Küresel iKLİm değİŞİKLİĞİne karşi mücadelede sicak tartişMA: “kyoto protokolu ve tüRKİYE” ya da “TÜRKİye neden kyoto’yu imzalamali



Yüklə 458,56 Kb.
səhifə3/4
tarix18.08.2018
ölçüsü458,56 Kb.
#72437
1   2   3   4

Ek-1 ülkeleri arasında ise Lüksemburg, Avustralya ve ABD kişi başına düşen sera gazı salımlarında ilk 3 sırayı alır (Tablo 6). Türkiye bu sıralamada 39.’dur.


Tablo 6- Ek-1 ülkeleri arasında kişi başı sera gazı salımı en yüksek ilk 25 ülke ve Türkiye






Ülke

Nüfus

Kişi Başı Sera Gazı Emsiyonu (ton)

1

Lüksemburg

474,413

26.8

2

Avustralya

20,264,082

26.1

3

ABD

298,444,215

23.7

4

Kanada

33,098,932

22.9

5

Yeni Zelanda

4,076,140

18.4

6

İrlanda

4,062,235

16.9

7

Estonya

1,324,333

16.1

8

Finlandiya

5,231,372

15.6

9

Çek Cumhuriyeti

10,235,455

14.4

10

Belçika

10,379,067

14.2

11

Rusya Federasyonu

142,893,540

14.2

12

Hollanda

16,491,461

13.2

13

Yunanistan

10,688,058

12.9

14

Danimarka

5,450,661

12.8

15

Almanya

82,422,299

12.3

16

Norveç

4,610,820

11.9

17

Avusturya

8,192,880

11.1

18

Birleşik Krallık

60,609,153

11

19

Japonya

127,463,611

10.6

20

İspanya

40,397,842

10.6

21

İzlanda

299,388

10.4

22

Polonya

38,536,869

10.1

23

İtalya

58,133,509

10

24

Slovenya

2,010,347

10

25

Slovakya

5,439,448

9.4

39

Türkiye

70,413,958

4.2

Kişi başı milli gelir sıralamasında başı Lüksemburg ve Kuzey ve Batı Avrupa ülkeleri ile ABD, Avustralya, Japonya gibi endüstrileşmiş ülkeler çekmektedir (EK-TABLO 4). Türkiye bu sıralamada 63.’dür.


Burada dikkati çeken nokta, kişi başına milli geliri yüksek ülkelerle kişi başına sera gazı emisyonu yüksek olan ülkeler arasındaki paralellik ve bu açıdan “zengin” ülkelerin arasında görece az nüfuslu Avrupa ülkelerinin de olduğudur. En fazla kişi başına sera gazı salan ilk 25 ülkenin toplam nüfusu yaklaşık 750 milyon, Ek-1 ülkeleri arasında kişi başına en fazla sera gazı salan ilk 25 ülkenin toplam nüfusu yaklaşık 1 milyardır. Tüm ülkeler arasında kişi başına en fazla sera gazı salan ilk 25 ülkede toplam sera gazı salımı 13,9 milyon ton, Ek-1 ülkelerinde bu toplam yaklaşık 16 milyon tondur.
Dolayısıyla kişi başına en fazla sera gazı salan ülkelerin (Ek-1 ülkeleri öncelikli olmak üzere) emisyon indirimine öncülük etmeleri küresel adalet gereğidir ve sadece ilk 25 ülkenin emisyon miktarları da dünyanın toplam emisyonunun yarısını oluşturduğu için küresel ısınmanın önlenmesi için çok önemli bir katkıdır. Öte yandan kişi başı milli geliri ve kişi başı sera gazı salımı düşük olan çok nüfuslu ve büyük ekonomili ülkeler de küresel ısınmada ciddi pay sahibi olarak görünmektedirler. Bunlar arasında Çin, Hindistan, Güney Afrika, Ukrayna, İran, Türkiye, Tayland, Endonezya, Brezilya, Güney Kore gibi ülkeler göze çarpmaktadır.
Türkiye’nin kişi başına sera gazı salımında en üst sıralarda yer almaması, yılda kişi başı birkaç yüz kilogramdan fazla sera gazı salmayan az gelişmiş ülkelerle bir turulmasını gerektirmez. Üstelik Türkiye kişi başına milli geliriyle kıyaslandığında kişli başına sera gazı salımı çok yüksek bir ülkedir. Örneğin kişi başı milli geliri 35.000 dolara yakın olan Almanya yılda kişi başı 12,3 ton, 30.000 dolara yakın olan İtalya 10 ton sera gazı salarken, Türkiye 5000 dolar kişi başı milli gelirle 4 tondan fazla (hatta TÜİK rakamlarına göre 5 ton) sera gazı salmaktadır. Bu oransızlığın bir nedeni Tükiye’nin çok yüksek enerji yoğunluğu, yani enerjiyi verimsiz kullanması, harcadığı bir birim enerjiyle Avrupa ülkelerinin 2 katından daha az iş yapabilecek donanıma sahip olması40 ise, diğer nedeni enerji, ulaşım ve sanayideki ölçüsüz fosil yakıt bağımlılığıdır.
Bu noktada küresel adalet açısından uygulanması önerilen emisyon indirim yöntemleri arasında en yaygın onay görenlerden biri olan “küçülme ve yakınsama”, önemli bir fırsat sunmaktadır41. Bu yönteme göre en fazla emisyon yapan endüstrileşmiş ülkeler hemen hızlı bir emisyon indirimine gidecek, fazla emisyon yapan gelişmekte olan ülkeler emisyonlarını bir süre sabitledikten sonra düşürmeye başlayacak, az emisyon yapan küçük ve az gelişmiş ülkeler bir süre daha emisyonlarını arttırmayı sürdürdükten sonra indirmeye başlayacaklardır. Böylece yüzyıl sonuna kadar hem toplam emisyonlar iyice küçülecek (küçülme-contarction), kalan emisyonlarda endüstrileşmiş ülkelerin payı iyice düşecek, gelişmekte olan ülkelerin payı artacaktır (yakınsama-convergence). Şekil 3’de modelin işleyişi izlenebilir.


Şekil 3 – Küçülme ve yakınsama modeli (contarction and convergence). Kaynak: Global Commons Institute
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, en yoksul ve en az gelişmiş Afrika ve Asya devletleri dışında bütün büyük ekonomilerin belli bir sırayla indirim yükümlülüğünü üstlenecekleridir. Dolayısıyla Kyoto’nun da özünü oluşturan sera gazı indirim hedefi koyma ve “ortak ve farklılaşmış sorumluluklar” ilkeleri daha gerçekçi, işe yarar ve küresel adaleti öne çıkarıcı şekilde geliştirilmektedir.

III. DÜNYA VE TÜRKİYE AÇISINDAN KYOTO PROTOKOLÜ’NÜN ÖNEMİ VE

KISITLILIKLARI
Küresel ısınmanın önlenmesinde ülkelere düşen sorumluluklar kalkınma ve ulusal çıkar hesaplarıyla değil, ekoloji ve küresel adalet ilkeleriyle belirlenmelidir. Bu açıdan gerçekçi ve işe yarar sera gazı indirimi hedefleri koymak, sorunun oluşumunda neredeyse hiçbir sorumluluğu olmayan az gelişmiş ülkeler dışında, her ülke için zorunludur.
Kyoto Protokolü, yukarıda da belirttiğimiz nedenlerle bu yolda yetersiz bir başlangıç noktası oluşturmaktadır, ama ne yazık ki dünya ülkelerinin elinde şu anda başka bir uluslararası müzakere zemini yoktur.
1. Bir Küresel Ticaret Sözleşmesi Olarak Kyoto Protokolü:
Kyoto Protokolü, atmosferi ülkelere paylaştırarak küresel ticarete açan bir tür ticari antlaşmadır. Bu açıdan liberal ekonomi sınırları içinde yer alır ve ekolojist bir yaklaşım içermez42.
Üstelik esneklik mekanizmaları ve karbon ticareti yoluyla endüstrileşmiş ülkelere kaçış olanağı tanıması, sera gazı salımını ticari bir meta haline getirmesi, konunun kârlı bir yatırım fırsatı olarak sunulması, yasaklardan çok teşviklerin üzerinde durulması, dolayısıyla ekolojik ilkelere ve küresel adalete değil, kapitalist pazar mantığına uyumlu biçimde düzenlenmesi, Kyoto Protokolü’nün, küresel ısınmayı yavaşlatacak ideal bir küresel iklim politikası olmaktan ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Ayrıca ABD’nin engellemeleri ve ülkelerin ulusal çıkar çekişmeleri nedeniyle son derece düşük indirim hedefleri konması, ABD’nin ve diğer bazı ülkelerin süreçten çekilmesi nedeniyle protokolün kapsayıcılığının zedelenmesi, protokolün yürürlüğe girmesinin 8 yıl gecikmesi, bu arada yükümlülük altında bulunan pek çok ülkenin sera gazı emisyonlarını azaltmak şöyle dursun, arttırmaya devam etmeleri, süreci en baştan yaralamıştır.
Ancak, Kyoto Protokolü’nün, dayandığı Çerçeve Sözleşme’nin ideallerine (bu idealleri vurgulamadan da olsa) sahip çıkması43, onu geliştirilebilecek bir başlangıç adımı haline getirmektedir. Kyoto, bu yolda mücadele edilirse, tüm ülkeleri adalet ilkesine göre kapsayan, gerçekçi ve işe yarar indirim hedefleri koyan bir mekanizmaya dönüşebilir. Bunun için önce süreci ciddiye almak ve inkar politikasını terketmek gerekmektedir. Başka bir süreç aramak, ya ABD ve yandaşlarının yaptığı gibi vakit kazanmaya ve sera gazı indiriminin yerine tali öneme sahip teknolojik çözümleri geçirmeye neden olmakta, ya da ortak hareket zemini kaybedildiği için sera gazı indirim hedefine sahip ülkelerin bile sorumluluklarını yerine getirmemek için bahaneler bulmasına neden olmaktadır.
2. Kyoto’nun Getirdiği Politik Açılımlar ve Türkiye:
Kyoto Protokolü koyduğu kurallarla taraf ülkeleri enerji, sanayi, ulaşım ve tarım politikalarında fosil yakıt bağımlılığını azaltmaya zorlayan bir yaptırımlar bütünüdür. Kyoto nedeniyle yapılacak politika değişiklikleri taraf ülkeyi daha az fosil yakıt bağımlısı, enerjiyi daha verimli kullanan, ekolojik yönelimli politikalara görece daha fazla ağırlık veren bir ülke haline getirebilir. Tabii bu, Protokol’ün gerçekten uygulanması ile mümkündür.
Türkiye’nin Kyoto Protokolü’nü imzalayarak taraf olması halinde, Protokol’ün bazı maddelerinin Türkiye’nin geleneksel enerji, sanayi ve ulaşım politikalarını nasıl değiştirmesine neden olabileceğine birkaç örnek verelim:
- Kyoto Madde 2 Paragraf 1-a-(v)’e göre termik santallar, çimento fabrikaları, rafineriler gibi sera gazı salan sektörlere hiçbir teşvik, vergi muafiyeti, sübvansiyon vb. verilemez.
- Kyoto Madde 2 Paragraf 1-a-(iv)’e göre yenilenebilir enerji ve çevre dostu teknolojilerin kullanımı arttırılmalıdır; bu yöndeki araştırmalar teşvik edilmelidir.
- Kyoto Madde 3’e göre emisyonlarla ilgili tüm bilgiler şeffaf bir şekilde verilmek zorundadır.
- Kyoto Madde 10-b’ye göre gelişmekte olan ülkeler de dahil olmak üzere enerji, ulaşım, sanayi, tarım, ormancılık, atık yönetimi gibi alanlarda “sera gazı salımı azaltıcı” önlemler alınmalıdır.
Dolayısıyla Türkiye, Kyoto Protokolü’nü imzalayıp yürürlüğe sokarak enerji, sanayi, ulaşım ve tarım politikalarında hem küresel ısınma, hem de ekoloji açısından olumlu yönde atılımlar yapabilir. Belli bir sera gazı salım hedefi belirlemiş bir ülke olması, bu nedenle yeni yatırımları fosil yakıtlara değil yenilenebilir enerji, toplu taşıma gibi alanlara yapması ve enerji verimliliğinde yol alması bile büyük bir adım olacaktır. Üstelik böylece Türkiye 2012 sonrası Kyoto (veya başka bir iklim politikası) sürecinde aktif bir aktör haline gelebilecektir. Bunun yerine inkar politikasını sürdürmeyi önermek ekonomik açıdan da gerçekçi değildir.
3. Kyoto Para Meselesi mi?
Hükümet, Kyoto’yu imzalamanın Türkiye’ye 20 milyar dolara malolacağını iddia etmektedir. Kyoto’ya taraf olmayan, dolayısıyla indirim hedefi belli olmayan bir ülkenin yapması gereken yatırımların miktarı hangi hedefe göre hesaplanmıştır, bu belli değildir. Sadece bu bile bu rakamın hayali olduğunu gösterir.
Öte yandan hükümet, Kyoto sürecinde harcanması gereken para hangi miktarda olursa olsun, bunu sanki ekonomi dışı bir yük, ya da bir yerlere ödenecek bir ceza gibi göstermektedir. Oysa sözkonusu maliyet, zaten yapılmakta olan yatırımlar için harcanan paranın yönünü değiştirmekten ibarettir. Bu paranın endüstriyel tesislere filtre takılmasıyla ilgili olduğunu söylemek bir yanıltmacadır: Sera gazı indirimi, öncelikle yenilenebilir enerji ve temiz teknolojiye yönelerek yapılır, aynı kirletici fosil yakıtlara dayalı sanayi ve enerji üretim tesislerini koruyarak ve bunlara filtre takarak değil. Üstelik karbon filtrelerini çok yaygın kullanım alanı olan bir önlemmiş gibi göstermek kamuoyunu yanıltmaktır. Zaten hükümet sorunu bir filtre sorunu gibi görüp işin özünü kavramaktan ne kadar uzak olduğunu da göstermektedir.
Ayrıca 5 milyar dolar harcayıp en tehlikeli, en kirletici ve en pahalı enerji üretim biçimi olan nükleer santrallara yatırım yapmaya, hala kararlı görünen hükümet, rüzgara, güneşe, enerji verimliliğine harcaması gerekecek parayı bir yük olarak görmektedir. Bu zihniyet, AB sürecindeki çevre standartlarına ulaşmayı yük olarak gören zihniyetle aynıdır. Böylece küresel ısınmayı yavaşlatmak için yapılacak her yatırımın, doğa için sürdürülebilir, ekonomik açıdan da kazanç sağlayan yatırımlar olduğu gözlerden gizlenmeye çalışılmaktadır.
4- Kyoto Sürecinin Baltalanması:
Kyoto neden ozon tabakasının incelmesine yol açan gazları sınırlayan Montreal Protokolü gibi başarıyla uygulanamamaktadır? Bu sorunun yanıtı Kyoto tartışmalarını anlamak için önemlidir.
Montreal’de sınırlanan gazlar, hem sadece belli sanayi dallarını ilgilendirmektedir, hem de mevcut sanayi politikalarına dokunmadan “yerine başka bir teknoloji konarak” bu gazlardan vazgeçilebilmektedir. Bu geçiş bile uzun bir vadeye yayılarak yapılmıştır. Oysa Kyoto, yaşamın tüm alanlarını, tüm üretim ve tüketim biçimlerini ilgilendirmektedir. Küresel ısınmayı yavaşlatmak, ancak sistemi değiştirerek mümkündür. Kyoto bu kadar köklü bir değişikliğe kalkışmasa da, hatta bu tür bir sistem değişikliğini önlemeyi amaçlıyor olsa da, neticede gerçekten gereken sistem değişikliğinin nüvelerini taşımaktadır.
Kyoto süreci gibi yetersiz ve hatta yanıltıcı bir süreç bile bu yüzden baltalanmaya çalışılmaktadır. ABD, sera gazı azaltımına dayanan bir iklim değişikliği politikasının, küresel ekonominin ve ABD hegamonyasının motoru olan petrol, kömür ve otomotiv endüstrileri için ne kadar yıkıcı sonuçlar yaratacağını bildiği, sistemin karbonsuzlaştırılmasının, kâr maksimizasyonuna dayalı sistemi nasıl sarsacağını gördüğü için Kyoto sürecini baltalamaya çalışmakta, aslında bunu da başarmaktadır.
İster ulusal kalkınmacılar, ister antiemperyalist çizgiyi savunduklarını iddia eden sol çevreler olsun, Türkiye’nin Kyoto sürecine katılmasına karşı çıkanların, Kyoto sürecini yıkmaya çalışan en büyük emperyalist devlet olan ABD ile ve ABD politikalarının Türkiye’deki savunucusu olan AKP hükümetiyle aynı safta yer almaları ironiktir. Kaldı ki ABD’nin emperyalist amaçlarla, Türkiye’nin kalkınmasını önlemek için Türkiye’nin Kyoto’ya taraf olmasını istediği iddiası gülünçtür. ABD değil Türkiye’nin Kyoto sürecine katılmasını istemek, imzacı ülkelerin bile (örneğin Japonya) süreçten çıkmasını sağlamaya çalışmakla ilgilenmektedir.
5- Türkiye için Sadece Yutak Politikası Savunmak Hedef Şaşırtmaktır:
Marakeş’te yapılan 2001 Taraflar Konferansı’nda yutakların (yani ormanlar gibi karbondioksit emen alanların) çoğaltılmasının mekanizma içine alınarak sera gazı üretimi azaltılması hedefinin sulandırılması ile Türkiye’deki TEMA gibi ağaçlandırma politikası izleyen kimi çevreci kuruluşların, iklim değişikliğinin asıl nedenini ormanzılaşma imiş gibi göstermeleri aynı paralelde yer almaktadır44. Ormanların korunması ve geliştirilmesi elbette olumludur. Ancak karbondioksit üretiminin azaltılmasının değil, yutakların arttırılmasının öncelikli hedef olarak alınması mevcut endüstriyel sistemi korumaya yönelik hedef şaşırtıcı bir politikadır.
Öte yandan hükümet, Türkiye’de ormanlık alanların arttığını, bunun da küresel ısınmada Türkiye’nin payını azaltan olumlu bir durum olduğunu iddia etmektedir. Peki Türkiye’nin ormanlık alanları, iddia edildiği gibi artmakta mıdır?
Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği’nden Doç. Dr. Yücel Çağlar bu konudaki yazısında Türkiye’de ormanlık alanların nasıl artıyormuş gibi göründüğünü açıklamaktadır45:
“Orman Genel Müdürlüğü’nün son belirlemelerine bakılırsa, ormanlarımız son yirmi yıl içinde yaklaşık olarak 500 bin hektar genişlemiş; bir hektar ormandaki ağaç varlığı artmış; “verimli” sayılan orman alan oranı da yükselmiş görünüyor: Bu belirlemelere göre artık ülkemizde 20,7 milyon hektar alan, yani ülkemizin % 26’sı “orman” sayılan alanlarla kaplı, Ancak, bu ormanların hala yarısı “verimsiz” sayılan nitelikte. Öyle de olsa, bu, sevindirici bir görünüm kuşkusuz. Ancak, biraz daha yakında bakıldığında bu görüntü farklılaşıyor. Bu görüntünün doğru kavranabilmesi için, konunun iki boyutlu bir yaklaşımla irdelenmesi gerekiyor: Konu “devlet ormanı” sayılan alanların genişliğindeki değişmeler olarak ele alındığında, saptamalar, ormanlarımızın 1950’de bu yana 1,4 milyon hektar azaldığını ortaya koyuyor. Çünkü, başta “orman” sayılan alanların tanımlarının değiştirilmesi olmak üzere çok sayıda hukuksal düzenlemelerle belirli özelliklere sahip alanların artık “orman” sayılmaması sağlanmıştır. Ancak, bir de mülkiyet düzeni değiştirilmeden yapılan uygulamalar var: Sözgelimi, Orman Kanunu’nun 16, 17, 18 ve 115. Maddeleri ile 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu’nun 8. Maddesi uyarınca verilen izinler ve irtifak hakları da, gerçekte, “orman sayılan”, özellikle de “devlet ormanı” sayılan alanların azalmasına yol açan uygulamalar olarak değerlendirilebilir. Bu uygulamalarla da, günümüze değin, 100 bin hektar genişliğinde “devlet ormanı” sayılan alan ormancılık dışı kullanımlara tahsis edilmiştir. Öte yandan, konu “devlet ormanı” sayılan alanların üzerindeki orman ekosistemi varlığındaki değişmeler olarak ele alındığında da, ne yazık ki yine olumlu bir görünüm ortaya çıkmıyor: Sözgelimi, saptamalara göre 1950’den bu yana yaklaşık 2 milyon hektar “orman ekosistemi” yanmış ve 300 bin hektar “orman ekosistemi” de tarım alanına ve yerleşme yerine dönüştürülmüştür.”
Yani orman olarak görünen alanların ne kadarında ağaç olduğu, küresel ısınma açısından bakarsak, ne kadarının karbondioksit yutağı niteliği taşıdığı tartışmalıdır.
Ormanlarımızın korunması ve geliştirilmesi hem doğanın korunması, hem de küresel ısınmanın yavaşlatılması için önemlidir, ancak bu durum sera gazı salımlarını azaltma zorunluluğunu gölgelememelidir.
6- Endüstriyel Kalkınmacı Duruş: Kyoto’yu Hedefsiz İmzalamak:
Türkiye’de Kyoto Protokolü ile ilgili pozisyon alan bazı kesimler, hükümete, bürokrasiye ve sermaye çevrelerine yakınlık düzeylerine göre değişen bir “mahcubiyet” ile konuya yaklaşmaktadırlar. İdeolojik yönelim olarak ekolojist değil, endüstriyel kalkınmacı olarak tanımlayabileceğimiz bu çevreler, “ulusal çıkar” (kimi kaynaklarda belirtildiği şekliyle “milli menfaat”) söylemine oturtulmuş bir sanayileşmeciliği (yani Türkiye’nin ulusal emisyon hakkını savunmayı), atmosfere atılan toplam karbondioksit miktarını azaltma hedefinin önüne koymaktadırlar. Bu anlamda yaptıkları, Türkiye’nin mevcut endüstriyel yatırımlarını sürdürürken, aynı zamanda nasıl uluslararası iklim politikalarına dahil olabileceğini tartışmaktan ibarettir.
Üstelik ulusal endüstriyel kalkınmayı savunanlar, kimin için kalkınmayı hedeflediklerini gözlerden gizlemektedirler. Bu kalkınmacılığın hedefi sermayenin daha fazla kar elde etmesi, kaynakların enerji ve sanayi lobilerinin istediği yönde kullanılması, ulusal gelirin bu yönde harcanmasıdır. Bu kalkınmanın halkın yaşam seviyesini geliştirmek, yoksulluğu ve işsizliği önlemekle doğrudan bir ilişkisi olduğunu savunmak, çok geride kalmış, bugünkü neoliberal düzenin içinde hiçbir şekilde yer bulamayan devletçi kalkınma iyimserliğinden öte bir şey değildir.
Sözü edilen ulusal kalkınmacı kesimin tezleri arasında Türkiye’nin de Beyaz Rusya gibi herhangi bir emisyon azaltım hedefi belirlemeden Kyoto’yu imzalaması önemli yer tutar. Böylece Türkiye’nin 2008-2012 arasında bir emisyon indirimi hedefi almaması, ama Kyoto’ya bir an önce taraf olarak 2012 sonrası ikinci yükümlülük döneminde avantajlı bir konum elde etmesi amaçlanmaktadır. Bu tezde, bir yandan da Türkiye’nin 2001’de Marakeş’te Ek-2’den çıkarken elde ettiği “özel konumdan” yararlanarak temiz kalkınma mekanizmalarında emisyon sertifikası satan taraf olabileceğine, böylece enerji verimliliğine ve yenilenebilir enerjiye yönelik yatırımlar için teknoloji transferi sağlayabileceğine vurgu yapılmaktadır46.
Elbette Türkiye’de hangi yolla olursa olsun yenilenebilir enerji yatırımlarının ve enerji verimliliğinin teşvik edilmesi önemlidir. Ancak Türkiye’nin hiçbir emisyon indirimi yükümlülüğü altına girmeden Kyoto’yu imzalaması, en azından 2012’ye kadar emisyonlarını mümkün olduğu kadar arttırması, bu amaçla da en azından önümüzdeki 5 yıl için termik santral, petrol boru hattı, doğalgaz, otoyol, çimento sanayi ve benzeri her türlü kirletici sanayi yatırımına “kalkınma” ve “ulusal çıkar” adına hız vermesi anlamına gelir.
Hükümet, enerji politikalarında zaten yerli ve ithal kömüre dayalı yeni termik santral yatırımlarını arttırmayı hedeflemektedir. Afşin-Elbistan termik santralına yapılacak 2400 MW’lık C ve D üniteleri, Çayırhan, Orhaneli, Seyitömer, Tunçbilek termik santrallarına eklenecek yeni ünitelere ilişkin projeler, Bartın Amasra, Bolu Göynük, Çankırı Orta, Bursa Kestel, Tekirdağ Saray gibi yeni termik santral projeleri gündemdedir. Doğalgaz boru hatları İzmir ve Denizli gibi ılıman ve jeotermal kaynaklara sahip illere kadar yayılmaktadır. Samsun-Ceyhan petrol boru hattı gündemdedir. Bütün bunlar elektrik üretiminden ısınmaya kadar kömür ve doğalgaz bağımlılığını ve böylece sera gazı üretimini arttırmayı hedeflemek demektir.
Ayrıca İstanbul’a yapılmak istenen 3. köprü ve bağlantı yolları, otomobiller için karayolu tünelleri ve tüp geçitler ve yeni otoyol projelerinde olduğu gibi, otomobil ağırlıklı ulaşıma olan bağımlılığı, daha doğrusu otomotiv endüstrisini geliştirmeye yönelik politikalar hız kazanmaktadır. Hükümet en verimli tarım arazilerine bile çimento fabrikaları kurulmasını teşvik etmekte, Kyoto Protokolü ve çevre standartları nedeniyle kendi ülkelerine çimento fabrikası kuramayan, başta Fransız şirketleri olmak üzere, Avrupa’nın çimento sanayi için genişleyen bir pazar yaratmaktadır.
Kyoto’yu sadece Türkiye’nin ulusal çıkarlarını daha iyi savunması için imzalamasını önermek, Türkiye’nin bütün bu kirletici sanayilere hız vermeyi seçmesini, bu arada da temiz kalkınma mekanizmalarıyla karbon piyasasından kazanç sağlamayı hedeflemesini önermektir.
Yaygınlaştırılmaya çalışılan bu pozisyon ile küresel ısınmaya karşı alınması önerilen bireysel önlemlere vurgu yapmak paralel gitmektedir. Sonuç olarak hükümet, bürokrasi, sermaye çevreleri ve aynı tarafta yer alan sivil toplum örgütlerinin iklim değişikliği politikası önerileri şöyle özetlenebilir:
Öncelik küresel ısınmanın yavaşlatılmasında değil, ulusal çıkarlarda, yani daha fazla sanayileşmeye dayalı kalkınma politikalarında, dolayısıyla Türkiye’nin özel konumu (yani henüz yeterince sanayileşmemiş olma durumu) nedeniyle daha fazla sera gazı salma hakkının savunulmasındadır. Türkiye bu nedenle ulusal sera gazı indirimi politikası izleyemeyeceği için, tasaruflu ampullerin kullanılması, arabaların rolantide çalıştırılmaması gibi, mevcut politikaların ve yaşam biçiminin “artarak” sürdürüldüğü bir ortamda alınacak küçük bireysel önlemlere ağırlık verilmektedir (kaldı ki bu bireysel önlem söylemi kendi içinde bile samimi olmaktan çok uzaktır). Bütün bu pozisyon alış nedeniyle Türkiye küresel ısınmanın yavaşlatılmasında rol alamayacağı (daha doğrusu küresel ısınmayı hızlandırmayı seçeceği) için, adaptasyona öncelik verilmektedir. Ama ne yazık ki adaptasyon adı altında ortaya atılan önlemler de, daha az sayıda toprak sahibinin elinde toplanmış tarım alanlarında daha denetimli endüstriyel tarım yapılmasının savunulması ve baraj yapımı politikalarından da taviz verilmemesinden ibarettir, ekolojik veya doğa korumacı değildir.
Bir başka yönelim, Kyoto süreciyle Türkiye’nin AB üyelik sürecini bir arada düşünme eğilimidir. Türkiye en iyi ihtimalle 2014 yılında AB üyesi olabilir, dolayısıyla bu tartışmanın bugünün konusu olduğu söylenemez. Yine de Türkiye nasıl AB üyesi olmadan Gümrük Birliği üyesi olduysa, aynı şekilde AB ülkeleri arasındaki yük paylaşımı mekanizmasının bir parçası olabilir denmektedir, ki bunun da aslında Kyoto Protokolü içinde yer alıp emisyon indirim hedefi koymaktan fazla bir farkı olmayacaktır: Tabii AB’nin yük paylaşımı mekanizması içinde Türkiye’ye %100’ün üzerinde emisyon arttırma hakkı tanımasını önermiyorsanız. Dolayısıyla bu öneri, Türkiye’nin Kyoto’da da gerçekçi ve işe yarar bir emisyon indirim hedefi koyması gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.
7- Yeşil ve Ekolojist Duruş: Ekolojik Sıçramayı Savunmak
Yeşil ya da ekolojist bir duruş, gezegene ve doğaya karşı yükümlülüklerimizi ön plana alır. Ulusal çıkarları değil, doğayla birlikte ekolojik ve sürdürülebilir yaşamı savunur. Bu nedenle Türkiye’nin enerji, sanayi, ulaşım, tarım ve ticaret politikalarında, yani Türkiye’nin üretim, tüketim, istihdam ve ekonomisini belirleyen en önemli politik tercihlerde “ekolojik sıçramayı” savunmak zorundayız.
Ekolojik sıçrama, endüstrileşmiş Batı ülkelerinin düştüğü ve Türkiye’nin de giderek kendini kurtaramayacak biçimde içine gömüldüğü fosil yakıt tuzağından yol yakınken kurtulmak, yenilenebilir bir ekonomiye geçmek demektir.
Ekolojik sıçrama için Türkiye yeni bir termik santral yapmamalı, enerji yoğunluğunu düşürmeli, verimliliği arttırmalı ve tüm yeni yatırımlarını rüzgar ve güneşe yönlendirmelidir.
Ekolojik sıçrama için Türkiye yeni bir otoyol veya köprü yapmamalı, otomotiv sektörünü ihya etmekten vazgeçmeli, tüm ulaşım politikalarında demiryollarına, metro ve tramvaya, toplu ulaşıma, bisiklet ve yaya yollarına yönelmelidir.
Ekolojik sıçrama için Türkiye çimento sanayisini geliştirmekten, yeni rafineriler, petrol boru hatları, kirletici fabrikalar yapmaktan vazgeçmelidir.
Tüm bu önlemler sadece sera gazı üretimini düşürmekle kalmayacaktır. Aynı zamanda çevre ve insan sağlığına ciddi zararlar veren, doğal yaşamı ve ormanları yok eden Yatağan, Afşin-Elbistan gibi termik santrallardan, çimento fabrikalarından, sürekli ağırlaşan trafik sorunundan, kentlerdeki ve Dilovası gibi sanayi bölgelerindeki hava kirliliğinden, İskenderun körfezi, İzmir körfezi gibi yerlerdeki deniz kirliliğinden kurtulmak yolunda bir adım atmak anlamına da gelecektir.
Bu nedenle Türkiye’nin Kyoto’yu imzalaması, gerçekçi ve işe yarar bir emisyon indirim hedefi belirlemesi ve uygun bir planlamayla Kyoto hedeflerinin de ötesine geçmesi, Türkiye’ye de, içinde yaşadığımız gezegene de çok şey kazandıracaktır. Bu, daha fazla sanayileşmeyi, daha fazla fosil yakıt bağımlılığını savunan bir ulusal çıkar söyleminden kurtulmak için de bir adım olacaktır.

IV. SONUÇ
Türkiye, uluslararası yaptırımlardan zorunlu tutulana kadar uzak durmayı, imzaladığı zaman bile uygulamamayı seçen bir ülke olarak kötü bir sicile sahiptir. Buna örnek olarak İşkenceye Karşı Sözleşme, Seçmeli Protokol ve benzeri insan hakları sözleşmeleri, Stokholm Konvansiyonu gibi çevre sözleşmeleri verilebilir. ABD de Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taraf olmamakta, nükleer silahlanmaya karşı morotoryumdan çekilmekte, Guantanamo ve Ebu Garip’te yeni işkence yöntemlerini uygulamaya sokmakta, Stokholm’den Kyoto’ya dek çevre ve ekolojiyle ilgili her türlü uluslararası denetim mekanizmasından kaçmaktadır.
Türkiye’nin ABD’yle birlikte bu kaçış politikalarını sürdürmesi ulusal çıkar ya da bağımsızlık söylemleriyle açıklanamaz. Ancak iç politikalarda belli çıkar gruplarının istediklerini yapmakta serbest olmak, insan hakları, çevre, ekoloji, kadın hakları gibi konularda denetime uğramamak, böylece evrensel kuralları kolaylıkla ihlal edebilme rahatlığına sahip olmayı tercih etmekle açıklanabilir.
Türkiye’de bugün Kyoto’yu ve hükümetin iklim değişikliğiyle ilgili her türü sorumluluğunu reddeden AKP hükümetiyle, AKP’yi milli olmamakla suçlayan bazı ulusalcı çevrelerin, ya da antiemperyalist sol çevrelerin Kyoto’yu reddetme noktasında buluşmaları ironiktir. AKP hükümeti kendi termik santral, çimento sanayi, madencilik, petrol boru hattı, otoyol vb. yatırım planlarına ve uluslararası petrol, sanayi ve madencilik şirketleriyle olan bağlarına karşı bir tehdit olarak gördüğü için Kyoto’yu reddetmektedir. Kyoto, AKP hükümeti için “mücadele etmek zorunda olduklarını düşündükleri çevrecilere” karşı verilecek bir ödün gibi görünmektedir47. Durum böyleyken bazı çevrelerin ABD’nin reddettiği bir protokole ABD karşıtlığıyla karşı çıkmaları açıklanması güç bir açmazdır.
Kyoto gibi süreçler, dünya çapında petrol ve enerji tekellerinin denetlenebilir olduğu fikrini ortaya atarak bile, küresel mücadeleye katkıda bulunabilir. Neoliberal politikaların özü olan sermayenin sınırsız dolaşımı ve kuralsızlaştırma, belli sınırlar koyan ve politik tercihleri değişmeye zorlayan mekanizmalarla en azından zorlanmakta, bu da küresel muhalefetin eline anlamlı bir mücadele aracı vermektedir.
Kyoto’nun ve benzeri protokollerin önerdiği politikalar, sadece iklim açısından değil, çevre ve insan sağlığı açısından da daha yüksek standartlarda, daha ekolojik, daha sürdürülebilir politikalardır. Kyoto’yu reddetmek, bir yanıyla da Türkiye’yi kirli teknolojilerin, Avrupa’nın kendi topraklarından uzaklaştırmak istediği çimento benzeri yüksek emisyonlu sanayilerin, dolayısıyla geleneksel kirli enerji ve sanayi politikalarının çöplüğü olan bir ülke olmaya terketmek demektir.
Türkiye, dünyanın önündeki bu en büyük tehdidi, yanlış hesaplanmış bir para ve kalkınma meselesi olarak görmekten vazgeçmelidir. Türkiye, inkar politikalarını terkederek ekoloji ve küresel adalet ilkelerine bağlı bir iklim politikasına sahip olmak için ilk adım olarak Kyoto Protokolü’nü en kısa zamanda imzalamalı ve önüne gerçekçi ve işe yarar bir emisyon hedefi koymalıdır.

12 Mart 2007, İstanbul
TEŞEKKÜR
Bu yazının hazırlanmasındaki katkılarından dolayı Yeşiller İklim Değişikliği ve Küresel Ekoloji Çalışma Grubu üyelerine ve konuşmacı olarak katıldıkları 1 Mart 2007 tarihli İklim Değişikliği Politikaları Forumu’nda yazının ilk taslağı üzerindeki eleştirilerini ileterek yazıyı geliştirmeme katkıda bulunan Marmara Üniversitesi’nden Dr. Semra Cerit Mazlum’a, Küresel Eylem Grubu’ndan Şenol Karakaş’a, Bilgi Üniverstesi’nden Alper Akyüz’e, Açık Radyo’dan Avi Haligua’ya, Küresel BAK’tan Mehmet Demir’e,Yeşiller’den Dilaver Demirağ ve Işıl Sarıyüce’ye teşekkür ederim.

EK TABLOLAR
EK-TABLO 1 - Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Ek-1 ve Ek-2 ülkeleri ve üyelik durumları. Kaynak United Nations Framework Convention on Climate Change, UN, Mayıs 1992





Ülke

Durumu

EK 2 ülkesi

1

Avustralya

1992’de OECD üyesi

+

2

Avusturya

1992’de OECD üyesi

+

3

Belçika

1992’de OECD üyesi

+

4

Kanada

1992’de OECD üyesi

+

5

Danimarka

1992’de OECD üyesi

+

6

Finlandiya

1992’de OECD üyesi

+

7

Fransa

1992’de OECD üyesi

+

8

Almanya

1992’de OECD üyesi

+

9

Yunanistan

1992’de OECD üyesi

+

10

İzlanda

1992’de OECD üyesi

+

11

İrlanda

1992’de OECD üyesi

+

12

İtalya

1992’de OECD üyesi

+

13

Japonya

1992’de OECD üyesi

+

14

Luksemburg

1992’de OECD üyesi

+

15

Hollanda

1992’de OECD üyesi

+

16

Yeni Zelanda

1992’de OECD üyesi

+

17

Norveç

1992’de OECD üyesi

+

18

Portekiz

1992’de OECD üyesi

+

19

İspanya

1992’de OECD üyesi

+

20

İsveç

1992’de OECD üyesi

+

21

İsviçre

1992’de OECD üyesi

+

22

Birleşik Krallık

1992’de OECD üyesi

+

23

ABD

1992’de OECD üyesi

+

24

Türkiye

1992’de OECD üyesi. 2002’de EK-2’den çıktı, Ek-1’de kalmaya devam etti.




25

Monako

1992’den beri Ek-1 üyesi, ama OECD üyesi olmayan küçük bir ülke




26

Litvanya

Eski Doğu Bloku üyesi




27

Romanya

Eski Doğu Bloku üyesi




28

Beyaz Rusya

Eski Doğu Bloku üyesi




29

Bulgaristan

Eski Doğu Bloku üyesi




30

Estonya

Eski Doğu Bloku üyesi




31

Letonya

Eski Doğu Bloku üyesi




32

Rusya Federasyonu

Eski Doğu Bloku üyesi




33

Ukrayna

Eski Doğu Bloku üyesi




34

Macaristan

Eski Doğu Bloku üyesi. 1996’da OECD üyesi oldu.




35

Polonya

Eski Doğu Bloku üyesi. 1996’da OECD üyesi oldu.




36

Lihtenştayn

1998’de Ek-1’e girdi, OECD üyesi olmayan küçük bir ülke




37

Hırvatistan

Eski Doğu Bloku üyesi, 1998’de Ek-1’e girdi.




38

Çek Cumhuriyeti

Eski Doğu Bloku üyesi. 1998’de Ek-1’e girdi. 1995’de OECD üyesi oldu.




39

Slovakya

Eski Doğu Bloku üyesi. 1998’de Ek-1’e girdi. 2000’de OECD üyesi oldu.




40

Slovenya

Eski Doğu Bloku üyesi. 1998’de Ek-1’e girdi.




+1

Avrupa Birliği




+



EK-TABLO 2 – Dünyanın en kalabalık 25 ülkesi (2006 tahmini)





Ülke

Nüfus

%

1

Çin

1,313,973,713

20.2

2

Hindistan

1,095,351,995

16.8

3

ABD

298,444,215

4.6

4

Endonezya

245,452,739

3.8

5

Brezilya

188,078,227

2.9

6

Pakistan

165,803,560

2.5

7

Bangladeş

147,365,352

2.3

8

Rusya Federasyonu

142,893,540

2.2

9

Nijerya

131,859,731

2.0

10

Japonya

127,463,611

2.0

11

Meksika

107,449,525

1.7

12

Filipinler

89,468,677

1.4

13

Vietnam

84,402,966

1.3

14

Almanya

82,422,299

1.3

15

Mısır

78,887,007

1.2

16

Etyopya

74,777,981

1.1

17

Türkiye

70,413,958

1.1

18

İran

68,688,433

1.1

19

Tayland

64,631,595

1.0

20

Kongo Demokratik Cumhuriyeti

62,660,551

1.0

21

Fransa

60,876,136

0.9

22

Birleşik Krallık

60,609,153

0.9

23

İtalya

58,133,509

0.9

24

Güney Kore

48,846,823

0.8

25

Myanmar

47,382,633

0.7




İlk 25 Ülke Toplam Nüfusu

4,916,337,929

75.6




Dünya Nüfusu

6,505,593,282

100.0



EK-TABLO 3 – Milli geliri en yüksek 25 ülke

(Dünya Bankası verilerine göre 2005 yılı GSMH düzeyleri)48







Ülke

GSMH (milyon dolar)

1

ABD

12,455,068

2

Japonya

4,505,912

3

Almanya

2,781,900

4

Çin

2,228,862

5

Birleşik Krallık

2,192,553

6

Fransa

2,110,185

7

İtalya

1,723,044

8

İspanya

1,123,691

9

Kanada

1,115,192

10

Brezilya

794,098

11

Güney Kore

787,624

12

Hindistan

785,468

13

Meksika

768,438

14

Rusya Federasyonu

763,720

15

Avustralya

700,672

16

Hollanda

594,755

17

İsviçre

365,937

18

Belçika

364,735

19

Türkiye

363,300

20

İsveç

354,115

21

Suudi Arabistan

309,778

22

Avusturya

304,527

23

Polonya

299,151

24

Endonezya

287,217

25

Norveç

283,920



EK-TABLO 4- Tüm ülkeler arasında kişi başına milli geliri en yüksek ilk 25 ülke ve Türkiye





Ülke

Kişi başı GSMH (dolar)

1

Lüksemburg

71,202

2

Norveç

61,577

3

İzlanda

50,222

4

İsviçre

48,636

5

İrlanda

48,345

6

Danimarka

46,673

7

ABD

41,733

8

Birleşik Arap Emirlikleri

40,037

9

İsveç

39,274

10

Avusturya

37,170

11

Finlandiya

36,926

12

Birleşik Krallık

36,175

13

Hollanda

36,064

14

Japonya

35,351

15

Belçika

35,141

16

Fransa

34,664

17

Avustralya

34,577

18

Almanya

33,752

19

Kanada

33,693

20

Katar

32,135

21

Kuveyt

30,871

22

İtalya

29,639

23

İspanya

27,816

24

Yeni Zelanda

26,751

25

Singapur

25,993

63

Türkiye

5,159




1 ABD, Avustralya, Çin, Hindistan, Japonya, Güney Kore

2 Harlan Watson - The Role of Energy Efficiency and Renewable The Role of Energy Efficiency and Renewable Energy in the AsiaEnergy in the Asia--Pacific Partnership on Pacific Partnership on Clean Development and ClimateClean Development and Climate. – International Energy Audit Conference, 2006


3 IPCC, üç çalışma grubundan oluşur. Bu çalışma grupları sırasıyla iklim değişikliğinin bilimsel temelleri, etkileri (zarar görme potansiyelleri ve adaptasyon dahil) ve yavaşlatılması konusunda çalışırlar. Ayrıca panelin ulusal sera gazı envanterleriyle ilgili bir özel çalışma kolu bulunur. Panelin her bir çalışma grubu için 2 başkan ve 6 başkan yardımcısından oluşan 8 kişilik bir heyet seçilir. Başkanlığını halen Rajendra Pachauri’nin yaptığı IPCC Bürosu’nda bu heyetlerden oluşan 40’a yakın üye çalışır. Ancak her bir çalışma grubunda dünyanın çeşitli ülkelerindeki üniversite ve araştırma kuruluşlarından yüzlerce bilim insanı görev yapmaktadır. IPCC bürosu Dünya Meteoroloji Örgütü’nün Cenevre’deki merkezinde bulunmaktadır.

Yüklə 458,56 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin