Nakil ve Araştırma
Kayseri, Fusus kitabının ve şerhinin zorluklarını gidermek için telif ettiği önsözünün üçüncü bölümünde şöyle diyor: “Bil ki ilahi isimlerin Allah’ın ilminde makul suretleri vardır. Zira Allah zatı için (lizatihi) zatını, isimlerini ve sıfatlarını bilmektedir. Bu ilmi suretler zatın aynısı olduğu için özel bir şekilde ve belli bir nisbette tecelli etmektedir ve a’yan-i sabite olarak adlandırılmaktadır. Külli veya cüz’i olsun fark etmez. Ehlullah nezdinde külliyatı mahiyet ve hakikatler olarak adlandırılmaktadır. Nazar ehli nezdinde ise cüziyyatı hüviyyat (hüviyetler) olarak adlandırılmaktadır.
A’yan-i sabite Hakk’ın ilmi suretleridir. Hakk’ın işlerinin esmaî tecelliler cihetinden ayrıcalık menşeidir. A’yan, ilahi isimlerin taayyünü olduğu için ilahi isimlerden sonra gelmeleri akıl tahlili hasebiyle o a’yan’ın zati özelliğidir. Hakk’ın mutlak külli boyutlarla taayyünü ilmi suretlerin ayrıcalık menşeidir. İlmi makamda her mümkün ayn’ın zuhur menşei ilahi isimlerden biridir. Aynı şekilde imkanî a’yanların zuhur menşei, ilahi kapsamlı külli isimdir. Taayyün cihetinden tecelli hakikati mutlak gaybı bildiren isimdir. O gaybın makamı taayyün etmemesidir. Her taayyün, o taayyünün menşei olan isim cihetinden gayp makamlarından bir makamdır. İlahi kapsamlı isim, bütün taayyünlerin menşeidir.
İsimden maksat, ismin kendi mefhumu değildir. Esmaî tecellilerde zatın hakikatidir ki bütün esmaî makamların menşei konumundadır. Yani isim tesmiyesinde külli ve cüz’i elbisesi içinde zatın tenezzülüne bakılmaktadır; uluhiyet makamında zattan elde edilen mefhumlara değil.
Bu bilgiler ışığında bilmiş oldun ki eserler her ne kadar zat için olsa da mutlak gaybî hakikat imkanî mazharda tecelli etmekten uzaktır. Bu yüzden mümkün a’yanlar zat örtülerine istinat edilmektedir. Yani ilahi isimler Hakk’ın zatının ve yüzünün nurlarıdır. Eğer Hakk vücudî tecelli ile bu nurlar olmaksızın zahir olacak olursa, “yüzünün nurları yaratıklarından gördüğü her şeyi yakar.”
Bu esas üzere ilahi isimler de fiili tecelli makamında, ilmi makamda a’yan-i sabitede tecelli yoluyla aynî makamda zahir, cari veya tecelli etmektedir. Tecelli eden hakikatte zat makamıdır, ama isimler elbisesi içinde. Harici hakikatlerde cereyan eden, a’yan-i sabite elbisesindeki zattır. Elbette gayb’ul-guyub makamından zatın uzaklaşması olmaksızın. İsimlerin a’yan makamında vahdet ufkundan ayrılması olmaksızın. A’yan-i sabite de bizzat ilahi isimlerin gölgesi ve ilahi isimler zatın gölgesidir. Dış a’yanlar ilahi isimlerin gölgeleridir. A’yan-i sabite hakkın işleri olduğundan özel vücutlardır. Kayseri’nin ifadesine göre zayıf nurlardır. İmam’ın (r.a) ifadesine göre ise vücut asil olduğundan a’yan, vahdet açısından (gayriyet ve kesret açısından değil) gaybî hakikatlerin zuhur vasıtasıdır. Mefhumun gayriyeti cihetinden ise, isimlerin gölgesi ve özel vücutlardır.
Büyük arif Mirza Muhammed Rıza Kumşei (r.a) şöyle diyor: “Eğer, “Allah’ın ismi ve Muhammedi ayn-i sabit ilimde birlik içinde iseler, o halde neden âlem o isme değil de ayn’a isnat edilmektedir?” diye soracak olursan şöyle deriz: Ayn-i sabit o ismin taayyünüdür ve bir şey kendi taayyünü ile amel eder. Mülk, melekut, ceberut ve lahut âlemlerinde tecelli eden Allah’ın izni ve hilafetiyle o hakikattir. Allah apaçık hak üzere hükmedendir.”
Merhum Muhammed Rıza ve İmam (r.a) itiraf etmektedirler ki a’yan’da zahir olan şey ilahi isimlerin eseridir. İsimler hazinesinden mazharlara nazil olan şey ise zatın eseridir. Hatta ilahi isimlerin cereyanı Hakk’ın cereyan ve zuhuru gibidir.
İmam (r.a) şöyle buyurmuştur: “İkinci misbah sana bu hilafet sırrını açığa çıkarmaktadır. Bu bölümde nurani ufuklardan doğan imani hakikatler vardır.”
Bu bölümün özeti şudur ki vücud-i münbesit, rahmanî nefis, mutlak meşiyet ve Muhammedi hakikate katılan, hasıl olan veya ariz olan ilk taayyün, ilk akıl kisvetindeki taayyündür. Esmaî kemalde ıtlak semasından takyid arzına nazil olan Hakk’ın ilk zuhur ve cilvesi, vücudî münbesit ve fiili meşiyettir. Vücudun zerrelerinde cereyan eden o feyzin kabul edeceği ilk taayyün ve kayıt akli taayyündür. Dikkat etmek gerekir ki bu hareket ve zuhurda cereyan eden iş, Hakk ile mütekavimdir. Hatta Hak ile takavvümü onun zuhur biçimidir. Tahkik erbabının söylediğine göre bazı taayyünler vücut hakikatinin zatından ortaya çıkmaktadır. Tıpkı ahadi ve vahidi taayyün gibi. Bazı kayıtlar ise ariz veya mülhak olmaktadır. Tıpkı sonsuz taayyünlerin ebede kadar vücudî münbesit üzerine eklenmesi gibi.
İşte bu cereyan eden feyiz ve Muhammedi hakikat üzerine inen ilk taayyün, ilk akıl suretindeki o hakikatin taayyünüdür. Bazı kemal sahipleri bu hakikate işaret ederek şöyle demişlerdir: “Ona biat eden ilk şey, ilk akıldır. O, O’nun güzelliklerinden bir güzelliktir.”
Dikkat etmek gerekir ki feyiz, akıl mecrası yoluyla bütün eşyada cereyan etmektedir. Bu yüzden bazıları vücut gaybından sudur eden ilk şey hakkında filozofların ve ariflerin meşrebini bir araya getirmeye çalışmışlardır. Dediklerine göre akıl münbesit vücudun icmal ve cem mertebesidir. Münbesit vücut ise onun tafsil mertebesidir. Bu cem makamını Peygamber’in (s.a.a) şu sözü teyit etmektedir: “Allah’ın yarattığı ilk şey kalemdir.” Hakeza şöyle buyurmuştur: “Allah’ın yarattığı ilk şey benim ruhum ve nurumdur.”1 Hz. Ali (a.s) ise sahih bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Peygambere Allah’ın ilk yarattığı şey sorulunca şöyle buyurmuştur: “Allah, yaratıkların başları sayısınca başı bulunan bir melek yaratmıştır.”
“Allah’ın yarattığı ilk şey kalemdir”, “yaz” dedi diye emrettiğinde, “ne yazayım?” diye sordu. “Ebede kadar olmuş ve olacakların kaderi” gibi ifadeler, fiili meşiyyetin akıldan geçtikten sonra vücut zerrelerine nazil olduğunu göstermektedir: “Gökten bir su indirdi ve o su miktarınca vadilere cari oldu.”
Şii ve Sünni kaynaklarda Peygamber ve Ehl-i Beyt’in nursal yaratılışı hakkında bir takım rivayetler vardır. İmam (r.a) bu konuda birkaç hadis nakletmiştir. O rivayetlerin içeriğini yorumlamaya çalışmıştır. Bu hadislerden biri Kafi’nin İmam Sadık’tan naklettiği rivayettir: “Allah var iken hiçbir şey yoktu. Ardından varlığı ve mekânı yarattı. Nurların kendisinden nurlandığı nur’ul envarı yarattı. İçinde kendisinden nurların nurlandığı nurunu cari kıldı. İşte o kendisinden Muhammed ve Ali’yi yarattığı nurdur.”2
“O Muhammed’in kendisinden yaratıldığı nurdur” ifadesinde yer alan “O” zamirinin dönüş yeri nur’ul-envar veya nurların aydınlandığı nur’ul-envardır. Son peygamber ve son evliyanın birliğine nazaran her ikisi de ilk yaratılan şey sayılmaktadır.
Bu iki zatın birlik ciheti ise şudur: Gerçi zuhur makamında son Peygamber (s.a.a) bütün mevcutlar üzerinde önceliğe sahiptir, âlemin efendisi, zuhurunun mebdei, sonu ve Allah’a dönüşüdür, ama sonuçlarda birlik içindedirler.
“Nebi güneş, veli ay gibi geldi,
“Benim için Allah ile” makamında bir oldular.”
Hz. Ali’nin Peygamber’den sonra gelişi soyut bir cevherin diğer soyut bir cevherden sonra gelişi gibi değildir. Benzetme açısından arazın cevherden sonra gelişi gibidir. Zira araz cevherin işlerindendir ve cevherin zuhurudur. Bu benzetme bir açıdan yakınlaştırıcı, ama bir çok açıdan da uzaklaştırıcıdır.
Bazı hadis erbabı hadis-i şerifi şöyle nakletmişlerdir: “Allah-u Teala var olduğunda hiçbir şey yoktu. Böylece Allah mekânı yarattı.” Zira mümkün hakkında mekân ifadesinin kullanılması muhaddislerin ifadelerinde oldukça fazladır. İmam (r.a) bu hadisi bütün incelikleriyle şerhetmiştir. İmam’ın bu konudaki metodu ve zevki nitelendirilmeye ihtiyaç duyulmayacak bir konumdadır. Muhammedi mutlak velayet varislerinin maksadını açıklamak ve hadislerdeki zorlukları şerhetmek mütekellimlerin uhdesinden gelebileceği bir iş değildir. Bazı yerlerde hatta yüce bir ilme ve aşkın hikmete sahip olmak da yeterli değildir. Sadece irfan erbabının sözlerinin şifrelerini bilmek sorunu halletmektedir:
“Ey dost maksada giden kervanlar çoktur.
Ama ulaşanlar azdır.”
“Ki gülün güzel yüzünü bin destan ile söyledi.”
İmamların asrında yaşayan marifet talipleri ve soru soranların bakışı şehadet ve madde âlemine olduğundan dolayı onlara Allah’ın yaratıştan önce eşyayı nasıl bildiği soruluyordu. Ehl-i Beyt imamları da onların haline uygun bir şekilde konuşuyordu. İmamlar (a.s), sürekli bilginler ve konuları bilen ilmi şahsiyetlerle konuşmuyordu. Hatırladığım kadarıyla Fuzeyl, İmam Bakır’a (a.s), “acaba Allah yaratıkları icad etmeden önce kendi vahdaniyetinden haberdar mıydı, yoksa yaratıştan sonra mı vahdaniyeti hakkında ilim sahibi oldu?” diye soru sormuştur. Zira o İmam’ın (a.s) ashabının bu meselede farklı görüşlere sahip olduğunu görmüş idi. Bazıları inanıyor ve bazıları inkar ediyorlardı. Bazıları şöyle diyorlardı: “Allah eğer mümkün varlıkları yaratmadan önce kendi vahdetini ve kendisinden başka bir varlığın olmadığını biliyorsa, bundan mümkün varlıkların ezeli olması icab eder. Zira kendisinin vahdeti hakkında ilim sahibi olması, kendisi ve mümkünler hakkında ilim sahibi olmasını gerektirir. Bu kimseler ilim denilince mutlak şekilde zata zaid olan bir sureti anlıyorlardı. Ashabın bazısı ise şöyle diyorlardı: “Eğer Allah, eşyayı yaratmadan önce onlar hakkında bir ilim sahibi idiyse, mümkünlerin vücuttan önce mevcut olmasını gerektirir. Bunlar da yok olan bir şeye ilmin taalluk etmeyeceğini sanıyorlardı. Bu kimseler, sem’i olan birinin sesleri işitmek ve basir olan bir kimsenin ise varlıkları görmek anlamına geldiğini zannettikleri cihetiyle Hak Teala’nın sem’î ve basarî ilmi hakkında sıkıntıya düşmüşlerdi. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Basir, yaratıklardan görülen hiç kimse olmaksızın görendir.” Bu söz ilahi iki sıfat hakkında bilgi sahibi olmayan kimselerin şüphesine verilen bir cevaptır. Bu iki sıfat, külli isimlerden ve isimlerin en önemlilerindendir. Hakeza Hz. Ali (a.s), “malum olmaksızın alim olandır” diye buyurmuştur. Aynı şekilde Allah, hiçbir duyulacak şey yokken duyandır.
İlahi isimler, sıfatlar ve zat hakkındaki ihtilaf, imamların ashabı arasında iki asrı geçtikten sonra bile geniş boyutlarda var olmuştur. “Eserden etkilenmek” ve “vaki olan olaylar” hakkındaki rivayet de Ehl-i Beyt imamlarının ashab ve takipçileri arasındaki çeşitli ihtilafları göstermektedir. Bu dönemde onlar arasında sağlam bir kariyere sahip uzman kelamcılar da oldukça azdır.
İmam (r.a), “hiçbir şey yokken Allah var olandır” diye buyuran hadisi açıklamak için şöyle buyurmuştur: “Allah varlığı ve mekanı yaratmıştır… Onlardan biri de nurlardır.” İmam’ın bu sözü düşükten yüceye vücut mertebelerinin düzenine işaret etmektedir.1
Bu söz, hadisten elde edilen çok ince bir anlamdır. Ehl-i Beyt’in sözleri tıpkı Kur’an ve tedvini kelam gibi çeşitli batınlara sahiptir. İmam’ın (a.s) makamı, mezkur hadisin zikri makamında Hakk’ın külli ve cem’i bir isim olan mütekellim ismiyle taayyün etmesi makamına yakındır. Marifetler hususunda ifaze ettiği şeyler ölmeyen diriden alınmıştır. İlimleri ise ölüden alınmıştır; resmi ilimler ashabının ilminden değil.
Var olan varlıkları ve mekanı yaratmaktan maksat kainatı, yani madde âlemindeki varlıkları, türsel suretleri ve hareket halindeki hakikatleri yaratmaktır. Bunun şahidi ise İmam’ın (a.s), “varlığı ve mekanı yarattı” sözüdür. Zira mekan sorusu hakkın tahakkuk ciheti olmuştur. Ama hadisin özel düzeni ve tertibi bu yorumla o kadar da uyumlu değildir. Gerçi çoğu defa görüldüğü gibi hadislerde özel bir tertibe ve düzene riayet edilmemektedir. Aynı zamanda bu hadislerde oldukça dakik cümlelerle yüce konular zikredilmiştir. Bu hadiste ise özel bir düzen ve metoda riayet edilmemiştir.
“Nur’ul-envar’ı yarattı” ifadesi hakkında da bir yorum yapmak gerekir. Zira nur’ul-envar yaratık âleminden ve yaratışsal nisbetlerden hariçtir. Aynı zamanda bu asıldan tenezzül ederek ve Muhammedi hakikat ve mutlak cari meşiyyete nur’ul-envar ifadesinin kullanıldığını kabul ederek, “nurları yarattı” cümlesindeki nurlardan maksat bütünüyle nur mertebelerinden ve mutlak nurun cilvelerinden olan yüce nefisler ve boylamsal akıllardır.
Nur’ul-envar’dan maksat gaybî hakikat olursa ve ondan da “derk edilmeyen ama kendisiyle derk edilen nur ve derk edilen ve kendisiyle derk edilen ışık hakikati ve zat nuru kastedilmiş olursa bu durumda tertibe riayet edilmemiş olur. Ama, “bütün nurların kendisinden nurlandığı nur’ul-envar’ı yarattı. Onda nurların kendisinden nurlandığı nuru cari kıldı ve o nur Muhammed’in yaratıldığı nurdur” ifadesinde görüldüğü gibi özel bir düzene riayet edilmiştir. Zira nur’ul-envar feyz-i mukaddestir ki nurlar, yani nursal hakikatler onunla nurlanmaktadır. Ahmedi ve Alevi ilk cilve de bu nur’ul-envar’dandır ve açıkça bilindiği gibi defalarca Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben ve Ali bir tek nurdan yaratıldık. Ben ve Ali bir tek ağaçtanız.”
O halde nurlar âlemi hüviyet gaybı menzillerinden ilk menzil olan ceberut âleminden ibarettir. Bir itibare göre o âlem ilahi hüviyet gaybının ikinci menzili olarak ifade edilmiştir. Misal âleminden kasıt ise hüviyet gaybının üçüncü menzilidir. “O öyle bir nurdur ki…” ifadesindeki, “O” zamiri nur’ul-envara veya bütün nurların kendisiyle nurlandığı nura dönmektedir. Belki de, “kendisinden nurlandığı nur” ifadesindeki gerçek maksat, nur’ul-envardır.
İkinci Misbah’ın üçüncü matla’ında “sadır-i evvel” (ilk sudur eden şey) hakkında söz edilmiştir. İmam (r.a) bu meseleyi ele almıştır ki filozoflara göre ilk sudur eden şey, akl-i evveldir. Şii ve Sünni hadis kitaplarında yer alan çeşitli rivayetler de, bu asla delalet etmektedir. Dirayet ehlinden hiç kimse bu asil aslı ve inkar edilmez kaideyi reddetmemiştir.1 Haktan bir çok şeyin sudur ettiğini caiz gören kimseler mebde’ul-mebadi ve nur’ul-envar’ı hakiki bir vahit olarak kabul etmemişlerdir. Onlar Hakk’ta kesret cihetlerinin ve zaid sıfatlarının olduğuna inanmışlardır. Ama Hakk’ın zati besatetine inananlar ve zata zaid olan bütün sıfatları reddedenler –ama Şeyh Eşari ve onu takip eden kimseler bunun tersini düşünmektedirler. Eşaire’ye göre temel sıfatlar zata zaid olan sıfatlardır. Eşaire zatın künhü mechul olan bir mahiyet olarak farzetmişlerdir- ilk mebdede kesret cihetinin olmadığına inanmaktadırlar. İhtiyar da onun zatının aynısıdır. Zira o basit hüviyetiyle bütün eşyanın zuhur menşeidir. Ama belli bir düzen ve uyum üzere. Zira mutlak gökten mukayyed yeryüzüne inen bereketler en şerafet sahibinden en düşük şerafet sahibine ve oradan da en düşük varlığa inmektedir. Tuhafet kitabını yazdığı zaman kendi zamanının Eşarilerinin şeyhi olan Kamil Şeyh Gazali bu kitapta söz konusu kesin ilkeyi alaya almıştır. O açık bir şekilde zaid sıfatları reddeden kimseleri sıfatları inkar edenler olduğuna inanmıştır. Gazali burada hangi sıfat olursa olsun, zaid sıfatın mahdud olduğundan gaflet etmiştir. Sonsuz zattan sonra gelen varlık mütenahi ve yokluk haddiyle mahdud bir varlıktır. Hz. Ali (a.s) bu problemi göz önünde bulundurduğu için şöyle buyurmuştur: “Allah’ın sıfatı için belli bir had ve mevcut sıfat yoktur. Allah’a ihlasın kemali ondan sıfatları nefyetmektir.”
Gazali o zaman hatta ölünceye kadar da Şeyh Eşari ile övünen bir kimseydi. İlginç olanı da şudur ki İbn-i Arabi’de Hakk’ta muhtelif cihetleri kabul etmiştir. Ama onun öğrencisi olan Sadruddin Konevi onu reddetmiştir. Şeyh, Futuhat kitabının birinci cildinde şöyle demiştir: “Mesele: Bütün cihetlerden vahit olan bir varlıktan sadece vahit sudur eder. O zaman vahidin bu vasıf üzere olup olmadığı hususunda yazarın kendine has bir görüşü vardır. Görmüyor musun Eşaire Hak için icadı sadece kadir olduğu, ihtisası sadece mürid olduğu ve hükümleri sadece alim olduğu hasebiyle karar kılmışlardır. Bir şeyin mürid olması, kadir olmasının aynısı değildir. Dolayısıyla da bundan sonra, “O her açıdan vahittir” sözleri genel taalluk hususunda doğru değildir. Nasıl olmasın ki onlar zata zaid sıfatı ispat etmekte ve bu zaid sıfatın Hakk ile kaim olduğunu söylemektedirler. Nisbetlere ve izafetlere inananlar için de durum aynıdır.”1
Uzun yazmanın sakıncası olduğu hasebiyle bazen Şeyh-i Ekber’in yazılarında değerli ve değersiz sözler bir arada yer almıştır. Vahdetten kesretin sudur edeceğine inanmaması ilk hakkı hakiki vahit kabul ettiğindendir. Zaid sıfat görüşünü de iptal etmektedir. Hatta bu yanlış inanca inanan kimseleri gizli şirke bulaşmış kimseler olarak görmektedir. Hakk’ın her sıfatında gerçek ve harici vücut hasebiyle bütün sıfatların anlamları tahakkuk etmiştir. Mefhum itibariyle sıfatların kesreti ve tahakkuk ve harici vücut itibariyle sıfatların vahdeti arasında büyük bir fark vardır.
Şeyh, Futuhat’ta Hakk’ın hakiki vahit olduğu hususunda adeta bir münakaşa içinde olduğu gözlemlenmektedir. Şeyh şöyle demiştir: “İlk ma’lulden (sonuçtan) vahit olsa dahi kesretin vücuda geldiğine inananlar, ondaki ortaya çıkan üç itibar sebebiyledir. Bu da onun aklı, nedeni, nefsi ve imkanıdır. Biz bunlara şöyle diyoruz: “Bu sizleri ilk illette, yani içindeki itibarların varlığı hakkında söylemeye zorlamaktadır. O halde neden ondan sadece vahidin sudur olduğunu söylüyorsunuz? Eğer ilk nedenden kesretin sudur olduğunu veya ilk ma’lulden (sonuçtan) vahidin sudur ettiğini söylüyorsanız, o zaman da siz iki emre inanan kimselerden değilsiniz demektir.”2
Şeyh-i Ekber, salt gayb olduğu mülahazasıyla zatın hakikatini kesret mebdei olarak kabul etmemektedir. Zira zat, zati tecelliden, zatın zata şuhudundan hasıl olan zuhurundan ve ahadi, vahidi ve uluhi taayyünden sonra rahmanî nefes ve cereyan eden vahdet ile zuhurun mebdei olmuştur. Başka bir ifadeyle enine ve boyuna zincirlerin zuhur mebdei akli evvelde tecelli eden Allah ismidir veya Hakk’ın zuhuru külli Rahman ismiyle, rahmanî nefes ile ve kendisiyle yaratılan hak iledir. Ama inkar edilemeyen bir gerçek de şudur ki ahadi ve vahidi taayyünde kesret, mefhum itibariyledir. Vücudun hakikati kendi serafeti ve vahdetiyle bakidir. Tahkik ehlinden hiç kimse halkî mertebelerde ve imkanî aynalarda gerçek kesretin ve tenezzülden önceki vücut hakikatinin tahakkukunu dile getirmemiştir. Başka bir ifadeyle Hak uluhiyet veya vahdaniyet ile ittisaf makamında hakiki vahittir. Onun mazharı da kimine göre ilim makamında bütün kabiliyatların aslı ve ayn makamında faili aslın menşei olan Muhammedi hakikattir. Görüş sahibi kimseler, o ilk mazhara akl-i evvel demektedir. Bu da mefhum hasebiyle değil, hariçte kesretten uzak bir konumda değildir. Bu da Hak Teala’da kesret değildir. Bu imkanî cihet ıtlak göğünden takyit arzına, vücudun tenezzül etmesinin bir gereğidir ve bu da kesretlerin menşeidir. İmkan sıfatı kesretlerin kaynağıdır ve onun intiza menşei ise o tenezzülden hasıl olan haddir. Varlık mebdeinde vücudun bir haddi yoktur, sonsuzdur ve nuraniyetin ve vücudun şiddeti itibariyle gayri mütenahidir. Akıl şiddetli gayri mütenahi ile muttasıf değildir. Vücudun hakikati vahit şuhud ile kendi zatını ve zatın malumiyet suretleri olan a’yanı müşahede etmektedir. Bu şuhud ile, yani zati şuhud ile mazharlarda tecelliden hasıl olan bütün taayyünleri müşahede etmektedir. Bu şuhud ile vücudun harici hakikatinde gizli ilahi isimleri, icmali ve tafsili ilmin gizliliğiyle müşahede etmektedir. Daha açık bir ifadeyle ahadi ve vahidi taayyün, Hakk’ın feyz-i akdes ile zuhur ve tecellisi, vücut hakikatinin esmaî ve ayn-i sabit suretlerle taayyünü Hakk’ın ahadiyyet ile ittisafı itibari ile kesretine sebep olmamaktadır. Salt vücutta kesretlerin, cihetlerin ve itibarların husulüne neden olmamaktadır. Aksine kesretler akli bir emirdir ve isimlerin kaderi suretlerle taayyünü sadece akıl tahlili itibariyledir. Kesret sadece isimlerin a’yan-i sabite elbisesinde tecellisinden ortaya çıkmaktadır. Zira vücut ve has kemalleri ıtlak ve makuliyet cihetinden dış âlemde tahakkuk etmemektedir. “Aynî vücudu olan şeydeki hüküm ve eserler onundur.”
İmam (r.a), ikinci Misbah’ın üçüncü matla’ında şöyle diyor: “İlahi hikmet sahibi kimseler ile geçmiş filozofların sözlerindeki zahir olan ihtilafları işittin mi?”
Araştırmacı arifler, sufi kamiller ve marifet deryasına dalanlar Hakk’ın kevni mertebelerde ve vücudi derecelerde ilk cilvesinin vahit olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Vahit mertebesinde kesret suduru, mebde’ul-mebadide kesrete neden olmaktadır. Yine hepsinin görüşüne göre ilk sudur eden şey altındaki bütün kemallere sahiptir ve Hakk’ın bütün sıfat ve isimlerinin mazharı konumundadır.1 Vücut feyzi ondan kainata ulaşmaktadır. Nitekim şöyle buyrulmuştur: “Biz ilk ve sonlarız” veya “biz sonlar ve ilkleriz” O ezeli hadis olan insan ve ebedi daim olan neş’ettir. Bu hakikatin mertebe lisanı ise şudur: “Adem su ile balçık arasındayken ben nebi idim”
İmam (r.a), halkî taayyünden önce ve gayb mertebelerinde, yani ceberut ve melekut âleminde zuhurdan sonra, oradan da şehadet âleminde zuhurda, oradan da kendisinden başladığı şeye dönüşte ve vahidiyet mertebesine, (ka’be kavseyn) ve ahadiyet mertebesine (ev-edna) âleminde zuhurdan sonraki nübüvvet ve velayet hakikatinin tahkiki makamında teşrii ve ta’rifi nübüvvet de dahil olmak üzere velayet ve nübüvvet konularının en önemli hususlarını yazdığı bu özet risalede akli ve nakli delilleriyle birlikte irfani ve zevki yüce konuları kaleme almaya çalışmıştır. İlk araştırmacı filozoflar2, İslami dönemde hikmet ve marifet ehli olanlar, önde gelen arifler, keşif ve şuhud sahibi sufiler her türlü terkipten münezzeh ve hakiki besatet ve salt vahdet ile muttasıf olan mebde’ul-mebadi’den sadece vahidin sudur ettiği hususunda görüş birliği içindedirler ve bu konuda hiçbir ihtilaf söz konusu değildir. Ama mutlak ufuktan sudur eden bu vahidin akl-ı evvel mi veya, vücud-i münbesit mi, meşiyyeti fiiliye mi, yoksa rahmanî nefes mi, yoksa kendisiyle yaratılan Hak mı olduğu hususunda ihtilaf söz konusudur. Molla Sadra’dan önceki filozofların tümü sadır-ı evvelin akl-ı evvel ve ariflerin tümü de vücudî münbesit ve ilahi geniş rahmet ve rahmet-i imtinaniyye olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Her birisi kendi görüşlerini ispat etmek için bir takım deliller zikretmişlerdir ki o delillerin çoğu da münakaşa edilir türden delillerdir.
İmam (r.a) filozof ve ariflerin bu konudaki ihtilaflı görüşünü naklettikten sonra Sadruddin Rumi Konevi’den şunu nakletmiştir: “Münezzeh olan Allah, vücud vahdeti hasebiyle kendisinden sadece vahdet sudur etmiştir. Vahid, vahid olduğu hasebiyle kendisinden kesret sudur etmez. Ama bize göre vahid, mümkün varlıklara ifaze edilen genel vücuddur. Onlardan vücuda gelen veya vücudu hakkındaki ilim önceliğine rağmen henüz vücuda gelmemiş varlıklar ise kalem’ul a’la….ve diğer varlıklar arasında ortak olan vücuttur.”
İmam (r.a) daha sonra şöyle buyurmuştur: “Miftah’ul-Gayb ve Vücud”ta da bunun benzerini söylemiştir.”
İmam (r.a) dördüncü matla’da ise şöyle buyurmuştur: “Şimdi artık aynı ilim ve irfan mektebine mensub olduğumuz imani kardeşlerimize üzerimize düşen şeyleri eda etmenin zamanı geldi. Maksadımızı ortaya koymalıyız ki aradaki ihtilaf ortadan kalksın ve iki grup (arifler ve filozoflar) arasında barış sağlansın.”
Ariflerin ve filozofların görüşünün ortak noktası şudur ki ariflerin metodu her ne kadar akıl ötesi bir metod olsa da sarih, akla aykırı bir metod değildir.”
Ne marifet erbabının müşahedeleri aklın apaçık hükmüne aykırıdır ve ne de keşif erbabının şuhuduna muhalif olan akli deliller. Marifet ve hikmet ehli kimseler kesret cihetlerine, vücut mertebelerini korumaya, gayb ve şuhud âlemindeki zuhuruna, sebepler cihetine riayet etmeye, iniş ve yükseliş yayının tahakkuk biçimine dikkat etmişlerdir. Onların tüm himmeti bütün açılardan vahit olan bir şeyden kesretin sudur biçimini beyan etmek olmuştur. Onlar daha çok şu aslı korumaya çalışmışlardır ki vücut feyzi, iniş yayında en yüce mertebelerden, ceberut ve melekut âlemlerinden geçtikten sonra madde âlemine tenezzül etmiştir. Yükseliş yayında ise elastikiyetli bir hareketle en düşüğünden başlayarak elementsel, bitkisel, hayvansal ve insani derecelerden geçtikten sonra varlıkların en şerafetlisiyle sonuçlanmıştır. Vücud gaybı makamından nazil olan bereketler ve hayırlar kapısı, akli taayyün ile tahakkuk etmiş ve yükseliş yayında akılla sona ermiştir. Hakikatte bütün kesretler ilk sudur eden şeye ve en yüce kaleme istinad edilmektedir. Yüce anlamlar içeren rivayetlere göre de bu kalem varlık levhasına sonsuz yazılar yazmaktadır: “Allah’ın yarattığı ilk şey kalemdir ve nitekim Allah ona şöyle buyurmuştur: “Ebede kadar yaratıklar hakkındaki ilmimi yaz.”
İrfan ve yakin ashabı olanlar ise âlemdeki taayyünlere nazar etmezler. Onlar mutlak vücudun taayyünlerini görürler. Bu taayyünler, âlemlerdeki mahiyetler olarak ifade edilir ve hayal içinde hayaldir.1
Dostları ilə paylaş: |