98Pasajda geçen şecer [girift, çekişmenin kaynağı] ve varakı'l-cennet [cennet yaprakları] ifadeleri; “mal, ve para” demektir. Ayrıntılar için bkz. Tebyînu'l-Kur’ân.
Kıssayı anlatan âyetlerdeki ifadeler ve sözcüklerin gerçek manaları göstermektedir ki, Allah insanın mal tutkusundan uzak olmasını istediği için Âdem ve eşini mal düşkünü olmaktan menetmekte, İblis de Âdem ve eşini mal ile aldatmaktadır.
Görüldüğü gibi, âyetteki ifadeler tam anlamıyla hayatın gerçeklerini yansıtmaktadır. Âdem ve eşinin, nimetlerin tadına varınca onların esiri olmaları ve tutkuyla bağlandıkları bu nimetlerden ayrılmamak için onlara sımsıkı sarılmaları, bugün de karşılaşılabilecek manzaralardır. İğreti dünya hayatının süslerinden bir tanesini bile dışarıda bırakmadan hepsine sahip olan veya olmak isteyen, faydalandığı süsleri âdeta üzerine yapıştırıp tam anlamıyla bir süs istifçisi hâline gelen insanlar hiç de az değildir. O hâlde, Rabbimizin sözleri kesinlikle bir masal gibi algılanmamalı ve bilinmelidir ki, “kendisine ilham edilmiş fücuru, İblis'in etkisiyle dışa vurması” şeklinde ortaya çıkan çirkin insan davranışları, Âdem ve eşine kadar dayanmaktadır.
99Pasajın anlatımı, temsili anlatım olup, Rabbimiz insanın maddî ve manevî yapısını ve zaaflarını tiyatro sahnesi gibi canlandırarak anlatmıştır. Kesinlikle bu olay geçmişte yaşanmamıştır. Bu olay her insanın şahsında cereyan edip gitmektedir.
100Mescid; secede, yescüdü fiilinin mimli mastarı [mekân ismi] olup, “secde edilen/ettirtilen yer” demektir ki bunun, bugün kılınan namazlardaki secde yeri ile alâkası yoktur. Bu; “aykırı düşünen, aykırı hareket eden kimselerin ikna edildikleri, gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun eğdikleri yer”; kısaca “eğitim-öğretim, ikna alanı” demektir.
101Ashâb-ı a‘râf, “bu dünyada az seviyede de olsa, Kur’ân hakkında bilgi sahibi olan, Kur’ân necmlerini bilen kimseler”dir.
Bu kimseler, sahip oldukları Kur’ân bilgisiyle kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğunu bilebilirler. Bize göre, Kur’ân'dan en az 10 necm öğrenmiş olan insanlar, başkaca bir sosyal bilgiye, tahsile gerek kalmadan, kişilerin yaşam tarzlarına bakarak cennetlikler ile cehennemlikleri ayırt edebilirler.
102Teknik kurallar ve anlam bilgisi gereği 46-49. âyetler, Resmi Mushaf'taki 50-51. âyetlerin devamında tertip edilmiştir.
103Bkz. 37 ve 52 nolu notlar.
104Bkz. 22 nolu not.
105 Namaz sözcüğü, Hindçe'den Farsça'ya, Farsça'dan da Selçuklular döneminde Türkçe'ye geçmiştir. Farsça'daki ilk anlamı, “ateş önünde saygıyla eğilmek”tir. Sanskritçe, “saygı sunmak” anlamına gelen namaste kelimesinin Farsça'ya geçmiş şekli olması muhtemeldir. Bu kelime de, “selam vermek” anlamına gelen nam kelimesinden türemiş olmalıdır. Hem nam [selam] ve hem de namaste [saygı sunmak] günümüz Hind kültüründe de görülebileceği üzere “eğilerek” yapılan bir fiildir. Namaz sözcüğünün Farsça'daki bu “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı, Arapça ve Kur’ân'da ed-du‘au bi't-tezarru [alçala alçala/sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir.
Âyetin orijinalindeki ًtezarru‘an ifadesi, d-r-a kökünden türemiş “tefe‘ul” babından bir sözcüktür. Kök sözcüğün anlamı, “zillet ve tevazu göstermek”tir Tazarru‘an sözcüğü, kalıp ve cümledeki “hal” öğeliği itibariyle “zillet üstüne zillet, zillet üstüne zillet” [alçala, alçala, alçala alçala] demektir. Âyetten de açıkça anlaşılacağı üzere bu ibâdetin kurallaştırılacak bir şekli yoktur. Mü’min, Rabbine karşı zilletini gönlüne göre yapar. Namazda; rekat, kıbleye dönme, abdest alma, örtünme, belirli âyet ve duaları okuma vs. gibi herhangi bir koşul yoktur. Bunlar sonradan ihdas edilmiş şeylerdir. Kısacası namaz, “kalp ve kalıbın birlikte Allah'a niyazı”dır.
Âyetin orjinalinde yine vav bağlacıyla cümlede ikinci “hal” konumunda bulunan hufyeten sözcüğü, h-f-v kökünden türemiş olup ezdâd'dandır. Yani, iki zıt anlamı da içeren bir sözcük olup “açıkça göstererek, parıl parıl parlatarak” ve “gizleyerek” demektir. Bu durumda âyetten her iki mana da anlaşılmalı ve her iki hal ile de bu görev yapılmalıdır.
106Bkz. 63 ve 83 nolu notlar.
107Klasik kaynaklara göre asa sözcüğünün tam karşılığı, “birikim, sıkı tutulan”dır. Bu anlamıyla da tam tamına “Kur’ân” sözcüğünün de karşılığıdır. Bunun “baston”a isim olması da, sadece el ve parmakların üzerinde toplanması sebebiyle değil, “üzerine dayanmak, yaprak silkelemek, silâh, kazma olarak kullanmak vs. gibi birçok yararın da toplanması” sebebiyledir.
Bu sözcük Mûsâ'ya izafe edildiğinde, “Mûsâ'nın birikimi, Mûsâ'nın sıkı/kuvvetle tuttuğu” anlamına gelir, ki bu da, –âyetlerden anlaşılacağı üzere– “Mûsâ'ya yapılan vahiyleri ve Mûsâ'nın deneysel bilgi birikimi”ni ifade eder. Mûsâ'nın asasının ne olduğu açıkça beyan edilmektedir. Bakara/63, 93; A‘râf/145, 171; Meryem/12'den de “kuvvetle tutulacak şeyin “kitap/ilâhî vahiyler” olduğu açıkça anlaşılır. Ayrıca 181. necm'de görüleceği üzere Yûnus sûresi'nde Rabbimiz, Nihâyet etkili söz söyleyen bilginler gelince, Mûsâ onlara, “Ne atacaksanız atın!” dedi. Onlar ortaya atınca da Mûsâ, “Sizin getirdiğiniz şey bir göz boyama, aldatmacadır. Şüphesiz, Allah onun boş ve asılsızlığını ortaya çıkaracaktır. Şüphe yok k, Allah kargaşacıların işini düzeltmez. Ve Allah, günahkârların hoşuna gitmese de, hakkı, Kendi kelimeleriyle ortaya koyup gerçekleştirir” dedi şeklinde açıklamada bulunarak, sihirbazların sopayla değil, “Allah'ın kelimeleri” ile mağlup edildiğini açıkça bildirir.
Asa sözcüğü, Kur’ân'da 6 kez geçer. Bunlardan Tâ-Hâ/18'deki asa, “çoban asası”, yani bildiğimiz “baston”dur. Rabbimiz Mûsâ'ya bu asayı ilk vahiy anında bıraktırmıştır. Diğerleri ise, “Mûsâ'nın vahiy ve deneysel olarak öğrenmiş olduğu bilgi birikimi”dir. Mûsâ'nın Firavun'a karşı, sudan geçmek, taş kalpli İsrâîloğulları'nı adam etmek için kullandığı asa, “Mûsâ'nın bilgi birikimi”dir [kendisine vahyedilenler ve o zamana kadar öğrendikleri ve edindiği deneyimlerdir].
108 Sü’ban sözcüğü, “su ve kan akması” anlamındaki seab sözcüğünden gelir. Vadide sel yataklarının kıvrım kıvrım olması, sevgilinin uzun saçlarının kıvrım kıvrım olması, şairlerin gözünde bu sözcükle ifade edilir. Bu sözcüğün çoğulu da sü’ban şeklindedir. Sü’ban sözcüğü, tekil olarak da “uzun, güçlü, fare avlayan yılan” anlamında kullanılır.
Demek oluyor ki süb’an sözcüğünün esas anlamı, “selin, önüne gelen her şeyi içine alıp sürüklemesi” demektir. Fareleri avlayıp yutan yılana da bu ismin verilmesi, yılanın şekil, uzunluk ve kıvrımlığı itibariyle dereye benzemesi ve önüne çıkan fareyi yutmasındandır. Mûsâ'nın birikiminin buna benzetilmesi de ilâhî vahyin, her türlü beşerî plân ve desiseleri/bâtılı yok edip yutmasındandır.
109 Yed-i Beyza: Genellikle “el” diye çevrilen yed sözcüğü, mecâzen “kuvvet, zenginlik, iktidar, saltanat, nimet, yay, elle yapılan işlerin tümü” anlamında kullanılır.
Burada konu edilen güç, diğer âyetlerde; Resmi Mushaf: Neml/12, Kasas/32'de “cebindeki/koynundaki güç” olarak nitelenmektedir, ki bu güç de, Hârûn'dur.
Beyza sözcüğü, Türkçe'de kullandığımız “beyaz” sözcüğü ile aynı kökün türevlerindendir. Bu sözcükle ilgili de temel lügat kitaplarında şu bilgiler verilmektedir: “Bu sözcüğün aslı yumurta demektir. Beyaz sözcüğü de “yumurta rengi” demektir. Bu sözcüğün beyzae kalıbı, “aşırı beyazlığı, parlaklığı” ifade eder. Güneşe, beyaz yüzlü lekesiz bayana, üzerinde hiç bitki olmayan toprağa, kamerî ayların 14-15. geceki görünümlerine beyza denir. Yed-i Beyza tamlaması, “isbatlanmış, kanıt” demektir.” Bu açıklamalara göre bu sözcük “bembeyaz” anlamına gelir, ki bu, mükemmellik ve kusursuzluğun mecâzi ifadesidir.
Âyetlerde konu edilen “güç”ün, görenlere karşı bembeyaz [kusursuz, mükemmel] oluşu da Hârûn'un ifade ve hitabet yeteneğinin mükemmelliğidir. Âyetlerden anlaşıldığına göre Mûsâ peygamberin ifade yeteneği, İbranice'yi iyi bilemeyişi yahut dilindeki bir problem nedeniyle zayıf idi. Mûsâ'nın bu kusuru, kendisine kardeşi Hârûn'un vezir, sekreter, sözcü olarak verilmesiyle giderilmiştir. Bu husus Tâ-Hâ sûresi'ndeki pasajda açıkça görülmektedir.
110Sihir, “bir şeyi, göz boyayarak, el çabukluğu yaparak veya başka taktiklerle gerçeğinden başka bir şekilde göstermek” demek olup mutlaka “göz boyama” anlamında değildir. İyi bir anlatım, konferans da “Bizi büyüledi, hayran bıraktı” şeklinde ifade edilir. O nedenle biz, sihirbaz sözcüğünü “büyüleyici, etkin bir bilgin” olarak karşıladık.
111Âyetin orijinalinde yer alan yemm, “bahr/çok su” demektir. Leys bu sözcüğü, “derinliği ve kıyıları bilinemeyen deniz” olarak tarif etmiştir. Ama Kur’ân'da Tâ-Hâ/39. âyette, “Mûsâ'nın annesine bebeği yemm'e bırakması vahyedilip ve Mûsâ'nın içinde bulunduğu sandığın yemm'de sahile vurması açıkça bildirildiğine göre bu iddia doğru olamaz. Zira Mûsâ Nil nehrine bırakıldı ve sandık nehrin kenarına yanaştı.
Bu sözcüğün Süryanice'den Arapçalaştırıldığına da inanılır.
Ayrıca Kitab-ı Mukaddes'teki bu sözcüğün İbranice'den İngilizce'ye bazı çevirilerde “red sea” [kızıl deniz], bazı çevirilerde “reed sea” [saz/kamış denizi] olarak çevrilmesi çok düşündürücdür.
Bu sözcük, A‘râf/136, Tâ-Hâ/39 (iki kez); 78, 97; Kasas/7, 40 ve Zâriyât/40'ta geçer.
Mûsâ'nın ailesinin ve Firavun'un yaşadığı yerler dikkate alındığında, Mûsâ pasajlarında geçen bahr ve yemm kelimelerini, “bol su/nehir olarak çevirmek gerekir. Bu âyetlere bakıldığı zaman Firavun'un, kesinlikle bebek Mûsâ'nın bırakıldığı suda boğulduğu, denizde/Kızıldeniz'de boğulmadığı anlaşılmaktadır.
112Âyette konu edilen güzel söz, Resmi Mushaf: Kasas/5-6, Mâide/21 ve Duhân/25-28'de görülebilir.
113 Bahr, “ister tatlı ister tuzlu olsun çok su” demektir. Bu sözcük, “kara parçası” sözcüğünün karşıtıdır. Bu sözcüğün aslı “yarmak”tır. Su, kara parçasını yardığı için bu isimle isimlenmiştir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri bahr sözcüğüyle yer almaktadır. Büyük, tuzlu sulara [denizlere] bahr denmesi yaygındır. ( Lisân, “bhr” mad.; Tâc, “bhr” mad.)
Yine Mûsâ'nın ailesinin ve Firavun'un yaşadığı kent dikkate alındığında buradaki bahr sözcüğüyle de “Nil nehri”nin kastedildiği anlaşılır.
Bahr sözcüğü, Mûsâ ile ilgili âyetlerde: Resmi Mushaf: Bakara/50, A‘râf/138, Yûnus/90, Tâ-Hâ/77, Şu‘arâ/63 ve Duhân/24'te geçer.
114Bu pasajda, Mûsâ'nın asa'sının ne olduğu açıkça beyan edilmektedir. Hatırlanacağı üzere 85. notta “baston”a asa denilmesinin, “onun üzerinde parmakların toplanması, sıkıca tutulması” sebebiyle olduğu açıklanmıştı. Burada sıkı tutulan şeylerin neler olduğu uzun uzun anlatılmıştır. Ayrıca, Resmi Mushaf: Bakara/63, 93; A‘râf/145, 171; Meryem/12'den de “kuvvetle tutulacak şeyin kitap/ilâhî vahiyler” olduğu açıkça anlaşılır.
115Âyetin orijinalindeki sözcüklerin “hakikat” manası, “Bir buzağı; böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi] olan bir ceset edinmişlerdi” şeklindedir. Biz Mealde, mecâz anlamlarını verdik. Burada konu edilen husus, İsrâîloğulları'nın altının cazibesine kapılarak altını ilâh edinmeleridir. Bunu Tâ-Hâ ve Bakara sûrelerinde de göreceğiz. Ayrıntılı bilgi için bkz. Tebyînu'l-Kur’ân.
116Müzzemmil/20'de (13. necm) geçmiş olsa da iniş sırasına göre Kur’ân'da, zekât sözcüğü ilk defa burada geçmektedir. O nedenle zekât ile ilgili kısaca bilgi vermek istiyoruz: Zekât sözcüğü, “temizlik, üreme, çoğalma, bolluk ve övgü” anlamına gelir. Kur’ân'da bu sözcüğün fiili bu anlamların hepsinde kullanılmıştır. ez Zekât olarak kullanılan kalıbı, malın temizlenişine; mal içindeki sail, mahrum ve tüm kamu haklarının çıkarılıp verilmesine isim olmuştur. Yani “Müminlerin devletinde, devletin, var olması, ayakta durabilmesi, salâtın ikame edilebilmesi ( maddi ve manevi desteğin ve güvenliğin sağlanabilmesi) müminlerin iman borcu, kulluk görevi olarak verdiği vergi”dir. Biz buna kısaca, “vergi” diyoruz. Yalnız bu vergi, Sadaka gibi sıradan bir vergi olmayıp, İslâmî çerçevede belirlenen, verilen ve harcanan bir vergidir. Kur’ân'a göre verginin verilme zamanı kazanç anıdır.
117Yukarıdaki âyetlerde, asa'nın, “Mûsâ'nın birikimi” olduğunu öğrenmiştik. Burada Mûsâ'nın birikimini kullanacağı, vuracağı “taş” ifadesini ele alalım. Bilindiği gibi “taş”, sertliğin/katılığın sembolüdür. Rabbimiz İsrâîloğulları'nın kalplerinin taşlar gibi, hatta daha da katı olduğunu bildirmiştir. O nedenle burada taş ifadesiyle, de “taş kalpli İsrâîloğulları” kastedilmiştir. Bu husus, Resmi Mushaf: Bakara/74'te görülebilir.
118Darb sözcüğünün “hakikat” manası, “bir şeyin üzerinde bir şey oluşturmak” demektir. Bu asıl anlamdan hareketle, bu sözcük, “vurmak, çarpmak, yarmak, sıkıştırmak, yola gitmek, kalp atışı, nabız vuruşu, örnek vermek” vs. gibi yüzlerce anlamda kullanılır. Biz bunu Tebyîn'de Sâd sûresi kapsamında Eyyûb peygamber ile ilgili bölümün tahlilinde ayrıntılı olarak verdik. Bu sözcüğün buradaki anlamı, gerçek anlamı olan “bir şey üzerinde bir şey oluşturma”dır.
119Bu âyetteki ayn sözcüğü hakkında kadim lüğatlarda, “görme, göz, güneş, pınar, yağmur, mal, altın, insan, hayat, toplum, belde halkı…” gibi yüzden çok anlam verilmiştir. Bu âyetlerdeki ayn sözcüğü nedense hep “pınar” anlamıyla çevrilegelmiştir. Halbuki Mûsâ pasajındaki ayn sözcüklerinin “toplum, “belde halkı” anlamı tercih edilmeliydi. Zira Rabbimiz böyle anlaşılması gerektiğine, âyetin başındaki, Ve Biz onları on iki torun liderleri olan oymak topluluğa ayırdık ifadesiyle işaret buyurmuştur.
Bunu Mâide; 12'de de görmekteyiz.
İsrâîloğulları'nın on iki guruba/topluma ayrılışı ve her birinin başına bir kaymakam dikilişi Kitab-ı Mukaddes; Sayılar: 1. Bab: 1-16. cümlede de yer alır. Bu demektir ki, Kur’ân, Kitab-ı Mukaddes'in bu bölümünü tasdik etmektedir.
Bu âyetlerde konu edilen, Birikimini taş kalpli toplumuna vur ifadesi üzerinde de durulması gerekir. Âyetlerdeki, Ve kavmi kendisinden su istediği zaman, Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi, hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su istemişti de ifadelerinden açıkça anlaşıldığına göre Mûsâ'nın kavmi su sıkıntısı çekmiş, su yüzünden aralarında problemler oluşmuştur. Bu dönemde de Rabbimiz Mûsâ'ya birikimini/deneyimini kullanmasını vahyetmiştir.
Su sıkıntısının nelere mâlocağını Mûsâ daha evvel Mısır'dan kaçıp Medyen'e giderken Medyen suyunun başında yaşamıştı. Bu konuda tecrübesi vardı. Bu konu Resmi Mushaf: Kasas/23-25'de (150. necm) ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
Demek oluyor ki Mûsâ, bu kadar halkın bir arada yaşamasının sorunlara yol açacağı gerekçesiyle İsrâîloğulları'nı on iki yere, on iki toplum hâlinde dağıtmıştır. Ve susuzluk problemini böyle çözmüştür. Bilindiği gibi yerleşim alanlar hep su başlarına, ırmak kenarlarına kurulur.
120Âyetin orijinalindeki hut, hitan sözcüğü, klasik anlayışta “balık” olarak algılanır. Balığa, “doyma duygusu olmadığından aşırı doyup çatlamasından dolayı hut denilmiştir. Burada hut ile kastedilen, “doyumsuzluğun getirdiği bunalım”dır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Tebyînu'l-Kur’ân.
121Kur’ân'daki, salât'ın ikâmesi ile ilgili emir ve haber cümlesi niteliğindeki ifadeler, genellikle “namazı doğru kılın, namazlarını dosdoğru kılarlar” şeklinde çevirilegelmiştir. Bizim, sözcüklerin anlamları üzerinden yaptığımız tahlil ise bu çevirilerin, ifadenin anlamını yansıtması bakımından yetersiz kaldığını, hatta yanlış olduğunu göstermektedir.
Q-v-m harflerinden oluşan iqâm sözcüğü, “oturmak” fiilinin karşıtı olan qıyâm sözcüğünün if‘âl babından mastarıdır ve lügatlerde bu kalıbın anlamı; “ayağa kaldırmak, dikmek, ayakta tutmak” olarak belirtilmiştir.
Buna göre iqâmi's-salât tamlamasının anlamı da; “zihnî ve mâlî yönlerden yapılan yardım ve destekle sorunların üstlenilerek giderilmesi işlerinin gerçekleştirilmesi ve bunun sürdürülmesi, yani ayakta tutulması, işin kurumlaştırılması” demektir. Bunu somutlaştırarak ifade etmek gerekirse salâtın iqâmesi; A) Zihnî yönü ile, eğitim ve öğretimin yapılması için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açılması ve bunların ayakta tutulması, B) Mâlî yönü ile, iş alanları açılması, Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemlerinin teşkil edilmesi, yoksul ve yetimlerin desteklenerek –bekâr ve dulların evlendirilmesi de dâhil– sorunlarının sırtlanması, dertlerine deva olunması için kurumlar oluşturulması ve bunların yaşatılarak ayakta tutulması demektir. Bu konu Tebyînu'l-Kur’ân'da ayrıntılı olarak sunulmuştur.
122Bkz. 333. nolu not.
123Allah Alçisi Mekke'de kendisine verilen mesajları tebliğ ederken bu durumu öğrenen Yesribliler [Medîneliler], bir heyet göndererek Mekke'de gizlice Allah Elçisi ile buluşurlar ve kendisinden Kur’ân dinlerler. Sûrenin girişinde bu buluşma ve bunun sonuçları bildirilir. Bu olay, Müslümanların tarihinde önemli bir nokta olan Akabe görüşmesidir. Âyette konu edilen cin'den bir grubun halk kültüründeki folklorik cin anlayışıyla alakası yoktur. Cin sözcüğü ile ilgili geniş açıklama daha evvel 49. notta yapılmıştır.
124Bu âyetlerdeki ifadeden anlaşıldığına göre, geldikleri yerde insanları eğitme, rüşde erdirme faaliyeti gösterdiğini iddia eden gizli bir örgüt vardır. Kur’ân dinleyerek gerçekleri görmüş ve imana gelmiş olan yabancılar, öz eleştiri yaparak Kur’ân ile tanışmadan önceki durumlarını ve bu gizli örgütün saçma-sapan telkinlerini ve kendilerini oyalayıp aldattıklarını dile getirmektedirler. Çünkü konuşmacı olan cin, daha önce müneccimlik yaptıklarını, umutlarını yıldızlardan alacakları bilgilere bağladıklarını, bu amaçla sürekli rasathanelere oturup beklediklerini, ama göklerin yıldızlarla ve meteorlarla dolu olduğunu, bunlara bakarak istedikleri bilgileri elde edemediklerini, sonuç olarak da hiç kimse için yarının ne getireceğini öğrenemediklerini ifade etmektedir. Bu paragrafta deşifre edilen bilgiler, Dâvûd ve Süleymân peygambere kadar dayandırılan gizli örgüt, açıklanan bilgiler de onların “tekris/inisiye/erginleştirme/iykaf” törenleridir.
125Bkz. 100 nolu not.
126Bkz. 8 nolu not.
127Bkz. 77 nolu not.
128Bkz. 27 nolu not.
129Bkz. 77 nolu not.
130Bu âyette Kur’ân'ın furkân özelliği ön plâna çıkarılmıştır. Mürselât sûresi'nde de açıkladığımız gibi, Kur’ân'ın isimlerinden biri olan furkân, “iki şeyi birbirinden ayırmak” anlamındaki fark kökünden türemiş olup fârika sözcüğü ile aynı anlama gelir. Yaygın kullanımına bakıldığında, fark sözcüğünün türevleri olan tefrik, firak, firkat, fırka, tefrika, ferik sözcüklerinin somut şeyler [mahsusat] için; fârikât, fârûk ve furkân sözcüklerinin ise soyut şeyler [makulât] için kullanıldığı görülür.
Resmi Mushaf: Bakara/53 ve Enbiyâ/48 âyetlerinde Mûsâ peygambere verildiği söylenen furkân, soyut şeyler olan hak ile bâtılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdığı için Kur’ân'a da isim olarak verilmiştir.
131Bkz. 37, 52 nolu notlar.
|