen şımardı. Yüksek sesle “Er meydanına çıkacak kimse yok mu?” diye haykırdı.

Bunun üzerine Hz. Ali (r.a) “Velev ki Amr olsun çıkarım. Ya Rasulallah” diyerek ayağa kalktı.

Hz. Muhammed (s.a.v) Ali’ye kendi zırhını giydirdi. Ve “Zülfikar” adlı kılıcını beline bağladı. Sonra ellerini kaldırarak:

“Ya Rabbi! Amcamın biri Bedir’de, diğeri Uhud’da şehit oldu. Yanımda, amcamın oğlu kaldı. Onu bana bağışla” diye, Allah ü Teala’ya yalvarmaya başladı.

Hz. Ali (r.a), savaş meydanına doğru yaya olarak ilerlemeye başladı. Bu canlı tabloyu her iki ordu heyecanla seyrediyordu. Amr kendisine karşı çıkanı merak ederek öğrenmek istedi. ”Ebu Talib oğlu Ali” olduğunu öğrenince “Amcaların içinde yaşlı başlı biri yok muydu? Senin ağzın henüz süt kokuyor. Ben babanla dostluk yapmıştım. Şimdi senin kanını dökmek istemem” dedi. Hz. Ali “İslam dinini kabul etmesini” teklif etti. Amr bu davete kahkaha ile gülerek reddetti.

Amr kılıcını çekerek, Hz. Ali’nin üzerine yürüdü. Vurduğu darbe ile Ali’nin kalkanı ikiye bölündü ve alnından onu hafifçe yaraladı. Sıra Ali’ye gelince, Zülfikar ile bir vuruşta Amr’ı öldürdü.

Sonra müşriklerden Nevfel dövüş meydanına çıktı. Sahabelerden Zübeyr b. el Avvam ona karşı çıktı. Bir vuruşta Nevfel’i yukarıdan aşağıya ikiye böldü. Hendeği geçen diğer müşrikler, kaçmaya mecbur kaldılar, bu durum Müslümanları haddinden fazla sevindirdi. Müşrikleri de o kadar üzdü.

Ertesi gün Kureyş’lilerle Beni Kurayza Yahudileri her tarafı kuşatıp akşama kadar Müslümanları ok yağmuruna tutular. O sıralarda Nuaym Bin Mesut Gatfani gizlice gelip Müslüman oldu. Kureyş’lilerin ve Yahudilerin Nuaym’a sonsuz bir şekilde itimatları vardı. Sıkışık bir vaziyette olan Müslümanlara yardım yapmayı düşündü. Yahudilere giderek şöyle dedi;

”Kureyş ve Gaftan kabileleri dört gün sonra Medine kuşatmasını bırakıp Mekke’ye gidecekler. O zaman siz antlaşmayı bozmakla itham edilip, Müslümanların pençesine düşersiniz. Bana kalırsa siz Kureyş ve Gatfan’ın ileri gelenlerinden birkaç kişiyi rehin olarak alınız, eğer onlar sizi bırakıp giderse, rehin aldığınızı hapsedersiniz”

Nuaym, oradan kalkıp Kureyş meclisine vardı. “Yahudiler Müslümanlarla gizli bir ittifak yapmışlar. Kureyş ve Gatfan’dan birkaç kişiyi rehin alıp onları Müslümanlara verecekler. Eğer Yahudiler rehin isteseler vermeyiniz” diyerek, Kureyş’lileri şüpheye düşürdü.

Esasen hava da gayet soğuktu. Kışın ortasında böyle büyük bir orduyu beslemek çok güçtü. Ebu Süfyan Yahudilerin bu fikrini kesin olarak öğrenmek için onlara bir haberci gönderdi.

Yahudiler, gelen haberciye Kureyş’in ileri gelenlerinden 70 kişiyi rehin istediler. Ancak bu şekilde savaşabileceklerini söylediler.

Kureyş ve Gatfan reisleri Yahudilerin bu isteğini işitince “Nuaym’ın dediği doğru imiş” dediler.

“Biz size rehin vermeyiz, memleketimize gider, siz de Müslümanların pençesine düşersiniz” diye Yahudilere haber gönderdiler.

Yahudiler de aynı şekilde “Nuaym’ın dediği doğru imiş” dediler.

Böylelikle Kureyş’lilerle, Yahudiler arasında büyük bir ihtilaf çıktı. O sıralarda meydana gelen şiddetli bir fırtına korkunç kasırgaya döndü. Kureyş ordusu korku ve kuşkuya düştü. Başkomutan olan Ebu Süfyan mecburen askerlerini çekmeye başladı.

Müşriklerin böyle perişan bir vaziyette ayrılıp gitmesinden, Müslümanlar sevinç duydular. Sabah olunca Müslümanlar hendekten çıkarak müşriklerin bıraktıkları deve ve erzakları topladılar.

Hendek savaşında Müslümanlardan 5 kişi şehit oldu. Ensarın ulusu olan Sa’d Bin Muaz bir okla ağır yaralanmıştı. Sa’d hazretlerinin yarası gittikçe fenalaştı ve Beni Kurayza savaşından sonra o da şehit oldu.

Müşriklerden ise savaşta 4 kişi ölmüştü. Fakat burada Müslümanlar çok büyük bir zafer kazanmışlardı.

Hz. Muhammed (s.a.v) Medine’ye gelince, Cebrail (a.s) gelip antlaşmayı bozan Beni Kurayza Yahudileri üzerine yürümesi için Allah Teala’dan kendisine bir emir getirdi.

Hz. Muhammed (s.a.v) sancağı Hz. Ali’ye vererek, Beni Kurayza üzerine onu öncü olarak yolladı. Yahudiler Hz. Ali’yi görünce kaleye kapanarak kendilerini müdafaaya başladılar. Nüfusları 900 kişi idi. 3000 kişilik İslam ordusu, Beni Kurayza’yı 25 gün kuşattı. Yahudiler neye uğradıklarını anladıkları için kayıtsız şartsız teslim oldular.

Bu Yahudiler Evs kabilesinin himayesinde oldukları için Hz. Muhammed (s.a.v)in hakemliğini kabul etmediler. Evs kabilesi başkanı Sa’d Bin Muaz’ın hakemliğini talep ettiler. O zaman Sa’d Hendek savaşında yaralandığı için evinde tedavi altında idi. Sa’d Bin Muaz’a haber gönderilerek hasta bir vaziyette getirildi. Hakemliği yaptı.

Yahudiler, Hz. Musa şeriatine tabi oldukları için Sa’d hükmünü onların şeriatine göre verdi.

“Eli silah tutan erkekler idam edilecek, kadın ve çocuklar esir edilecek, malları zapt olunacak”

Burada elde edilen mal ve ganimetlerin 5/1’i Beytülmal için ayrıldı, geriye kalanlar ise Müslümanlar arasında eşit olarak bölüştürüldü.



HUDEYBİYE ANDLAŞMASI

Hac ziyareti için Hz. Muhammed (s.a.v) Mekke’ye gideceğini Müslümanlara söyledi. Medine’yi muhafaza için yeterli bir kuvvet bıraktıktan sonra diğer Müslümanlarla birlikte yola çıktı. Müslümanlar savunma ihtiyaçları için yanlarına birer kılıç aldılar. Hz. Muhammed (s.a.v) harp emelinde olmadığı için böyle hareket etmeyi daha uygun gördü.

Müslümanların yola çıktıklarını anlayan Mekke müşrikleri Hudeybiye’de toplandılar. Burası Mekke’ye doğru giden yolun dar bir geçidi olup, stratejik bir nokta idi. Kureyş müşriklerinden 40 kişilik bir kuvvet yola çıkarak Müslümanlara ok ve taş atmaya başladılar. Derhal Müslümanlar tarafından bu 40 kişilik kuvvet esir edildi. Hz. Muhammed (sav) onları affederek tekrar geri çevirdi.

Müslümanların gayesini anlamak için Mekkelilerden bir delege geldi. Fakat bu delege anlaşma yapmaya yetkili değildi. O zaman Hz. Muhammed (s.a.v) Huzaa kabilesinden Hiraş İbni Ümeyye’yi Kureyş’lilere yolladı. Hiraş Hz. Muhammed (s.a.v)’in gayesini açıkça Kureyş’lilere anlattı. İkrime İbni Ebu Cehil onun devesinin bacaklarını kesti, kendisi de canını zor kurtardı.

Hz. Peygamber tekrar Kureyş’lilerle görüşmek üzere Hz. Osman’ı gönderdi. Hz. Osman, Ebu Süfyan ile yakın bir akrabalığı vardı. Hz. Osman Mekke’ye gidip, Hz. Muhammed (s.a.v)’in gayesini Kureyş’lilere anlattı. Fakat ne var ki, yine Hz. Osman Mekke’liler tarafından hapsedildi. Hatta Hz. Osman’ın öldürüldüğüne dair şayia çıktı. O sıralarda yakın akrabası olan Ebu Süfyan Suriye’de seyahatte idi.

Hz. Muhammed (s.a.v) Hz. Osman’ın öldürülmesi şayiası karşısında çok üzüldü. Hudeybiye’de bütün sahabeleri toplayarak, ölünceye kadar Kureyş’lilerle harp etmek üzere söz aldı. O zaman Kureyş’liler durumun vahametini anlayarak, Hz. Muhammed (s.a.v)’e bir heyet yolladılar. Gelen bu heyet Hz. Osman’ın sağ olduğuna dair teminat verdikten sonra antlaşma yapmaya salahiyetli olduklarını söylediler.

Mekke heyeti şu maddeleri öne sürdüler;


      1. Müslümanlar Kabe’yi ziyaret etmemeksizin Medine’ye döneceklerdir, bir sene sonra orayı ziyaret edebilecekler, fakat 3 günden fazla kalmayacaklar.

      2. Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler iade edilmeyecek, fakat Hz. Muhammed (s.a.v) Medine’ye gelen her Mekke'liyi bu şahsın büyüğü istediği taktirde iade edecekti.

      3. İki Memleket arasında on sene müddetle mütareke yapılmıştır.

Hz. Muhammed (s.a.v) Mekke'lilerin bu isteklerini aynen kabul etti. Mekke'liler Barış Antlaşmasında “Allah’ın Resul’u Muhammed” ibaresi yerine Abdullah oğlu Muhammed ibaresinin konmasını istediler. Hz. Muhammed (s.a.v) buna dahi rıza gösterdi.

Hudeybiye Barış Andlaşması Müslümanların belki en büyük zaferidir. Arap yarımadasında yaşayan bütün kabileler, Kureyş’lilere bakıyorlardı.

İslam dininin Arap yarımadasında yayılabilmesi için Kureyş’lilerle dostluğun kurulması şarttı. Esasında Müslümanlık kılıca dayanan bir din değildir. İnsanların ruhlarını fetheden bir dindir. Hudeybiye sulhundan sonra Müslümanlar müşriklerle ticari ve ailevi görüşmeler yapmaya başladılar. 2 yıl içinde İslam’a girenlerin sayısı 19 yıl içinde Müslümanların sayısından 4-5 kat fazla oldu.

HAYBERİN FETHİ

Hayber, Medine’nin Kuzey doğusunda 200 km. uzakta Şam tarafına düşen bir şehirdi. Etrafı kaleler bağ, bahçe ve hurmalıklarla dolu idi.

Medine’den kovulan bütün Yahudiler, burada toplanmıştı. Kureyş müşrikleriyle birleşerek Hendek savaşının meydana gelmesine bunlar sebep olmuştu. Yine Hendek savaşında “Beni Kurayza” kabilesini ikna eden bunlardı.

İslam düşmanları, müşriklerle Yahudilerdi. Fakat Yahudilerle müşrikler arasında, bir din ayrılığı vardı. Siyasi menfaatler ise bunları İslam aleyhinde birleştiriyordu. İşte yapılan Hudeybiye Barış Antlaşması ile Müslümanlar, artık Kureyş müşriklerinden emin olmuşlardı.

Yine bu arada Hayber Yahudileri boş durmuyorlardı. Gatfan kabilesi ile gizli anlaşarak, Medine üzerine bir ordu yolama hazırlıkları yapıyorlardı.

Hz. Muhammed (s.a.v) Yahudilerin Medine’ye saldırmalarını önlemek için hemen harekete geçti. Medine’den İslam ordusu, 1600 yaya ve 200 atlı olmak üzere yola çıktı.

İlk önce Hayber Yahudilerinin, Gaftan kabilesiyle birleşmelerini önlemek için İslam ordusu “Raci” mevkisini tuttu. Bu sebeple Hayber Yahudileri olan Gaftan kabilesinden hiçbir yardım alamadılar.

Hz. Muhammed (s.a.v), Hayber kalesini kuşattı. İlk önce Yahudilere sulh teklif etti. Yahudiler tarafından sulh teklifi ret edilince aralarında şiddetli savaş başladı. Hayber’in meşhur sekiz kalesi teker teker Müslümanların eline geçti.

Hayber kalesinin fethinde, Müslümanlardan 15 kişi şehit oldu. Yahudilerden ise 93 kişi öldürüldü.

Fetihten sonra Yahudiler kendi topraklarında kalmak istediler. Her sene hasılatın yarısını Beytülmale (hazineye) bırakacaklarına dair söz verdiler. Hz. Muhammed (s.a.v).Yahudilerin bu teklifini kabul etti.

Hayber kalesi muhasara altında iken Hz. Muhammed (s.a.v) İslama davet için Fedek köyüne bir elçi yolladı. O zaman Fedek ahalisi Yahudi idi. Bu daveti kabul ettikleri için onlarla hiç savaş yapılmadı.

Hz. Muhammed (s.a.v) Hayber’den Medine’ye dönerken “Vadil kura” nahiyesini de aldı. Bunlarla başta savaş etmek istemedi. Fakat Yahudilerin Müslümanlara ok atmaları üzerine, bunlarla çarpışarak kısa bir süre içinde burasıda feth edildi.



MEKKE’NİN FETHİ

Hudeybi’ye barış antlaşması yapıldığında Huzaa kabilesi Müslümanların, Beni Bekir kabilesi Kureyş müşriklerinin himayesine girmişlerdi. Huzaa ile Beni Bekir kabileleri arasında bir düşmanlık vardı.

Beni Bekir kabilesi Müslümanların himayesinde bulunan Huzaa kabilesini saldırdılar. Bu sırada Kureyş müşrikleri, Beni Bekir’e silah yardımı yaptılar. Ayrıca Kureyş’in ileri gelenleri, Beni Bekir kabilesi ile birlikte bu savaş’a iştirak ederek, Huzaa kabilesinden 23 kişiyi öldürdüler.

Medine’ye Huzaa’lılardan 40 kişilik bir heyet gelerek Kureyş’lileri şikayet ettiler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v) Kureyş’lilere bir elçi gönderdi. Mekkelilere “Ya öldürülen Huzaa‘lıların ailelerine diyet verilmesi veya Beni Bekir kabilesinin Himaye olunmasından vazgeçilmesi” teklifinde bulundu. Bu teklifler Kureyş’liler tarafından kabul edilmeyince, Hudeybiye barış antlaşması resmen sona erdi.

Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v) 10.000 kişilik bir ordu ile yola çıktı. Mekke’ye doğru ilerlerken İslam ordusuna dost kabilelerin katılması ile 12.000’ine yükseldi.

Hz. Muhammed (s.a.v) yolda amcası Hz. Abbas’a rastladı, Hz. Abbas Bedir harbinden sonra Müslüman olmuş, fakat dinini Kureyş müşriklerinden saklıyordu. Medine’ye hicret etmek üzere yola çıkmıştı, yolda İslam ordusuna tesadüf edince ona katıldı. Hz. Muhammed (s.a.v), Hz. Abbas’a “Muhacirlerin sonuncusu da sen oldun” diye buyurdu.

Huzaa kabilesi bütün yolları tuttuğu için, Mekke müşrikleri gaflet uykusuna dalmışlardı. İslam ordusu Mekke’ye yakın “Merruzzahran” vadisine geldi. Hz. Muhammed (s.a.v) 12.000 kişinin, gece ayrı ayrı ateş yakmasını emretti.

İslam ordusunun Mekke’ye yaklaştığını anlayan müşrikler, Ebu Süfyan’a vardılar, Ebu Süfyan durumu anlamak için Mekke’nin dışına çıktı. Fakat İslam ordusu tarafından çıkarılan bir süvari karakoluna esir düştü. Bütün Arapları Müslümanlar aleyhinde kışkırtan ve Medine’yi kuşatan Ebu Süfyan artık ele geçmişti. İslam’a yapmış olduğu bu büyük kötülükler karşısında öldürülmesi gerekiyordu. Fakat o yüce Peygamberin huzuruna getirilen Ebu Süfyan, derhal af edildi,

Mekke o sıralarda tam bir karışıklık içinde idi. Şehrin bütün yolları İslam ordusu tarafından tutulmuştu. Müslümanlar Mekke’ye girince kan dökülmemesi için her tarafta münadiler “Her kim evine kapanır veya silahlarını teslim ederse veya Kabe’nin Haremine sığınırsa veya Ebu Süfyan’ın evine girerse emindir, bunlara kimse dokunamaz”

O sıralarda Mekke’ye giren Ebu Süfyan’da her türlü mukavemetin faydasız olduğunu söyledi. Böylelikle Mekke kan dökülmeden fethedildi.

Hz. Muhammed (s.a.v) Mekke’ye girince ilk önce Kabe’ye vardı. O zaman Kabe’de 360 put vardı idi. Hepsini kırıp Kabe’nin dışına attı. Duvardaki resimlerin silinmesini emretti.

Hz. Muhammed (s.a.v) Mekke müşriklerinin haksız zulmüne maruz kalmıştı. Ayrıca Mekke’den hicret etmek mecburiyetinde bırakılmıştı. Diğer Müslümanların ise malları ellerinden alınmış zulmedilmiş bir kısmı da bu arada öldürülmüştü. Hz. Muhammed (s.a.v) Mekke fethedilince umumi bir katliama girişmesi, halkın bütün mülkünü ganimet yapmasına hiçbir mani yoktu. Fakat ne var ki o yüce Peygamber asla böyle hareket etmedi. Namaz kıldıktan sonra Kabe’nin avlusunda toplanan Kureyş’lilere döndü ve onlara sordu:

“Şimdi benim ne yapmamı bekliyorsunuz?”

Utanarak cevap verdiler: “Sen bir asilsin, asil bir babanın evladısın”

O zaman Hz. Muhammed (s.a.v): “Bugün siz muaheze edilecek değilsiniz, gidiniz, hepiniz hürsünüz” dedi.


Yüklə 399,36 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin