7. Er-Rahmân, er-Rahîm, Zû'r-rahme, Hayru'r-râhîmîn, Erhamu'r-râhimîn, Zû rahme vâsi'a
Rahman ve Rahîm, ism-i faile mülhak olan mübalağa binalarından fa'lân ve fa'îl vezninde, rahmet kökünden gelen iki sıfattır. 565 Genel olarak kabul edildiğine göre Rahman, rahmetin daha ileri bir derecesini ifade eder 566. Bazılarına göre fa'lân vezni, fiilin çok olduğuna ve tekerrür ettiğine, fa'îl vezni ise fiilin sabit ve yerleşik olduğuna delâlet eder 567. Rahmet kelimesi dilde, kısaca “rikkat(yufkalık) ve ihsan” anlamına gelir 568. el-Hattabî'nin (ö. 388/998) tarifine göre, Allah'ın sıfatı olarak er-Rahmân:
“Bütün mahlûklara rızıkları, yaşama vesileleri ve her türlü faydaları hususunda rahmeti yayılmış olan rahmet sahibi demektir. Rahmeti, mü'min olsun kâfir olsun, iyi olsun kötü olsun herkese şâmil olandır” 569. er-Rahîm'de, aşağı yukarı aynı anlamı ifade eder. Fakat bu iki sıfat arasında, bir takım ince farklar vardır. Allah, Kendisini bir arada andığı bu iki isimle tavsif ettiğine göre, bunlar arasında fark olması gereklidir. Bir çok âlim, bu farkları göstermek için, büyük gayret sarfetmiştir. İkisi arasındaki ince farkların ayrıntılarını, onların verdikleri bilgilere havale edip 570, sadeee Kur'ân'ın kullanışındaki farkları ortaya koymaya çalışacağız. İşaret edelim ki, bazı durumlarda yapılan ayırımlar, temellerini lisandan çok, zevk ve ıstılahta bulmaktadır. Bu iki İsmin Kur'ân'daki kullanılışları şu farkları gösterir:
a) Er-Rahmân “sıfât-ı gâlibe”den olarak, Ulûhiyyetîn ikinci bir ismi durumunda kullanılmıştır. Geçtiği yerlerin ekserisinde böyledir. Sıfat olarak geldiği yerler oldukça azdır. er-Rahîm ise, mevsufsuz olarak hiç kullanılmamıştır; geçtiği her yerde 571 istisna edilirse), Allah ismini tavsif etmiştir.
b) Er-Rahmân her zaman eliflâmlı geldiği halde, Rahîm bir çok defa eliflâmsız da gelmiştir.
c) Arapçada olduğu gibi 572 Kur'ân-ı Kerîm'de de er-Rahmân insanlar hakkında hiç kullanılmamış, münhasıran Allah'ın sıfatı olmuştur. Rahîm ise, bir âyette 573 Hz. Muhammed'i (a.s.) tavsif etmiştir.
d) Er-Rahmân ismi, harf-i cerr ile ta'diye etmez, fiil ameli yapmaz. Rahîm ismi için durum böyle değildir. Harf-i cerr ile te'addi ve rahmete konu teşkil eden şeye taallûk eder.
“(Şüphesiz kî O, esasen mü'minlere karşı Rahim'dir)” 574;
“(O, esasen mü'minlere karşı Rahîm'dir)” 575 âyetlerde bu durum görülmektedir. Halbuki hiç bir yerde “Rahmanun bihim {onlara karşı Rahmân'dır)” gibi bir ifade görülmez. Bu istimale ve Arapçada fa'lân vezninin umumî delâletine (bu vezin normal olarak lâzım fiilden bina edilip, başkasına taaddi etmez) dayanarak, er-Rahmân isminden “rahmetle mevsûf olan”, er-Rahîm isminden ise “rahmetiyle merhamet edici olan” mânâsı bulunabilir. İbn 'Abbâs'tan gelen bir rivayet bu fikri destekler mahiyettedir: “er-Rahmân refîk olan, er-Rahîm ise mahlûklarını rıztklandırmakla şefkatini gösterendir” 576
Rahman isminin de Rahîm gibi, rahmetten müştakk olduğunda sahabe devrinden beri ittifak vardır. 577 Rahman kelimesinin Arapça olması için bütün şartlar (fiil, çok sayıda isim ve masdar şekli, Cahiliye devrinin kullanışı gibi) mevcuttur. Buna rağmen, eski zamandan beri, Rahmân'ın Arapça asıllı olmadığını ileri süren kimseler bulunmuştur. el-Halîl'in (ö. 175/971) talebesi olan el-Leys, Ebû “Ubeyde (ö. 210/825), ez-Zecçâç (ö. 311/923) gibi en eski dilciler, bu iki sıfatın da rahmetten müştakk olduğunu söylemişlerdir. Yalnız el-Munzirî, şair Cerîr'in 578 bir şiirindeki kullanışına dayanarak. Rahman kelimesinin İbranice asıllı olduğunu iddia eder 579. Böyle bir fikrin ileri sürülmesine şu iki sebep düşünülebilir:
a) Bir âyette: “Onlara: er-Rahmân'a secdeye varın” dendiği zaman 'er-Rahmân da nedir? Senin emretmenle mi secdeye varacağız?' derler. “Bu, onların nefretini artırır” 580.
Hudeybiye mütârekesi sırasında Kureyşliler, şartnamenin başına “Bi'smi'llâhir'r-rahmâni'r-rahîm” yazılmasına itiraz etmişler, onların delegesi Süheyl “er-Rahmân'ı tanımıyorum” demişti 581.
b) İbranî, Aramî, Süryanî gibi öteki samî dillerde bu kelimenin bulunduğu görülmüştür. Büyük bir ihtimalle, bu iki tezahürü yanlış değerlendiren bir kaç kişi, değişik bir teklifte bulunmak hevesiyle. Rahman isminin Arapça asıllı olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Birinci şıkkı değerlendirmeye çalışalım:
Ne âyet, ne de Hudeybiye olayı, müşriklerin Rahman isminin mânâsını bilmediklerini göstermez. Onların Rahmân'a karşı çıkmaları, savaştıkları islâm dininin, Allah'ı bir çok isimler meyanında bu isimle tavsif etmesiydi; bilhassa Besmele ile, bu ismin İslâmın sembolü olmasıydı. Onların, aslında Allah'ın rahmetle mevsuf olmasına da bir itirazları yoktu. Mesele, Rahman isminin İslâm için bir alâmet değeri taşımasıydı. Çok eskilerden günümüze kadar, insanlar arasında benzerî direnişler olagelmektedir. Eskiden bir misâl verelim:
Ba'al, Rabb anlamında olarak Eski Ahid'de yer alan Tanrı isimlerinden biridir 582. İsrail oğulları, Ken'ân diyarına geldiklerinde, Ken'ânnlar da tanrılarını Ba'al diye adlandırıyorlardı. Bir müddet sonra Ba'al şeklinde Tanrılığı adlandırma tamamen putperestlik alâmeti sayılmış ve İsrail oğulları tarafından kullanılması şiddetle yasaklanmıştır. Ba'al'e karşı hücumun en çarpıcı tezahürü Eski Ahid'in meşhur “Karmel” sahnesinde ayrıntılı olarak görülür 583. Yahova adı, Ba'al adını ortadan siler. Oysa Ba'al pekâlâ İbranice bir kelime idi, üstelik Tanrının vasıflarından biri idi. Reformcu Luther kitaplarında “Ben Allah'ın düşmanıyım” der. Halbuki “Allah”, kendisinin de inandığı Ulûhiyyetin, bir başka dindeki (İslâm'daki) adı idi. Kendisi İslâm'a olan düşmanlığını böylece ifade ediyordu. Kur'ân'ı batı dillerine tercüme eden garplılar, “Allah” ismini o dillerde Ulûhiyyete işaret eden kelimeyi kullanarak değil, Arapçasıyla yazarlar. Gaye, yabancılığını, hâşâ “şirk tanrısı” olduğunu ihsas ettirmektir. D. Masson'un Fransızca Kur'ân tercümesinde (1960'larda) ilk defa olarak, Allah İsmini Fransızcası olan “Dieu” ile çevirmesi, bir “hadise” sayılmıştır 584.
Demek ki, Mekkelilerin Rahman ismi karşısında direnmeleri, onun Arapça olmadığını göstermez. Et-Taberî bu yanlış düşünceye saplanan hakkında çok ağır bir ifade kullanır 585 âyetine dayanarak bir ahmak, arapların “Rahmân”ı bilmediklerini, bunun dillerinde olmadığını iddia etti. Ona göre, şirk ehli, doğruluğunu bildiği şeyi inkâr edemezmiş sanki! Bu adam Allah'ın Kitabındaki şu âyeti okumamış mıdır nedir?
“Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, oğullarını tanıdıkları gibi Onu (Hz. Muhammedi) tanırlar” 586
et-Taberî, onların Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (a.s.) böylesine tanıdıkları halde inkâr edip yalanladıklarını bildirir, sonra eski arap şiirinde Rahman isminin kullanılışlarına dair örnekler verir.
İkinci şık olan, öteki samî dillerde Rahman lâfzının bulunmasına gelince, “Allah” ismini görürken söylediğimiz gibi, aynı dil ailesine mensup lisanlarda benzer lâfızların bulunmasından tabiî bir şey olamaz. Çoğu zaman, hangisinin hangisinden aldığı bilinemez. Arapçadan öbürlerine geçtiğini söylemek de, en az aynı derecede geçerlidir. Esasen böyle bir şeyi aramak da yersizdir. Böyle durumlarda şöyle düşünmek daha makûl ve verimli olmaz mı:
Değişik yerlerde rastlanan bu tezahür, aynı köke dayanan bu kavimlerin ortak gelenekleri olamaz mı? Hz. İbrahim'den, hiç mi ortak şey kalmayacak? Önemli olan şu kesin gerçektir:
1- Rahman ismi her yönüyle Arapça bir kelimedir.
2- Kur'ân vahyinden çok önce bu isim Arapçada mevcut idî.
Yabancı-asıl meselesi, bin küsur yıl öncesinde kalsaydı, sınırlı çerçevemiz içinde konuya, bu kadarcık yer vermek bile zâid olurdu. Son zamanlarda bu iddia eskisinden çok daha fazla pelesenk edilmektedir 587. İslâmiyet hakkında şüpheler uyandırmaya basamak yapılmasa, yine de üzerinde durmaya değmezdi. Bazı garplı yazarlar ise, konuyu sadece yakın dillerle ortak bir lâfız meselesinden de öteye götürerek, Kur'ân'ın bu ismi kullanmasından bir takım sonuçlar çıkarmak istemektedirler. Buna, az sonra temas edeceğiz. Şimdi Kur'ân'ın genel olarak rahmet maddesini, özel olarak da Rahman ismini kullanışına dair bilgi verelim.
Rhm kökü, çeşitli çekimleriyle fiil olarak 30 kadar yerde gelmiştir. Fiil şeklinde kullanıldığı her yerde fail, sarih veya takdirî olarak Allah' tır. İnsanların, fail olduğu görülmez. İsim şekli “rahme”, 100'den fazla yerde, mücerred veya muzaf olarak, hep Alâh ile alâkalıdır. “Merhame” masdarı ise yalnız bir âyette ve insanlar arasındaki münasebet için kullanılmıştır 588. Yine aynı anlama gelen “ruhm” masdarı da yalnız bir âyette 589 ve insanların biribirine olan merhameti hakkında varid olmuştur. Aynı kökten olan “rahim” ise hep cemi olan “erhâm” şekliyle on küsur âyette görünür. Sıfat olarak ise er-Rahmân, Rahîm ve ism-i tafdıl şekli Erham zikrolunmuştur. Bu kök normal olarak şefkat etmek, merhamet etmek anlamına kullanılır. Hatta fiil şekilleri, hemen her zaman bu anlamdadır 590. Hülâsa, Allah “rahmet etmeyi. Kendisine vacip kılmıştır” 591.
İsim olarak ise: Kur'ân-ı Kerîm 592 dünyevî nimet ve ihsan 593 ve bu cümleden olarak yağmur 594 nübüvvet gibi manevî nimet 595nuhrevî ecir ve sevap 596 gibi anlamlarda kullanılmıştır. er-Rahmân ismine gelince;
1- Rahman ismi ise, Kur'ânda 57 defa zikrolunmuştur. Daima elif-lâmlı olarak gelmiş, ekseriya Ulûhiyyetin özel ismi durumunda kullanılmıştır. Buna mukabil gramer yönünden tâbi'(sıfat) olarak geçtiği yerler, büsbütün istisna sayılmaz. Şu altı âyette tâbidir: 597
2- İslâmî geleneğin sıralamasına göre, vahyin bütün safhalarında varid olmuştur (her sûreden bir âyet olup olmadığı konusunda farklı görüşler olan Besmele hariç tutulmak üzere) 598.
Sırasıyla bu ismin geçtiği ayetleri bildirelim: 599
3- Er-Rahmân isminin geçtiği bütün yerler bu vasfın taşıdığı rahmet ve ihsan anlamlarına uygundur. Bunların hepsini ele alarak, bu uygunluğu göstermek, işi uzatmak olacaktır 600. Bu konuyu tefsirlere havale ederek sadece bu münasebetin gizli göründüğü bir kaç âyeti ele alalım: 601
İbn Kesîr (ö. 774/1373):
“Sonra Allâh Taâlâ, kulları üzerinde, gece gündüz kendilerini korumak, uyumayan gözü ile gözetip himaye etmek şeklinde olan nimetlerini anarak böyle buyurdu:
“Gece gündüz o Rahmân'a bedel, Ondan başka sizi kim himaye eder?' Burada 'min' harfine 'gayr' anlamı vermesi hakkında, şiirle istişhad eder” 602.
Âyetin son kısmı' için ise şöyle der:
“Onlar Allah'ın, üzerlerindeki nimetlerini ve kendilerine olan ihsanını itiraf etmezler, aksine âyetlerinden ve nimetlrinden yüz çevirirler.”
el-Âlûsî ise bu âyet hakkında; “min” harfindeki “gayr” anlamını göz önüne almaksızın şöyle diyor:
“Allah Taâlâ'nın kendilerini bürüyen nimetleri sebebiyle aldanmamalarına tenbih için Resulüne, onların başlarına vururcasma bunu sormasını emrediyor. Rahmâniyet unvanını getirmesi, ancak Onun rahmetiyle korunduklarına dikkati çekmek içindir.(...) Yahut, rahmeti galip olan Rahmân'ın bile azaplandırmasına müstahak olduklarından dolayı, onların çok habis olduklarına delâlet eder” 603
Hz. İbrahim'in, babasına şöyle dediği bildirilin
“Babacığım, Rahmân'dan sana azap dokunacağından korkuyorum” 604.
Kur'ân'ın tavsifiyle “çok içli, yumuşak huylu, kendini Allah'a vermiş” 605, şirkinden vazgeçmeyeceğini ve kendisini taşlayacağını bildiren babasına karşı yine de son söz olarak:
“Selâmetle, senin için Rabbim'den (hidâyet ve) bağışlanmanı isteyeceğim” 606diyecek olan nezâket ve merhamet timsali Hz. İbrahim, küfür ve şirk yolunu bırakması için babasına, ele aldığımız âyetteki üslûp içinde öğüt veriyor. Böylesine nazik bir zat, gayesi irşad ve muhatabı da babası olunca, haliyle ağzından çıkacak her söz, -İlâhî tevcihe mazhar olmuş olarak- “boğazın dokuz boğumundan geçmiş”, bir söz olacaktır. Bunun böyle olduğunu, âyetin her unsuru göstermektedir:
“Babacığım” hitabı, sırf hürmet ve nezâkettir. “Havf”, arapçada “sanılan veya bilinen bir belirtiden ileri gelerek kötü bir durumun tahmin edilmesidir” 607, dolayısıyla korkuya konu olan şey, kesin değildir 608. “Mess” Arapçada, bizdeki “dokunma” ile ifade olunduğu gibi azıcık olan değinmeyi bildirir. “Azâb”, aslında Arapçada temsil, nekâl, 'ikâb vb. acı çektirme şekilleri içinde hafif bir dereceyi gösterir 609. Sonundaki tenvîn, böyle yerlerde “taklîl” yani küçültme ifade eder 610. er-Rahmân ise, Allah'ın isim derecesine çıkmış, merhametinin çokluğunu ifade eden sıfatıdır. Şu halde her kelime, inzâr görevini en şefkatli bir şekilde yerine getirmek gayesiyle seçilmiştir. İşte Rahman ismi de, bundan ötürü burada çok uygun düşmektedir. Buna göre toparlarsak, şöyle bir meal verilebilir:
“Babacığım, korkarım ki, O sonsuz merhamet sahibinden bile sana azıcık bir acı dokunsun” (va'llâhu a'lem),
“Onu bırakıp da tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar” 611.
Bunun için de denebilir ki:
Allah aslında geniş mânâda rahmet sahibidir, zarar vermek istemezsin” şart edatının Arapçada ”iza” şart edatının tahakkuk ifade etmesine karşılık- “teşkîk” ifâde ettiğini hatırlayalım varid olduğu halde, “izâ”
er-Rahmân ile hiç zikredilmemiştir. Ama buna rağmen bana bir zarar vermek isterse, bana o tanrıların bir faydası olabilir mi? mânâsını ifade eder bana bir zarar vermek isterse, bana o tanrıların bir faydası olabilir mi? mânâsını ifade eder.
Şu halde Rahman sıfatının, en ilgisiz sanılabileceği yerlerde bile dikkat olunursa uygunluk bulunduğu görülebilir.
4- Kur'ân Allah'ı Rahman ismiyle andığı sırada, Allah lâfz-ı celâlini bir tarafa bırakmış değildir. Her iki isim bir arada, hatta bazan aynı âyette yer almışlardır. Bu önemli noktayı iyice hatırda tutmak gerekir. Meselâ:
“İşte onlar Allah'ın nimetine erdirdiği kimselerdir(...) kendilerine Rahmân'ın âyetleri okunduğu zaman, ağlayarak secdeye kapanırlardı” 612'da da, bu iki isim aynı âyette yer almıştır. Aynı kelâmın devam ettiği 613'de birlikte kullanılmıştır. Dahası var:
İslamî geleneğe göre el-Fâtiha sûresi 5. sıradadır. Bu sûrede “er-Rahmân” tâbi'(sıfat) olarak “Allah'ı tavsif etmektedir 614. Şu halde, Allah, Kendisini bu isimle ilk defa adlandırdığında, sıfat durumunda getirmiş, en zahir olan bu sıfatını, -artık kime delâlet ettiği bilindiği için- sonra mevsufsuz olarak, özel isim durumunda irad etmiştir. Sıfat olarak geldiği (1. maddede bildirdiğimiz 6 âyet) yerler, sırasıyla 5, 48, 80, 87 ve 101'inci sıradadırlar. Buna bakarak, tâli derecede olarak diyebiliriz ki, muayyen fasılalarla Rahmân'ın, Allah'ın sıfatı olduğu hatırlatılmak istenmiştir.
5- Kur'ân'da özel isim durumunda kullanıan tek vasıf Rahman değildir. Mevsuflarının Allah olduğu bilindiği için, şu vasıflar da, gramer yönünden özel isim değerini kazanmışlardır:
Rabbu'l-'âlemîn 615 vb. ki bu vasıf 27 âyette bu durumda varid olmuştur. Nadiren tâbi'(sıfat) veya haber müsned(yüklem) durumundadır); el-'Azîzu'r-Rahîm 616; el-'Azîzu'l-Gaffâr 617; Gâfûrin Rahîm 618; el-Hayyu'l-Kayyûm 619; 'Âlimu'l-gaybi va'ş-şehâde 620; Hakimin Habîr 621 Habîr 622 gibi bir çok isim böyledir.
6- Aynı fiil, meselâ “Arş üzerine istiva” fiili, bir âyette “er-Rahmân”a 623 başka âyette ise lAllâh'a 624 izafe edilmiştir. Bunun başka örnekleri de verilebilir. Bu da gösteriyor ki, fail aynıdır.
7- Rabb vasfını ele alırken şunu anlatmak istemiştik:
Kur'ân, bu vasfı çok değişik şekillerde kullanarak, “Allâh”ın nasıl bir Tanrı olduğunu iyice anlatmak istedi. Aynı şey Rahrnân ismi için de söylenebilir. Allah böylesine muhtevalı bir isme sahip olduğunu bildirmekle Ulûhiyyetin en bariz bir sıfatını göstermiştir. Bunu iyice yerleştirmek için önceleri, bu ismi daha çok İhtiva eden âyetler gönderilmiştir. Sonraları, arada bir hatırlatılmıştır.
8- Ulûhiyyeti bazan en meşhur ve özel ismi olan Allah, bazan en vazıh vasıflarını gösteren Rabb, Rahman, Rabbu'l-'âlemîn vb. isimleriyle tanıtmak (hem de mânâ bakımından tam yerlerini bulmak üzere), belagatı bellibaşlı özelliği olan Kitab için neden bir güzellik olmasın? Üslûp tenevvüü, edebî zevkin her zaman aradığı bir hususiyet olmamış mıdır?
9- Rahman ismini, sadece “ikinci Mekke devresine” ait olduğu iddia ediliyor. Tutalım ki doğru olsun, Biz Kur'ân'da, belirli devrelere ait tenzillerde, başka muayyen bir çok esmâ-yı hüsnânın da olduğunu söyleyebiliriz. Bundan da sakîm teolojki delâletler mi çıkarmak gerekecektir? Meselâ “Rabbu's?semâvâti va'l-ard” vasfı, İslâmî geleneğe göre yalnız Mekke devri ortalarında görünüyor. Tevvâb, 'Afuvv gibi isimler yalnız medenî sûrelerde ortaya çıkıyor vb.
10- Genel olarak, hadîslerde Ulûhiyyetin özel ismi “Allâh”dır. Yeterli bir araştırma yapmamış olduğumuz halde şu durumu görüyoruz. Rahman ve Rabb isimleri, “sıfât-ı galibe” babından, özel isim durumunda kullanılmıştır. Bu, muhtemelen, Kur'ân'ın bu iki vasıf üzerine fazla ağırlık vermesi ve Hz. Peygamberin tervîci ile olmuştur. O zamandan beri, müslümanlar arasında bu durum süregelmiştir 625.
11- Kur'ân, Allah'ın isimlerini biribiriyle mücadele etirmemek için, bu isim münakaşasının önüne geçmek için sarahat ihtiva etmektedir. “En güzel isimler Onundur” 626.
“İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye. Hangisini derseniz, en güzel isimler Onundur” 627.
Rahman isminin Kur'ân'da kullanılışı ile ilgili olarak söyleyeceğimiz bu belli başlı hususları gördükten sonra, bir kısım müsteşriklerin aynı konu hakkında ileri sürdükleri iddialara geçelim.
H. Grime ve Th. Nöldeke'den beri iddia edildiğine göre. Rahman ismi münhasıran” 2. Mekke devresi” sûrelerinde geçer 628. Böyle bir hususiyet farzedince, bazı sûrelerin kronolojik sıralamasında, bu ismi kıstas olarak kullanmışlardır. Daha önce veya daha sonraki bir safhada yer alacağını düşündükleri bazı sûreleri, sırf er-Rahmân ismini ihtiva etmesi sebebiyle, “iknci devreye” yerleştirdikleri de olmuştur 629.
Bunu “muhkem kaziyye” sayan bazıları, artık bir takım sonuçlar çıkarmaya başlarlar. Hz. Muhammed'in “te'sîs ettiği dinin Tanrısını ta'yîn etmekte tereddütler geçirdiği”ni (J. A. Jacobey, “Asma Ullah El Hosna”, s. 535) bile söylemeye cür'et edenler oldu. Çağdaş bir Kilise mensubu (dominiken) müsteşrik, J. Jomier er-Rahmân isminin Kur'ân'da kullanılışına dair yayınladığı 21 sayfalık uzunca bir makalesinde, bu isim etrafında yapılan spekülasyonların semeresini devşirmeye yeltendi. 630
Yazar, dayandığı bir kısım verilerin esassızlığının farkında bulunduğundan olmalı, arada bir ihtiyatlı hareket ettiği intibaını veren ifâdeler kullanır. Buna rağmen “sadece teklîf sahasında kalmak üzere” 631 ortaya attığı hipotezlerle, makalenin götürmek istediği genel hava şudur:
Arabistan'da İslâm'dan önce Tanrıyı Rahman diye adlandıran bir mezhep bulunmalı ve bu mezhep, Hıristiyanlıkla ilgili olmalıdır. Böyle olduğu, Kur'ân'ın hıristiyan geleneğine ait bazı kavramları, Rahman ismine bağlamasından anlaşılmaktadır. Bu intibaı verdirirken, öne sürdüğü mülâhazalara temas etmeden önce, bu, müsteşriklerin tutuldukları bu kronik durumun menşei hakkındaki fikrimizi söylemek isteriz. Kur'ân'da farklı Allah adlarının, ayrı ayrı mütalâa olunup, bunlardan bazı sonuçlar çıkarma asırlık hevesi nereden gelmiş olabilir?
Şahsî düşüncemize göre bu, garptaki Kitab-ı Mukaddes tenkitleriyle çok yakından ilgilidir. İddiamızla ilgili olduğu kadarıyla, kısaca şunları söyleyelim:
Hıristiyan geleneği, İsrail oğullarına ait kutsal kitapların, tamamen ilâhî vahiy eseri olduğuna inanıyordu. İlk defa 16. milâdî asırda bir zat (Carlstadı), Hz. Musa'nın nasıl olup da, kendisinin öldüğünü bildireceği 632 suâlini sormaya cesaret etti. R. Simon, “Histoire critique du Vieux Testament” (1678) adlı eserinde Tevrat'taki anlamsız tekrarlar, kronolojik müşkilâtlar, kıssalardaki tutarsızlıklar üzerinde durdu. J. Astruc 1753'de yayınladığı bir eserinde (Conjoctures sur...), kaynakların çokluğu üzerinde durduğunu açıklamak cesaretini gösterdi:
Tekvîn kitabında Tanrı bazan Yahova bazan Elohîm diye anılıyordu. Öyleyse Tekvîn kitabında, meze edilmş iki kaynak olmalıydı. 18. asrın sonuna kadar süren çalışmalar (Eichhorn, Ilgen vb.), bu tezi destekledi ve daha geniş bir alana uyguladı. Devam eden bir çok çalışma sonucunda 1845'de artık şu duruma kesin gözüyle bakılıyordu:
1- Yahova'yı zikreden (Yahvist) doküman, M. Ö. 9. asırda Yehuda bölgesinde yazılmıştır.
2- Elohîm'i zikreden (Elohist), birinciye göre daha yakın bir zamanda İsrail ülkesinde kaleme alınmıştır.
3- Tesniye kitabı M.Ö. 7 veya 8. asırda yazılmıştır.
4- Code socerdotal (mukaddes tarih, dinî kaide ve merasimler) kısmı ise Sürgün devresinde veya ondan sonra yani M.Ö. 6. asra aittir.
Daha sonra, bu kesin dört sınıfı alt bölümlere ve kaynaklara ayırma işleri yapılmıştır vs. Bugün dinî makamlar bile artık, şimdiki Tevrat'ı “bizzat Hz. Musa'nın eliyle yazdığı” Kitap olarak anlatmamaktadırlar. Zira yaratış. Kâin (Kâbil)'in soyu, tufan, Hz. Yusuf'un başından geçenler, aynı şahıs hakkında değişik isimler, önemli hadiselerin farklı anlatılışları ortaya çıkmıştır. Bunların, bu gelenekleri kaydeden bazı “redaktörlerin” kaleminden çıktığı kabul edilmektedir vs. 633 Unutmayalım ki, Eski Ahid tenkitlerinde önemli rolleri olan Th. Nöldeke, J. Wellhausen gibi şahıslar, Kur'ân araştırmalarına da girişmişlerdir. Blaehere, er-Rahmân sûresinin tercümesinde, Wellhausen'in bir pasaj hakkında iki ayrı gelenek bulduğundan, cem' sırasında ikisinin de korunduğunu söylediğinden tasvipte bahseder 634. Welihausen, burada Tevrat hakkındaki ayrı kaynaklar teorisini uygulama hevesinden başka bir şey ortaya koymamıştır. Nöldeke, sûreleri nüzule göre sıralarken, o ve tabileri Rahman isminden “2. Mekke devresinin Tanrı adı” yaparlarken, ayrı Tanrı isimlerinden bir takım sonuçlar çıkarma teorisini, Kur'ân'a başarısızca uygulama işinden başka bir şey yapmamışlardır. Kur'ân için, tabiatıyla “ayrı kaynaklardan, “tabakalardan bahsedemezlerdi. Ama kendilerince bir bahane vardı:
Değil mi ki Kur'ân yirmi küsur yıl boyunca tenziller halinde ortaya çıkmıştı. Öyleyse, hiç değilse Onun yazarının(!), bilgisini aldığı şahıs ve kaynakların değişikliğini îham ettirebilecek bir şeyler bulmalıydı. Heyhat ki, aldıkları hiç bir kesin sonuç yoktur. İslâm'ın gerçeklerinden hangi birini yıkmaya çalışmışlarsa, o meseledeki tutarsızlıkları, müsteşrikler arasında bile, ortaya koyan kimseler olagelmiştir. Müsteşrikler arasında, yıkıcı olanların maharetleri, bâtıl tezierindeki çürük tarafları saklayamamaktadır.
Daha önce 11 madde halinde, er-Rahman isminin Kur'ân'da kullanılışını bildirmiş olmamız, bu ddiaları iptal etmeye yeter kanaatindeyiz. Şimdiki münakaşamızda, o maddelere atıflarda bulunacağız. Orada görmüştük ki, böylesi peşin fikirlerin girmediği İslâmî gelenekteki sıralamaya göre, bu isim belli bir devreye inhisar etmemekte, aksine vahyin bütün safhalarında görünmektedir (bk. 1. madde ve not 105). Öyleyse “Yahudi-Hıristiyan kaynaklı bu isimden Kureyşliler nefret ettiklerinden (Hz.) Muhammed'in de onu terkettiğini “(Gaudefroy-Demombynes, Mahomet, s. 251) söylemek gülünç olur. Nöldeke ve terbilerinin sıralamalarının daha tutarlı olduğu, hiç bir surette ileri sürülemez. Kendi sıralamalarında bile, “2. Mekke devresi”ne sokuşturamadıkları ve er-Rahmân ismini ihtiva eden âyetler ise şunlardır: 635
(Blachere'e göre 28. sıradadır. Nöldeke ise önce 2. Mekke devresine yerleştirdiği halde, neticede 1. devreye koymayı uygun bulmuştur 636 1,1 ve 3 (Blachere 1. devrenin sonlarına doğru 637 yerleştirir. Nöldeke ise bu devrenin son sûresi olarak 48, sayar). 78, 37 ve 38 âyetlerinde er-Rahmân ismi geçmektedir (Nöldeke'ye göre 33., Blachere'e göre 26. sıradadır. Sırf bu isim geçtiği için, bu âyetten itibaren sûrenin sonuna kadar olan kısmı 638 daha sonraki bir zamana havale ederler. 639 Bunun için peşin fikirden başka hiç bir sebep yoktur; hatta mâni vardır. Zira, kısa kısa âyetlerden ibaret bu pasajdan 640 âyetleri çıkarınca, mânâ eksik kalmakta, söz tamamlanmamaktadır. Üslûp ve fasıla değişikliği bahanesi de yoktur. Peşin fikir, insanı nasıl gülünçleştiriyor?). Gelelim 2. Mekke devrinden sonraki kullanılışlara: 13, 30 (Nöldeke 90., Blachere 92. sıraya koyar, yani Mekke' nin en sonuna. Blachere bunun farkına vararak “Rahman isminin müşkilât çıkardığını, dolayısıyla bu kısmın büyük bir ihtimalle daha önceki devreye ait olduğunu” iddia eder 641 Neye dayanarak? Hiç bir sebep zikretmez). 642 âyetlerini, onlar da mecburen medenî sayarlar. Buralarda “müşkilât çıkardığı” bile söylenmez, sükûtla geçiştirilir. Keza Blachere, 2. Mekke devresine yerleştirdiği el-Furkân sûresinin 63. âyetinden sona kadar olan ve bir bütün teşkil eden pasaj hakkında 643 “fasıla ve muhteva değişikliği sebebiyle, muhtemelen Medine devresine ait olduğunu” 644 söyler. Meşhur “'ibâdu'r-Rahmân” ise, burada (63. âyet) yer alır. Hâl böyle iken aynı Blachere ve onu taklid eden bir çok kimse nasıl olur da. Rahman isminin 2. Mekke devresine mahsus olduğunu” 645 söyleyebilir? Bizim 4. maddemizde, ayrıntılı olarak gördüğümüz gibi, Allah ve er-Rahmân isimleri, bir çok durumda aynı âyette veya tam anlam teşkil eden aynı kelâmda, birlikte varid olmuştur, ve bunların bir kısmı da “2. Mekke devresi” sûrelerindedir. Görülmeyen veya görmezlikten gelinen bu noktayı şu kantitatif tesbitle bitirelim:
er-Rahmân ismi, bütün Kur'ân'da 57 defa geçtiği halde, sadece “2. Mekke devresisnde Allah ismi 143 defa zikrolunmuştur. Ve bu sayım, Blachere' in sıralamasına göredir. 646
Jomier'in mülâhazalarına dönelim:
Onun Rahman ismini, 2. Mekke devrine mahsus saymaya dayandırdığı mülâhazalar, düşmüş durumdadır. Keza bu ismin, yabancı başka bir Tanrı'yı ifâde edermişeesine özel isim durumunda kullanıldığı düşüncesi, bizim 1, 5 ve 6. maddelerimizle çürütülmüştür. Rahman ismi mahlûklar hakkında kullanılmamışa, Allah'ın bir çok ismi de böyledir:
Hâltk, Rezzâk, Vehhâb, Vekil, Gafur vb. ki sayılmaya gelmez. Rahman ismi umumiyetle yalnız başına gelmişse; Vekil, Şehîd, Muhît isimleri her zaman tek başına gelmiştir. Bu durumda olan başka isimler de vardır. Jomier'in ileri sürdüğü gibi Rahman isminin geçtiği yerlerde, her zaman “Ehl-i Kitab atmosferi” yoktur. Meselâ, şu âyetlerde kesin olarak böyle bir ortam söz konusu değildir 647 gibi. Vahiy fikri bazan Rahman ismiyle ilgili ise, sayılamayacak kadar Allah ismiyle münasebettedir: 648 gibi örnekler, bu kısmın tamamının belki de kırkta birini teşkil etmez. “Altı günde yaratma”, “yedi gök”, “arş” gibi “yahudi-hıristiyan mefhumları” tek tük yerde Rahman ismiyle münasebette ise, daha fazla yerde “Allah” ismi ile ilgilidir.
“Altı gün”: 649
“Yedi gök”: 650
“Arş”: 651
Bunları sadece misal olarak zikrediyoruz. Ehl-i Kitab ortamında bulunulduğu zaman Rahman isminin getirilmesi, kural değildir. Meselâ, Hz. İsa'nın lisanından:
“Allah'tan sakının, bana itaat edin. Muhakkak ki Allah hem benim Rabbim hem sizin Rabbinizdir, Ona kulluk edin” 652 gibi âyetler az değildir. Sûr, cehennem, 'Adn cenneti gibi uhrevî hususlar Rahman isminin geçtiği bir kaç sûrede bulunuyorsa, bunların Allah ismiyle münasebeti çok daha fazladır.
“Sûr”: 653
“Cehennem”: 654
“Adn cenneti”: 655
Jomier, ilk müslümanları “'ibadu'r-Rahmân (Rahmân'ın kulları)” diye bildiren âyete ve devamına çok önem veriyor. Bunun, rasgele yapılan bir iş olmayıp, yeni dinin programını, örnek mü'minin vasıflarını ortaya koyduğunu söylüyor. Öyledir ve el-Furkân sûresinin bu son kısmı 656 bir bütün teşkil eder. Ama bu pericope'da Tanrı, 63. âyette Kendisini er-Rahmân diye adlandınyorsa, 657 âyetlerde Rabb ismiyle; 68. âyette iki defa olarak “Allah” ismiyle; 70. âyette iki defa “Allah” ismiyle bildirir. Daha önce belirttiğimiz gibi M. Jomier, iddialarında ısrarlı değildir. “Sadece teklif sahasında kalmak şartıyla” mülâhazalarını öne sürer, er-Rahmân adıyla münhasıran münasebette olan bir talimin olmadığını da açıklar. Fakat makalesinin sonunda, bu ismin muayyen bir devirde yahudi-hıristiyan muhitine yaklaşmak düşüncesiyle kullanıldığı, belirli konuların ilânı için getirildiği, Mekke muhiti için gerçekten yeni bir talîmin söz konusu olduğu yanlışlarını kesin gibi göstermek ister. Muhtemelen, Yemame bölgesinde Rahman adı altında toplanan, yahudi-hıristiyan geleneğine mensup İslâm öncesi bir topluluk olduğunu söyler. Onun çürük temellere dayandığını gördük. İslâm'a kaynak olacağı sezdirilen bu sonuç da, haliyle esassızdır. Yazar, cok emek sarfetmiş. Bizi mecbur ettiği kadar uğraşsaydı herhalde bunları yazmazdı. Fakat konuyu böylesine incelemeyen bir çok kimse, yazdıklarını inandırıcı bulabileceği içindir ki, bu gerekli külfete katlanıp yazmaya mecbur olduk.
İslâm'a, beşerî kaynak arama düşüncesi olmasa, konuyu şu şekilde de düşünmemize engel yoktur. Farzedelim ki, bütün iddiaları doğru olsun. Arabistan'da Tanrıyı, Rahman diye adlandıran ve Ehl-i Kitab geleneğine mensup bir cemaat bulunsun. Mekkeli müşrikler onlardan, onlar bunlardan ve dolayısıyla biribirlerinin Tanrıya verdikleri İsimden nefret etsinler. Tanrı, Kur'ân-ı vahyeden “Allah” ile, civardakilerin “Rahman” adıyla tapındıkları Ulûhiyyetin aynı olduğu fikrini yerleştirmek istese, insanları lüzumsuz düşmanlıklardan, lâfızda ve yersiz taassupta boğulmaktan kurtarmak için, başkalarının da verdiği ismi kullansa kıyamet mi kopar? Onların Rahman adıyla tazim ettikleri halde, hakkında bir takım yanlış inançlara saplandıkları Allah'a olan itikatlarını düzeltmek için onlara yanaşsa, irşad gayesiyle alıştıkları terimleri kullansa ne olur? Sırf Ehl-i Kitab bu vasfı kullanıyor diye kör taassuba lâyık bir şey yaparak, Arapcada Tanrı'nın en bariz bir vasfını ifade eden, Rahman ismi ile adlandırmamanın anlamı olur muydu? “Faraza” kaydıyla olan bütün bu sorular doğru olsaydı bile hiç birşey olmazdı. Kur'ân mesajının gayesine de uygun olurdu. Zira Kur'ân yeryüzünün tanıyacağı en büyük çapta 0ecum6nique, evrensel bîr davet getiriyordu. Çeşitli toplulukların düşmüş oldukları yanlış inançları atarak birleşmelerini istiyordu. Dolayısıyla Onun için önemli olan lâfızdan ziyade mânâ idi.
er-Rahîm
Rahîm ismi, bazan eliflâmla bazan eliflâmsız olarak, Kur'ân'da (114) defa varid olmuştur. Kullanılışı şöyledir:
a) İlk önce 5. sırada olan el-Fâtiha sûresinde varid olmuştur.
b) Gafur ismiyle 23 mekkî, 48 medenî âyette olarak cem'an 71 yerde bir arada bulunmuştur. 658 Her zaman “Gafur Rahîm” şeklindedir. Yalnız bir mekkî âyette 659 “Rahîm Gafur” durumundadır. Bu terkîb Allah'ın mağfiret etmekle kalmayıp üstelik ihsanına da mazhar ettiğini bildirir. Bu iki ismin gerekleri arasında bir derecelenme vardır.
c) “Gafur Rahîm” bir mekkî âyette, özel isim durumunda mevsufsuz olarak gelmiştir 660.
d) “Azîz Rahîm” terkibi, 41. sûreden başlar, 11 defa geçer 661 Mekke devrine inhisar eder. Bu iki vasıf, daha çok biribirini dengeler. İki âyette özel isim durumundadır 662.
e) Vahyin bütün safhalarında “Rahman Rahîm” şekli vardır 663. Bir âyette özel isim durumu vardır 664. Bu iki vasıf birbirini te'yid eder.
f) “Tevvâb Rahîm”, sadece Medine devrine mahsustur. Bu ikisinin gerekleri arasında, bir derecelenme vardır. 9 âyette görülür 665.
g) “Ra'ûf Rahîm”, bütün Mekke devrinde 70. sûrede iki defa gelir 666, Medine devrinde daha fazla görünür: 667
Bu iki vasıf birbirini destekler. Bu terkib bir yerde Hz. Muhammed'i tavsif eder 668.
h) “Rahîm Vedûd”, 52.' sûrede ve yalnız bir âyette gelir. 669 “Berr Rahîm”, 76. sûrede bir defa geçer. 670
Bir mekkî âyette, “Rabb Rahîm” şekli vardır. 671 Bir mekkî 672, iki medenî âyette 673 yalnızdır.
Şu halde Rahîm ismi:
Mekke'de: Rabb, 'Azîz, Vedûd, Berr isimleriyle;
Medine'de: Tevvâb ismiyle;
Hem Mekke, hem Medine'de ise: Rahman, Gafur, Ra'ûf isimleriyle birlikte kullanılmış, çok nadir olarak yalnız başına gelmiştir.
Gaudefroy-Demombynes'in “Rahîm” isminin, Kur'ân'da kronolojik olarak anlam değiştirdiği iddiasını, tekellüflü buluyoruz. Ona göre Rahîm, başlangıçta yarlıgamak (clemence). İfade etmez, ihsan (bonte) mânâsı taşır. 2. Mekke devrinden itibaren Gafur ve Ra'ûf isimleriyle ikizlenmek sayesinde yarlıgayan, bağışlayan (le Clement) anlamını kazanmıştır 674 Nazari olarak mümkün oian bu anlam kayması, vakıa tarafından destek-lenmemektedir. Ne Kur'ânî muhteva, ne lügat kitapları ve ne de İslâm tefsiri Rahîm vasfındaki ihsan ve merhamet kavramlarını kesin hatlarla ayırmazlar. Ancak belirli bir muhtevada birinin veya öbürünün galip olması mümkündür. Bu ismin geçtiği bir çok medenî âyet, ihsan anlamının galip olduğunu düşündürür. Tefsir kitaplarına bakılırsa, bu durum görülebilir. Oysa, ona göre bu anlam ilk sûrelerde kalmış olmalıydı. el-Beydâvî'den bir misal verebiliyorsa, aynı müfessirden, bu iddianın aksine çok misaller verebiliriz. Bu müfessir, medenî olan şu âyetlerde, “ihsan” mânâsını bulmaktadır. 675 Buna mukabil, mekkî olan 676 âyetlerinde Allah'ın rahmet sahibi oluşunda, “'Afv, Merhamet” anlamlarına ağırlık verir. 677 Keza Mekke devri ortalarına ait olan eş-Şu'arâ' sûresinde 11 defa tekerrür eden bu vasıfta, daha çok “'afv” mânâsını bulur. 678 Bütün bunlar Gaudefroy-Demombynes'in tezinin aksini gösterir. Öyle anlaşılıyor ki bu zat, ikizlenen isimlerde anlam yakınlığının, biribirini desteklemenin gerektiği kanaatini taşıdığı için, bu şekilde düşünmüştür. Halbuki 1. Fasılda isimlerin, bazan zıt kavramlar arasında bir muvazene sağlama fonksiyonlarından da bahsetmiştik. “'Azîz, Hakîm”, “Afuvv Kadîr”, “Azîz Rahîm” gibi.
Allah'ın rahmet vasfı, az kullanılan başka isimlerle de bildirilmiştir:
Erhamu'r-râhimîn
“Merhamet edenlerin en merhametlisi” demek olan bu isim, bütün Kur'ân'da dört defa geçer. Bu ayetler kronolojik olarak 679 sûrelerde yer alırlar: 680
Dikkate değer ki, bu vasıf, her zaman bir peygamberin dua ve niyazında yer almıştır (sırasıyla Hz. Musa, Hz. Ya'kub, Hz. Yusuf ve Hz. Eyyub). Şu halde bu isim, İlâhî merhameti celbetmek üzere, kendisiyle duâ edeceğimiz müessir bir isim olarak, bize bildirilmiş oluyor.
Hayrur-râhimîn
“Merhamet edenlerin en hayırlısı”. Sadece 74. sıradaki el-Mu'minûn sûresinde iki âyette geçer. Birincisi mü'minlere 681, ikincisi Hz. Muhammed'e talim buyurulan birer duada yer alır.
Zu'r-rahme
“Rahmet sahibi” demektir. İki mekkî âyette gelir 682.
Zû rahme vâsı'a
“Bol rahmet sahibi”. Yalnız mekkî olan 6, 147 âyetinde görünür.
Demek ki, rahmet sıfatını ifade eden bütün isimler mekkî sûrelerden başlayarak görünmüş, altı şekilden sâdece ikisi (Rahman, Rahîm) Medine devrinde devam etmiştir. Ancak toplam sayı ile metin uzunluğu arasında bir nisbet kurulacak olursa, mekkî ve medenî devirlerde, aşağı yukarı aynı oranda bir dağılım görülür. 683
Dostları ilə paylaş: |