25- “Öyle bir fitneden sakının ki; sadece sizden zulmedenlere has kalmaz. Bilin ki; imtihanın her safhası sonsuz İlahî sistem ile ilgilidir; hangi seviyede olursa olsun, bu sisteme zarar vermek (yani zulmetmek) çok şiddetli bir azabı sonuç verir.”
Zulüm dengesizlik demektir. Bütün günahlar, bütün cehaletler, bütün haksızlıklar, dengesizlik olduğundan imtihan sistemini ilgilendirir. Dolayısıyla ceza ve yıkım, sistemin içinde olan herkese gelir.
Burada fitne, denenme ve test aracı değil de musibet manasındadır. Denenme araçları, genelde musibet tarzında olduğundan, bu kelime ortak olarak (müşterek) kullanılmıştır. Hem musibet hem imtihan aracı manasına geliyor.
Bu geçen 25 ayette varoluş, hayat ve hayattaki imtihan, denenme ve gelişme hakkında birçok yapısal bilgi ve kurallar verildi. Birçok teşvik, emir ve yasaklar söylendi. Bundan sonra gelen 50 ayette ise, uygulamalı olarak, güçlü ve imtihanını verebilen bir cemaat oluşturuluyor. Bunda yani uygulamada dahi Kur’anın birçok mucizeliğini görebiliyoruz. Mesela, bu 50 ayet, birinci planda Sahabe cemaatini oluşturan bilgi ve ilkeler içerdiği halde, sanki 1400 yıllık Müslüman Ümmetin oluşması ve sorunları için inmiştir, gibi görünüyor. Kur’anın zamanlar üstü olduğunu bildiriyor; tarihsel olmadığını ispat ediyor. Mesela bu gelen 26-28. ayetlerde üç önemli nükte vardır; şöyle ki:
1) İnsan birçok ruhanî tecrübe geçirse de, birçok mucize görse de, nefis sahibi olduğundan yaşadığı müddetçe insanın imtihanı, denenmesi ve gelişmesi sürer; dolayısıyla kaybetme ihtimali de devam eder.
2) Sahabe cemaatinin oluşumu özel İlahi desteklerle olduğu gibi; İslam Âleminin 1400 yıllık oluşumu da birçok harikalar içeriyor. Ayetler, bize İslam tarihinin de bin bir badire atlattığını fakat özel ilahi İnayetler ve İslam dininin mucizevî ilkeleriyle ayakta kaldığını söylüyor.
3) İnsan, Bedir Savaş’ı gibi bir süreçten geçse de; insanın bilinçaltını oluşturan kollektif yapı ve mal ile olan doğal bağlantıları devam eder. Dolayısıyla diyebiliriz ki; sağlam ilkeler üzere kurulu, sosyal bir yapı olmadan; insan mal ve benzeri konulardaki zaafını aşmadan soyut bilgiler yok olmaya mahkûmdur. Yani Hz. Muhammed gibi, manevi değerleri getiren birçok insan tarihte var. Fakat bu ilkeleri onun kadar başarılı bir şekilde hayatta uygulamaya geçiren yok sayılır. İşte şu ayetlere beraber bakalım:
26- “Ey Sahabe toplumu ve ey İslam Âlemi! Hatırlayın, sizler çok az idiniz; yeryüzünde çok zayıf idiniz. Çevredeki güçler, sizi kapacak diye korkuyordunuz. Buna rağmen Allah sizi barındırdı; özel yardımı ile sizi destekledi. Size birçok güzel ve hoş rızıklar verdi. Artık şükretmeniz, gerekir.”
Demek o günkü durumdan memnun olmayan Sahabeler varmış ki, ayet onları uyarıyor; şükür ve memnuniyete davet ediyor. Evet, Sahabelerin Kur’an ve İslamla tanışması, Medine’de barınmaları ve savaşlarda birçok İlahi inayete mazhar olmaları, Medine’de yeni ve güzel geçim imkânlarına kavuşmaları, şükür ve memnuniyet gerektiren önemli, özel ve büyük gerçeklerdir. Nitekim bu sayede mutlak bedeviyetten, medeni ve güzel bir toplum kurmuşlardı.
Bugün de bazı Müslümanlar, dinin binbir güzel değerine rağmen, petrol ve diğer doğal kaynaklar gibi binbir nimete sahip olmalarına rağmen, binbir badireyi atlatıp dünyanın en güzel bölgesi olan Ortadoğu’ya sahip olmalarına rağmen ve tarihte yüzlerce şanlı başarılara rağmen, kişisel menfaatler yüzünden mevcut durumu beğenmeyip Batının sefih ve zalimane hayatına özeniyorlar..
26. Ayetin Kelimeleri:
Üzküru kelimesi “anın” demektir. İşaret eder ki bilgi, eğer tekrar edilmezse unutulur; unutulan bir şey ise, yok hükmündedir.
“İz” geçmiş zamanı anın, manasına gelen bir edattır. Evet, hayat geçmiş ve geleceğin bağlantılarından doğan bir birlik kanunudur. “Sizler çok az idiniz..” ifadesi, Müslümanların az olması, bir eksiklik değildir, özellikli ve kaliteli olmaları daha önemlidir, diye hatırlatıyor. Müslümanların azınlıklara iyi davranmasını da öğüt veriyor.8
Yeryüzünde zayıflar olarak, cümlesi, sosyolojik bir gerçeğe işaret eder. Der ki, nasıl azınlıklar çoğu zaman topluma yön veriyorsa; aynen öyle de toplumda zayıf ve azınlık olmak, önemli bir dinamiktir; çünkü onlar daha çok ihtiyaç hisseder; daha çok çalışırlar.
“İnsanların sizi kapmasından korkuyordunuz.” Az olmak, zayıf olmak, korkmak üç önemli acıdır. Fakat Allah acıları acı olsun, diye yaratmamıştır. Mesela; bu üç sebepten dolayı “Sizi Medine’de barındırdı, özel yardımı ile sizi destekledi, size bol başarılar nasip etti; artık halinize şükredin.”
“Şükür etmek” memnuniyet demektir. Yani nasıl sosyal sıkıntılar, gelişmenin motor gücü oluyorsa, memnuniyet de insandaki potansiyel enerjileri aktif kılar; o sayede insan mutlu olur.
27- “Ey iman edenler, bile bile emanetlerinize hıyanet ederek, Allah’a ve Resule hıyanet etmeyin.”
Yani İslamiyet, doğruluk ve güvenilirliktir. Eğer doğru ve güvenilir olarak davranmazsanız, Resule (İslam dinine) hıyanet etmiş olursunuz. Çünkü bu durumda İslam diye bir şey ortada kalmaz. İslam yani sağlıklı dini bir yaşam olmayınca sonsuz İlahi sistem israf olur. Dolayısıyla eğer şahsi emanetlerinize hainlik yaparsanız, Allah’ın sistemine de hainlik yapmış olursunuz.
Burada doğruluk ve güvenilirlik hakkında önemli bir tesbiti aktaralım. Ve hemen hatırlatalım ki; hıyanet gibi zaaflar, her zaman dinsizlikten ve münafıklıktan kaynaklanmıyor, diye bu gelen 28. ayet bizi uyarıyor.
“Münafıkların anlatılan cinayetleri içinde azabın sebebi olarak yalnızca yalancılığı zikretmek; yalancılığın şenaati, çirkinliği ve iğrençliği içindir. Bu işaret, bu zehirin tesirinin şiddetini göstermek için, sadık bir şahittir. Çünkü yalancılık, küfrün esasıdır. Belki küfür bir nevi yalancılıktır ve yalancılığın başıdır. Bu yalancılık, münafıklığın alâmetlerinden birincisidir. Evet yalancılık, Kudret-i İlâhiye’ye iftiradır. Ve hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ve yüksek ahlâkları tahrip eden yalnızca odur. Ve odur, büyük teşebbüsleri kokuşmuş leşler haline getiren... Ve onunla zehir, âlem-i İslâm içine yayılmıştır. Ve yalnız onunla nev-i beşerin ahvali bozulmuştur. Ve o yalancılık, âlem-i insaniyetin mukadder kemâlâtına mâni olmuştur.Ve onun terakkiyatını durdurmuştur.
Evet, onunla Müseylimetü’l Kezzab ve benzerleri alçaklığın esfel-i sâfilînine düşmüşlerdir. Evet, bu yalancılık insanlığın sırtında, onu maksadından alıkoyan en ağır bir yüktür. Riyanın babası ve tasannuun anası, yalnızca odur. İşte bütün bu sebepler içindir ki; Arş-ı Azamın üstünden nazil olan feryad ile, tehdit ve tel’in ile simgelenmiştir; ve cinayetler içinde yalnızca o vurgulanmıştır.” (İşaratül- İ’caz)
27. Ayetin kelimeleri
“Ey iman edenler,” uyarısı, der ki; insan iman ettikten sonra bile, imtihan altındadır; hatta imtihanı daha çok şiddetlenir..
“Allah’a hıyanet etmeyin..” Yani asıl olan sonsuzluk ve soyut değerlerdir. Buna ilaveten ikinci olarak asıl olan, genel sistemin, ekolojik düzenin ve sosyal hayatın devamıdır. Ve bunların verimli ve sağlıklı yürümesi için, insanın iman edip bu imanını doğrulukla yaşaması gereklidir.
“Ve peygambere de hıyanet etmeyin” : Dini hiçbir görevi ihmal etmeyin. İslamı tam yaşayın. Eğer emanetlerinize hıyanet ederek, dini vecibeleri yaşamazsanız, Peygambere hıyanet etmiş olursunuz.
“Bile bile emanetlerinize hıyanet etmeyin..” Bile bile ifadesi, sehven veya bilmeden yapılan yanlışların affedildiğini bildirdiği gibi; bir kınama ve azarlama manasını da ifade eder: Bilgi ve ilim, gerçeklik ve doğruluk sebebi ve kaynağı iken bazen bencilliğe dolayısıyla emanete hıyanete sebep olur, diye insanları uyarıyor.
26. ayet, sosyalleşmemek, dünyadaki İlahî nimetleri takdir etmemek gibi tefrit ve eksiklik günahını gösterirken, 27. ayet aşırı derecede bencilliği dolayısıyla medeni imkânlara fazlaca düşkünlüğü büyük bir günah olarak gösterir; hıyanete eşdeğer görür.
Bu 27. ayet beş cümlesiyle insanlığa verilen beş büyük emanete işaret eder; şöyle ki: İman ile kimlik sahibi olmak; sonsuz ve soyut değerleri bilmek; belli, düzenli bir dine sahip olmak; mülkiyet, idare ve benlik gibi emanetlere bakmak; en önemlisi de bilgi emanetini taşımakla yükümlü olmak.
Bu derin meseleyi ve bu beş emanetin birbiriyle ilişkisini tam anlamak için Ahzap suresinde emaneti açıklayan ayet-i kerimeyi ve onun kısa bir tefsirini (30. Sözden) buraya almak gerekiyor. İşte:
“Biz, sonsuz İlahî varlık sistemi olarak, özel ve özerk bir yetkiye sahip olan benliği emanet olarak göklere, yere ve dağlara sunduk. Onlar o benliği taşımaktan kaçındılar; ondan şiddetle korktular. İnsan ise onu yüklendi. Fakat insan, bunun sonucunda çok zalim ve cahil oldu.” (Ahzap, 72)
Burada önce ben ve benlik hakkında kısa bir ara izah vermemiz gerekiyor; şöyle ki: Ben organize olmuş; sınırları belli, özerk ve bilinçli yapı, demektir. İnsanın yüzündeki ben veya başka nesnelerdeki benek kelimesi de bu kökten türemiştir.. Çünkü ben ve benek, neticede birçok küçük belirti ve datanın birleşmesinden oluşmuş, belirginleşmiş bir organizmadır. Onun için Arapçada bu ben manasındaki ene kelimesi inna olarak yazılır. Yazı olarak işareten der ki; “ben” dediğimiz gerçeklik aslında birçok data ve farklı nesnelerin oluşturduğu organizmanın kollektif bilinci ve ruhudur. Burada hemen iki soru sorulabilir:
1) Allah dediğimiz sonsuz ve soyut olan vacip varlığın benliği yok mu? Ve eğer benliği varsa, Onun sonsuz varlığı diğer benlerle sınırlanmıyor mu?
2) Göklerin, dağların ve yerin de kendilerine göre benlikleri var. Bunu insana tahsis etmenin ne anlamı var?
Birinci sorunun cevabı şudur: Asıl benlik, yetkin bilinç ve ruh, sonsuz ve soyuttur; bu da Allah’a mahsustur. Benliğin bu öz boyutu, Taha 15. ayette şöylece ifade edilmiştir: “Ben benim, ben Allah’ım, sonsuzum9..” Fakat bu yetkin ve aşkın ben, ehadiyet tarzında lokal bir biçimde tecelli edince, çoğalır, kendine birçok farklı somut datayı beden olarak edinir. Onun için ayette “Ben emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettim” denmeyip de “Biz arz ettik” deniliyor.
İkinci sorunun cevabı ise şudur: Kâinatta her varlığın, her nesnenin hatta her olayın da bir beni, bir bilinci, bir ruh ve formu vardır. Bugün bilim, eşyanın bu boyutuna “yazılımlı dosyalar” diyor. Fakat bu dosyaların hiçbiri insan benliği gibi özel, özerk ve serbest çalışma ile sonsuz derecede denilebilecek kadar iyilik ve kötülük yapamıyor.
Evet, varlık ve yaradılış son derece güzel olan bir cennettir. Ve bu cennette her nevi nimet olduğu gibi emaneten de olsa serbestiyet ve özgürlük tarif edilmeyecek kadar büyük bir nimettir. Fakat insan bu emanete hıyanet edince sonsuz bir şekilde zalim olur; sistemin diğer varlıklarının hakkını çiğnemiş olur. Ayrıca emaneti kendi öz mülkü olarak gördüğü zaman, büyük bir cehalete ve yanılgıya düşer. Onun için ayetin sonunda, İnsan çok zalim ve çok cahil oldu, denilmiştir.
Demek insan psikolojisinin temel yapısı, asıl ve sağlıklı varlığı özgürlüktür. Bütün kâinat insanoğluna bu hediyeyi vermek için seferber olmuş; yememiş içmemiş, insan denilen evladına bırakmıştır. Onun için ayet: “Biz, insana özgürlük emanetini sunduk..” diyor. Yani çoğul ifadesini kullanıyor.
Ayette “gökler”den maksat metafizik âlemler; “arz”dan maksat fizik varlık; “dağlar”dan kasıt da devlet gibi tüzel benliklerdir, diye farklı bir mana da verilebilir. Bu mana, gerçek devletin cansız varlıklar gibi masum olması gerekir, diye bir işaret olur. Ayette anlatılan cansız varlıkların çekinmesi ve çokça korkması, yapıları gereğidir. İnsanın ve şeytanların emaneten özgürlüğe sahip olması ise, izin iledir. Yoksa gerçek manada Allah’ın ortağı yoktur ve olamaz… Böyle bir iddiaya girişen kişi ve benlik, en kısa zamanda selekte olur; meğer imtihan gereği olarak Allah ona izin verirse. İlginçtir ki; İnsan emaneti yüklendi cümlesinin harfleri 13’tür. Bu sayı ise özerklik, ehadiyet ve özel izin işaretidir.
Bu emanet kavramının birçok manası var. Bunlardan bir mana da ene ve benliktir. Diğer manalar ise vahiy alma, devlet kurma, akıl, mülkiyet ve benzeri katmanlardır. Hepsinde de bu kâinat kitabı, Kur’anı tasdik ediyor. Evet, bu emanetleri yüklenmek için yegâne varlık insandır.
“Ene zaman-ı Âdemden şimdiye kadar…”
Yani yüz bin sene yaşayan homosapiens insan, ancak âdem olduktan yani mülkiyet, kanun ve soyut kavramları öğrendikten sonra bu emanet yükünün altına girmiştir. Geri kalan yılları ise ya hayvaniyet veya masum çocukluk (tufuliyet) dönemidir. İnsanoğlu bu ilk dönemde emaneti üstlenmediği için sorumlu değildir. Fakat bu sorumlu ikinci dönemin bir senesi, o eski masum dönemin bin senesine bedeldir. İşte bundan dolayıdır ki; Cenab-ı Hakk “Ben yere ve göğe sığmadım. Fakat mümin kulumun kalbine sığdım..” diye buyurmuştur.
Benliğin üç katmanı var. Bazıları bu katmanları id, ego ve süper ego diye isimlendirmişlerdir. Fakat bu isimlendirmeye ve üç katman olmasına rağmen, saf benlik manasında üçü bir ve beraber çalışır; insan bütün katmanları ile bir benliktir.
1) “Benlik, insanın kalın varlık kordonundan bilinçli bir teldir.”
Yani insanın maddi geçmiş varlığının bir birikimi olan bedenin içinde benlik, sadece bilinçli bir tel (kıl) gibi durur. Biz bu tele bilinç diyoruz. Diğer kalın vücut katmanlarına da bilinçaltı veya bilinçdışı diyoruz. Ki, bu katmanlarda bütün hayvanî ve bitkisel duyu ve cihazlar vardır.
Demek tam soyut olmasa da, bitki olsun, hayvan olsun; bütün canlılarda bilinçli bir ben, bir ego var. Bu ilk aşamada insanoğlu henüz çıplaklık döneminde dahi olsa, diğer hayvanlardan farklı olarak kendi kendini bilme bilincine sahiptir. Ve bu bilgi onun için bir benlik oluşturur: Kendini aynada görünce; bu, benim der.. Hayvanlar ise o kalın varlık kordonuna sahip de olsalar; onlarda henüz o bilinçli tel filizlenmiş değildir. Demek Freud’un bu aşamaya sadece “id” demesi eksik bir tanımdır. Çünkü burada dahi benlik diyebileceğimiz bir seviye vardır. Ki bu aşamaya İslam literatüründe nefs-i emmare (her şeye saldıran kişilik) deniliyor. Bu katman, biyolojik hayatın bütün geçmiş birikimine sahip olduğundan biyolojik ilkelliğin ifadesi demek olan çok büyük bir ejderha veya çok büyük bir balık ile temsil edilir: “Yunus kendini kınarken Hut (büyük balık)onu yuttu.. Eğer tesbih edenlerden olmasaydı, (varlık sistemini pak ve nezih görmeseydi) kıyamet gününe kadar onun karnında kalacaktı.” (Saffat, 142-144)
Neden insan gibi zarif bir varlığa hayvan diyorsun, demeyin. Çünkü insanın özgün tanımı “İnsan düşünen hayvandır” şeklinde sunulur. Ve gerçek insanlık, kendisinin bu hayvanî duyguları iptal edip kesmesi değil de, onları soyut ilkeler emrinde kullanmaktır; diye semavi dinlerden öğreniyoruz. Bu hayvaniyet boyutu yanında iki üstün boyut daha var ki; gerçek insanlık ancak budur:
2) “Benlik, mahiyet-i beşeriyenin kaftanından ince bir iptir.”
Yani insaniyetin varlık boyutu benlik sahibi olacak kadar soyut algılama seviyesine çıkınca düşünceler, dert ve kederler onun beynini geliştirmiştir. Bunun üzerine hayvanî boyut ve onun baş sebebi olan hayvanî hormonların salgılanması azalmış; bunun bir sonucu olarak tüyleri dökülmüştür. Beşer tüysüz varlık demektir. Ve memeliler içinde bu özelliğe sahip tek tür de insandır.10 Metinde geçen mahiyet-i beşeriye deyimi, bu soyut düşünce ve onun getirdiği çıplaklık kavramı ve bunun sonucu olan örtünme hakikati demektir.
3) “Ve benlik, şahsiyet-i âdemiyetin (soyut insanî kişilik) kitabından bir eliftir.”
Yani insan varlığının ve benliğinin, bilinçaltı ile ifade edilen birinci birikim aşaması üzerine, bireysel benlik denilen beden, elbise ve zihinsel (mahiyet) boyutunun yanında, bir de tamamıyla soyut, kültürel kişilik olan sosyal benlik boyutu var. Bu boyutta insanî değerler (âdemiyet,) kitap (yasa ve hukuk) ve soyut bir nam (isim ve statü) ortaya çıkar. Elif soyut manasıyla değerlere, harf manasıyla kitaba ve “alışma” manasıyla da sosyal dokuya işaret eder.
*****
Emanetler içinde en önemlisi ve hatta en birincisi benlik ve mülkiyet kavramı olduğundan 28. ayet bu iki handikaba ve ondan kurtuluş yoluna işaret ediyor; şöyle ki:
28- “Kesin olarak bilin ki; mallarınız ve evlatlarınız, sizin için imtihan ve denenme aracı ve fitnedirler.”
Allah kişisel yaşamayı mala ve tür olarak yaşamayı evlada bağlamakla bu imtihanı şiddetlendirmiştir. Ki şiddetli ve kaliteli bir imtihandan geçmek, dünya hayatının en birinci amacıdır.
“Fakat iyi bilin ki; asıl hıyanet, gerçek ebedilik ve en büyük kazanç olan, Allah’ın katı ile ifade edilen (yani her şey orada sonsuz olan) ahiret konusunda olur.”
[Sonsuzluk, ebedilik, neyin doğru ve ne kadarı doğru; neyin yanlış ve ne kadarı yanlış olduğunu bilmek veya bilmemek, çok karışık ve bilinemez görünüyor. Ayrıca çok detay var; çok yanıltıcı durumlar var; biz nasıl işin içinden çıkacağız, gibi doğru ve gerçek bir soruya şu gelen 29. ayet cevap veriyor:]
29- “Ey iman edenler, eğer Allah’ın yasalarını (sonsuz ve soyut değerleri) çiğnemekten sakınırsanız, Allah size bir furkan (yanlış ile doğruyu fark ettiren büyük ölçü) kılar. Bu arada şayet eksikleriniz olsa da, o bu furkan ile eksiklerinizi kapatır, yanlışlarınızı siler. Allah çok büyük bir fazıl ve ihsan sahibidir.”
Müfessirler genelde bu furkan hakikatini akıl ve ilim diye tefsir etmişler. Büyük fazilet kavramı da Kur’andır, diye tefsir edilmiştir. Evet, Kur’an gibi bir okyanus, insanın kaynağı ise insan akıl ve ilim gibi bir rehbere sahip ise, ufak tefek arızalar ve eksiklikler olmasına rağmen insan sahil-i selamete çıkabilir. Burada ölçü ve işin özü, insanın İlahî değerleri yani sonsuzluğu, ebediliği bilmesidir ve hayatını ona göre yönlendirmesidir. Bu noktada peygamberler de imtihana tabidir. Yani birileri benin mal ve evlat gibi uzantılarından sorumlu iken, birileri de benin feda edilip edilmemesinden sorumludur.
30- “Hatırla ey Muhammed, o Mekke kâfirleri, seni bir yere bağlamak veya öldürmek veya sürgün etmek için plan kuruyorlardı. Onlar plan kurarken Allah da plan kuruyordu. Allah plan yapanların en hayırlısıdır.”
Bu 30. ayet ve ondan sonra gelen üç ayet, birinci mana katmanı olarak Hz. Muhammed’in imtihanının ağırlığını bildirdiği gibi; dinin neden gerekli olduğunu açıkça bildiriyor. Ve imtihan mekanizmalarının sert ve kurak yapısını gözler önüne seriyor; şöyle ki:
30. ayet; karşı tarafın sana yaşama hakkı tanımadığını bildiriyor. Ve eğer sen Allah’ın mutlaklığını, sonsuzluğunu, yetkinliğini bilirsen ve Ona dayanırsan ancak kurtulabileceğini söylüyor. 31. ayet, düşman tarafı, sana hayat hakkı tanımadığı gibi; senin mesajına ve davana da hayat hakkı tanımıyor, diye bildiriyor.
Bunlara başka yöntemlerle gidilse, anlatılsa belki düzelirler, gibi bir ihtimale karşı 32. ayet, hayır onlar mutlak cehalet içindedirler, ilkeldirler; böyle yollardan anlamıyorlar, diye bildiriyor. 33. ayet; tek çıkar yolun, sabır ile işi uzun bir sürece yayarak onlar için istiğfar etmektir, diye işaret eder. İstiğfar, dua ve sabır ile karşı tarafın eksiklerini yavaş yavaş gidermeye çalışmak demektir. Bu üç ayete bir bütün olarak bakalım:
30. Ayetin kelimeleri
“Yemküru bike..” senden dolayı tuzaklı planlar yapıyorlardı, cümlesi onların asıl derdi, Muhammed’in davası değil de onun şahsı olduğunu, meseleyi şahsi bir problem olarak algıladıklarını bildiriyor.
“Ellezine keferu” ifadesi o bilinen kâfirler, demektir. Seni tesbit etmek ifadesi, rivayetlerde Hz. Peygamberi bir devenin sırtına bağlayıp onu çöle atmak istemişler, diye geçiyor. Fakat kelimenin yapısı ve siyak sibakı “durdurmak, pasifize etmek” manasına geldiği anlaşılıyor.
“Öldürmek” manası belli, ihraç ise, sürgün etmek demektir.
Birinci yemküru’dan başka ayrıca bir daha we yemküru fiilinin geniş zaman kipi olarak tekrar edilmesi, o kâfirlerin devamlı ve birbirinden farklı planlar yaptıklarını bildiriyor.
“Allah da plan yapıyordu..” Yani onların planı tutmayacak şekilde sürekli olarak mevcut durumu değiştiriyordu.
“Allah plan yapanların en hayırlısıdır.” Nitekim onların son planı, başta Hz. Muhammed ve Hz. Ebu Bekir olmak üzere Müslümanların Medine’ye hicret etmelerine sebep oldu. Hicret ise o Mekke kâfirlerinin bir kısmının pasifize edilmesine, bir kısmının öldürülmesine, bir kısmının da sürülmesine sebep oldu.. İşler böyle sonuçlandı.
Evet, Kur’anın birçok ayetinden anlaşılıyor ki; Mekke müşriklerinin bir kısmı, tam inanmadı; sadece pasifize oldular. Dolayısıyla Müslümanlar için 1400 yıldır henüz bitmeyen bir imtihan kapısı daha açıldı. Diyalektik süreç bu şekilde işlemiş oldu, imtihan devam etti.
İşte, Allah plan yapanların en hayırlısıdır, cümlesinin manası bir açıdan sekiz yıl sonra gerçekleşti. Bir açıdan çağlar üstü olarak halen işliyor. İmtihan sistemi tıkır tıkır işliyor. Çünkü imtihan sistemini kurmak çok hayırlı ve verimli bir plandır.
31- “Daha önce imtihana tabi olmamış, dolayısıyla ilkel kalmış bu insanlara Allah’ın bilgi ve belgeleri okunduğunda, biz bunları işitmişiz; istesek biz de böyle şeyler söyleriz. Bunlar ilkel insanların efsanelerinden başka bir şey değildir, dediler.”
Bu ayetin kelimeleri
“İza” kesinlik ifade eder, zaman zarfıdır. Onlara vakit ayrıldığına, ciddi bir tarzda onlara gerçekler anlatıldığına işaret eder.
“Tilavet” okumak manasına geldiği gibi, onlar üzerinde uygulama manasına da gelir.
Aleyhim ifadesi, dini bilgilerin insana sorumluluk getirdiğini bildirir; sorumlu olmayanların ilkel ve çocuk kaldıklarını hatırlatır.
“Ayetlerimiz..” Allah’ın ayetleri denmemesi ve bu ifadenin seçilmesi, her şeyin bir ayet olduğunu bildirir. Ayet, realite ve doğru olanı bildiren bilgi demektir.
“Kalu” (dediler..) Yani sadece sözle karşı koyabildiler. Ayrıca “Biz bunları işitmişiz” demeleri, onların okuma bilmediklerini itiraf ettiklerine işaret ediyor.
“İstesek; biz de bunun gibisini söyleriz.” cümlesinde bir şeyin olmayacağına işaret eden lew edatı kullanılmıştır. Evet, onlar asla Kur’an gibi bir şeyi ortaya koyamadılar.
Bunlar ilkellerin efsaneleridir, dediler. Evet, doğallık ile ilkelliği, din ile büyüyü birbirinden ayırt edememek, en büyük ilkelliktir.
32- “Ve dediler: Ey Allah’ımız, eğer bu Kur’an gerçeğin kendisi ise, senin katından ise, başımıza gökten taşlar yağdır veya bize acıklı bir azap ver.”
Bu ayet o kâfirlerin hayatındaki ikinci bir aşamayı anlatıyor: Yani Kur’anın efsane olmadığını anlamışlar. Ama karar veremiyorlar. Bazı soruları var. Eğer dünyanın imtihan için olduğunu bilseler, bu soruların cevabını bilecekler. Fakat imtihanı bilmedikleri için, çelişkilerden ve meraktan kendilerine şartlı olarak beddua ediyorlar. Ayrıca Müslümanlara taş atıyorlar. Bak biz inanmıyoruz, yine de başımıza bir şey gelmiyor, diyorlar.
Bu sure, bütünüyle imtihan gerçeğini göstermekle onlara cevap olduğu gibi bu gelen 33. ayet de açıkça cevap veriyor: İçlerinde Peygamber var. Peygamber görevini yapıyor; dolayısıyla imtihan daha kapanmamıştır, diye söylüyor.
33- “Sen onların içinde iken (imtihan süreci işlediği müddetçe) Allah onlara azap verecek değildir. Veya onlar istiğfar ettikçe (az da olsa eksiklerini kapatmaya çalıştıkça) Allah onlara asla azap verecek olmaz..”
Evet, Peygamber Mekke’den çıkınca onların başına azaplar gelmeye başladı. Ayrıca onlar İslam’ın geleceği olan Kâbe yolunu kapatınca yine başlarına belalar geldi.
34- “Onlar Mescidül-Haram’ın yolunu kestikleri halde Allah, neden onlara azap vermesin. Mescidül-Haram (hayatın merkezi alanları) bizim hakkımızdır, diyorlar. Hâlbuki onlar ona layık değiller. Ona layık olanlar, yalnızca evrensel değerleri koruyanlardır.. Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar.”
[Evet, insanların çoğu, soyut ve sonsuz değerleri bilmediği için dünyada birçok devlette insanlar, birbirine zulmediyor. Bu ise dünya hayatını zehir yapan çok büyük bir azaptır. Çünkü zulmedenler zayıflardan daha çok zehirleniyorlar.]
Dostları ilə paylaş: |