Ariflerin menkibeleri : Ahmed Eflaki’nin önsözü : rahman ve rahim olan tanrl’nin adiyle


Kapılar, dıvarlar, nükteler söylüyor, ateş su ve toprak hikâyeler anlatıyor. “



Yüklə 0,5 Mb.
səhifə6/7
tarix20.11.2017
ölçüsü0,5 Mb.
#32390
1   2   3   4   5   6   7

Kapılar, dıvarlar, nükteler söylüyor, ateş su ve toprak hikâyeler anlatıyor. “

Birdenbire her taraftan dostlar üşüşmeye başladılar. Mevlânâ hazretleri buyurdu:

Şiir:

Geliniz, geliniz de sevgili gelip ulaşmıştır.



Geliniz, geliniz de gül bahçesi yeşermiştir.”

Bundan sonra dedi ki: “Tanrı sadaka bağışlıyordu. Sadaka alanlarımız nerede idiler?” Bunun üzerine bütün dostlar baş koydular ve böylece bilgiler saçarak ve semâ ederek medreseye geldiler. O gece sabaha kadar baş ağrısız semâ oldu. Mevlânâ: “Tanrı’ya tekrar tekrar yemin ederim ki. bu biçare mahlûkların ileri gelenlerinin, peygamberler ve velilere dair besledikleri itikad, bir tere satıcıya bile lâyık değildir. Bu, ancak velilerin inayet ve merhametiyle olur” buyurdu.

 

(78) Hikâye: (Tanrının) gizli velisi ilâhi (semedânî) arif ve Mevlânâ’nın terbiyesiyle yetişen Mesnevi hân Sıraceddin (Tanrı onun toprağını iyi etsin) rivayet etti ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri: “Onlar kıyameti uzak görürler. Biz onu yakın görürüz” (K., LXX, 6-7) âyetinin mânası hakkında bilgi veriyordu. Buyurdu ki: Tanrı’nın bir sürme kutusu vardı. İstediğinin iç ve dış gözüne bu kutudaki sürmeden çeker. O da bununla bütün kâinatın sırlarını anlar, gayb-ül-gayb’ın gayıpları ona keşfolunur ve ayn-ül yakın ile Tanrı’nın hazineleri ve gizli şeylerini olduğu gibi görür. Eğer o sürmeden o kimsenin gözüne çekmezse, bütün sırlar onun dış gözünün önüne gelse de o, hiçbirini görmez ve bilmez.



Şiir:

Hakk’ın ve Hakk’ın has kullarının inayetleri olmadan melek de olsa onun sahifesi siyahtır. “

Bu inayet olmadan o. gözünü nasıl açabilir?

Bu inayet olmadan o (Tanrı’nın) gazabını nasıl yatıştırabilir:“

Ondan sonra: “Ya şeyhin nazarında nur ol veya dûr (uzak) ol”buyurdu.

Şiir:

Nur istiyorsan, nura hazırlıklı ol, uzaklığı istiyorsan, kendini gör de uzak ol”



 

(79*) Yine Mevlânâ Sıraceddin Mesnevi-hân (Tanrı'nın rahmeti üzerine olsun) rivayet etti ki: Bir gün. Çelebi Hüsameddin’in bahçesine gitmiştim. Bir mendil kırmızı gül toplayıp uğur sayarak eve getirdim Meğer Mevlânâ hazretleri de Çelebi’nin evinde imiş. Ben bilmiyordum. Birdenbire içeri girip baş koydum. Bir de baktım ki, bütün ulu arkadaşlar evin alt ve üst köşelerini doldurmuş oturuyorlar,, Mevlânâ da ortada dolaşıyor manzum, mensur bilgiler ve latifelerden her ne söylüyorsa arkadaşlar yazıyorlardı. Ben son derecede dehşet ve hayretimden mendili unutup kapının dibinde bir yere çekilip uzakta oturdum. Mevlânâ benim tarafa bakarak: “Bahçeden gelen, teberrüken gül, helvacı dükkânından gelen de, bir parça helva getirir” buyurdu. Bunun üzerine ben mübarek ayaklarına başımı koydum gülleri döktüm. Dostlar naralar atarak gülleri yağma ettiler ve hemen başladı.

 

(80) Yine Sıraceddin hazretleri dedi ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri buyurdu ki: Bütün dünya bir şahsın cüzleridir ve: “Ey Tanrım benim kavmime hidayet et çünkü onlar bilmiyorlar” hadîsi de bundan ibarettir. Benim kavmim demek, benim cüzülerim demektir; çünkü kâfirler onun cüz’ü olmasalardı, bütün olmazdı.



Şiir:

Bütün iyi ve kötü, dervişin cüzüdür. Eğer böyle olmasaydı derviş olmazdı. “

 

(81) Yine bir gün Müineddin Pervane hazretleri Sultan Veled hazretlerine: “Mevlânâ hazretlerinin bana halvette bilgiler saçmasını ve bu kulu hakkında hususi bir inayette bulunmasını mutlaka istiyorum” diye yalvardı. Sultan Veled, Pervane’nin bu dileğini Mevlânâ hazretlerine arzetti. Bunun üzerine Mevlânâ: “O, bu yüke tahammül edemez” buyurdu. Sultan Veled üç defa ısrar etti. Mevlânâ “Ey Bahâeddin kırk kişinin kuyudan çektiği kovayı bir kişi çekemez” dedi. Bunun üzerine Sultan Veled baş koyup: “Eğer bunu söylemeseydim, böyle bir sözü nereden işitirdim” dedi.



 

(82) Yine bir başka gün Pervane , Sultan Veled hazretlerini şefaatçi tutarak: “Konya’nın bütün ileri gelenleri Mevlânâ hazretlerinin vaazda bulunmasını çok arzu ediyorlar. Bir meclis ihsan buyursa ne olur? Hayat suyuna susayanları doyurur ve halka da büyük bir rahmette bulunmuş olur” dedi. Sultan Veled hazretleri bu meseleyi Hazret’e söyledi. Mevlânâ: “Bahâeddin, dalları meyva bolluğundan yere kadar inen ağaçtan, bahçıvana küfran-i nimette bulunarak, meyva toplıyamıyan, koparıp yiyemiyen ve Tanrı’nın bu nimetine şükretmiyen kimseler, dalları Sidret-ül Müntehâ’ya erişmiş ve kendisi de yükselmiş olan ağaçtan nasıl faydalanabilir, nimetlenebilir ve o nimetin meyvasının lezzetine nasıl erebilir? buyurdu.

 

(83) Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir ki: Bir gün Pervane, Mevlânâ hazretlerinden kendisine nasihat etmesi için ricada bulundu. Mevlânâ bir zaman düşündükten sonra mübarek başını kaldırıp: “Emîr Muineddin, Kur’an’ı ezberlediğini duydum” dedi. O da: “Evet” diye cevap verdi. Mevlânâ: “Ayrıca hadîsler hakkındaki Câmi’-ül - Usûl’ü de Şeyh Sadreddin hazretlerinden dinlediğini duydum” buyurdu. Pervane yine: “Evet” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ: “Mademki, Tanrı ve onun elçisinin sözlerini okuduğun, gerektiği gibi bahsettiğin ve bildiğin halde o sözlerden nasihat alamıyorsun ve hiçbir âyet ve hadîsin muktezaınca amel edemiyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona nasıl uyarsın? dedi. Pervane ağlayarak kalkıp gitti. Ondan sonra iyi amel işleme, adalet ve ihsan ile meşgul oldu, hayratta bulundu ve böylece dünyada bir tane oldu. Mevlânâ, semâ’a başlamayı emretti.



 

(84) Hikâye: Sözlerine güvenilir râviler şöyle rivayet ettiler. O asırda her biri muhtelif ilim ve hikmetlerde birer kutup olarak kabul edilen şehrin bilginleri, tam bir sözbirliği ile insanların hayırlısı Kadı Sıraceddin-i Urmevî’nin (Tanrı rahmet etsin) yanında toplandılar. Haram olduğu halde insanın rebabı dinleme arzusundan ve halkın semâ’a rağbetinden şikâyette bulundular ve: “Bilginlerin reisi, faziletli insanların başbuğu, Peygamber şeriatinin mesnedi ve Peygamberin vekili Mevlânâ hazretleridir. Neden böyle bir bid’at alsın yürüsn ve bu tarikat revaç bulsun. Bu kaidenin yakında yıkılması ve bu gidişin çabucak ortadan kalkması umulur” dediler. Bunun üzerine Kadı Sıraceddin: “Bu kişi Tanrı tarafından kuvvetlendirilmiştir. Bütün zahir ilimlerde de eşi benzeri yoktur. Onunla pençeleşmeğe gelmez. Onu, o ve Tanrısı bilir.

Mısra:

Her koyun kendi bacağından asılır” dedi.



Bilgin geçinen birkaç mânâsız adam fıkıhtan, hilâfiyâttan, mantıktan, usuleynden, arapça ilimlerden, hikmetten, nazar ilminden, meâni ve beyândan, tefsir ve nücumdan, tıptan, tabiiyattan, ilahiyattan ve daha başka ilimlerden çıkarılmış müşkül meseleler hakkında bir kâğıt üzerine bazı sorular yazıp Mevlana’ya götürmesi için bir Türk fakîhin eline verdiler. Türk fakîh sora sora ve korka korka hendek civarında bulunan Sultan kapısında Mevlânâ hazretlerini buldu. Onu, bir kitabı mütalâa ile meşgul olurken gördü; üzerinde sorular bulunan kâğıtları Mevlânâ’nın eline verip uzakta durdu. Mevlânâ hemen bu kâğıtları gözden geçirmeden mürekkep ve kalem istiyerek her mesele ve nüktenin cevabını tafsilâtiyle altına yazdı. Bütün meselelerin cevaplarını da hazık bir doktorun birkaç ilâcı birbirine katıp çok kolay hazmedilen bir macun tertibetmesi gibi iyice toplayıp bir mesele haline koydu. Türk fakîh kâğıdı tekrar mahkemeye getirdi. Bu soruları tertibedenlerin hepsi, müşküllerin izahını ve onların cevaplarını öğrenince keder bulutlarına gömüldüler. Mevlânâ’nın o meselelerin delillerini, burhanlarını ve her birinin dayandığı noktaları göstermekte ve muarızlarını susturmaktaki kudreti karşısında hepsi hayran ve çaresiz kalıp bu hareketlerinden utandılar. Mevlânâ arkasından hemen: “Dünya bilginleri! malûmunuz olsun: Ben dünyada ki paranın, gerdanlıkların ve muhtelif şeylerin verdiği lezzetleri, “.... süslenildi” (K. III, 14) âyetindeki her şeyi, medreseleri ve hânekahları, ileri gelenlerin hizmetine bıraktım. Bunlardan hiçbir mansıpta gözüm yoktur. Dünyaya ve dünyadaki her şeye artık hiç bakmıyorum ki bu efendilerin servetleri bol olsun ve dünyalık lezzetleri artsın. Biz kendimizi bunlardan uzak tuttuk. Bir köşede inzivaya çekildik. Şöhretten kaçınma evine sığındık. Hattâ haram ve mennettikleri o rebap, azizlerin işine yarasa ve gerekseydi, biz ondan da elimizi çeker, onu din ilerigelenlerine verirdik. Acizlik ve ilgisizlikten ötürü garip rebâbi biz çaldık; çünkü gariplere rağbet, din erlerinin ve ilm-i yakîn peygamberi İbrahim’in işidir” diye ikinci bir mektup yazdı ve derhal rebâp gazeline başlayıp buyurdu.

Şiir:


Rebâbın neden bahsetiğini biliyor musun?

O, göz yaşından ve yanmış ciğerden bahsediyor ilâh..”

Bütün bilginler, Kadı Sırâceddin’in huzurunda pişmanlık getirip töbeler ettiler ve Mevlânâ’nın Halil peygambere yaraşır yumuşaklığıyla ve iyi ahlakıyla insafa geldiler. Onlardan nazarî ilimlerde üstat olan beş bilgin kişi ve fetva veren müderrisler Mevlânâ’nın kulu ve müridi olup dediler:

Şiir:

Bu talih gökten geldi, toprak âleminden değil



Bu ikbal ve yıldız işidir, bazu işi değildir. “

 

(85) Hakâye: Hikâye râvileri ve âyet ezberliyenler şöyle rivayet ettiler ki: İtibarlı hacılardan bir grup Kabe’den gelmişti, şehrin şeyhleri ve münzevilerini ziyarete gidip her birini idrâk ettiler. Şehir halkı hacılara semâ’lar teribetmiş ve sevgi gösterilerinde bulunmuşlardı. En sonunda meğer bir dost Mevlânâ hazretlerini ziyaret etmeleri için hacılara irşatta bulundu. Hacıların hepsi kulluk ihramını can beline bağlıyarak o canlar Kâbesini ziyarete gittiler. Medresenin kapısından içeri girdikleri vakit. Mevlânâ hazretlerini mihrapta gördüler. Hep birden tekbir getirerek kendilerinden geçtiler. Bir müddet sonra kendilerine gelince Mevlânâ hazretleri: “O, sizden gizlenmiş veya sizin tarafınızdan benzetilmiş olabilir, çünkü insan insana çok benziyebilir” diyerek özür dilemekle meşgul oldu. Hepsi feryad ettiler ve: “Mevlânâ hazretleri ne kadar üstü kapalı konuşuyor’ dediler. Ulu arkadaşlar o durumu ve o özür beyan etmenin sebebini hacılardan sordular. Hacılar hep birden: “Yüce Tanrı’ya ve onun Kelâm-ı Kadîm’ine yemin ederiz ki, bu adam Kabe’yi tavafta, ihrama bürünmüş olduğu halde bizimle idi. Arafat vakfesinde, Merve ve Safa arasındaki Sây’de haccın bütün menâsik ve daha başka yerlerinde. Peygamberin (Selâm üzerine olsun) Medine’deki mezarını ziyarette hep bizimle beraberdi. Fakat hiçbir gün bizimle sofraya oturmadı ve bizimle bir kabdan yemek yemedi. Tıpkı bu şekilde ve bu elbise içinde haccın ibadet edilen ve kurban kesilen birçok yerlerini bize bildirdi. Şimdi kapalı konuşuyor ve kendisini gizliyor” dediler. Dostlar bağırdılar. Sonra büyük bir semâ oldu. Hacılar başlarını açıp mürit ve âşık oldular.



 

(86) Yine arkadaşların ileri gelenlerinden nakledilmiştir ki: Mevlânâ hazretlerinin şehirin ileri gelenlerinden ve ticaret erbabından bir müridi vardı. Bu adam, Kabe-i Muazzama’ya gitmişti. Bu tacirin karısı Kurban bayramı arifesi gecesinde çokça helva yaparak fakirlere, zavallılara, ve komşulara birer birer sadaka olarak dağıttı. Şekerli helva ile dolu büyük bir siniyi de müritler yesinler ve kocasına hayır dua etmekle yardım etsinler diye Mevlânâ hazretlerine gönderdi. Mevlânâ hazretleri: “O hanım bizim çok candan dostumuzdur. Bütün arkadaşlar bu helvadan yesinler ve uğur sayarak bundan götürsünler de” buyurdu. Bütün arkadaşlar gerektiği gibi büyük bir zevkle yedikleri ve götürdükleri halde sini yine dopdolu idi. Mevlânâ hazretleri siniyi kaldırıp medresenin damına doğru yöneldi. Dostlar: “Mevlânâ ne yapacak” diye şaşakaldılar. Mevlânâ hemen o anda damdan sinisiz indi ve : “O helvayı, o adam da yesin diye siniyi götürdüm” dedi. Dostların hayreti bir iken bin oldu. Tasadüf öyle oldu ki, hacıların sağ salim şehre ulaştıkları haberi de geldi. Şehir halkı şenlikler yaparak hacıları karşıladılar. O gönlü aydın tacir de henüz yol tozu üzerinde olduğu halde. Mevlânâ’yı ziyarete gelerek şükürlerde bulundu. Hudâvendigâr sevgiler gösterip evine gitmesine müsaade etti. Tacir eve geldi, aile efradını kazasız, belâsız selâmette buldu. Tacirin geldiği gece hep birlikte otururlarken köleler eşya arasından bir sini çıkardılar. Hanım: “Bu sini bizimdir, onun sizde ne işi var. Onda tarih ve efendinin adı yazılmış” dedi. Tacir’ “Ben de hayretteyim, bu sininin benim yanımda ne işi var” dedi. Hanım meseleyi tekrar sordu. Tacir: “Arafat dağında, arife gecesinde hacılarla birlikte çadırımda oturmuştuk. Çadırın bir köşesinden bir elin içeriye girdiğini ve bu siniyi helva ile dolu olarak önümüze koyduğunu, sininin de bizim sini olduğunu gördüm. Ancak oraya nereden geldiği belli olmadı. Kullar dışarı çıktılar, kimseyi görmediler.” dedi. Bu çok sadakatli hanım derhal baş-koyup bu helva müşkülünü çözdü ve olan biteni tekrar anlattı. Zavallı tacirin, o kudret ve yücelik karşısında kararı gitti. Sabahleyin erkenden erkek ve kadın Mevlânâ’nın huzuruna geldiler. Başlarını açıp ağladılar. Mevlâna hazretleri: “Bütün bunlar sizin itikadınızın ve doğru tabiatınızın bereketi ile oldu da Tanrı kendi kudretini bizim elimizle gösterdi, “Şüphesiz fazilet Tanrı’nın elindedir, onu istediğine verir” (K., III, 66; LVII, 29).

 

(87) Hikâye: Eski dostlardan rivayet olunmuştur ki: Mevlânâ hazretleri (bir) cuma günü Kale Mescidi’nde va’zediyordu. Meclis çok hararetliydi. Birçok ileri gelen adamlar da orda idiler. Mevlânâ âyetlerin inceliklerinde harikalar gösteriyor, âyetlere uygun şiirler, hikâyeler, meseller yağdırıyordu. Her taraftan takdir sesleri, âferinler ayyukun tepesine çıkıyordu. Meddahlar rubailer söylüyorlar, güzel sesli okuyucular da sesleriyle herkesi sihirliyorlardı. Yalnız bir fakîh kalbindeki illetten ötürü: “Vaizlerin çoğu Kur’an’dan zemin ve zaman uygun birkaç âyet seçerler ve onları mukriler okurlar, vaizler de o hususta hazırlanarak her kitap ve tefsirden garip sözler sayarlar. Bu da halkın hoşuna gider, fakat asıl mânaları sel gibi akıtmağa ve latifeler yaratmağa muktedir ve her fende mahir olan vaizler hafızların düşünmeden birdenbire okudukları herhangi bir âyeti alır, onun derinliklerine dalar ve değerli faydaları ile dünya bilginlerine kendilerini sevdirirler” dedi. Mevlânâ, tam bulunduğu istiğrak âleminden bu fakîhe dönerek: “Haydi bakalım, Kur’an-ı Mecîd’den aklına gelen bir sureyi oku da duyulmadık şeyler işit dedi. Sultan, emîrler ve diğer halk onun bu işaretine hayran kaldılar. O mânâsız fakîh: “Ve’d-Duha” (k., XCIII) suresini okudu. Mevlânâ hazretleri: “Tanrı’nın kalblerin casusları olan has kullarının sohbetine ulaştığın vakit gönül huzuru ve tam bir doğrulukla bulun ki ebedî saadetten nasipsiz kalmıyasın.



Şiir:

Ey süvariyle yarış eden inatçı piyade! başını kurtaramıyacaksın. Ayağını tut (ilerleme). “Ey fare! Sen kendin gibi farelere inadet ve karşı gel. Farenin deve ile sözü olmaz. (Onunla başa çıkamaz) “.

buyurduktan sonra: “Ve’d - Duha” suresini tefsir etmeğe ve incelemeğe başladı. O kadar mâna ve ince şeyler beyan etti ki, anlatılamaz. Bu toplantı akşam namazına yakın bir zamana kadar sürdü. Mevlânâ ise, hâlâ “Ve’d - Duha” nın yemin vavı (vav-ı kasem) hakkında işitilmedik nadir şeyler anlatıyordu. Toplantıda bulunanların hepsi mest oldular. O sırada bu münkir olan fakîh ayağa kalktı, başını açıp elbiselerini yırttı, ağlıya sızlıya gelip minberin basamağını öptü, tam bir itikat ve doğrulukla Mevlânâ’nın kulu ve müridi oldu. O gün bütün ileri gelenler mürit oldular Umumi bir kıyamet koptu. Bunun Mevlânâ’nın son va’zı olduğunu söylerler. Bundan sonra va’zetmediler. Başka bir şekilde vaiz ve takrirle meşgul oldular.

 

(88) Yine nakledilmiştir ki: O zamanda şehrin ileri gelenlerinden bir büyük ölmüştü. Bütün Konya halkı bu toplantıya gelmişlerdi. Yalnız Mevlânâ, cenazeyi evden çıkarıncaya kadar ölenin evinin dışında seyrediyordu. Kemaleddin Muarrif de ayakta durmuş: ‘‘Bismillah Hoca Sadreddin, merhaba Ahi Bedreddin, bismillah Emîr Kemaleddin, hoş geldin Mevlânâ Seyfeddin, hoş geldin Şeyh İzzeddin” tarzında şehrin ileri gelenlerinden birçok kimseleri tanıtıyordu. Cenazeyi evden çıkarıp gömmek için tabutu mezarın kenarına koydukları vakit, Mevlânâ geldi, telkin verenler gibi mezarın başına dikilip: “Kemaleddin Muarrif i çağırın” dedi. Kemaleddin gelip baş koydu. Bütün bilginler ve şeyhler: “Mevlânâ ne yapacak” diye bakıyorlardı. Mevlânâ: “Eğer bunlar hâlâ Sadreddin, Bedreddin iseler çıksınlar, kimlerden oldukları anlaşılsın, korkuyorum ki, Sadreddin’in göğsünde (sadr) din, Bedreddin’in “bedr = dolunay” inde nur kalmamış, Kemaleddin’in Kemâli de eksik gelmiştir ve Seyfeddin de din kılıcını (seyf) kendi nefsine çekmemiş, Münker ve Nekirin satırına esir, İzzeddinin de değeri gitmiş, değersiz olmuştur” dedi. Halkın içinden bir çığlık yükseldi. Kemaleddin kendinden geçti. Birçok eski münkirler de imanlarını yenilediler ve zünnarlarını kopardılar.



 

(89) Hikâye: Mevlânâ’nın sohbetinde ve hizmetinde bulunan dostlar şöyle rivayet ettiler ki: Mevlânâ hazretleri her yıl ulu arkadaşlar ve sesleri çok güzel gûyendelerle birlikte arabalara binerek ılıcaya giderlerdi. Kırk elli güne yakın orada kalırdı. (Bir gün) dostlar ılıcanın gölü kenarında halka olmuşlar, Mevlânâ hazretleri de beka kadehiyle mest olmuş ve lika nurlarına gömülmüş bir vaziyette mânâlar seçiyordu. Dostlar naralar atıyor, çığlıklar koparıyorlardı. Tesadüfen o gölün kurbağaları hep birden vak vak ederek büyük bir gürültü yaptılar. Mevlânâ hazretleri onlara korkunç bir şekilde: “Bu ne gürültüdür, ya siz söyleyin, ya biz” diye bağırdı. Bunun üzerine kurbağaların hepsi susup hiçbir ses çıkarmadılar. Orada bulundukları müddetçe hiçbir canlı nefes alıp gürültü etmedi. Yumn ve uğurla hareket edeceği zaman Mevlânâ, gölün kenarına geldi ve: “Bundan sonra kendi halinizle meşgul olabilirsiniz” diye işaret etti. Derhal kurbağalar tam bir gürültüyle bağırmağa başladılar. Bu nadir keramet sebebiyle tevhidi inkâr eden o kadar kimse iman getirdi ki, söylenemez. İki bine yakın erkek ve kadın mürit oldular.

 

(90) Yine bir gün Mevlânâ, Bahâ Veled’in türbesini ziyârete gidiyordu. Tesadüfen şehirin kasâpları, kurban etmek üzere bir öküz satın almışlardı. Öküz ipi koparıp kasapların elinden kaçtı; Halk, öküzün. arkasına düşmüş bağırıp çağırıyorlardı. (Fakat) hiç kîmsenin biraz ilerleyip onu yakalamaya cesareti yoktu. Öküz; birdenbire Mevlânâ’nın karşısına çıktı ve hemen durdu. Sonra yavaş yavaş Mevlânâ’nın önüne gelerek "hâl" ehlinin anlayacağı bir hâl dili ile aman diledi  ve yalvardı. Mevlânâ ilerliyerek öküzü tuttu. Mübarek eliyle onu okşadı ve merhamet buyurdu. Mevlânâ: “Bunu kesmek doğru değildir, serbest bırakın” buyurdu. Kasaplar öküzü tam mânasiyle serbest bıraktılar. Bunun üzerine öküz geçip gitti. Bir müddet sonra ulu arkadaşlar, arkadan Mevlânâ’ya yetişince onlara: “Kasapların kesmek istediği bu hayvan birdenbire kurtulup kaçtı, bize geldi. Tanrı, nihayetsiz inayetinden ve bizim bereketimizden onu kesilmek ve parça parça edilmekten kurtardı ve o da serbest oldu. Eğer insan da candan ve gönülden Tanrı erlerine yönelir ve mürit olursa Tanrı onları, Cehennem kasaplarının ellerinden kurtarır ve ebedî Cennet’e ulaştırırsa buna hiç şaşmamalıdır” dedi. Bunun üzerine dostlar raksedip dönmeğe başladılar. Sabahtan akşama kadar semâ ile meşgul oldular. Kavvallere o kadar sarık ve elbise verdiler ki, hesaba gelmez. Derler ki, o serbest bırakılan öküzü bir daha hiç kimse bir yerde görmedi. Konya sahrasında kaybolup gitti.



 

(91) Yine ebrârın kendisiyle övündüğü Şeyh Sinaneddin - Neccâr (Tanrı ruhunu rahatlandırsın)’dan rivayet olunur ki: Bir gün Mevlânâ: “Tanrı âşıklarını sevginin tatlılığı, dünya halkını da kadın ve altından ayrılmak zehri öldürür. Mademki Tanrı bu varlık âlemini sırf yokluktan yaratmıştır; o halde senden bir şey yapıp vücuda getirmeleri için yok olman lâzımdır” buyurdu.

 

(91 - a) Yine Şeyh Sinaneddin rivayet etti ki: Bir gün Mevlânâ Kutbeddin-i Şirâzî (Tanrı rahmet etsin), Mevlânâ’yı ziyarete gelmişti. Mevlânâ kerim olan babasının Maârifi’yle hararetlenmişti. Birdenbire medresenin kapısından bir araba geçti. Bir grup kimse bu sese kulak verdi. Mevlânâ, buyurdu ki: “Bu, bir araba sesi midir, yoksa dünya işi midir?” Bunun üzerine bütün cemaat baş koydu. Bundan sonra Kutbeddin Mevlânâ’ya: “Yolunuz nedir?” diye sordu. Mevlânâ: “Yolumuz, ölmek ve nakdimizi göklere götürmektir; Ölmeden ermezsin. Nitekim Peygamber: “Ölmeden götüremezsin” buyurmuştur. Kutbeddin: “Ah ne yapayım” dedi. Mevlânâ da: “benim yaptığımı yap” dedi. Bundan sonra semâ esnasında şu rubaiyi buyurdular:



Şiir:

Ne yapayım, dedim. O da işte bu ne yapayımı düşün dedi. Ona bu ne yapayımdan daha iyi bir çare düşün dedim. Bunun üzerine o yüzünü bana çevirip ey din talibi sen, daima işte bu ne yapayımı düşün dedi”.

Kutbeddin bunun üzerine hemen mürit oldu.

 

(92) Arkadaşların ileri gelenlerinden birisi ölmüştü. Mevlânâ hazretlerine gelip: “Bunu tabutla mı yoksa tabutsuz mu mezara koyalım” diye danıştılar. Mevlânâ: “Dostlar nasıl uygun görürlerse (öyle yapın)” buyurdu. Bunun üzerine ilâhî arif, nur madeni, makam ve basiret sahiplerinden olan Bektemür oğlu Kerimeddin (Tanrı rahmet etsin): “Tabutsuz koymak daha iyidir” dedi. Dostlar: “(Bunun daha iyi olduğunu) hangi delile dayanarak söylüyorsunuz” diye sordular. Kerimeddin: “Çocuğa ana kardeşten daha iyi bakar”; çünkü insanın cismi topraktandır ve tabutun tahtası da toprağın çocuğudur. Tabut insanla kardeş sayılır. Toprak ise şefkatli anadır. Binaenaleyh ölüyü şefkatli ananın kucağına bırakmak daha doğru olur” dedi. Mevlânâ hazretleri bu sözü çok beğendi ve “Bu mâna hiçbir kitapta yazılmamıştır”, buyurdu.



 

(93) Yine nakledilmiştir ki: Kadı İzeddin’in mescidinde bir vaiz, vaiz veriyordu. Mevlânâ hazretleri de orada idi. Vaiz, âyetlerin takririnde ve halka vaızda çok mübalâğa ediyordu. Mevlânâ hazretleri yüzünü arkadaşlara çevirerek bilgiler saçmağa başladı ve şu garib hikâyeyi anlattı: Belh’te çok zengin, servet sahibi bir tacir vardı. Birdenbire öldü. Bu adamın hayırsız, kibirle dolu bir oğlu vardı. Bu çocuğa, emlâk ve ev eşyası dışında yüz bin altına yakın bir servet miras kaldı. Bu oğlan bir kadına âşık oldu. Bütün bu paraları onunla yedi, hiçbir şey kalmadı.

Şiir:

Mirasyedi, mal kıymetini ne bilir? Rüstem mal için can çekişti ve Zal o malı meccanen buldu. Nakit gitti, ev gitti ve o baykuşlar gibi viranelerde kaldı."



Nihayet bu oğlanın hiçbir şeyi kalmayıp bir ekmeğe muhtaç olunca yalancı sevgilisi de ondan yüz çevirdi. Ne kadar çalıştı ise kadın kendisine boyun eymedi. Aralarına sığmıyan kıl onun gözünde diken oldu. Oğlan bir öpücük istese küfür yağmuruna tutulurdu. En sonunda oğlan, o fahişeye: “Senden bir isteğim var. Ondan sonrasını sen bilirsin” dedi. Sevgilisi de buna razı oldu. Oğlan: “Tebevvül ettiğin esnada avret yerine bakmak istiyorum” dedi. Sevgilisi: “Bu olabilir” dedi. Oğlan, tebevvül esnasında orayı gördüğü vakit bağırdı ve hüngür hüngür ağladı. Ona ağlamasının sebebini sordular. O da: “Yolunda kaybettiğim mallar, mülkler ve atlardan burada hiçbir şey göremiyorum. Hepsi bu günahla dolu yerde kaynayıp gitmiş bunlardan hiçbiri kalmamış ne kadar baktımsa da onlardan bir eser göremedim” dedi.

İşte bu bizim vâzimiz ve kendini gören zahir bilginler, her ne kadar peygamberlerden, kutuplardan ve velilerden dem vuruyor ve kendilerinde de onlardan bir eser olduğunu iddia ile övünüyorlarsa da: “Kalblerinde olmıyanı dilleri ile söylerler” (k. XI, 11) onların hallerinden ve makamlarından kendilerinde hiçbir şey yoktur. Fakat onlar her şeyin kendilerinde olduklarını tasavvur ediyorlar.

Şiir:

Aşıklık dâvasında bulunmak kolaydır, fakat ona delil ve burhan lâzımdır”.



Gerçekte bunlarda, iddia ettiklerinin hiçbiri yoktur. Kendilerinde olan da dıştan gelmedir, içten bitme değildir. Sonunda bunlar da onu anlarlar. Fakat o zamanda fayda etmez” dedi. Mevlânâ bunları buyurduktan sonra kalktı ve yalınayak çıkıp gitti.

 

(94) Hikâye: Kadıların, hakîmlerin sultanı, ve Rum kadılarını ulularından olan Kemâleddin-i Kâbi (Tanrı’nın rahmeti onun üzerine olsun) rivayet etti ki: 656 H. (1258.M) yılında Dânişmendiye vilâyetinin işlerini tamamlayarak emir ve fermanlarla (emsile ve ferâmîn) dönmek üzere sultan İzzeddin Keykâvus’u görmek için Konya’ya gitmiştim. Yüce Tanrı’nın yardımiyle bütün işler çabucak olmuştu. Hareket etmek istiyordum. Şemseddin-i Mardinî, Efsaheddin, Zeyneddin-i Râzî, Şemseddin-i Malatî, (Tanrı onlara rahmet etsin) gibi şehrin ileri gelenlerinden bir grup dost, Mevlânâ hazretlerini ziyaret etmem için beni teşvik ve tahrik etti. Mevlânâ’nın güzel şöhretini halkın ağzından işitmiştim. Fakat mevkiimin yüksekliği, servet edinmek arzum ve mânevi hayata olan inançsızlığım o ulu kişiyi arayıp sormama mâni oluyordu. Nihayet Tanrı’nın uygulaması canımın yoldaşı oldu. Ben de tam bir arzu ve o padişahın (Mevlânâ’nın) içten çekmesi ile o topluluğun refakatinde Mevlânâ hazretlerini ziyaret etmek şerefi ile müşerref oldum. Mübarek medresenin kapısından içeri ayak atar atmaz, Mevlânâ’nın salına salına biz kullarını karşılamak üzere geldiğini gördüm. Sadece mübarek yüzüne bir bakmakla aklım başımdan gitti. Öylece hepimiz birden baş koyduk. Mevlânâ o arada ben kulunu yanına çekti ve buyurdu:



Şiir:

Sen her zaman bizim işimizden kaçıyorsun. (Gördün mü?) ben seni işlerin ortasında nasıl buldum.”

Ondan sonra: “Tanrı’ya hamdolsun, bizim Kemaleddin yücelik olgunluğuna doğru yönelip dinin en olgun kişilerinden oldu” buyurdu ve kendi içindeki İlm-i Ledün’den öyle bir dille bahsetti ki, böyle bir bahsedişi bütün ömrümde hiçbir şeyhin, kutbun ve bilginin ağzından işitmemiş, hiçbir kitapta da mütalâa etmemiştim. Kendi istidat ve idrâkim nispetinde onun yüceliğine vâkıf olunca, yüz bin iradet ve samimiyetle hâlis müritleri sırasına girdim. Oğlum Kadı Sadreddin ve Mecdeddin Atabek’i de ona mürit yaptım. Bu kadar büyüklerin oğulları ve diğer asîl kimseler (âzâdegân) de onun müridi ve kulu oldular. Deli gibi yerime döndüğüm vakit, can doğanın bedenimde durmadan uçtuğunu gördüm. Aziz dostlarla müşavere ettim ve: “Mevlânâ hazretlerine semâ verip mutlaka onun müritliğini kazanmak istiyorum” dedim. Bütün Konya’da aradılar, otuz zembil hâlis nebet şekerinden fazla bulamadılar. Birkaç sepet nebet daha kattılar. Çünkü o tarihte herkes emniyet içinde olup toplantıların, semâ’ların ve şenliklerin çokluğundan hiçbir nimet Konya halkına ve onun mülhakatına kâfi gelmiyordu. Kalktım sultanın karısı olan Tokatlı Gumac hatunun yanına gidip durumu anlattım. Gumac hatun on zembil nebet şekeri daha verdi. Ben öyle bir toplantının ihtiyacını bu kadar şeker şerbetinin nasıl karşılıyacağını düşünüyordum. Sonra, ayak takımı için bal şerbeti yapmalarını düşündüm. Ben bu düşüncede idim ki. Mevlânâ hazretleri kapıdan içeri girdi ve: ““Kemaleddin! daha fazla misafirler gelince şerbetin yetmesi için suyu arttırırsın” buyurdu ve bir hatifin ilhamı ve çakıp kayıp olan bir şimşek gibi kayboldu. Arkasından ne kadar koştularsa da bir izine rastlamadılar. Bunun üzerine bütün şekerleri Karatay medresesinin havuzuna doldurarak birkaç büyük küp şerbet daha yaptım ve sulu olmasın diye sultanın şarapçısına gönderdim. Sık sık tadına bakmak gerekiyordu. Bir tas doldurup bana verdi. Şerbetin, dili ve boğazı çok yaktığını gördüm ve: “Daha su lâzımdır” dedim. Birkaç testi su daha ilâve ettiler, tekrar tattım, bu sefer evvelkinden daha tatlı idi. Böylece havuzdan başka on küp şerbet daha doldurdular, fakat yine tatlı idi. Bunun üzerine bu büyük keramet o hazretindir, diye feryadettim ve samimiyetim bir iken bin oldu. Türlü yemekleri de hesapsız şeker şerbetine kıyas etmek gerekir. O gece bütün sultanları ve din ulularını davet ettim. O kadar büyük kimseler geldi ki anlatılamaz. Mevlânâ öğle namazından gece yarısına kadar semâ’da idi. Veliliği kuvvetiyle ve hidayet kudretiyle meydanı tamamiyle yiğitlerin elinden almış ve kimsede dönmeğe mecal ve hareket imkân bırakmamıştı. Ben ayakkabıların çıkarıldığı yerde hizmet kemerini can beline bağlamış, semâ’da susayanlara şerbet sunuyordum. Miuneddin Pervane hazretleri ve sultanın naipleri bu kula uyarak mum gibi yüz bin niyazla titriyerek ayakta durmuşlardı. Acayip fikir ve endişeler içimden geçiyordu. Mevlânâ hazretleri hemen kavvâlleri yakalayıp şu rubaiyi söyledi:

Şiir:


O telâş ve âşıklara yaraşır bir heyecan içinde geldi. Onun ruhu doğruluk gül bahçesinden bir koku alınıştı.

Yüklə 0,5 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin