MELANİE KLEİN (1882-1960)
Melanie Klein, Viyana'da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Genç yaşta evlenip çocuk Sahibi olunca tıp okuma isteği gerçekleşmedi. Budapeşte’de birinci dünya savaşı öncesinde psikanalize ilgi duydu. 1921 de Karl Abraham’ın çağrısı ile Berlin Psikanaliz enstitüsünde beş yıl geçirdi.1925 yılından sonra Ernest Jones’in çağrısı ile Londra’ya yerleşti.1934 ten itibaren kuramsal katkılarda bulunmuş, özellikle Anna Freud ile verimli tartışmalara girmiştir. Klein, İngiliz nesne ilişkileri ekolünün kurucusu ve en önemli temsilcilerinden birisidir.
Klein’in çalışmaları çocuk psikanalizlerine ve bebek gelişiminin gözlenmesine dayanır. Freudyen ekolden gelmekle birlikte Klein’ın başlıca farkı , “nesne ilişkilerine” Freud’dan daha farklı bir gözle bakmış olmasındadır. Freud’a göre “haz ilkesine” tabi dürtülerin boşalım aramaları ve dış dünya tarafından engellenmeleri karşısında izledikleri yollar esastı. Nesne ise bu esnada dürtülerin yöneldikleri anlamda önemliydi ancak özsel anlamda önemli değildi. Klein ise kimi içsel nesnelerin doğumdan itibaren getirildiğini söyler. Dürtüler bu nesnelere yönelmeye hazırdırlar.
Klein’ın diğer bir özelliği Freud’un söz ettiği ancak kuramsal anlamda üzerinde fazla durmadığı “ölüm dürtüsüne” ,terapötik çalışmasında saldırganlık babında geniş yer açması,”libido ve sevgi-şükran” sözcüklerini “ölüm dürtüsü ve haset” sözcüklerine karşı aralarındaki çatışmayı ortaya koyacak şekilde kullanmasıdır.
Bilinçdışı Freudyen anlamda statik duygu ve anı deposu olmayıp yer alan içsel nesnelerin dinamik devinimleri ile süreğen bir fantezi üretimine neden olur. Bilinçdışı fantazmların analizi Klein terapisinde önemli yer tutar. Bebeğin gelişimi ile birlikte yeni nesneler iç dünyaya introjekte edilir (içe atılır).İçe atılmaların sebebi Klein’a göre, doğuştan kendisini ölüm dürtüsünün etkisi altında “saldırgan, kötü ve zulmedici nesneler” ile dolu hisseden bebeğin dışındaki “iyi nesneleri” içe alarak bu kötülüğü yatıştırmak istemesidir. Freud iç atma mekanizmasını “yas ve melankoli” çalışmasında kaybedilen nesnenin (ölüm-terk vb) bir temsilini içeride oluşturarak yaşatabilme arzusuna bağlıyordu. Demek ki Klein’ın içe atma mekanizması Freud’un kastettiği anlamda bir savunma mekanizmasıdır ancak nesne kaybına ikincil olarak yapılmamaktadır, çocuğun içindeki saldırganlığı yatıştırmak gibi bir görevi vardır.
Nesneler iyi ve kötü nesneler olarak içe atılırlar. Henüz “ben” denilemese de “erken ben” olarak adlandırılabilecek zihinsel oluşum iyi ve kötü nesneleri önce birbirinden “ayırmakla/bölmekle” yükümlüdür. Zira bu nesnelerin kötü olanlarına yüklenen saldırgan enerji bir arada tutuldukları takdirde iyi olanlara zarar verebilecektir. Bu nesnelerin prototipi anne “memesidir”.Çocuğu besleyen, doyuran her istediğinde bulabildiği “meme” “iyi meme” olarak kaydedilir, fazlasıyla süt ile dolu iken onu kendisine saklayan-esirgeyen meme ise “kötü meme” olarak kaydedilir. Nesne ilişkileri ekolüme göre sadece nesneler değil çocuğun benliği de anneden aldığı olumlu ve olumsuz tepkilere göre “iyi ben” ve “kötü ben” diye ayrılır.
İyi ben
|
Kötü ben
|
İyi nesne
|
Kötü nesne
|
"Paranoid -şizoid" ve "depresif" dönemler
Bebeğin ilk üç ayı Klein”nin deyişiyle “paranoid-şizoid” evredir. Bu evrede bebek içindeki saldırgan dürtüleri (haseti) azaltabilmek için dışarıdaki nesnelere (anneye) yansıtır. Dışarıdaki kötü nesnelerden kaçınabilmek için ise şizoid savunma mekanizmalarını kullanır. Üç-altı ay arası ise geçilen dönem “depresif epizottur”.Bu evrede bebeğin içinde ayırdığı iyi ve kötü nesne (meme) birleşir. Bu birleşme “erken ben’in” isteği ile olur. Zira artık ben, iyi ve kötü nesnelerin birleşmesinden doğacak zararı kaldırabilecek kapasiteye gelmiştir. Bebeğin içindeki kötü nesneye ait saldırgan dürtüler iyi nesneye hücum eder ve bu durum bebekte suçluluk hisleri uyandırır. Bu duruma “ambivalans” yani “çift değerlik” denir. Bebek, suçluluk hislerinin bir sonucu olarak “depresif” dönem içine girer. İyi ve kötü nesneler arasındaki etkileşim sonucu saldırgan dürtüler nötralize olur ve sevgi nesnesi bebeğin gelişiminde önemli bir dayanak olacak şekilde kuvvet kazanır. Nesne bütünselliğe ve gerçekçi bir bakış açısına kavuşurken, iyi ve kötü şeklinde yüklenmiş aşırılıklardan kurtulur.
Klein, Freud’un ödipus kompleksini de yaşamın ilk yılına taşır. Erkek bebek için anneden ayrılma babanın bir bütün olarak sevgi ve nefret nesnesi olarak kaybedilmek istenmemesindendir. Freud’un savladığı gibi sadece ensestiyöz arzulara ceza olarak gelmesinden korkulan hadım edilme tehdidinden kaynaklanmaz. Üst ben oluşumu da Oidipial dönemi takip ederek gerçekleşir. Bu üst ben bebeğin saldırgan duygularının kuvveti oranında güçlü ve hükmedici olacaktır.
Kadınların penis hasedinin temelinde anne memesine karşı duyulan haset ve kıskançlığın yattığını da yine Klein yazmaktadır.
Klein’ an analiz
Klein, analizde özellikle haset duygularına vurgu yapar. Paranoid-şizoid konum ve depresif konum çoğu yetişkin hasta da kısmi varlıklarını sürdürür. Klein’a göre haset, açgözlülük ve kıskançlık birbirine benzer üç duygudur. Haset kendisinde olmayan iyi nesneye sahip olanı kıskanmaktır. Bu kıskançlık kötücüldür ve hırsı-yok etme arzusunu kapsar. Kıskançlık ise iyi nesneye olan bağlılığı ve sevgiyi beraberinde taşır. O yüzden genel ahlaki normlarda kıskançlık hasete yeğ tutulur. Aç gözlülük ise nesneyi alabildiğine içe alarak onun üzerinde tam bir denetim kurma arzusu ile bağlantılıdır.
Analizde haset, terapiste karşı bitmek bilmeyen sızlanmalar ve suçlamalar ile aktarımda çıkar. Hasta kendi benliğini ve terapistininkini hasetle boğar, kirletir ve değersizleştirir.
Yaşamın her hangi bir evresinde geçirilen sarsıcı bir deneyim ilksel iyi nesne ile kurulan bağlantı yeterince güçlü ise hasarsız atlatılabilir. Ancak bu bağlantı yeterince kuvvetli değilse kişilikte bozulmalar ve psikopatolojik semptomlar ortaya çıkacaktır. İyi nesnenin yokluğunda zulmedici içsel nesneler ve haset ortaya çıkacak, yıkıcı eğilimler güçlenecektir. İyi nesne derine kök salmışsa sarsıntılara dayanmak mümkün olur.
Klein’cı analist analiz başladıktan sonra kısa süre içinde yorumlara başlar ve yüzleştirici yorumlar oldukça serttir. Klein analiz sürecinde başarılı olunabilmesini hastanın “hakikati arama yolundaki kararlılığına” bağlar.
“Deneyimlerimde şunu gördüm: Bu en temel itkilerin, fantezilerin ve duyguların analizinin başarısız kalmasının bir nedeni, bazı insanlarda, analiz sırasında açığa çıkan depresif kaygı ve acıdan kaçınma çabasının hakikati bulma isteğine(ve son kertede de yardım alma istemesine) ağır basmasıdır. Hastanın bu en derin ruhsal katmanlarına ilişkin olarak analistin sunduğu yorumları kabul edip özümleyebilmesi için, analistle yaptığı işbirliğinin kendisiyle ilgili hakikati bulma kararlılığına dayanıyor olması gerekir.
Bu sorunlar güçlü paranoid kaygıları ve şizoid düzenekleri olan hastalarda özellikle belirgindir, çünkü bu tür insanların bir yandan yorumla körüklenen zulmedilme kaygısını yaşarken bir yandan da analiste olumlu bir aktarım ve güven duygusu ile yaklaşmaları daha güç olmaktadır-son kertede sevgi duygularını sürdürmekte zorlana insanlar oldukları söylenebilir. Bilgimizin bu evresinde şu görüşe yatkınım ben: Bu tür hastaların (ki açıkça psikotik tipte olmaları da gerekmez) analizinde elde edilebilecek başarı sınırlıdır; analizin büsbütün başarısız kalması da mümkündür.
Ama analiz bu derinlerde götürülebilirse, hasetle birlikte haset korkusu da azalacak, bu da yapıcı ve onarıcı güçlere, temelde de sevgi yetisine daha büyük güven duyulmasına yol açacaktır. Bu sürecin sonuçlarından biri de bireyin kendi yetersizliklerini hoşgörüyle kabullenme yeteneğinin güçlenmesidir, içsel ve dışsal gerçekliğin algısı daha berraklaşırken nesne ilişkileri de düzelmektedir. .” (Klein; “Haset ve şükran” s.83–84)
Klein, analistin iyi nesne olarak aktarım sürecinde içe yansıtılması ve hasetin kontrol edilebilmesi ile ilgili olarak şunları söyler:
“Analizi bebekliğin en erken evrelerine götürmekle hastada bazı temel deneyim ve duyuların yeniden canlanmasını sağlarız(Bu canlılaşmanın içeriğini “duygu anıları” adını verdiğim yaşantılar oluşturur. Bu yeniden yaşama sürecinde, hastanın kendi en eski hüsranları karşısında daha farklı tavır geliştirmesi mümkün olur. Şüphesiz eğer bebek gerçekten çok olumsuz koşullara maruz kalmışsa, iyi nesnenin sonradan geriye dönük bir şekilde kurulması erken dönemin kötü deneyimlerini silmek için yeterli olmayacaktır. Yine de bir analistin iyi nesne olarak içe yansıtılması, eğer idealleştirmeye dayalı değilse, geçmişte eksikliği hissedilen bir iyi nesnenin oluşmasını sağlayabilir. Ayrıca yansıtmaların hafiflemesi ve böylece hoşgörü artarken küskünlük ve hıncın azalması da, geçmişin gerçek yaşantıları ne kadar olumsuz olursa olsun hastanın orada bazı tatlı anılar ve özellikler bulmasına yardım edecektir. Bunu sağlamanın yolu, bizi en eski nesne ilişkilerine götüren olumlu ve olumsuz aktarımın analizidir. Bütün bunları mümkün kılan etken, analizle sağlanan bütünleşmenin başlangıçta zayıf olan beni güçlendirmiş olmasıdır.” ( Haset ve şükran, s.86)
NESNE İLİŞKİLERİ TEORİSİ
Nesne ilişkileri kuramı, psikanaliz ekollerinden biridir. Melanie Klein tarafından ortaya atılan kuram, W.Ronald D. Fairbairn, Harry Guntrip ve Donald W. Winnicott tarafından revize edilmiştir.
Kuramın gelişimi
Karl Abraham’ın psikoseksüel gelişimi; oral, anal, ödipal (fallik) ve latens olarak dönemlere ayırması, psikanalizi Oedipus Kompleksi’nin tekelinden kurtarmış ve psikolojik gelişime bütüncül bir yaklaşımın ortaya çıkması açısından bir zemin sağlamıştır. Psikopatolojilerin etiyolojileri açısından da kuramsal yaklaşımların genişletilmesi bir zorunluluk olarak belirmişti. Sigmund Freud’un oidipal dönemdeki örselenmelerin ürünü olan konversiyon histerisi ile ilgili incelemeleri son derece zengindi, ne var ki, paranoya üzerine yazdıkları ise o denli yoksuldu. Freud’un psikanalizi, Heinz Kohut’un sonradan belirteceği gibi, kendilik yapıları görece iyi durumda olan vakaları ele aldığı için, psikozlar söz konusu olduğunda bocalıyordu. İşte bu noktada, Melanie Klein’ın oral dönemi – ya da “paranoid konum”u – temel alan kuramı, psikozların ve buna ek olarak çağımızın psikopatolojileri olan kişilik bozukluklarının açıklanmasını kolaylaştırdı.
Psikotikler niçin tüm dünyayı karşılarına alıyor ya da niçin büyüklük sanrılarına kapılıp kendilerini tümgüçlü figürler olarak algılıyor ya da vice versa tümgüçlü figürlerce zulme uğradıklarına inanıyorlardı? Nesne ilişkileri kuramı, bunu oral dönemdeki “çocuksu bağımlılıkla açıkladı. Buna göre, bebek doğduktan sonra da annesine olan bağımlılığını sürdürür. Bebeğin anneye olan mutlak bağımlılığı – ki Margaret Mahler bunun altını özellikle çiziyor – annenin en ufak ihmalinin bebeğe fiziksel ve ruhsal olarak büyük zararlar vermesine yol açar. Bu mutlak bağımlılık nedeniyle, bebeğin biricik nesnesi olan anne onun için tümgüçlü figürdür ve belirli nedenlerle bu nesneyle olan ilişki aksarsa, bebek bu aksaklıkları tümgüçlü nesnesi tarafından zulmedilme olarak algılayacaktır. Anne bakımının önemi, böylece kuramsal olarak da temellendirilmiştir. Donald W. Winnicott, bu evreye ilişkin ayrıntılı betimlemelere girişerek nesne ilişkileri kuramını pediatriye uyarlamıştır.
Freud’dan sonra Anna Freud ve Melanie Klein, farklı biçimlerde de olsa, Alfred Adler’i izleyerek çocuk psikolojisi ve buna bağlı olarak ego psikolojisine yöneldiler. Ama Anna Freud’la çatışan Klein; Heinz Hartmann, Erik Erikson gibi ego psikologlarından da farklı bir yol izliyordu. Ne var ki, Klein’ın yaklaşımı da henüz psikolojinin sosyal boyutunu ortaya çıkarmaya aday olan nesne ilişkileri kuramına hak ettiğini verebilmiş değildi. Klein, Freud’un ortaya koyduğu ego-id diyalektiğinin etkisinden kurtulamadığı için kuramındaki potansiyelleri harekete geçirememişti. Harry Guntrip’in belirttiği gibi bunun gerçekleşmesi W.Ronald D.Fairbairn’in revizyonu ile olmuştur.
Nesne ilişkileri kuramı, dinamik bir analize dayanır. Diğer ego psikologlarının yaklaşımları ise statiktir; ego’nun nasıl biçimlendiğinden çok psikoseksüel gelişme şemasının oral, anal, fallik, latans vs. aşamalarında ego ile idin ilişkilerini inceler. Belki Fairbairn’in dinamik bir analizi ortaya koyabilmesi Freud’un id-ego-süperego şeklindeki metapsikolojik sınıflandırmasına sadık kalmamasından ileri gelmektedir.
Klein-sonrası nesne ilişkileri kuramı, gerçekleştirdiği büyük evrime karşın “dürtü”leri ve onların merkezi olan “içgüdüleri” analizden çıkararak büyük bir boşluğa neden olmuştur. Buna karşın çıkan Otto Kernberg, Kleincı ve Freudcu yaklaşımların kuramsal sentezine gider. Böylece ne dürtüler, ne de bireyin ruhsal aygıtlarını kuran nesne ilişkileri analizden dışlanmış olur.
Kuramın Temel Varsayımları
Klein, teoriyi ilk olarak öne sürdüğünde, analizin konusu salt bebek ile anne memesi arasındaki ilişkilerdi. Bu durum da - özellikle Guntrip'te görüldüğü gibi - insan psikolojisinin tüm yapı taşlarının geri dönülmez biçimde oral aşamada ya da Klein'in deyimiyle "paranoid-depresif" aşamada kurulduğu türünden deterministik bir yaklaşıma yol açmıştı. Fairbairn, küçük ama etkili bir revizyonda bulundu: Ona göre oral aşamanın ilk evresinde bebek için yalnızca meme, ikinci evrede ise memesi olan anne vardı. Birinci aşamada saplanıp kalanlar, insanlarla gerçekçi ilişkiler kuramamak gibi şizoid özellikler göstermekteydi. Winnicott ise Oyun ve Gerçeklik isimli eserinde "meme"nin bir jargon olduğunu ve nesne ilişkileri ile kastedilenin anne ile çocuk arasındaki bütün ilişkiler olduğunu belirtiyordu.
Fairbairn'in klasik Abrahamcı şemayı reddederek yalnızca oral aşamayı önemli görmesinin iki nedeni vardır:
1- Bebek, doğumundan itibaren anneye karşı "çocuksu bağımlılık" içerisindedir. Anne bu durumda çocuğun bakıma muhtaç olması nedeniyle çocuk için tümgüçlü figürdür. Annenin bebeğin gereksinimleriyle ne kadar uyum içerisinde olduğu çocuksu bağımlılık nedeniyle sonraki aşamalarda oral aşama denli önemli olmayacaktır. Çünkü çocuk, diğer aşamalarda anneye bu denli bağımlı olmayacaktır. Demek ki, çocuğun kişilik yapısının en temel öğeleri oral aşamada yalnızca anne tarafından kurulmaktadır.
2- Fairbairn, sonraki aşamaları şöyle çürütmektedir: a- Anal aşamanın nesnesi olarak belirlenen dışkı bir nesne değildir. b- Oidipal aşamadaki anne-çocuk ilişkisi, fanteziden ibarettir ve bu fantezi oral aşamadaki gerçek ilişkiden türetilmiştir.
Kuram, salt çocuksu bağımlılıkla ilgilendiği için, psikodinamik gelişimin tek koşulu da bu bağımlılığın aşılması olarak belirlenmiştir. Psikopatolojiler, bu bağımlılığın ya zamanından önce aşılmasından ya da bağımlılığın sürdürülmesinden kaynaklanmaktadır. Çocuğun bağımlılığı zamanında aşabilmesi ise annenin bakımına bağlıdır. Anne bebeğin gereksinimleriyle en uygun biçimde ilgilenebilmişse gelişim de sağlıklı bir biçimde gelişecektir. Eğer annenin bakımı bebeğe yeterli doyumu sağlayamadıysa, çocuk da bu aşamaya saplanıp kalacaktır.
Oral aşamaya saplanıp kalmanın en belirgin özelliği de bu aşamaya ilişkin ilkel nesne ilişkilerinin korunmasıdır. Bu aşamada bebek için nesne düşünsel olarak "iyi" ve "kötü" olarak ikiye ayrılmıştır. Bebeğin egosu henüz zayıf olduğu için nesnesinin aynı zamanda "kötü" olduğunu da kabul edemez. Bebek için tek nesne budur, bu nedenle maddi ve manevi varlığını sağlayan nesnenin doğal olarak "kötü" olmasına katlanamaz. Erken oral aşamada birbirinden ayrı iki nesne tasarımı söz konusuyken, geç oral aşamada bebek, annesi yeterli bakımı sayesinde egosu yeterince güç kazandığında, iki ayrı nesne yerine "iyi" ve "kötü"nün sentezi olan bir nesne tasarımı geliştirir.
Erken oral aşamada saplanıp kalan kişiler, diğer ilişkilerinde de insanları "iyi" ve "kötü" olarak sınıflandıracaklardır. Bu davranış biçimi sınır kişilik bozukluğunda görülen en önemli tanı ölçütüdür. Aynı zamanda bu kişiliklerde birlikte oldukları insanlara yönelik "oral yapışkanlık" da erken oral aşamada saplanıp kaldıklarına ilişkin bir göstergedir. İnsanlara sanki onlar biricik nesneleriymiş gibi davranırlar.
Klein, bebeğin doğuştan getirdiği saldırganlığın kendisine ait olduğuna katlanamadığı için yansıtmalı özdeşim denilen bir savunma mekanizması ile "kötü" yönlerini nesnesine yansıttığını/yüklediğini söyler. Böylece kendisi tamamıyla "iyi" kalabilecektir. Bu aşamaya saplanıp kalma, "kötü" bir dünyada yaşamaya ilişkin negatif paranoid sanrıların gelişimine neden olur. Sınır kişilikler de yansıtmalı özdeşime başvurmayı sürdürürler. İlişkilerindeki bağımlılığın nedeni kendi "kötü" yönlerini birlikte oldukları kişilere yansıtarak "iyi" kalma çabasıdır. Bu nedenle sınır kişiliklerde kimlik dağınıklığı görülür. Kendiliklerini bu bölünme nedeniyle gerekli biçimde kavrayamazlar. Oral aşamada bebeğin kendiliği ile nesnesi arasında da kesin bir ayrım yoktur. Bu nedenle nesnenin bölünmesi, aynı zamanda kendiliğin de ikiye bölünmesi anlamına gelir. Sınır durumlarda bebek, "kötü" yönlerini nesneye terk ederek kendi egosunu nesnesinden ayırır. Ne var ki, bu düşünsel olarak gerçekleştiği ve "kötü" yönleri halen ona ait olduğu için, bu yönleri sonraki ilişkilerinde de yansıtmak zorunda kalır.
Kurama Yönelik Eleştiriler
1- Diğer aşamaların önemini yadsıyarak deterministik bir anlayışa neden olur,
2- Oidipal dönemde kurulan süperegonun da oral aşamada kurulduğu türünden bir anlayışa sahiptir. (Kernberg'e göre zamanından önce ortaya çıkan oidipal çatışmaların neden olduğu sınır kişilik bozukluğu olarak bilinen psikopatolojinin açıklanabilmesi Kleincı kuramın çerçevesi içerisinde bu nedenle olası değildir.)
3- Klein-sonrası nesne ilişkileri kuramında "içgüdü"lerin önemi yadsınmıştır. Ama aynı biçimde Klein'ın teorisi de sosyolojik boyuttan yoksundur: Klein, saldırganlığın doğuştan geldiğini ya da bebeğin dünyaya geldiğinde bilincinde her zaman bir "meme" ide'si bulunduğunu iddia etmiştir.
İÇSELLEŞTİRİLMİŞ NESNE İLİŞKİLERİ
Kitabın bu bölümünde kendilik ve içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin gelişimsel evreleri gözden geçirilmiştir. Çünkü nesne ilişkilerinin içselleştirilmesi, benlik-üstbenlik gelişimindeki en önemli basamaktır. Dengeli bir kendilik kavramı ve dengeli nesne tasarımları oluştuğunda içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin olgunlaştığı ve kişinin bir üst düzeye çıktığı söylenebilir.
Başlangıçta nesne tasarımları kendilik tasarımlarından farklılaşmamış haldedir. Kendilik tasarımları ile nesne tasarımları arasında bir farklılaşma sağlandıktan sonra bile; eğer kendilik ve nesne tasarımlarına psişik yatırımın yapıldığı süreçler içe atma-yansıtma ilişkisini yansıtıyorsa, bastırmanın yerine yadsımayla desteklenen ilkel bölme esas savunma mekanizmasıysa ve ilkel bölmenin varlığı çifte değerlikli duygulara tahammül edilemediğini gösteriyorsa içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin hala ilkel düzeyde olduğu kabul edilir. Bunların yanında gerçekliği sınama da tam gelişmemiştir. Tedavisi sırasında içselleştirilmiş ilkel nesne ilişkilerini tekrar etkinleştiren hastalar aktarım psikozu geliştirebilir ve duygusal taşma yaşamaya eğilimlidirler.
Bir Dede Daha Ölüyor
Bu kitabin ilk bölümü terapi sırasında karşımıza çıkan “yaşayan” arkaik yapılarla ilgilidir. Arkaik yapıları terapiste açıkça gösterebilen olgulardan çok şey öğrenilebilir; mesela Alice’in “küçük adam” dediği izole yapı, anne ile çocuk arasında belirgin bir farklılaşmanın henüz sağlanamadığı bir dönemde oluşmuş tümgüçlü kendilik tasarımını içerir. “Küçük adam”ın esas görevi, anne-çocuk arasındaki böyle bir farklılaşmanın yadsınmasına yardım etmektir. “Küçük adam” ilk ortaya çıktığında Alice gelişmiş nesne ilişkilerine sahip değildi. Sadece Niederland’ın (1965) “narsisistik nesneler” dediği nesneleri vardı. Bunlara Kohut’un (1971) terminolojisiyle “kendilik nesneleri” denebilir. Kohut, nesne ilişkilerinin var olmasının narsisizmi ortadan kaldıramadığını, hatta bazı çok yoğun narsisistik deneyimlerin nesnelerle bağlantılı olduğunu iddia eder. Buna rağmen Kohut’un kendilik nesneleri dediği nesneler, kendiliğin bir parçası olarak hissedilebilir.
Günlük klinik pratikte hastanın erken dönem nesne ilişkilerini nasıl içselleştirildiğini dikkate almadan, birinci bölümde “adalar” olarak isimlendirdiğim arkaik yapıların niteliklerini anlamak imkânsızdır. Psişik yapılanmayı ve gelişimi iyi bir şekilde araştırabilmek için önce nesnelerle ne tür deneyimler yaşanmış olduğunu incelemeliyiz. Freud 1923’te nesneye yapılan psişik yatırım hakkında şunları yazmıştı:
“En başta, bireyin ilkel oral döneminde, nesneye yapılan psişik yatırımı ve özdeşimi birbirinden ayırmak şüphesiz ki imkânsızdır… Benlik içe atmayı kullanarak nesneyi daha kolay bırakabilir veya bu süreç mümkün hale getirilebilir. Bu özdeşim, altbenliğin nesneleri bırakırken kullandığı tek yol olabilir. Ne oranda olursa olsun, özellikle gelişimin ilk dönemlerinde, bu sürece sık rastlanılır. Bu durum, benliğin, nesneye yapılan psişik yatırımın geri çekilmesinden arda kalan bir kalıntı olduğunu ve bu nesnelerin tarihini içerdiğini düşünmemize imkân verir.”
Hem hafıza düzeyinde hem de motor düzeyde, zihnin verimli çalışmasında ve düşünmede kullanılan hafıza izlerinin oluşturulması nesnelerle yaşanan deneyimlerle olur. Çevreyle kurulan karşılıklı ilişkiyle de gerçeği sınama yetisi gelişir.
Elbette psişik yapıların dokunulabilir ve fiziksel olarak ölçülebilir olduğunu düşünmek saçmadır, ama bazı hastalar bu yapılarını sanki somut nesneler gibi anlatırlar. Bununla beraber psikanalistin, bir akış tablosu üzerinden personeline eğitim veren bir şirket yöneticisi veya toplumun yaşlanma oranlarını bir grafikle gösteren bir demograf gibi, bir kavramı anlatmada “grafik oluşturma” tekniklerinde ustalaşmış olması gerekir. Ama bu, psikanalistin hasta ortaya çıkardıkça şekillenen ve biçim alan bulmacanın her parçasına ulaşabileceği anlamına gelmez. Analist her halükarda, devamlı değişen dinamik güçlerle ve duygulanımsal süreçlerle çalışmaya devam eder. Hasta, Bychowski’nin (1956) “içsel imgelerin serbest bırakılması” dediği şekilde kendisini ortaya koymaya başladığında, içindeki arkaik yapılarla ilgili bilgiler karmaşık yollarla açığa çıkar. Buna, aktarımda ortaya çıkan kaygıya karşı kullanılan savunmalar örnek verilebilir. Benlik parçalarının çevresine bir sınır koyduğumuzda, onlara bir isim verdiğimizde ve “bakım veren annenin veya yansıtılmış çocuksu tüm güçlülüğün dışarı bırakılan imgesi” gibi öğeler içerdiğini gösterdiğimizde; çok karışık olan bir durumu basitleştirmek için sembollerden ve metaforlardan yararlanmış ve bunların teorik bilgilerimizle bağını da kurmuş oluruz. Burada aktaracağım kısa bir klinik vaka öyküsü ne anlatmak istediğimi açıklar sanırım. Bu hastanın hikâyesi birçok yönüyle Alice’i hatırlatır ve bununla karşılaştırma şansı verir.
Yirmili yaşların başındaki aşırı narsisistik bir erkek olan George, kendisine “Rönesans’ın Son Sanatçısı” diyordu. Alice gibi George’da, haddinden fazla uzatılmış ve çok sancılı bir doğumla neredeyse annesini “ikiye ayırmıştı”. Doğum hikayesi ona o kadar çok anlatılmıştı ki, bu sıkıntı verici olayla ilgili fantezisinin bir tasarımını içselleştirilmişti. Vücudunun dağılıp parçalanmasıyla ilgili endişesi iğdiş edilme kaygısını da arttırmıştı. Bu endişenin kontrafobik ifadeleri, kendisinin kurban rolünde olduğu bir dizi kazada gözlenebiliyordu.
Çocukken, aralarında vahşice kavga eden ve bunların ardından boşanan ebeveynlerini izlemişti. Bir mafya organizasyonun liderlerinden biri olan “tümgüçlü” dedesi, George’a çocuksu tümgüçlülüğü için bir dış alan sağlamıştı. Bunun sağlanması, hayatın sıkıntılarının ve bunların içselleştirilmiş tasarımlarının üstesinden gelmesinde hayati önem taşıyordu. Dede, telefonda küçük George ile konuşurken tüm ülkede tanınan bir film yıldızı taklidi yapar ve küçük çocuğu eğlendirirdi. Çocuk, telefonda konuşanın sevdiği film yıldızlarından biri olduğunun hem farkındaydı hem de değildi. Dedesiyle beraber gittikleri bir sirkte telefonda konuştuğunu zannettiği bu kahramanı “ete kemiğe bürünmüş olarak” gördü. Bu film yıldızının adı anons edildi ve adam bir atın üzerinde gözüktü. Bu, küçük George’da narsisistik karakter yapısının kristalleşmesini sembolize eden “işte benim düşündüklerim bir gerçektir deneyimi” yarattı. Tümgüçlü kahramanına ulaşabilmişti ve aslında kendisi de o seçkin grubun bir üyesiydi.
Ciddi aile sorunlarının karşısında çocuk ve dede bir ikili oluşturmuş ve George Süpermen gibi davranmaya başlamıştı. Çocuk gerçekten de yakışıklıydı, çok zekiydi, yaratıcıydı ve tehlikeli sporlarda başarılıydı. Kendisiyle ilgili narsisistik görüşleri, gündelik yaşantısının tamamıyla hatalı bir yansıması değildi.
George 21 yaşındayken bir mafya lideri olan dedesi faili meçhul bir cinayette evinin kapısından dışarı çıkarken öldürüldü. Cesedi kapıya çıkan merdivenlerden sokağa düştü ve bir kan gölü içinde kaldı. Bu dramatik olayın ardından George psikotik bir dağılma yaşadı ve bir psikiyatriste giderek ilaç almak zorunda kaldı. Sonraları narsisistik yaşam tarzını büyük oranda tekrar düzenleyebildiyse de, büyüklenmeci kendiliğini koruyan dedesi artık dış dünyasında olmadığı için gün içindeki sorumluluklarıyla baş edemedi. Analize geldiğinde ise dedesi öleli yıllar olmuştu. Alice, “küçük adam” olgusunun yardımıyla, “kapsülle kaplanmış” tümgüçlü benlik parçasını ölen dedesinden kendi içine alarak korumayı başarmıştı. “Rönesans’ın Son Sanatçısı”nda oluşan dede imgesiyse buna kıyasla daha karmaşıktı ama buna rağmen Alice’te gözlenen fenomen gibi tipikti.
8 aylık analizin ardından gelen yazda verdiğimiz birkaç haftalık arada George yönelimini kaybetti ve yardıma muhtaç hale geldi. Analizine döndüğü zaman, verdiğimiz birkaç haftalık ara nedeniyle aktarımda gerginliklerini yatıştıramayan “kötü” anne olmuştum. Benden uzaktayken yardıma muhtaç hale gelmesini incelemeye başladığımız zaman, tümgüçlü dede imgesi (kendisine ait olan ve yansıttığı çocuksu tümgüçlülüğünü, “iyi anne” imgesini ve kendi benlik idealini de içeren) aşağıda anlatacağım şekilde ortaya çıktı.
George “inanılmaz” bir iş fırsatının peşindeyken başka bir şehre uçmak için bir seansını iptal etti. Bir satıcıdan Afrika’da yapılmış boncuklar alıp satarak 900 $’lık bir yatırımı üçe katlamayı planlıyordu. Ama bu işte bir miktar parasal risk de almıştı. Bu merak uyandırıcı girişim, yüzeyde bir şey ifade etmezken George bir sonraki seansta kendiliğinden Amerika’da ekonominin çöktüğü ve “Depresyon Yılları” olarak bilinen 1930’lardan bahsetmeye başladı. Çaresizliği onu terk etmiş gibiydi ve dedesinin zor geçen 1930’lu yıllardaki yaşamıyla ilgili hatıraları yüzeye çıktı. Ama riskli boncuk ticareti girişimiyle dedesinin ailedeki efsane haline gelmiş sıra dışı cesurluğu arasında bilinçli bir bağlantı kurmamıştı. Dedesi, ailede pek açıklanmayan sebeplerle yasalara karşı gelmiş ve hapse girmişti. Hapiste şerifle kumar oynamış ve kazanınca şerifin silahını almıştı. Sonra hapishanedeki bir mahkûmdan kürk alıp bunları öyle bir kârla satmıştı ki, bu sayede büyük bir mal varlığı edindiği işlere girme fırsatı elde etmişti.
Hastamın ticaret yapma davranışını yönlendiren, dedesinin tasarımı ile olan özdeşimiydi. George’un ticaret macerasına girişerek benliğinin bir parçasını (Bychowsky’nin (1956) terimi ile) “serbest bıraktığını” anladım. Benliğinin bu parçası, kendisini yalnız başına “depresyondan” çıkartan dede imgesini içeriyordu. Hatıralarının gücü; hastanın “eylem kullanarak hatırlamasından”, çaresizliğe verdiği tepkiden ve analistini sakinleştiremeyen anne imgesi gibi kullanmasından anlaşılıyordu. Sonuçta dedesiyle kurduğu tasarımsal ilişki sayesinde, benliğin bu parçası onu depresyondan çıkartmıştı. Hatta bunu “küçük adam”a özgü somutluğu yaşamadan yapmıştı.
Dostları ilə paylaş: |