3. İnsaflı Olmak
İnsaf, ölçülü hareket etmek demektir. Nitekim “İnsaf dinin yarısıdır” diye bir atasözümüz de vardır. İnsaf
sızlığın pek çok çeşidi vardır. Meselâ bir görevi ve iyi niyeti kötü bir amaç için kullanmak, tamamen insafsızlıktır.
Köylünün biri hediye olarak, Hoca’ya bir tavşan getirir. Hoca bu ikram karşısında elinden gelen misafirperverliği göstererek köylüyü ağırlar. Bir müddet sonra bu köylünün yakınları:
-Biz tavşanı getirenin komşusuyuz… der.
Hoca bunları da elinden geldiği kadar hoşnut etmeye çalışır.
Birkaç gün sonra gelenler de:
-Biz tavşan getirenin komşusunun komşusuyuz… diyerek Hoca’ya kendilerini bir güzel ağırlatmak ister.
Bu sefer Hoca,
-Bu tastaki su, o tavşanın suyunun suyudur!
diyerek iyi bir insaf dersi verir…
4. Bilimi Üstün Tutmak
Kâinat sebep-sonuç ilişkisi esası üzerine yaratılmıştır. Hangi sebeplerin hangi sonuçları doğurduğunu, ya da hangi sonuçların hangi sebebe dayandığını bilmek, gerçek anlamda “bilgi” demektir. İşte gerçek bilim budur. Fakat insanların çoğu, bu gerçeği bilmedikleri için, bilim yerine birtakım teferruatı ön plâna çıkarırlar. İşte Hoca, bu noktalarda uyarır. Özellikle de bilim yerine gösterişi ve dış görünüşü ön plâna çıkaranların gülünç durumlarını ortaya koyar.
Okuması için Hoca’ya Acemce bir mektup getirirler. O da, lafı hiç evirip çevirmeden bilmediğini söyler. Mektubu getiren:
-Kocaman kavuğu başına geçirmişsin… Bir mektubu bile okuyamıyorsun… Nasıl hocasın sen? Utanmıyor musun? diye paylamaya çalışır. Hoca buna karşılık, kavuğunu hemen çıkarıp adamın başına koyar:
-Kavukla okunuyorsa, sen oku da bir görelim!.der.26
5. Tecrübeye Önem Vermek
Tecrübe, bilgi ve anlayışı arttırıcı nitelikteki olaylarla çok karşılaşma hâlidir. Kültürümüzde görmüş ve geçirmiş olmak, bir olgunluğun ve bilgeliğin işareti sayılır. Onun için, “Başa gelmeyince bilinmez.” denilmiştir. Yani, tecrübeye dayanmayan bilgiye pek güvenilmez…
Hoca’ya,
-Çaylaklar bir sene erkek, bir sene dişi olurmuş, doğru mu? diye sorarlar. Hoca’nın cevabı şudur:
-En az, iki sene çaylak olmadan, bu soruya cevap veremem!.
Eğitimle yetenekler aşılamaz
Çürük tahta çivi tutmaz!…
Eşek büyümekle tavla başı olmaz!…
Hoca bir gün kara tavuğunu pazara götürür ve satılığa çıkarır. Müşterinin biri tavuğu iyice tetkik ettikten sonra:
-Beyaz olsaydı alırdım! der. Bunun üzerine Hoca, derhal oradan ayrılarak, eve gelir ve tavuğu sabunla yıkamayğa başlar. Fakat maksadına nail olamayınca da:
-Aferin boyacıya! Tamahkâr değilmiş; boyayı bol bol sarf etmiş! der.
6. Fırsat Kollama
Hoca uyarılarını yaparken, öyle ulu orta her yerde her şeyi söylemez. Uygun zamanı bekler, fırsat düştüğünde nazik bir şekilde araya girer ve taşı gediğine koyar.
Hoca, bir meseleyi söylemenin çok çeşitli yolları olduğunu bilir. Bazen bir olay, bazen bir soru, bazen de bir problem, O’nun söyleyeceği hikmetler için tam bir fırsattır. Bir keresinde, “Dünya kaç arşındır?” diyen gençlere, o sırada geçen tabutu göstererek:
-Onun erbabı işte şu gidendir. Sualinizi ona sorunuz. Bakınız dünyayı yeni ölçmüş gidiyor! der.
7. Ferdî Farklılık
İnsanlar farklı kabiliyetlerde yaratılmışlardır. Eğer bu özellik dikkate alınmazsa, insanlara büyük adaletsizlik yapılmış olur. Üstelik bu adaletsizlik, her sahada kendisini gösterir. Meselâ insanları yönetmek, problemlerini tanımak ve çözmek, kişilik ve yeteneklerine uygun düşen iş ve davranışa sevk etmek mümkün olmaz.
Batılı eğitimciler, eğitimde “ferdî farklılık” meselesinin önemini 17. yüzyılda yeni fark etmeye başlamış, uygulamaya ise ancak 19. yüzyılda geçebilmiştir. Fakat İslâm dünyasında, Hz. Peygamber’den itibaren, bütün âlimlerce bu konuya dikkat çekilmiştir. Yani bütün mesele, insanlara kabiliyeti ölçüsünde hitap etmek, aklının kavrayamayacağı ve nihayet nefret edeceği incelikleri açmamaktır. Hoca’nın eğitim prensipleri içersinde “ferdî farklılık”, son derece önemli bir unsur olarak görülmektedir. Onun içindir ki, herkesle anlayacağı dilden konuşmaya çalışmıştır. Nerdeyse bütün nüktelerinde, bu düşünce hâkimdir. Aynı zamanda bu sözler ve nükteler, mekâna da makama da uygundur.
Bir tarihte, Hoca’nın kadılık yaptığı bir sırada, birisi evine gelir. Başında bulunan bir davayı uzun uzadıya anlattıktan sonra:
-Kadı efendi, Allah aşkına söyle! Bunda ben haklı değil miyim? deyince, Hoca derhal:
-Hay hay, efendim! Haklısın, hem de yerden göğe kadar haklısın!… der.
Ertesi gün, bu zatın şikâyet ettiği ve mahkemeye verdiği adam gelir. O da Hoca’ya derdini anlattıktan sonra:
-Sen ne dersin Kadı efendi? Bu meselede ben haklı değil miyim? diye sorunca, Hoca ona da:
-Çok haklısın, bu kadar aşikâr hakka ne denir? der.
F. Hoca’nın Eğitim ve Öğretimde Kullandığı Metodlar
1. Soru-Cevap Metodu
Soru-cevap metodu, eğitim tarihinde en çok kullanılan öğretim metotlarındandır.
Bu metot, yaratıcı düşünmeye, ferdî teşebbüs kabiliyetinin gelişmesine, serbest konuşma ve tartışmaya meydan verir, fırsat hazırlar.
Soru-cevap metodu, muhâkeme, tasavvur ve araştırmaya sevk eden bir yoldur. İlk defa Socrates (M.Ö. 470-3397) tarafından belli bir sistem dahilinde kullanılmıştır.27
Sorular şu sebepten dolayı öğretim için en uygun ortamı oluştururlar.:
a. Soran kişi, amacı belli olan sorular yöneltmek suretiyle muhatapta ilgi uyandırabilir. Bir konuyu öğrenmede ilgi uyandırılmışsa, öğrenme son derece kolay olur.
b. Sorulan kişi, bu soruları fırsat bilerek, cevap verirken, soran kişiye bazı meseleleri dolaylı bir şekilde öğretebilir.
Hoca çok soru sorulan bir kişidir. Bunlardan bir kısmı da lüzumsuz ve mantıksız sorulardır. Hoca’yı mat etmek maksadıyla sorulanlar da az değildir.
Bazen bir şeyi öğrenmek için, Hoca’nın da sorduğu sorular olmaktadır.
Hoca sorular karşısında son derece pişkindir. Hepsine sabırla ve güler yüzle cevap verir. Bu sorulardan bazı örnekler sunalım:
Bir gün bir papaz:28
-Sizin Peygamber mîraca29 çıktı ve gökleri gezip dolaştı, değil mi? şeklinde alaycı bir soru sorar. Arkasından da:
-Bu nasıl oldu? Merak ediyorum doğrusu!… diyerek bir ilâvede bulunur.
Hoca alay edilmek istendiğinin farkındadır. Hemen elini sakalına götürerek, derin derin düşünür ve mütebessim bir sîma ile:
-Sizin İsâ’nın bıraktığı merdivenle!30 cevabını verir.
Bir gün ahmak bir adam, Hoca’yı sokakta yakalar ve burnunun dibine sokularak:
-Aman Hoca efendi, çok büyük bir müşkülüm var. Bunu rast geldiğim bütün hocalara sordum. Hiç biri cevap veremedi. Bilsen, bilsen, bunu ancak sen bilirsin! deyince, Hoca, fena yakalandığını anlar ve hiç renk vermeden:
-Haydi oğlum, anlat bakalım. Müşkülün nedir? der. Herif bir şey söyleyecekmiş gibi, ciddî bir tavır takınarak:
-Ben, yaz kış gölde yıkanır ve abdest alırım. Bunu yaparken, acaba ne tarafa döneyim diye, daima düşünürüm. Bunu âlimlere, şeyhlere ve başı sarıklı birçok kişiye sordum. Cevap alamadım. Geçen gün yine gölde yıkanırken, bu meseleyi düşünüyordum. Biri dalgınlığımdan istifade ederek, esvaplarımı alıp gitmiş… Ben de tabiî ki, çırılçıplak çıkıp gitmek zorunda kaldım… deyince, Hoca meseleyi anlar ve aptal adama dönerek ciddî bir tavırla:
-Oğlum! Sualin hakikaten güç. Bunu herkes halledemez. Gölde yıkanır ve abdest alırken, elbiselerin ne tarafta ise, o tarafa dön!.
Hoca bilgi üretmeyen, yersiz tartışmalara sebep olan sorulardan, zihinleri karıştıran cevaplardan nefret eder. Bu gibi boş işlerle halkı oyalayan hocalardan da aynı şekilde hoşlanmaz.
Bir gün ölüyü gömmeye giderken, iki kişi kenara çekilip şu meseleyi münakaşa etmeye başlar:
-Cenazeyi götürürken, tabutun sağında mı, solunda mı, arkasında mı, önünde mi durmak daha iyidir?
Hoca’nın verdiği cevap oldukça mânidârdır:
-İçinde bulunma da, neresinde bulunursan bulun!.
Bir gün bir toplantıda Hoca’ya bazı münasebetsizler, karısını çekiştirerek:
-Hoca, sizin hanımın maşallah hiç evde oturduğu yok, mütemadiyen komşu komşu geziyor derler. Hoca derin derin düşünmeğe başlar. Bunu görenler:
-Ne düşünüyorsun, yalan mı? deyince, Hoca lâkayt bir tavırla:
-İnanmam… Dedikodu olsa gerek…
Cevabını verir.
Toplantıda bulunanlar, kendilerinin haklı olduklarını ve Hoca’nın da hiçbir şeyden haberi olmadığını göstermek için:
-Niye inan mıyorsun? Bunu senden başka herkes biliyor. Sizin hanım çat kapı şurada, çat kapı burada dolaşıyor işte! dedikleri zaman Hoca:
-Aslı olmasa gerek!… Öyle olsaydı, bir kere de bizim eve uğrardı! cevabını verir.
Her sabah insanlardan bir kısmının bir tarafa, ötekilerin de öbür tarafa gittiğini soranlara Hoca:
-Eğer hepsi aynı tarafa gitseydi, dünya devrilirdi! cevabını verir.
Hoca bu cevabıyla insanlara, toplumdaki işbölümünün gerekliliğini anlatmaktadır. Herkes aynı işi yaparsa, birçok iş ortada kalır. Bu konuda şöyle bir atasözümüz de vardır: Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa…
2. Muhatabın Delillerini
Kullanmak
Birisine bir şey anlatırken, ya da bir problemin çözümünün ispatını yaparken, muhatabın konu hakkındaki bilgilerini ve delillerini kullanmak, oldukça etkili bir ikna metodudur. Bu metot aynı zamanda, muhataba kendi tutarsızlıklarını göstermek için, son derece faydalıdır. Kurnazlık yapanları, inatçılık edenleri ve ukalâlık taslayanları, kendi silahıyla susturmak için de birebirdir…
Muhatabın delillerini kullanarak bir meseleyi anlatmak ve bu yolla karşı tarafa bir şeyler öğretmek kolay olur. Bu bir nevi bilgi transferidir. Böyle durumlarda muhatabın diyecek pek bir şeyi olmaz. Çünkü kişiden, kendisi yaptığı zaman doğru kabul ettiği şeyi, başkası yaptığında da doğru kabul etmesi istenmektedir.
Hoca bilhassa fırsatçıları, kantarın topunu kaçıranları, ileri geri konuşanları, edebiyat yaparak hak elde etmeye çalışanları, en küçük menfaat için ağız değiştirenleri, çok bilmiş geçinenleri, tepeden bakanları, yere bakan yürek yakanları, pireyi deve yapanları, pişmiş aşa su katanları, masal okuyanları, oyunbazlık ederek makbule geçme hayaline dalanları, küçük bir ikaz karşısında küplere binenleri, kimin arabasına binerse onun düdüğünü çalanları, haksızlık karşısında kılını bile kıpırdatmayanları, kırık dökük bilgilerle bilgiçlik taslayanları, başkalarına külâh giydirmeyi düşünenleri, yaygarayı basarak hep dört ayak üstüne düşenleri, kendi delilleriyle susturmaktadır.
Bir gün Hoca, çamaşır yıkayacaklarından bahsederek komşusundan bir kazan alır. Ertesi gün kazanın içine ufak bir tencere koyarak sahibine iade eder. Komşusu tencereyi görünce:
-Hoca Efendi, bu nedir? diye sorar. Hoca da:
-Sizin kazan bu gece doğurdu. O da yavrusudur.
Cevabını verir.
Kazan sahibi itiraz etmez, “pekâlâ” diyerek kazanla birlikte tencereyi alır.
Bir müddet sonra Hoca yine kazan ister. Komşusu, “hay hay” diyerek hemen kazanı getirir.
Aradan epeyce zaman geçer, kazan iade edilmez. Artık sabrı taşan komşu, doğru gidip Hoca’dan kazanı ister. Hoca da:
-Başın sağ olsun komşucuğum! Sizin kazan öldü! deyince, herif hayret ve telâşla:
-Ne diyorsun Hoca Efendi, hiç kazan ölür mü? der. Hoca da:
-Sen ne tuhaf adamsın. Geçen gün kazanın doğurduğuna inandın da şimdi öldüğüne inanmıyor musun?
Cevabını verir.
Hoca bu olayda, kazanın doğurduğuna inanan; fakat işine gelmediği için öldüğüne inanmak istemeyen fırsatçı komşusuna karşı da aynı şekilde, komşusunun kendi delilleriyle cevap verir.
Bu gibi kişiler, karşısındaki kişilerin hatalarından, saflıklarından, unutkanlıklarından ve dalgınlıklarından, sinsice kendilerine pay çıkarmaya çalışırlar. Tabiî ki her zaman dört ayak üstüne düşemezler… Elbette bir gün iplikleri pazara çıkar… Eh, ne demişler? Ava giden avlanır… Eşen düşer… Doğrarsan kaşığına gelir… Avcı ne kadar al (hile) bilse, ayı o kadar yol bilir… Çalma elin kapısını, çalarlar kapını…
Açıkça anlaşılmaktadır ki Hoca, karda gezip izini belli etmeyen, nalıncı keseri gibi hep kendi tarafına yontan, menfaati il n, diye sorunca, yüzsüz adam gülerek:
-Tanrı misafiriyim ve bugün sizdeyim!
Cevabını verir. Hoca’nın tepesi atar. Bu hayâsız adama bir bir ders vermeye karar verir. Derhal kapıdan dışarı fırlar ve herife:
-Arkamdan gel! diyerek, onu câmi kapısına kadar götürür ve eliyle câmiyi göstererek:
-Ayol, sen yanlış yere gelmişsin! Tanrı’nın evi işte burasıdır; bizim ev değil! der ve herifi orada bırakarak evine döner.
Bu olayda adam, “Tanrı misafiriyim” demek suretiyle, kendi konumuna ve isteklerine kutsallık kazandırmaya çalışır.31 Bu yolla insanları aldatmanın daha kolay olacağını düşünür.
Bazı kurnaz kimseler, istek ve arzularını, büyük bir ustalıkla, Tanrı’nın adını kullanarak dile getirir. Bu yolla, pek çok kişinin aldatılması ve beyninin yıkanması pekâlâ mümkündür. Çünkü, insanın yüce değerlere karşı büyük bir zaafı vardır.
3. Tabiî Ceza Metodu
Hoca bir gün eşeğine binmiş, bir köye gidiyormuş. Yolda hayvan, eşek terslerini görünce durur, yere eğilerek bu pislikleri koklamaya başlar. Hoca, eşeğinin beğendiği kanaatine vararak bunları toplar ve yem torbasına doldurur. Akşam olunca, torbayı hayvanın başına asarak, yem yerine bu tersleri verir. Fakat eşek huysuzluk eder ve başını sallayarak torbayı başından atmaya çalışır. Hoca eşeğin bu huysuzluğunu görünce:
-A mübarek hayvan! Bana zulmün ne? Sen beğendin, ben de doldurdum! der.
Hoca bu nüktesiyle tabiî cezâdan yana olduğunu göstermektedir.32 Yani kişi yaptığı işin sonucuna katlanmalıdır. Bu arada, kişinin yanlışlarını görmesi için, sabredip kendisine biraz zaman tanımak yararlı olur.
4. İkâme Metodu
Sözlük anlamı itibariyle “ikâme”, yerine koyma, oturtma, ayağa kaldırma ve meydana çıkarma demektir. Terim olarak ise, kaldırılan bir şeyin yerine başka bir şeyin konulması anlamına gelir. Onun için ıslahâtçıların, eğitimcilerin ve idârecilerin ikâme metodunu iyi bilmeleri gerekir. Çünkü eğitim de ıslahât da, idâre de, eski şeylerin yerine bir nevi yeni şeyler yerleştirme demektir.
İnsanları alışkanlıklarından vazgeçirmek kolay değildir. Burada temel problem, vazgeçilen alışkanlığın yerine neyin konulacağıdır. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Siz doldurmazsanız, iyi ya da kötü bir şeyle, mutlaka kendiliğinden dolar…
Bazı kişilere, “Şu zararlıdır, mutlaka vazgeçmelisin!… Vazgeçmezsen, şu şu tehlikeler seni bekliyor!.” deseniz de, pek fayda sağlamayabilir. Bu ikazlar, bakarsınız, bir kulağından girip öbür kulağından çıkar! Asıl hüner, insanlara ne yapacağını göstermek ve bu alanda yardımcı olmaktır.
Meselâ sigara paketlerinin üzerinde, “Sigara sağlığa zararlıdır!” ikazı yer almaktadır. Bu ikazdan dolayı kaç kişi sigarayı bırakmıştır? Bu konuda bir araştırma yapılmış mıdır? Bana kalırsa çok faydası olmamıştır. Çünkü insanın tabiatında, (hele de ikna edilmemişse) yasaklara karşı tabiî bir ilgi vardır.33 Bunun yerine, “içtiğiniz bu sigara ile günde şu kadar, şu kadar, yılda da şu kadar yiyecek ya da giyecek alabilirsiniz…” demek daha doğru olur. Her şeyden önce, bu parayı hangi olumlu yerlerde kullanabileceği hatırlatılmalıdır. Sonra da boşta kalan ağzını nasıl meşgul edeceği hususunda rehberlik yapılmalıdır. İşin fizyolojik boyutunu elbette ki kabullenmek gerekir… Yani peşinen bir zorluğa göğüs germek gerekir…
Adamın biri fazla küfürbâzmış. Vakitli vakitsiz küfreder ve bu yüzden başı da birçok belâlara girermiş. Bu huyundan vazgeçmek istediği halde, bir türlü terk edemeyince, Hoca’ya başvurmaya mecbur kalır ve kemâli afiyetle:
-Aman Hoca Efendi! Benim fena bir huyum var: Küfürbâzlık. Bundan bir türlü vazgeçemiyorum. Bana bir çare öğret de şu fena huyumdan vazgeçeyim der. Hoca bir müddet düşünür ve sonra ciddî bir tavırla:
-Evlât! Her sabah evden çıkarken, ağzına kuru bir bakla koy. O ağzında kaldıkça hatırlar ve küfretmezsin! cevabını verir.
5. Dolaylı Anlatım
Kimileri, hatalarının yüzlerine doğrudan doğruya söylenmesinden pek hoşlanmaz. Hatta kızanlar, kin besleyenler bile olur. Ama dolaylı bir şekilde yapılan ikazlar, karşı tarafı kızdırmaz. Onun için Hoca, uyarılarının birçoğunu, bu yolla, yani “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle!” metoduyla yapar.
Bir gün Hoca bir eve misafir gider. Fakat her nasılsa biraz geç kalır. Akşam yemeğine de yetişemez. Ev sahipleri yemeklerini yedikleri için, Hoca’yı da yeyip gelmiş zannederler. Hoca’nın kibarlığı tutar bir şey söyleyemez. Dereden tepeden konuşulur, kahveler, şerbetler içilir… Yatma zamanı gelir. Hoca’yı odasına götürerek:
-Allah rahatlık versin!
Derler ve kendileri de odalarına çekilerek yatıp uyurlar. Hoca, uyuyunca belki açlığı unuturum diye yatar. Sağına döner, soluna döner, bir türlü gözüne uyku girmez! Açlıktan kazınan midesi, bir türlü Hoca’ya rahat vermez. Uyku tutmayacağını anlayınca, kalkar ve ara kapıyı vurmaya başlar. Ev sahipleri alelacele yataklarından fırlarlar ve telâşla koşarak:
-Hayrola Hoca Efendi! Bir şey mi var? Bir emriniz mi var?
Diye sorduklarında Hoca da:
-Birader! Benim için çok mükellef bir yatak hazırlamışsınız. Teşekkür ederim. Ama dostum, ben fukara takımındanım. Böyle yataklara alışık değilim. Beni bir türlü uyku tutmuyor. Siz lütfen bana büyücek bir pide ihsan ediniz. Ben onun yarısını başımın altına yastık ve yarısını üzerime yorgan yapar ve altında rahat rahat ve mışıl mışıl uyurum diyerek açlığını anlatır.
6. Seviyeye İnmek
İnsanlar farklı kabiliyetlerde yaratılmıştır. İhtiyaç ve ilgileri de zaman içinde değişiklik arz eder.
Bilindiği gibi Hoca, hem örgün hem de yaygın eğitimde, aktif bir eğitimcilik görevi sürdürmüştür. Yani
halkın her kesimiyle hemhal olmuştur. Çocuk, genç, ihtiyar, kadın, erkek, O’nun eğitimine muhataptır. Ara sıra gayr-i müslimler ve yabancılarla da tartıştığı bir gerçektir.
İşte bu sebepten Hoca, insanlara seviyelerine göre davranmakta ve anlayabilecekleri dilden konuşmaktadır.
Köylülerden birinin keçisi hasta olur, katran sürmesini tavsiye ederler. Köylü keçisini alıp doğruca Hoca’ya gelir:
-Hoca, senin nefesin uyuz illetine bire birmiş. Okuyunca hastalık şıp diye kesilirmiş. Şu keçiye bir nefes et. der.
Hoca şöyle cevap verir:
-Nefes ederim etmesine ama, illetin bir an önce hayvandan gitmesini istersen, benim nefese biraz da katran ilave etmelisin.
Hoca, insanların alışkanlıklarının bir çırpıda değişmeyeceğini, dolayısıyla da doğrulara inandırmanın kolay olmayacağını iyi bilmektedir. Onun için, “Bu keçinin hastalığı okumakla geçmez, bu bir bâtıl inançtır” diyerek boşuna çene yormaz.
Hoca burada, nefesle birlikte katran da sürmesini tavsiye eder. Ve problemi çözer. Zaten bir olayda ilk yapılacak iş, âcil olan durumun çözüme kavuşturulmasıdır. Bir anda A’dan Z’ye kadar düzeltmeye çalışmak, işi sarpa sardırabilir… Sonra da iş işten geçmiş olur…
Görüldüğü gibi bu olayda köylü, katran kullanmakta hiç tereddüt etmez. Eğer direkt olarak katran kullanması tavsiye edilseydi, kabul görmeyebilirdi. Onun için, verilen bilgilerin doğru olması yetmez. Bilgiyi verme metodunun da hesaba katılması gerekir. Hangi konuda olursa olsun, halkı eğitmek isteyenlerin, özellikle bu konuya çok dikkat etmeleri gerekir. Hoca’nın, hemen gerçekleri söyleme gibi bir acelesi yoktur. O yanlışların bir anda kökünün kazınamayacağını bilir. Onun için de insanlara anlayacakları şekilde konuşur.Şunu da unutmamak gerekir ki, insanlara bazı gerçekleri kabul ettirmek için tedricî bir metot uygulamak gerekir.34
Tedrîc metodu, birçok konularda eğitimcilerin uygulamaya ihtiyaç duydukları bir metottur. Bu metotta, parçadan bütüne, kolaydan zora, basitten mürekkebe, bilinenden bilinmeyene, mücerretten müşahhasa doğru bir yol izlenir. Kişinin önceki tecrübeleri hemen bir tarafa atılmaz; bunlardan yararlanılır. İnsanların eski tecrübe ve inançlarının hepsine birden karşı çıkarak onlara bir şeyler öğretmeye çalışmak, eğitimcilikle pek bağdaşmaz.
Yukarıdaki nüktede Hoca, katran ve nefesi birbirinden ayırmamaktadır. Çünkü O’nun hedefi, üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değil…
Sonuç
Bu mütevazî ve kısa araştırmamızda gördük ki, Hoca çok yönlü bir Halk Eğitim Filozofudur. O aynı zamanda, İslâm Eğitim Felsefesi ve Türk karakterinin birçok inceliklerini yansıtmaktadır. Bu ölçülerin dışındaki nükteleri Hoca’ya mal etmek insafsızlık olur.
Hoca başta insanı, ihtiyaçları, ilgileri ve zaaflarıyla tanımaktadır. Aslında Hoca’nın insanlara, -herhangi bir vesileyle- zaaflarını öğretmesi esnasında ortaya çıkan hayret ve şaşkınlık, nükte şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Hoca’nın ele aldığı konular, insan ve problemleridir. Bu da fikirlerinin taze kalmasını sağlamıştır. Öyle ümit ediyoruz ki, ibret gözüyle okuyanlar, çok defa kendi problemleriyle nüktede ele alınan problemleri özdeşleştirmektedir. Çünkü Hoca, nükte ile tefekkürü birleştirmiştir. Yani nükte, verilen bilgilerin unutulmaması için bir öğretim vasıtasıdır.
Bu açıdan bakmak suretiyle, “Nüktelerin eğitimde kullanılması” adlı bir araştırmanın yapılması gereğine inanmaktayız.
Hoca hakkında araştırma yapanlar, O’nun pek çok yönünü ele almışlardır. Biz bu araştırmamızda konuya, eğitimci gözüyle bakmaya çalıştık.
Hoca sadece milletimizi değil; pek çok komşu milletleri de etkilemiştir. Son yıllarda uluslararası düzeyde gündeme getirilişi, yerli yabancı ilim adamlarının konuya eğilmesi, dikkatleri yeniden Hoca üzerine çekmiştir.
Hoca, yetişme şekline, mesleğine ve hayatına bakılırsa, bütünüyle eğitimcidir. Araştırmacıların bundan sonra, bu konuya daha ağırlık verecekleri kanaatindeyiz.
Nasreddin Hoca hakkında araştırma yapacaklara küçük bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz. Hoca’yı anlamak için, Türk tarihini, Türk edebiyatını, Türk folklorunu, İslâm dinini, kısaca Türk kültürünü çok iyi bilmek gerekir.
Bu çalışmanın, her seviyedeki eğitimcilere, yararlı olacağını düşünmekteyiz. Eğitimcilerimiz Nasreddin Hoca’nın bu yönünü tanıdıkça, hem mesleklerinde başarılı olacaklar, hem de büyük Türk eğitimcisini tanıdıkları için gurur duyacaklar, kendilerine karşı güvenleri artacaktır.
DİPNOTLAR
1 Başka milletlerin hikâyeleri arasında Hoca’nın nüktelerine benzeyenler şüphesiz vardır. Bunun bize göre iki sebebi olabilir: Birincisi, Hoca’nın bazı hikâyelerini alıp kendi kültürlerine adapte ederek yazmış olabilirler. İkincisi, insan oğlunun farklı kültürlerde de olsa, benzer problemlere yine benzer çözümler üretmiş olmasıdır. Nitekim atasözleri ve deyimlerde bu durum açıkça görülmektedir. Onun için,
bu benzerlikler, hiçbir zaman, Nasreddin Hoca’yı başka kültürün insanı yapmaz.
2 Hangi nüktelerin Nasreddin Hoca’ya ait oluşuyla ilgili olarak, şimdiye kadar değişik fikirler ileri sürülmüştür. Hatta konu ile ilgili bazı ölçüler de getirilmiştir. Ama bunun üstesinden gelmek o kadar kolay değildir. Onun için biz, Türk halkını temsil eden bir Nasreddin Hoca olarak meseleye yaklaştık. Ve O’nun adına söylenen nükteleri de, Nasreddin Hoca Okulu’nun amaçları, ilkeleri, müfredatı ve metodları olarak değerlendirmeyi uygun bulduk.
3 Bazı araştırmacı ve yazarlar, sırf ad benzerliğinden (Nasraddîn) dolayı, Hoca ile alakası olmayan kişilerin Nasreddin Hoca olabileceğini ileri sürmektedirler. Böylece ortaya bir sürü Nasreddin Hoca çıkmaktadır. Bununla birlikte, kulaktan kulağa duyulan ve geleneksel olarak yaşatılan bir “Akşehir-Nasreddin Hoca” ilişkisini göz ardı etmemek gerekir. (Bak: Pertev Naili Boratav, Nasreddin Hoca, Edebiyatçılar Derneği, İkinci Baskı, Ankara, 1996, s, 7-39.)
“Nasreddin Hoca” ismi, Osmanlı Coğrafyası ve ona komşu olan yerlerde değişik adlar altında tanınmaktadır. Araplar “Cuha”, İranlılar ise “Hace Nasreddin” olarak isimlendirmişlerdir. Bu adlarla O’nun adına yazılan risâle ve kitaplar da vardır. Diğer taraftan Mevlânâ, ünlü eseri Mesnevisinde “Cuhî” isimli bir şahıstan bahseder. (Bak: Mevlânâ, Mesnevî, Terceme ve Şerh: Abdulbaki Gölpınarlı, Remzi Kitabevi, İst. 1984, c,5, Beyit No: 335-340.)
Bazı kıyaslamalar yoluyla, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde geçen “Cuhî”nin Nasreddin Hoca olduğunu iddia edenler vardır. Delilleri ise şudur: Rivâyete göre, Mevlânâ ile, Ahîliğin kurucusu Ahi Evran Nasıruddin Mahmud’un araları açıktır. Mevlânâ bu şahsı, direkt isim vermeden, O’nun çeşitli sıfatlarını kullanarak eleştirir. Bu noktadan hareketle, Ahi Evran’ın bilinen Nasreddin Hoca olduğu ileri sürülmektedir. (Bak: Mikâil Bayram, Tarihin Işığında Nasreddin Hoca ve Ahi Evren, Bayrak Mat. Ltd. Şt. İst. 2001, s, 33-40)
Dostları ilə paylaş: |