Azerbaycan’da Müstakil Hanlıklar Devrine Umumî Bir Bakış



Yüklə 8,92 Mb.
səhifə109/178
tarix17.01.2019
ölçüsü8,92 Mb.
#98430
1   ...   105   106   107   108   109   110   111   112   ...   178

C. İbn Batuta’nın Anadolu

İntibaları

On dördüncü yüzyılın ortalarında Anadolu’yu dolaşan İbn Batuta’nın yazdıkları Anadolu’daki ulema-ümera münasebetleri açısından oldukça manidardır. Kendisi daha çok bir seyyah olarak meşhur olmakla birlikte, ilmiyye sınıfına mensup birisi olduğu yazdıklarından anlaşılmaktadır.

İbn Batuta, seyahatinin başında Anadolu’yu şöyle tavsif ediyor: “Bilâd-ı Rum denilen bu ülke dünyanın en güzel memleketidir. Tanrı güzelliklerini öteki ülkelere ayrı ayrı dağıtırken, burada hepsini bir araya getirmiştir. Burada dünyanın en güzel insanları, en temiz kıyafetli halkı yaşar ve en nefis yemekler pişirilir.”35 Ülke halkı,

bütünüyle İmam Ebû Hanîfe mezhebinden olup Ehl-i Sünnettir.36

İbn Batuta, Anadolu’da seyahati boyunca Türk beyleri tarafından ağırlanır, ihsanlarda bulunulur ve bütün ihtiyaçları karşılanır. Vardığı her yerde ya medreseye ya da bugün sivil toplum kuruluşu diyebileceğimiz Ahî teşkilatının o beldedeki tekkesinde misafir edilir. Hatta bazen Ahîlerin onu misafir etmek için aralarında kavgaya varan tartışmalar çıktığı ve kura çekilerek işin tatlıya bağlandığı görülür.

Bu bakımdan İbn Batuta, Ahîler hakkında özel bilgi verme ihtiyacı duymuş ve özetle şunları kaydetmiştir: Ahîler, Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türklerin yaşadıkları her şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, iaşe ve barınmalarını karşılama onların vazifesidir. Ahî, evlenmemiş bekar ve sanat sahibi gençlere verilen isimdir. Onlardan birisi, bir tekke yaptırarak burasını halı, kilim gibi gerekli araçlarla donatır. Gündüzleri geçimlerini sağlamak için çalışırlar, kazandıklarını tekkeye teslim ederler. Toplanan bu para ile tekkenin ihtiyaçları karşılanır. O sırada beldeye gelmiş bir yolcu varsa, gidinceye kada misafir edilir.37

Bu dönemde âlimlerin, çokça seyahat etmelerinin sırrını da böylece öğrenmiş oluyoruz. Bir bilgin, bir şehre vardığı zaman bütün ihtiyaçları karşılanıyor, hediyeler takdim ediliyor, hatta bir başka yere yapacağı yolculuk için ihtiyaç duyacağı şeyler de temin ediliyordu. Nitekim, bu dönemde yetişen meşhur âlimlerin çoğunluğunun Mısır, Şam, Bağdat, Mekke, Medine gibi ilim merkezlerine uğradıklarını görmekteyiz.

İbn Batuta, Antalya Sultanı Hızır Bey’i sarayında ziyaret edip, bazı hediyeler aldıktan sonra Eğridir’de müderris Muslihiddin’in medresesine misafir olur. Müderris Muslihiddin, Mısır ve Suriye’de okumuş, bir süre Irak’ta kalmış, zamanın nadir yetişen âlimlerinden idi. Diğer taraftan Eğridir Beyi de bir süre Mısır’da kalmış hacca gitmiş bir kumandan idi. Ramazan ayını orada geçirdikten sonra birçok hediyeler ile yoluna devam etmiştir.38

Denizli’ye vardıklarında ahîler onları misafir etmek için aralarında tartışmaya girerlerse de sonunda kura çekilerek öncelik hakkını birisi alır. Denizli hükümdarı Yenenc Bey de onlarla ilgilenir ve Kastamonulu Alaaddin Fakih’le bazı hediyeler gönderir.39

Milas Hükümdarı Orhan Bey, genellikle fakih ve bilginlerle bir arada bulunur, onlara büyük değer verir, fakihlerin bir grubunu daima beraberinde alıkoyardı. Nitekim, çeşitli ilimlere vakıf, erdem sahibi fakih el-Harezmî bunlardan birisiydi. Harezmî, Ayaslug’a gidip bu beldenin hükümdarıyla görüşüp, onun hediyelerini kabul ettiği için Sultan ona kırılmıştı. Harezmî, Sultan’ın kendisi hakkındaki bu kötü intibasını gidermek için, İbn Batuta’dan yardım istemiş, o da elinden gelen yardımı göstermiştir.40

İbn Batuta, Ahî tekkelerinde ağırlanıp hediyeler alarak, Konya ve Karaman’a uğrayıp, Niğde Aksaray üzerinden Kayseri’ye gelir. Bu sırada Kayseri’de Alaaddin Eretna Bey’in kadınlarından erdemi ve keremkarlığıyla tanınmış Taga Hatun oturmaktadır. Kendisine ulu anlamına gelen “Ağa” diye hitap olunurdu. İbn Batuta’yı ayakta karşılar yemek ikram ettikten sonra bazı hediyelerle gönderir.41 Bu hadise, bu dönemde kadınların devlet idaresinde ne kadar aktif olduklarını göstermesi açısından önemlidir.

Kayseri’den Sivas’a vardıklarında Alaaddin Eratna Bey onları davet eder ve sarayın girişinde karşılar. Alaaddin Bey, bilginlere değer veren, kendisinin de güzel Arapça konuştuğu ifade edilen, âlim bir Türk Bey’i idi.42 İbn Batuta’yı misafir ettikten sonra, kendi ülkesindeki bütün görevlilere yazdığı bir emirname ile, ihtiyaçlarının karşılanması hususunda ilgilenilmesini emretmiştir.43

İbn Batuta’nın son olarak Birgi intibalarını vermek istiyoruz. Seyyahımız, Birgi’de önceden tanıdığı müderris Muhyiddin’e misafir olur. Müderris’in giyim ve kuşamı, etrafını saran talebeleri, içinde havuzlar bulunan bahçe ortasındaki köşkü onun gözlerini kamaştırır ve sözlerini şöyle bitirir: “Onu bu halde görünce kendimi padişahlardan birinin huzurunda bulunuyor hissine kapıldım.”44

Bu sırada Birgi Beyi, Aydınoğlu Mehmed Bey’dir. Onların geldiğini haber alınca naibini derhal göndererek onları getirmesini söyler. Fakat müderris ilk çağırmada gitmemesini, ikinci bir davetle gitmesini tavsiye eder. Nitekim, davetteki ısrar üzerine Bey’in kaldığı yaylaya Müderris’le birlikte giderler. Bey, oğulları Hızır ve Ömer Beyleri göndererek onları yolda karşılatır. İbn Batuta’ya gezdiği yerlerle ilgili bazı şeyler sorduktan sonra, onların bütün ihtiyaçlarını karşılar. İbn Batuta’nın şu sözlerini burada aynen vermek istiyoruz:

“Bir gün ikindiden sonra idi ki, Bey bulunduğumuz yere geldi. Müderris efendi baş köşede, Bey onun sağ tarafında, ben de sol tarafta oturdum. Bu şekil, Türklerin bilginlere gösterdikleri itibarın eseridir. Benden, Cenâb-ı Peygamber’in hadislerinden bir seçme hazırlamam istendi. Bunu derhal hazırladım. Müderris yazdıklarımı hemen hükümdara sundu. Bey, bu eserin Türkçe şerhinin yazılma işini müderrise emrederek ayağa kalkıp dışarı çıktı.”45

İbn Batuta’nın Beylikler Dönemi’nde Anadolu’da yaptığı seyahatinden aktardığımız bu bilgiler, Türk beylerinin ilme ve âlimlere ne kadar değer verdiklerini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca bu dönemde bazı

kitapların Türkçeye idarecilerin emri ile tercüme edildiğini de görmekteyiz. Diğer taraftan, Anadolu’da seyahat eden bilgin kişilerin bütün ihtiyaçlarını karşılanması da, ilmî iletişimin sağlanması açısından önemli bir husustur.

D. Beylikler Dönemi

Ulema-Ümerâ Münasebetlerine Tipik Birkaç Örnek

1. İbn Melek

İsmi, Abdüllatif b. Abdülaziz b. Emînüddîn er-Rûmî el-Hanefî’dir. Bilhassa Türk asıllı müellifler onu İzzüddin lakabıyla zikrediyorlarsa da, İbn Melek veya Feriştehoğlu diye meşhur olmuştur.46

İzmir’in Tire ilçesinde Aydınoğulları zamanında yaşamıştır. Doğum tarihi ve hocaları hakkında fazla malumata rastlayamadık, ancak babasının Birgi kadısı olduğunu İbn Batuta’dan öğreniyoruz.47 Bundan anlaşılıyor ki, İbn Melek ehl-i ilim bir aile içinde yetişmiş, eserinde “şeyhim” diye andığı babasından çokça istifade etmiştir.48

Aydınoğlu Mehmet Bey’in Tire’de yaptırdığı medresede uzun yıllar hocalık yapmış, bu medrese İbn Melek’ten sonra onun ismiyle anılır olmuştur. Mehmet Bey’in oğullarının yetişmesinde büyük emeği geçmiştir. Mehmet Bey’in oğulları İsa Çelebi, Selim Çelebi ve Hızır Şah adlı şehzadeler İbn Melek’e talebelik etmişlerdir. Evliya Çelebi bu şehzadelerin İbn Melek’in medresesinin avlusunda gömülü olduklarını kaydediyor.49

Bazı kaynaklar bizzat Aydınoğlu Mehmet Bey’e de hocalık ettiğini kaydediyorlarsa da,50 kronolojik olarak mümkün görülmemektedir.51 Çünkü Mehmet Bey 1334’te vefat etmiştir. Muhtemelen Mehmet Bey’e hocalık yapan, İbn Batuta’nın da seyahatnamesinde “Kadı İzzettin Ferişte” diye bahsettiği İbn Melek’in babasıdır.52

Tahsil hayatı ile ilgili olarak Evliya Çelebi, onun Manisa’da Sarhan Medresesi’nde ilim tahsil ettiğini ve orada halen ziyaret edilen bir hücresinin bulunduğunu kaydediyor.53

Aydınoğulları Beyliği’nin Osmanlılara katılmasından sonra da, Osmanlı idaresinde yaşamıştır. Şakayık ve Sicilli Osmanî gibi osmanlı ulemasını anlatan eserler, onu I. Bayezid zamanında yaşayan ulemâ listesine dahil ederler.54 Seyyid Bey, İbn Melek’in kendisinin büyük dedelerinden olduğunu söylüyor ve şu bilgileri veriyor: “Aslen Türkistanlı olup babası Aydınoğullarının hususi daveti üzerine Türkistan’dan Aydınoğulları sancağına gelmiştir.”55

İbn Melek’in vefat tarihi ihtilaflıdır. Muhtemelen 1398 tarihleri civarında vefat etmiş56 olup, kabri Tire’dedir.

İbn Melek’in yazmış olduğu Menar Şerhi, Molla Hüsrev’in 1480 Usûlü ile birlikte Osmanlı Medreselerinde ders kitabı olarak takip edilmiştir.57 Şekâik Zeyli Atâyî’de nakledildiğine göre, münhal olan Sahn-ı Semân müderrisliği için yapılan imtihanda İbn Melek’in Usûlünden verilen bahis üzerine risale kaleme almış ve imtihan ona göre neticeye bağlanmıştır.58 Hadisten kaleme aldığı Meşârik Şerhi de uzun yıllar ulemânın elinden düşmemiş, medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur.59

Manzum Lügatı ise, yıllardan beri talebelere ezberletilmiş Evliya Çelebi gibi birçok kimse tarafından hayırla yadedilmesine vesile olmuştur.60 Hacmi küçük olmakla birlikte, Arapça Türkçe lügatların ilklerinden sayılan bu eser, edebiyat sahasında çalışanlar için de orijinal bir malzemedir.

Diğer taraftan İbn Melek’in eserlerinde muasır âlimlere atıflar yer almaktadır. Bu da o dönemde ilmî iletişimin çok iyi olduğunu göstermesi açısından önemlidir.61

Kaynaklarımız İbn Melek’in batıl bir tarikat olan hurûfî bir kardeşinden bahsediyorlar. 864/1459 yılında vefat eden bu kardeşi de “İbn Ferişteh” diye meşhur olup, şu eserleri vardır: İshaknâme, Hidayetnâme, Ahiretnâme ve Aşknâme gibi eserleri vardır.62 Taşköprîzâde, bu duruma işaret ederek, Kur’ân’daki bir âyetten mülhem der ki: “Yâ Rabbi, seni tesbih ederim, hikmetinden sual olunmaz. Bu acı ve tatlı su; diğeri ise susuzluğu gideren tatlı ve lezzetli su”63

Bu dönemde Anadolu’yu karıştıran Kadı Simavi 1420 gibi birçok ulemanın da içinde yer aldığı Hurufilik hareketinin İbn Melek ailesini de ikiye bölmesi oldukça ilginçtir.

Tire gibi Anadolu’nun uç noktasında yetişmiş, yazdığı kitaplar Mısır, Şam ve Bağdat gibi ilim merkezlerinde okutulmuş bir ilim adamı olan İbn Melek ve benzeri âlimler, Osmanlı ilmiyye sınıfının alt yapısını oluşturmuşlardır. Bunun neticesi olarak da ilmî faaliyet hızla gelişmiş ve Osmanlılar döneminde ise ileri bir noktaya ulaşmıştır.

2. Kadı Burhaneddin Ahmed

Kadı Burhaneddin Ahmed (1398), siyasi açıdan Anadolu’nun çok karışık olduğu bir dönemde yaşamış âlim ve şair bir devlet adamıdır. İlmiyye sınıfına mensup bir aileden yetişmiş birisi olmasına rağmen, uzun mücadelelerden sonra kendi adına devlet kurmuş, para bastırmış ve hutbe okutmuştur. Bu bakımdan birçok tarihçi

mizin dikkatini çekmiş, hakkında müstakil çalışmalar yapılmıştır.

Tarihimizde şair hükümdarlar pek çoktur. Ancak Kadı Burhaneddin Ahmet gibi, hem şair hem de muasırlarına reddiyeler yazacak kadar ilmî faaliyetleri takip edenlere çok az rastlanır. Yirmi bir yaşında Kayseri kadısı oluncaya kadar, eğitimini tamamlamış, Hacc’a gitmiş, zamanın ilim merkezleri konumunda olan Halep, Şam ve Mısır’ı dolaşmıştır. Genç yaşta devlet idaresine girmiş, kendi adına kurduğu devletin hükümdarı olmuştur. Harp meydanlarında at sırtında dolaşırken bile, ilmi faaliyetlerinden geri kalmamıştır.64 Onun güzel bir kütüphanesinin olduğu ve haftanın üç gününü, ilim adamları ile mübaheseye ayırdığı kaydediliyor.65 Kadı Burhaneddin’in hizmetine alıp günü gününe hayatını yazan Aziz b. Erdeşir-ı Esterabadi’nin “Bezm-u Rezm” adlı Farsça eseri şahsı ve dönemi hakkında ilk elden çok değerli bir kaynaktır.66

Kadı Burhaneddin’in ecdadı Oğuzların Salur boyundan olup, birkaç batın Kayseri kadılığı yapmış bir aileden Kayseri’de dünyaya gelmiştir. Henüz yirmibir yaşında iken babasının yerine Kayseri kadısı olmuş, otuzdört yaşında iken vezir, otuz yedi yaşında ise nâib ve hükümdar olmuştur. On yedi yıl saltanat sürdükten sonra elli dört yaşında vefat etmiştir. Bütün hayatı mücadelelerle geçen Kadı Burhaneddin ilmi ve siyaseti şahsında toplamış muktedir bir devlet adamı idi.

Kadı Burhaneddin’in bize intikal eden iki eseri ve bir de Türkçe divanı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi “Tercihu’t-Tavdih”, sıradan bir usul-ü fıkıh kitabı olmayıp, zamanın meşhur Şafii fakihi Taftazânî’nin eserine bir reddiye ve onun Hanefilerle ilgili bazı görüşlerini kritik etmek için kaleme alınmıştır. Bezm-ü Rezm’de kaydedildiğine göre bu eser bir yıldan az bir süre içerisinde hiçbir kitaba müracaat edilmeksizin kaleme alınmıştır.67

Kadı Burhaneddin’in ikinci eseri, “İksirü’s-Saadat fî Esrâri’l-İbadat” adlı bazı şiirleri ve tasavvufi izleri ihtiva eden bir çalışmadır. Kadı’nın bu eserinde Muhyiddin-i Arabi’nin Fususu’ndan ve Mevlana’nın eserlerinden şiirler ve bazı görüşler nakledilmektedir. Bu eserin, Türçeye iki ayrı tercümesi yapılmıştır. Bu eseri müellif, 1395 senesinin kış mevsiminde, harpten uzak kaldığı bir zamanda yirmi gün gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır. Estarabâdî’ye göre, bu eserleri telif edebilmek için ilmin bütün dallarının bilinmesi, ayrıca şeriat ve hakikat konularının da kavranması gerekir.68 Her iki eser de yazma halinde olup, kütüphanelerde yazma nüshaları bulunmaktadır.69

Kadı Burhaneddin’in Türkçe divanının tek yazma nüshası Londra’da British Museum’da or. 4126 numarada kayılı olup, Türk Dil Kurumu tarafından 1943’te İstanbul’da tıpkı basımı yapılmıştır. Prof. Dr. Ali Alpaslan divanından seçmeler yaparak 1997’de Ankara’da neşretmiştir. Türkçe şiirlerinden başka ayrıca Arapça ve Farsça şiirleri de bulunmaktadır.

Kadı Burhaneddin Ahmed, bir şair ve alim olarak kalemini, bir hükümdar olarak da kılıcını çok iyi kullanmasını bilen Ebu’l-Feth lakabıyla meşhur kudretli bir devlet adamıdır. Kayseri’de doğup yetişmesine rağmen, zamanının meşhur ilim merkezlerini dolaşmış, sonra da devlet idaresine girerek bu birikimini değerlendirme imkanını bulmuştur.

3. Molla Fenârî

Molla Fenarî’nin asıl adı Muhammed b. Hamza b. Muhammed olup, 1350’de doğmuş, 1431’de Bursa’da vefat etmiştir. Başta İslam Hukuku olmak üzere; Tefsir, Kelam, Mantık, Tasavvuf, Arap Dili ve Edebiyatı sahalarında eserler yazmıştır. Eserlerinin birçoğu medreselerde ders kitabı olarak okutulmuş, İslam dünyasında kaynak kitap olarak kullanılmıştır.70

Fenarî’nin ilk hocası aslen Afyonkarahisarlı olan “Kara Hoca” diye meşhur Alâaddin Esved’dir (1397). İkinci hocası yine Anadolu’da yetişen âlimlerden Cemaleddin Aksarayî’dir. Aksarayî, Fahreddin Râzî’nin torunlarından olup, Karaman beldesinde, İznik Zincirli Medresesi’nde ve Amasya’da müderris olarak çalışmıştır. Zincirli Medresesi Vakfiyesi’nde, müderris olabilmek için Cevherî’nin (1003) Sıhah’ını ezbere bilmek şartı vardı. Fenârî, onun en sekçin talebelerinden birisidir.71

Molla Fenârî, Anadolu’da tahsilini tamamlayıp icazetini aldıktan sonra, zamanın meşhur ilim merkezi Mısır’a gitmiştir. Mısır’ın meşhur âlimlerinden aslen Bayburtlu Ekmeleddin Babertî’den (1384) istifade etmiştir. Bursa’da müderris olduktan sonra Hacc’a gitmiş, dönüşte yine Mısır’a uğramıştır. Mısır’da İbn Hacer el-Askalânî 1448 gibi birçok meşhur alim ona talebe olup icazet almıştır.

Diğer taraftan zamanın meşhur mutasavvıfı “Somuncu Baba” diye meşhur Şeyh Hamid el-Aksarayî (1412) ile görüşmüş ve tasavvufî derinliğini ondan almıştır.72

Molla Fenârî, Mısır dönüşü muhtemelen Konya ve Karaman’a uğrayıp, hocası Cemaleddin Aksarayî ile görüşüp, Karaman Beyi Alauddin Ali Bey ve oğlu Mehmet Bey ile tanışıp sıkı bir dostluk kurmuştur.73

Fenârî ilk Mısır seyahatinden Bursa’ya dönüşünde Manastır Medresesi’ne müderris, sonra da Bursa kadısı olmuştur. Bursa kadısı iken zamanın Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayazid, bir hususta şahitlik yapmak üzere mahkemeye gelmiş, ancak Fenârî padişahın şahitliğini

kabul etmemiştir. Yıldırım Bayazid, “Ben bu işi biliyorum, bu böyledir” dediyse de, Fenârî, “Siz namaz için cemaate gelmiyorsunuz, ben sizin şehadetinizi kabul edemem” şeklinde cevap verdiği kaynaklarda yer almaktadır.74

Tarihi birçok kaynakta yer alan bu hadisede, padişahla sıradan bir tebası arasında fark gözetmeyen Kadı’nın adalet anlayışı ne kadar övgüye değer ise, diğer taraftan kendi raiyyesinden bir hâkimin aleyhinde verdiği hükme ses çıkarmaksızın itaat eden padişah da en az o kadar yüce ve övgüye layık olduğu aşikârdır.75

Danişmend’in izahına göre, Fenârî’nin o zaman, şahitliğini kabul etmemesinin sebebi, ibadette kusur eden padişahın halk hukukunda lâubaliliğe kapılıp yalan yere şehadet edebilme ihtimalidir. Kadı bunu Yıldırım’ın yüzüne karşı söylemiş, mahkemede söylediği için herkes dinlemiş ve adalet huzurunda hiç kimseden farkı olmadığına kânî olan Yıldırım Bayazit de hâkimin hükmüne râzı olup hiç ses çıkarmamıştır.76

Molla Fenârî’nin Yıldırım Bayezid’le arası açıldığı için Karaman’a gittiği bazı kaynaklarda kaydediliyorsa da,77 Uzunçarşılı bunun doğru olmadığını kaydetmektedir. Çünkü Karaman ülkesi Yıldırım zamanında, Osmanlı Devleti’ne ilhak edilmiştir. Fenârî muhtemelen ya Ankara Savaşı’ndan sonraki karışık dönemde veya Çelebi Mehmet zamanında Karaman’a gitmiştir.78

Timur, Ankara Savaşı’ndan sonra Kütahya’ya gelmiş ve burada bir müddet kalmıştır. Bu sırada, Bursa’dan Yıldırım Bayezıd’ın damadı Mehmet Buharî, Molla Fenârî ve Şemsettin Cezerî’yi huzuruna getirdiler. Timur üç büyük âlime de gereken saygıyı gösterip onlara oldukça iyi davrandı. Onları beraberinde götürmek istediyse de Mehmet Buharî ile Fenârî özür beyan edip gitmekten vazgeçtiler. Ancak Cezerî Timur’un yanında kaldı ve onunla birlikte Semerkand’a kadar gitti.79

Molla Fenârî, Ankara Savaşı sonrası, Karamanoğlu Mehmet Bey’in daveti ile Karaman’a gitti. Mehmet Bey O’na çok büyük ilgi gösterdi. Kendisine günde bin, talebelerine de beş yüz akçe para tahsis etti. Burada talebe okutmaya başladı. Fenârî, talebelerinin arasından temayüz eden Sarı Yakub ve Kara Yakub adlı iki öğrencisi ile övünürdü.80

Fenârî, Karaman’da “Aynü’l-A’yan” adlı bir Fatiha Tefsiri yazıp bu eserini Mehmet Bey’e ithaf etmiştir. Ayrıca kitabının mukaddimesinde Mehmet Bey’i öven Arapça bir şiir de yer almaktadır. Eser İstanbul’da 376 sayfa olarak basılmıştır.81

Molla Fenârî, Karaman’da on yıl kadar kalmış, talebe okutmuş, eserler telif etmiştir. Karaman’da adını taşıyan Fenârî mahallesinde, yine aynı adla anılan bir medrese ve bir de hamam bulunmakta idi. Şu anda bu iki eserin de mevcut olmadığı belirtilmektedir.82

Ankara Savaşı’ndan sonra büyük sarsıntı geçiren Osmanlı Devleti, I. Mehmet’in gayretleriyle yeniden toparlandı. Karaman ve Konya çevresine bir sefer düzenleyen I. Mehmet oraları yeniden fethetti. Molla Fenârî’yi de yanına alarak Bursa’ya döndü.83

Molla Fenârî, Karaman’dan Bursa’ya döndüğünde yine saygı ve hürmet görmüş, müderrislik ve kadılık görevleri yeniden kendisine verilmiştir. Bu arada yaşı hayli ilerlediği ve tecrübe sahibi olduğu için, ilmi sahada olduğu kadar siyasi işlerde de kendisine danışılan bir mevkîye gelmiştir. Kendisine bir konu sorulduğunda, çekinmeden fikrini beyan ediyor, adalete aykırı işlerin de önüne geçiyordu. Bu bakımdan halk tarafından da oldukça seviliyordu.84

Molla Fenârî, müderrislik, kadılık ve müftülüğü şahsında topladığından büyük bir şöhrete sahip olmuştu. Cuma günü camiye gitmek üzere evinden çıktığında, evi ile cami arası insanlarla dolar ve büyük bir izdiham yaşanırdı. Diğer taraftan dünyalık açısından da büyük bir servete sahipti. Bütün bu zenginliğine rağmen kendisi oldukça sade bir hayat yaşar, pahalı şeylere itibar etmezdi. Kendisi ipekçilik yapar, kendi el emeğinden elde ettiği paralarla geçinirdi.85

Taşköprîzâde’nin naklettiğine göre Fenârî, devlet nezdinde bir nevi “vezirlik” makamında idi. Bundan dolayı Hacı İvaz Paşa gibi, resmi vezirlik makamında bulunanlarla zaman zaman sürtüşmeler yaşanıyordu.86

Molla Fenârî’nin şahsına ait on bin ciltlik hususi bir kütüphanesi vardı.87 Henüz matbaanın olmadığı, kitapların elle yazılarak çoğaltıldığı bir dönemde, böyle bir kütüphane, ancak büyük maddi imkanlarla olabilirdi.

Fenârî, Osmanlı Devleti’nde medrese kolunun reisi olarak bilinmektedir.88 Diğer taraftan Osmanlı eğitim sisteminde ilk ilmî imtiyaz Fenârî ailesine verilmiş, “Fenarîzâdeler” diye bir sınıf ortaya çıkmıştır.

Osmanlı eğitim sisteminde genel teâmül hocadan icâzet almış bir talebe aşağı medreselerden itibaren çalışıp imtihan vermek suretiyle müderris veya kadı namzetliğine kadar çıkar, münhal yer olduğunda da tayin olunurdu. Ancak yüksek derecelerdeki ulemânın oğulları, babalarının işgal etmiş oldukları, mevkiye göre, ileri seviyedeki medreselere müderris olabilirlerdi.89

Molla Fenârî’nin oğullarına ve torunlarına verilen bu imtiyaz, daha sonraki tarihlerde genişletilerek bütün ulema oğullarını kapsamıştır. Sıra bekleyen namzetlerin yerlerine ehliyetlerine bakılmayarak bu imtiyazlılar tayin edilmiştir.90

İlk olarak II. Murat tarafından Molla Fenârî ailesine ilmi teşvik ve ulemayı taltif için tanınan birtakım imtiyazlar, daha sonraları bütün ulema çocuklarına tanınınca, bilgi bakımından zayıf bir zâdegan zümresinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Böylece Osmanlı ilmiyye teşkilatında ilk bozulmalar başlamıştır.91

Bir kimsenin kendi başarılarından dolayı, başkalarına imtiyaz tanınmasının şerî veya kânunî hiçbir mesnedi yoktur. Kaldı ki İslam’da Hz. Peygamber’in soyuna bile böyle bir imtiyaz tanınmamıştır.92

Sonuç


Anadolu Selçuklularının sonu ve Beylikler Dönemi, siyasi açıdan çok çalkantılı bir zaman dilimi olmakla birlikte, idarecilerin ilmi gelişmeleri ve alimleri desteklemeleri açısından oldukça verimli bir dönemdir. Nitekim Anadolu’da ulema, itibar ve ekonomik açıdan çok iyi durumda olduklarından, dünyanın her yerinden farklı ilim dallarında yetişmiş birçok insan, Anadolu’ya akın etmiştir. Siyasi çekişmelerin dışında kalan alimler genelde idarecilerden hürmet ve saygı görmüşlerdir. Alimlerin vardıkları şehirlerde vakıflar ve bazı Ahî tekkeleri tarafından bütün ihtiyaçlarının karşılanması, bu hareketliliğin ve dolayısıyla ilmî iletişimin artmasında büyük rol oynamıştır.

Beylikler Dönemi’nde zamanın âlimleri arasında çok iyi işleyen ilmi bir iletişimin olduğunu görülmektedir. Bu dönemde Anadolu’da belli bir seviyeye gelen âlimlerin Mısır, Şam ve Hicaz gibi ilim merkezlerine mutlaka gittiklerini, hatta bazen oraya yerleşip kaldıklarını müşahede ediyoruz. Bu dönemde Mısır ve Suriye’de Türk asıllı Memlük hakimiyetinin bulunduğu ve bunların ulemaya olan ilgisi gözden uzak tutulmamalıdır. Diğer taraftan Anadolu’da eser yazan bir müellifin muasırı olan birçok kimseye atıflar yaptığı, hatta bazen bu eserlerden bir kısmına reddiyeler kaleme aldığı bilinmektedir. Bu da bize o günün ulaşım imkanlarıyla mukayese edilemeyecek seviyede ilmî alışverişin olduğunu göstermektedir.

Bütün bu olumlu tespitlerle birlikte, idarecilerin ilmiyye sahasında belli ailelere tanıdıkları bazı imtiyazlar, ileride Osmanlılar döneminde “beşik uleması” diye talihsiz bir tabirin doğmasına da vesile olmuştur. İlmiyye sınıfındaki terfi ve tayinlerde bozulma başlayınca, ulemanın idarecilerle münasebetlerinde de bazı problemler yaşanmıştır.
DİPNOTLAR

1 Ayverdi, Samiha, Boğaziçinde Tarih, İstanbul 1968, s. 8.

2 Bkz. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, trc. M. S. Mutlu, S. Tuğ, İstanbul 1969, II, 188, 189.

3 Bkz. Alak (16), 1-5.

4 Bkz. Baktır, Mustafa, İslam’da İlk Eğitim Müessesi, Suffa Ashabı, İstanbul 1984, s. 39.

5 Ahzab (33), 21.

6 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, Beyrut 1351, II, 65; Suyutî, el-Câmiü’s-Sağîr, Mısır 1938, IV, 382.

7 Tirmizî, Fiten 72; Neseî, Beyat 35-36; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1969, II, 95.

8 Ebû Dâvud, Melâhim 17; Neseî, Beyat 37.

9 Saymerî, Hüseyin b. Ali, Ahbâru Ebî Hanîfe ve Ashâbihî, Beyrut 1976, s. 53, 57; Ebû Zehra, Muhammed, Ebû Hanîfe, trc. Osman Keskioğlu, İstanbul 1970, s. 56, 82, 87; Uzunpostalcı, Mustafa, “Ebû Hanîfe”, DİA, İstanbul 1994, X, 133.

10 Ebû Yusuf, Kitâbul Harac, Kahire 1396, s. 3. Bu eser, Türkçeye tercüme ettirilip İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi tarafından 1973’te bastırılmıştır.

11 Çakan, İsmail Lütfi, “İmam Buhari’nin Buhara Emiri İle Münasebetleri, Büyük Türk-İslam Bilgini Buhari”, Uluslararası Sempozyum, Kayseri 1996, s. 39-45; el-A’zamî, M. Mustafa, “Buhârî” Md., DİA, İstanbul 1992, VI, 368.

12 Serahsî, Muhammed b. Ahmed, el-Mebsûd, Beyrut ts., VIII, 80; X, 144; XII, 108.


Yüklə 8,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   105   106   107   108   109   110   111   112   ...   178




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin