İşin başı ve aslı olan şeriat ise, emirlerin tamamına uyup, yasakların tamamından uzaklaşmayı icabeder. Yine şeriat birlik ve beraberlikle islâmi şuur ve gayreti icabeder. Bu ise müride zaten hem farz, hem vacip, hem de sünnet-i müekkededir. Anlayana "Emr-i bi'l- maruf ve nehy-i ani'l münker" şarttır... Bu da islâmi şuur ve gayretle olur.. İslâm, islâmî gayret ve teşkilât olmadan yaşanılamaz. Hepimizin çoluk çocuklarımızın yetişip kurtulması buna bağlı olduğunun idraki lâzımdır.
Köyde, kentte, esnaf ve tüccar arasında, daire ve mekteplerde olan yaşayış ve telkin belli... Bu islâm dışı usul, ders, okul ve işlerin düzelmesi ise bu şuur ve gayrete bağlıdır. İşte Paşa Hazretleri, bütün mahrem sohbetlerinde bu şuur ve gayreti ifadeye çalışmış ve buna himmet etmiştir. Bizler de sadece nefsimizi kurtarmak değil, nefsimizle birlikte bütün islâm nefeslerini de kurtarmanın şuuruna yönelmedikçe bize emanet edilen vazifeyi yapmamış oluruz. Bu halde ise, zaten tek başına nefsimizi islah ve kurtarmayı da yapamayız. Aslında tarikat, cemaat şuurunu nefse yerleştirmek ve gayret ve hizmet kemerini kuşanmaktır. Tarikatta ilerlemiş ve makbul olmuş kimselerde ise "Nefsî, nefsî enaniyeti" ne işe yarar?.. Esasen, bir müslümana yeteri kadar bilgi farzdır. Farzı yapmayan ise nefsi nasıl kurtarabilir... Allah cümlemizi islâm şuur ve firasetine ulaştırsın...
H H
"Yüzümüzün karası ile altmış yıl hizmetimiz var" buyurmuş Paşa Hazretleri.. Açıktan yapılacak zaman ve yerde açıktan, örtülü ve gizli yapılacak zaman ve yerde de ona göre hizmet etmiştir. "Cenabı Hakkın da siyaseti vardır, Habibinin de siyaseti vardır, Evliyaullahın da siyaseti vardır. Siyaset ise şarttır" buyurmuştur ki, bu ifade idrak sahiplerine yeter. Te'vil erbabı ile kuru sofular ise zaten muhatabımız değildir...
H H
Doksan beş yılı bulan bereketli ve feyizli ömrünün onsekiz yılını çıkarsak, yetmiş yedi senelik bilfiil hizmette geçen ve yakın zamanlarda emsali bulunmayan böyle bir manevi hayat ve marifet sahibi Dede Paşa Hazretleri de her yaradılış gibi fani âlemden ayrılmış, 4 Eylül 1973 Salı-Çarşamba gecesi bekâ âlemine yürümüştür.
Misilsiz bir yön, şekil, eda, renk ve ıtır verdiği bağlılarına şöyle de bir müjde vermiştir: "Bizi bizim vefatımızdan sonra anlarsınız, kılıç kınında iken kesmez ama, kından sıyrılınca turnalar hangi göle konarmış görürsünüz". Bu müjdeli kerametin neticelerini de körler bile görür, sağırlar da işitir hâle gelmiştir...
Herkesin bildiği ve tereddütsüz de tasdik edip kabul ettiği gibi, Şeyhefendisinin en büyük oğlundan torunu bulunan Muhterem Abdurrahim Reyhan'ı Ekmel Halife, İrşad Vekili ve Yol Vârisi olarak yetiştirip bırakmıştır. 1957 yılında vefat etmiş bulunan ilk zevcesi Şefika hanımdan olan evlatları sırası ile şunlardır:
Adışah, Ayşe, Mehmet, Makbule, Hüsameddin, Nureddin, Hayreddin ve Şükrane.
İlk iki kızı ile son oğlu Hayreddin ve en küçük evlâdı Şükrane vefat etmişler. Büyük oğlu Mehmed Baştürk, Aşağı Lori Köyünde, dede mirası hanedanlığı devam ettiriyor. Hüsameddin ve Nureddin Baştürk'ler de Muhterem babalarını hatırlatıcı birer göz nuru olarak Erzincan'da ikamet ediyorlar. Makbule hanım ise, Kelkit'in Posus Köyünde... İkinci kızı Ayşe hanım da Muhterem Ahmed Buyruk ile evli iken genç yaşında bu fani âlemden ayrılmıştır.
Paşa Hazretlerinin ikinci defa 1962 de evlendiği Havva Validemiz ise, Paşa'nın bizzat ifade ettiği şekilde yazıyoruz ki, kendi yüksek makamından -zaman icabı- habersiz olarak ihvanlara hizmete devam etmektedir.
Sâlih Baba Hazretlerinin divanına eğilmemiz için pekçok sebep varsa da bunların başında, tekrarına daima şahit olduğumuz müekket sohbetlerde:
- Ehl-i aşkın kelâmını gûşe edip (küpe edip)kulağımıza asalım, tavsiyesidir. Bu tavsiyeyi duymayanımız yoktur ve yine Sâlih Baba'nın ehl-i aşkın kibarı ve sâlihi olduğunu da izah gereksizdir.
"Tecdid etmiş hükmü, zâhirde kaldırıp âdâbı
Paşamızdır müceddid-i âlâ-yı âhir zaman"
beytinde kısaca ifade edildiği gibi, o Paşa öyle bir Paşa idi ki,
- Şimdiki zamanda zâhir adabı kaldırılmış hâl gizlenmiştir. Emir Resulullah Efendimizden günlük olarak gelmektedir. Velîlerin selâhiyeti alınmış olduğundan şimdi seyr ü sülûk sokakta, işyerinde ikmal ettirilmekte. Zaman icabı, buna benzer bazı serbestlikler Mehdi Hazretlerinin teşrifine kadar, maneviyata ziyan vermez, deyip;
- Hizmet, amelen de hizmettir, bedenen de hizmettir, malen de hizmettir, herhangisi olsa hizmettir. Hizmet Allah içindir, Allah ise emek zayi etmez, buyururdu.
O Paşa ki, siyasete atılan ve parti kuran dostlarımıza: "Hizmetiniz, Resulullah Efendimize sağlığında yapılan hizmet gibidir." diyerek dualar eder, onların gıyabında ise yüzünü yere koyarak muvaffakiyetleri için tazarru ve niyazlarda bulunur ve aynı şahıslardan teşekkül etmiş olan ricalinin her ziyaretlerinde de : "Eskiden takva devri vardı, sonradan fetva devri açıldı, şimdi ise siyaset devridir, siyasetimiz İslâmın siyaseti olsun" sohbetinde bulunur ve gayet mahrem sohbetlerde ise, bu partilerin manen Mehdi Hazretlerine asker yetiştirmekle vazifeli bulunduğunu ifade buyururdu..
- Dua edin kardeşlerim, dua mutlaka menziline varır, buyurmuştur. Bu sebeple, dualarımız da onun dua ve tavsiyeleridir:
- Yarabbi rıza-i ilâhine uyan amellerle bizi lütuflandır,
- Yarabbi, Şeyhimizin eteğinden elimizi kesme,
- Yarabbi, aklımızı fazl u tevfikinden ayırma,
- Yarabbi, nimetini hazmı ile kerem buyur.
SULTÂNÜ'L-EVLİYÂ VE Bİ-MERHEM-İ SIRR-I ESRAR-I ENBİYA Keramet-i mânevisi ile büyük silsile-i şerifte şânını zikreden vârisinin bu mucizevi çaptaki tesbiti yeterli olup, biz üstün kemalini ifadeden âciziz. Yalnız şu beyitle iktifa ediyoruz:
"Zâtında tükenir efendim bu tafsilin sonu
Tamamını bilir ancak Zülcelâl-i Ve'l- İkram"
Bir asırlık bir kemal ve irfanın bu şanlı sahibi hemen bütün sohbetlerini Sâlih Baba'nın şiirlerinden mevzua uygun düşen beyit ve mısralarla süsler ve tesiri bir haftadan fazla bir zaman devam eden emsalsiz teveccühlerinde de bu beyitleri okurdu. Hatta, tekkelerin kaldırılmasından önce her sabah teveccüh yapıldığını belirtir, şimdi ise BİR MÜRİDE BÜTÜN ÖMRÜNDE BİR TEVECCÜH YETER buyururdu.
Banttan satıra alınan bir sohbeti aynen şöyledir:
- "Alemde Sâlih Baba'nın Kitabı elde olsada okuyup serian dinlesek. Çünkü Sâlih Baba'nın Kitabı, müridler için, şimdi şu zamanda, bir mürşiddir. Tarikat-ı âliyenin her usûlü, her âdâbı ne ise tamamıyla (onlardan) bahseder. Hem de kendisi vehbi ilim (sahibi) amma lâkin, çok ağır lügatı da yoktur. Yani lügatı da çabuk anlaşılır benim sultanım."
Muhtelif vesilelerle defalarca tekrarına şahit olduğumuz sohbetlerinde ise meâlen:
- "Bizim tarîkimizde ümmî, âşık ve sâdık bir Sâlih Baba var. Bu Sâlih Baba bir gazelinde buyurur ki..." diyerek şiirini okur ve "Bu şiir zuhurattır, hâl kelâmıdır, söyledendir söyleden sırrı ile söylenmiştir şehzadem" buyururdu.
"Kırtıloğlu dergâhında Sâlih Baba'yı nefsim görmüşemdir, kendisini tanımak şerefine eriştik elhamdülillah" diyerek her fırsatta izahlarda bulunur, muhtelif cihetlerden tafsilât verirdi. Biz bazan iki Sâlih'i aynı şahıs zannederek yanılır, bazan da bu hususta bilgiler, o andaki sohbet zeminine ait olan kısmı ile kısaca anlatıldığından, hadisenin tamamını yeterli bir çerçeve içinde ve yerli yerinde göremezdik.
Erzincanlı Orhan Aktepe Bey tarafından yeni harfelerle daktilo edilmiş divan nüshasını aslı ile karşılaştırmaya Erzincan'a gittiğimizde, aşağıda hikaye etmeye çalıştığımız Sâlih Baba'ların hayatlarını, Muhterem Abdurrahim Reyhan'ın "Paşamdan böyle işittik" diye bize naklettiklerinden kaleme almış bulunuyoruz:
"- Pîr-i Sâmi Hazretlerinin tebliğe çıkışlarında ve ekseri sohbetlerinde huzurundan eksik etmediği, zaman ve zemine münasip düşen, sohbet tazelenmesine vesile olan beyitleri o anda ve yerli yerinde söylemede büyük maharet gösteren Müezzin Sâlih veya bir gözü arızalı olduğundan halkın Kör Sâlih dediği bir müridi vardı. Bu zat ara sıra demkeşlik yapar, Ermeni meyhanelerinde içki içer, dergaha dönüşünde de, şeyhine görünmemek için köşe bucağa gizlenirdi. Böyle bir içki âlemi sonunda, geldiği dergâhın sohbethânesine girmeyip mahcub ve ezik bir halde sofadan:
"Kuleden, kuleden, sesin aldım kuleden,
O senin kaşın gözün beni sana kul eden"
beyitlerini okuyunca Pîr-i Sâmi Hazretleri:
- Gel Sâlih, senin her aybın hünerdir. Buyurmuş ve bu hitap üzerine iç âleminde bir değişiklik olmuş ve bundan sonra aslâ içki içmemiştir."
Rus işgalinde bu Müezzin Sâlih önce Yozgat'a muhacir olmuş sonra da Konya'ya gidip neticede Çorum'da vefat etmiştir. Onun buralardaki hayatını Selahattin Kırtıloğlu Bey şöyle anlatmıştır: "Muhacerette Yozgat'ta bir lokantaya uğradığımda, Kör Sâlih ile karşılaştım. Çalışmakta olduğu bu lokantadan ayrılarak benimle birlikte satın aldığım tek atlı arabayı kullanmak üzere Tokat ve Zile'ye gelmiş, oralardan temin ettiğim yağları satmak üzere bu arabayla Erzurum'a nakletmiştir. Neticede külfet ve tehlikeli olan bu işi bıraktığımız zaman, Tokat'taki camide veda için minareye çıkarak gayet hoş ve tesirli sesiyle salâtü selâm ve sabah ezanı okumuş, namazdan sonra da tekrar Yozgat'a dönmek üzere bizimle vedalaşmıştır. Yozgat'ta az bir müddet yeniden lokantada çalışmış ve oradan Konya'ya gitmiştir. En nihayet Çorum'a yerleşmiş ve orada vefat etmiştir. Çorumlular kabrine bir ağaç dikerek takdir ettikleri dervişliğine ta'zimde bulunmuşlardır."
Yine Abdurrahim Reyhan'ın beyanına dönerek ifade ediyoruz ki: "Türbesinden hastalar toprak alır, hastalıkları şifa bulurmuş. Kabrin toprağı bittikçe yeniden toprak konulurmuş. O havalide şair Sâlih Baba'nın şiirlerini okuyup sohbetler yaptığı anlaşılmaktadır.
Nota ve mûsikî usullerine vâkıf olarak acaip bir tesirli sesle sohbet zeminine göre beyit söyleyen bu Müezzin Sâlih ile çekingen, ümmî, içine kapalı bir çilingir ustası olan Sâlih, aynı mahalle sakini olarak birbirlerine hâl hatır sorar, arkadaşlık ederlerdi. Bir gün aralarında konuşurken:
- Bir gün sen bizim şeyhin sohbetine gel, bir gün de ben senin şeyhinin sohbetine geleyim, hangisinin sohbetinden lezzet alır, içimizde ısınma olursa ikimiz de o şeyhin tarîkatına girelim diyen Müezzin Sâlih'in teklifi üzerine, şeriatsiz hallere saptığından battal olmuş bir tarikata dahil olan ve bu yüzden manen gıdalanamayan Sâlih Usta, Kırtıloğlu dergâhında bir gün sohbet dinlemiş. İkinci günü kendi şeyhinin sohbetinde bulunacakları yerde yeniden Pîr-i Sâmi hazretlerinin sohbetinde bulunmuşlar. Asıl maya ve cevheri şeriata bağlılık olah hâlis tarikatın yüksek nimet ve tasarrufunu taşıyan bu ulu şeyhin tuzağına gönüllü olarak yakalanan Sâlih Usta da böylece bir daha eski tarîkatına dönmemiş, zâhirde bağ gibi görünen çürük alâkasından ayrılıp kopmaz ve eskimez bağlarla yeni şeyhine bağlanmıştır.
Bu şekilde Kırtıloğlu dergâhına intisap eden Sâlih Usta, sessiz, mahcup ve bilgisiz bir kimse olarak sohbethanenin arka taraflarında köşe-bucak gizlenir kimse ile temas etmeye çekinir bir vaziyette, kendi hâlinde oturur, gölge misali gelir ve giderdi.
Sâlih Usta için biteviye hareketsiz geçen günlerin birinde, Yunus Emre, Niyazi Mısrî ve Kuddusî Baba gibi büyüklerin hikmetli şiirlerinden beyit ve kıtaların okunmakta olduğu sohbethanede Aktar Hacı İbrahim Ağa:
- Efendim, bizim kolun büyüklerinde de şâirler olsaydı da onların şiirlerini okuyup kendi usul ve âdâbımızın safâsı ile feyizâb olsaydık... Siz de bir şeyler yazsaydınız... deyince Pîr-i Sâmi Hazretleri:
- Oğlum, bu bir himmet ve zuhûrat işidir. Şiiri bizim Sâlih bile söyler... buyurarak eli ile de arka taraflarda gizlenecek yer arayan Sâlih Usta'ya işaret edince, Sâlih'in derûnu, bilip duymadığı acâip bir varidat ile dolarak hemen o anda irticalen şiir söylemeye başlamış ve yine o anda "fena" ya kavuşmuştur. Bu vâridatı, vehbî hâl ve ilimle söylediği şiirleri, Pîr-i Sâmi Hazretlerinin:
- Yeter Sâlih.. Demesine kadar devam edip tamamlanmış ve bu emirden sonra da -başladığı gibi- kesilmiştir."
Sâlih Baba'nın bu mânevi hâlinin dışında, maddi hayatının ekseri yönlerinde fazla bir bilgimiz yok. 60-70 sene gibi kısa bir müddet geçmesine rağmen, onun aile, iş, evlat ve nesebi hakkında elle tutulur bir bilgeye rastlayamadık. Orhan Aktepe Bey, Sâlih Baba'nın Tüfekçigil ailesinden bir çilingir ustası olduğunu, divandaki ifade ve ibarelere göre 1846 da doğup tahminen 1906 da vefat ettiğini, şiire başladığında 54 yaşlarında olduğunu kaydediyor. Bütün bunlar, neticede ihtimali ifadeler... Büyük meşakkat ve çilelerle meydana getirdiği eser ve araştırmaları, şükranlara seza bir gayret ve çok himmet almış dervişlerde nâdiren rastlanan maddi ferâgat nümûnesi olan bu emeğini -pirler emek zayi etmez- manevî karşılığına havale ederek helallık aldığımızı belirterek teşekkürlerimizi sunarız.
Ne var ki, ilim, sanat ve ticaret gibi bir maksat taşımayan ve sadece tasavvufî bir neşve ile hazırlanan bu eserde bile olsa, divan sahibi için bazı sağlam bilgileri temin etme fikri bizi fazlasiyle meşgul ediyordu. Nihayet himmet oldu, Sâlih Baba'nın akrabalarını araştırma fikri hatırımıza geldi. Böylece de bazı bilgiler elde etmemiz mümkün oldu. Sâlih Baba'nın Ankara'da ikamet eden bir amcazadesi, Ahmet Cemil Tüfekçi Paşa'nın asil, kibar ve lütufkâr işaretleriyle İstanbul'da ikamet eden diğer amcazadesi Abdurrahman Tüfekçi Beyefendiye mektup yazarak bilgi istedik... Cevaben lütfedilen bir ruh asaletini aksettirici bütün işaretleri taşıyan bu mektubu aynen dercediyoruz. Bu münasebetle, gerek Paşa Hazretlerine gerekse Abdurrahman Tüfekçi Beyefendiye teşekkür ve dualar ederiz.
19.7.1979 / İstanbul
Muhterem Fehmi Beyefendi,
Büyük amcam yani babamın amcası Sâlih Baba Hazretlerine karşı beslediğiniz büyük saygı ve hürmete ve bize karşı gösterdiğiniz iltifata çok teşekkür ederim. Sâlih Baba hakkındaki bilgilerimi arz ediyorum.
Sâlih Baba Mustafa isminde imamlık yapan bir zâtın oğludur. Annesi Âtike Hanım'dır. Sâlih Baba tüfekçi ustası idi, gerek babam Halim Efendi ve amcam Mustafa Efendi yanında çalışarak tüfekçi ustası olmuşlar. Kendisi sakat idi, bir kolu çolak, bir ayağı kısa, aksak idi.
İki defa evlenmiş birinci evliliğinden iki oğlu var idi. Büyük oğlu Osman hem dilsiz hem sağır idi, o da tüfekçi ustası idi. İkinci oğlu İstanbul'a gitmiş, adı Fehmi imiş ve orada kalmış. İkinci evliliğinden Dursun isminde bir oğlu var idi, dilsiz olan oğlu dükkânı açar sonra Sâlih Baba dükkâna gelir müşterilerle O konuşurdu.
Akşamları tekkeye gider Şeyh Sâmi Efendi'nin sohbetinde bulunurdu. Bizleri çok severdi, ziyaretine gittiğimizde bize bir kuruş verirdi, o vakit bir kuruş çok para idi.
Son zamanlarında çok düşkündü, hasta idi, bir sene bizde kaldı. 1325 yılında vefat etti. Kırtıloğlu Tekkesi civarında Ak mezarlığa defnedildi. Vefatında tahminen 90 yaşında vardı.
Küçük oğlu Dursun babasının vefatından sonra İstanbul'a, kardeşi Fehmi Efendi'nin yanına gitmiş idi. Dursun da denizde yıkanırken boğulduğunu işittik. Dilsiz olan Osman da babasının vefatından sonra çok yaşamadı. Benim bildiklerim bu kadar.
Halen Sâlih Baba'nın kendi soyundan hiç kimsesi yoktur, neslinden Cemil Paşa ile bendenizden başka kimse yoktur.
Sâlih Baba'nın tahsili: Okur-yazar idi, güzel şiirleri var idi. Meselâ, "Şeyhim gül ben onun yaprağıyım, Allah'ım yaprağım beni gülden ayırma." gibi manzum şiirleri var idi.
Sâlih Baba'nın şiirleri yazılı olan kitabı seferberlikte ben asker idim, muhacerette bir çok eşya ile birlikte o kıymetli eser de zâyi oldu, bizde başkaca bir eser yoktur. Fakat Erzincan'da Karşıyaka Karatuş ve civar köylerde Şeyh Efendinin müritleri vardı. Sâlih Babanın Şeyh Sâmi Hazretleri hakkında yazdığı kitap onlarda da vardı. Selahattin Efendi onları da tanır, Kelkit'te de müritleri vardı, aradan hayli zaman geçti, şahıslar deyişti, oralardan buldurmak mümkün olur mu, bunları Selahattin Efendi tanır.
O zamanlar işittiğimize nazaran Erzincan'a gelen ehl-i din seyyahlar gelir amcamı bulurlarmış, bir çok zaman birlikte kalırlarmış. Son zamanında kimse ile temas etmezdi. Bildiklerim bu kadar.
Cenab-ı Allah'tan size uzun ömürler diler sonsuz saygı ve hürmetlerimi sunarım.
Abdurrahman Tüfekçi
İmza
Bu çok değerli mektup, bizim maksadımız için yeterli bilgi ve Sâlih Baba içinde tatminkâr izahatı ihtiva etmektedir. Bunun dışında Erzurum'da el yazması bir kitaptan söz edilmişse de, araştırma fırsatı bulamadık. İlerde, ilmî ve edebî araştırma yapacaklara bir işaret olur ümîdiyle de bu kaydı koymayı faydalı buluyoruz. Sâlih Baba hakkında fazla bir bilgiye rastlamanın çok az bir ihtimal taşıdığını, zira, Erzincan felâketinde yazılı eserlerin büyük ekseriyetinin zâyi olduğunu, umulmadık bir tesadüfle bazı kayıtlar ele geçerse, ehlinin onu değerlendireceğini umuyoruz.
Sâlih Baba Divanının tamamı sadece "Fenafi'ş-şeyh" hâlinin akislerinden ibaret bulunduğundan, Osmanlı Divan edebiyatında emsali yoktur. Diğer divanlar, ya ilerleyip değişen hallerin sonunda peyderpey meydana gelmiş ve bu sebeple de müritlikten mükemmilliğe kadar olan geçitlerin her birinden tablolar göstermiş, yahut da kendisinde tasavvuf hali olmadığı halde, zamanın usulünce sırf şâirlik kabiliyyeti ile yazılmıştır. Böylesi de şiiri güzel olsa bile "hâl" aksettirici değildir.
Sâlih Baba Divanı, sadece rabıtadan ibarettir, denilse yanlış olmaz.
Bu sebepden olacak ki, Paşa Hazretleri:
- Sâlih Baba Divanı, tarîkat âdâbı ve müritlik halleri ile mürşitlerin şânını,
Fuzûlî Hazretlerinin divanı da, muhabbet ve aşk âlemini,
Kuddusî Baba Divanı ise, tasavvufun -bidayetinden nihayetine kadar- tamamını,
En güzel ve kemalli tarzda ifade ve nazmeden eserlerdir, buyurmuştur.
H H
Divan sözü, "hem Farsça hem de Arapça olan müşterek kelimelerdendir" denilmektedir. Çok değişik mânâlarda kullanılmış ve bir takım ayrı ıstılahlara ad olmuştur.
1- Devletin idârî ve bilhassa mâlî kayıtlarının tutulduğu deftere divan denilmiştir.
2- Devlet işlerinin idaresiyle alâkalı encümenlere de divan tabir edilmiştir.
3- Herhangi bir konu üzerinde hazırlanan eser mânâsına da divan tabiri kullanılmıştır. Divânü'l-Lugâti't-Türk, Divânü'l Hamase, vs. gibi. Sonradan bu geniş mânâ daraltılarak, manzum sözlerin topluca yazıldığı kitaba divan ismi verilmiştir. En sonunda da yalnız bir şairin şiirlerini toplayan esere divan denilmeye başlanmıştır.
Divan tertibinde, tevhid, münacaat, naat gibi şiirlerin baş tarafa yazılması, ondan sonra devlet büyükleri veya tasavvuf pîrlerinin öğülmesine ait olanlarından başlanılmak üzere kaside ve gazellerin (hurufu heca) yani alfabetik harf dizisi ile sıralanması ve daha sonra da rubai, kıt'a, murabba, müseddes, muamma, müstezat ve şarkı tarzındaki şiirlerin kaydı ile meydana getirilen manzum kitabın büyük ve genişine divan, küçük hacimlisine de divançe denilmiştir.
Tasavvuf erbabının "hâl" ile, vâridat ile, cezbe ile ilâhî muhabbetin istilâsı sırasında söyledikleri şiirlerin toplanmasından meydana gelen divanlarını; zamanın usulü gereğince şâirlik kabiliyetiyle yazılan ve çok büyük bir ekseriyetinde ruha ve maneviyata değil haz ve cismânî zevklere hitabeden ve zâhir ile ilgili "kâl" erbabından olan kimselerin divanlarından ayrı mütala'a etmek gerekmektedir. Bunların ilki, Allah'ın "aşk" sıfatının mahsulü olduğundan, yüksek bir ilmi gayet ince, usta ve hoş bir ifade ile örülü bir san'at demeti içinde ve muhabbeten akseden bir "kemal" li nazımla muhib ve dervişleri Allah'ın zâtına çekici bir "hâl" taşımaktadır. Sohbet, hatme ve teveccüh içinde okunan bu "hâl kelâmları", muhabbet ve hâl aksettirici bir vasıta olmakta, amel ve seyirlerin nefis ve bedene ağır gelen güçlüklerini yumuşatıp, sevdirerek ruha gıda ve gönle safâ haline getirmektedir. Bu özelliği ile ehl-i aşkın kelâmı, sadece mâneviyat denizinde yetişen emsalsiz bir inciye benzer. Sâlih Baba Divanı da, müritler için hem duygu ve azalara zevk veren bir lezzet, hem de gönül ve ruha ilâhi nağmelerden yapılmış meşakkatsiz çekip götürücü bir binek ve süratli bir manevi araçtır. Diğer guruptaki divanlar ise, mânâya göre madde gibi, aşka nisbetle bedeni haz ve sevdalar gibi güdük bir cismani ve mecazi âletten ibarettir ve mevzuumuzun tamamen dışında kalır...
Sahâbe ve Ehl-i Beyt Büyüklerinin çoğu, Tâbiîn'in seçkinleri ile tarîkat pîrlerinin hemen tamamı bu ilâhi nazım şelâlesi içinde bulunmuşlar, aşk ve hâl sâhibi olan dervişler de bu güzellik ve letafet köpükleri içerisinde cisim ve ruhlarını yıkamışlar, o renk ve ahenk ile, o yol kesici nefsi bayıltıp Allah'ın güzel hitabını hatırlatarak rûhu uyandıran ıtır ile yollarına zevk ve sürurla devam etmişlerdir...
Son olarak da,
A - Arşiv,
B- Hükümdarın oturduğu sedir,
C- Osmanlı Devletinde birkaç köyden ibaret küçük bir idari birlik,
D- Divan-ı harp, Divan-ı âlî gibi bazı mahkemeler,
E- Bir âmir huzurunda eller önde kavuşmuş olarak ihtiram ve hürmetle durmak gibi bazı eşya ve kuruluşlarla bazı hallere de divan tabir edilmiştir.
Maneviyat erlerinin en küçüğünden en büyüğüne kadar olan çeşitli toplantılarına da divan denilmekte, her makam ve kademede emirle toplanan hakikat erbabının meclisine de bu tabir ifade vasıtası olmaktadır.
H H
Maneviyat sahiplerinin divanları, ilim, san'at ve aşkı meczetmiş manzumeler olarak divan san'at ve tarzının sır ve usaresini, kaymağını teşkil ederler. Yunus Emre, Niyazi Mısrî, Fuzûî, Sezâî, Ruşenî, Eşrefoğlu Rumî, Nakşî, Gülşenî, Aziz Mahmud Hüdaî ve Kuddûsî Baba gibi mürşitlerin divanları bu gurubun ilk akla gelenleri. Yüzlerce kemalli divan sahibi içinde, Sâlih Baba da öz ve söz sahibi olanlardan biridir. İlim ve tetkikatı, tecrübe ve san'atı olmadığı halde, aniden ve irticalen söylediği şiirleri, yüksek ve muvazeneli bir ilmi kemalli ve yepyeni bir ifade ile emsali bulunmayan bir vâridat ve hâl sedefi içerisinde, aşk malzemesinden yapılmış bir bâtın incisi, bulunmaz bir râbıta kumaşından iğne ve ipliksiz dikilmiş bir fenâfi'ş-şeyh elbisesidir. Bu zarif divan, her türlü şiir çeşidinin ustalıkla kullanıldığı bir san'at pırlantası ve râbıta ıtrı, muhabbet burağıdır.
İnşaallah bu divanı ilim, tasavvuf ve san'at yönlerinden şerhedenler, bu hakikatları birer birer izah ve ispat ederler.
"Sâlihlerin anıldığı yere Allah'ın lütuf ve ihsanı yağar", "Bir kimsenin hayatını yazan, onu diriltmiş gibi ecir alır" hadîs-i şerîflerine mazhar olmasını dilediğimiz bu kitapta, önce Sâlih Baba'nın yetiştirildiği ârifler mektebinin hocaları, altın zincirin son halkaları, velîler topluluğunun seçkinleri kısaca anlatılmaya çalışılmıştır. Onların şânına yakışmayan her ifade onlara ait değildir. Onlara lâyık olanlar ise, âcizin ifadesi olduğundan yeterli değil ise de, "Varını takdim edenin sıkılmasına gerek yoktur" düsturunca affa lâyık görülür inşaallah... Onlar çok büyük, nihayetsiz kemalli ve hadsiz şekilde ayıp örtücü olduklarından, söze değil iç ve öze, sûrete değil niyete göre lütuflarını bezlederler, lütuf ve ihsan mürşitlere has ortak bir evsaf olduğundan, her noksanımızı da tekmil ederler inşaallah...
Yakınlarımız, noksanı bize ait olan bu kısma ait olarak ilâve edilebilecek sağlam nakilleri bize -mümkün ise yazılı olarak- ulaştırırsa, ilerde yazmayı tasarladığımız geniş menâkıb kitabına aktarmamız kâbildir.
Bu bölümde, Seyyid Abdullah, Gavs-ı Hizânî, Abdurrahman-ı Tagî ve Pîr-i Sâmi Hazretleri hakkında yazılanlar bulduklarımızın tamamıdır. Diğerlerinde ise, bunlara göre önsözü uzatmamak endişesinden tercihler yapıp kısaltma ve kifayet yolu seçilmiştir.
Kitap ve kayıtlardan aldıklarımızın dışında, Abdurrahim Reyhan, Ahmet Buyruk, Nurettin Baştürk, Selahattin Kırtıloğlu ile Tahir Silahtaroğlu beyefendilerin beyanlarından büyük ölçüde faydalandık. Allah onlardan râzı olsun.
H H
Bu kitabın aslını, Sâlih Baba'nın "Rabıta-i Nakş-i Hayâlî" ismini verdiği divanı teşkil etmekte ve bu asıl kısım da bu önsözden sonraya alınmış bulunmaktadır.
El yazması ve tek nüsha olan divanla sonradan gayet mahdut miktarda basılıp belirli şahıslara verilen basma divan ve Abdurrahim Reyhan'ın dikkatli ve dirayetli tercihine bağlı karşılaştırma sonunda tashihini yaptığımız bu nüsha, bir "mukabele" titizliği içinde hazırlanmıştır. Bizim şubeye ve ihvanlara mahsus olduğundan, tasavvufî gayeden başka bir hususa itibar edilmemiştir...
Dostları ilə paylaş: |