Bu çalışmanın konusu, yazılı basının, açık ve fiziksel şiddete konu olan olayları sunma biçimindeki söylemi incelemektedir



Yüklə 336,58 Kb.
səhifə8/14
tarix25.11.2017
ölçüsü336,58 Kb.
#32830
növüYazı
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   14

3. Şiddet İçerikli Haberin Oluşumu


Böyle bir habercilik anlayışı, olay üzerinde yoğunlaşan ve olaydaki nedensellik bağlarını göstermekten uzak bir biçimde olayı, onu yaratan toplumsal sistemle olan ilintilerini vermeyecek bir yönde sunumunu gerektirmektedir. Bu çerçevede temel sorunsal, yaşanılan olgulara ilişkin gerçek ve sağlıklı bir bilgilendirmeyi ve onun gerçek yaşamla olan ilintilerini anlamlı bir bütün içinde kavramayı sağlayan açıklayıcı bilgileri içermekten uzak bir biçimde oluşturulan haber ve onun yaratım süreçleri ile nasıl sunulduğu olmaktadır. Burada unutulmaması gereken, gazetede okunan haberin, haber metnini oluşturan gazetecinin ilk yazdıklarından da, olayın gerçek oluşumundan da çok farklılaşmış olabileceğidir.

Gazeteci haberin oluşum aşamalarını anlatıyor; “Her gazete bürolarında polis telsizleri vardır. Polisiye haberlerin büyük çoğunluğu bu telsizler aracılığıyla yakalanır. Polis muhabirleri gün boyu emniyette dolaşır, orada haber kaynaklarıyla sürekli ilişki içinde olmaya çalışır ve genelde asayiş bürosuna uğrar. Oradaki günlük asayiş (polis) bültenlerini kontrol eder. Yine günlük olarak adliyede bulunmaları gerekir. Bir adliye muhabiri, adliyeye gittiği zaman önce olup-biten bütün olayları öğrenmek için suçüstü savcılığına uğrar” (Göktaş ile 1992’de yapılan röportaj).

“Diyelim ki, olayı duyduk, gittik. Olay yerinde ilk söylenen, ‘içeri giremezsiniz’ sözüdür. Çünkü, detektifler içeride öncelikle delil tespit çalışmaları yaparlar, ondan sonra savcı gelir, sonra içeriye gazeteci girer. Bizim için öncelikli öneme sahip olan fotoğraftır. İki tür fotoğraf vardır. Birincisi, yerde yatan ya da cesetler. Onu da ikiye ayırmak gerekiyor; biri kanlar içinde yatan ceset fotoğrafı diğeri üstü örtülü ceset fotoğrafı. Her ikisi de çekilir. Çünkü; gazetenin ve de yazı işlerinin hangisini kullanacağı belli olmadığından ötürü. Muhabir o cesedin bu tür fotoğraflarını çekmeye çalışır. İkinci tür fotoğraf ise, ölen kişinin yaşarken çekilmiş fotoğrafıdır. Bunlar haberin olmazsa olmaz koşullarıdır. Ondan sonra inceleme yapan detektiflerin kimlerin yaptığı konusundaki tahminleri sorulur. Eğer varsa olayın tanıklarıyla o da yoksa komşularıyla konuşulur. Unutmayalım, o sırada doktor gelir, ceset üzerinde neden öldüğü konusunda ön inceleme yapar. Bizde, doktordan cesetle ilgili en ince ayrıntıları öğreniriz. Eğer bu arada katil yakalanmışsa, biz onu göremeyiz. Çünkü, biz gelene kadar ifadesi alınmak üzere götürülmüştür” (Şevkat ile 1992’de yapılan röportaj).

Tam bu noktada gazetecinin, olayın nedenlerinin anlayabilmesinde en önemli haber kaynaklarından biri olan sanıkla görüşmesi mümkün olamamaktadır. Polisin kendi çalışma biçimi ve soruşturmanın gizliliği bakımından sanıkla gazetecinin yüz yüze gelmesi kısıtlanmaktadır ki bu alan çalışan bir gazetecinin şu saptamasını sunmak yerinde olacaktır; “Zanlıya şu ana kadar hiçbir şekilde gazetecinin konuştuğuna tanık olmadım. Konuşsa bile çok kısa yer veriliyor yani gazeteci ile sanığın yüz yüze gelmesi hemen hemen olanaksız gibi bir şey. Yalnız savcının duruşma aşamasında hazırladığı iddianameden yeni bilgiler elde edilebiliyor. Çünkü; savcı iddianameden önce sanıkla, yakınlarıyla, avukatla çok uzun konuştuğu için iddianamede tüm ayrıntılı bilgiler yer alıyor. Ancak, gazetecinin iddianameyi aylar sonra okuma fırsatı oluyor. Genellikle olaylar ilk olduğu zaman (bir başka deyişle, ilk olduğu biçimiyle ve o anda elde edilen bilgiler bağlamında) gazeteye yansıyor. Ayrıca, polisin önceden olayla ilgili olarak hazırladığı bültenlerde bulunmakta, ancak bunlar oldukça eksik bilgi ve anlatım yanlışlarıyla dolu oldukları için, bu bültenlerden yararlanarak haber yazmak büyük bir yetenek istemektedir” (Göktaş ile 1992’de yapılan röportaj).


4. Bireysel Şiddet İçerikli Haberdeki Sunma Biçiminin Yaslandığı Nedenler ve Koşullar


Böylesi bir haber halde etme yol ve yöntemiyle karşı karşıya kalan gazetecinin, şiddetin ve sorunların gerçek nedenlerini anlamaya ve anlatmaya yönelik bir çabaya girmesi de mümkün görünmemektedir. Bu durum ise, neredeyse yazılı basında klasikleşmiş bir haber verme biçiminin gelenekselleştiği ya da ilkeleştiği görülmektedir. “Bütün bu doneler toplandıktan sonra sunuş biçimine geleceğim. Şimdi size, cinayet haberlerinde yıllarca oluşmuş bir üslup var. Nedir bu üslup? Genelde basındaki üslup bu. Cinayet haberleri mümkün olduğu kadar en kısa zaman en kolay nasıl yazılır prensibiyle düşünülmüş ve bu sistem bulunmuş. Olaya (habere) müdahale olanağı yok, o kalıp içerisinde sunmak zorundayım işin doğrusu (bu durum) bana kolay geliyor yani olayı anlatmak en kolayı. Bizim için önemli olan olaydır. Öncelikle olaydaki ilginçlik unsurlarına bakılır. Çünkü, artık bir çok cinayet haberi günümüzde gazeteye girmiyor. Örneğin, 71 tane ilden ortalama günde gazetenin İstanbul’daki mutfağına 20 cinayet haberi geliyor. Nedenleri, oluş biçimleri birbirinden farklı 20 ayrı cinayet haberi geliyor. Sonuçta, bu cinayetlerin belki biri çok ilginç olduğu için birinci sayaya yansıyacak. (Bu nedenle) bu haberin gazeteye girebilirlik özelliğini arttırabilen ne tür unsurlar olabilir? diye düşünülüyor. Burada neden konusu ön plana çıkıyor. Namusu için mi öldürüldü, iyi yemek pişiremedi onun için mi öldürüldü. Örneğin, orada yedi bıçak darbesi vardır, haber girsin diye otuz denilir. Bu tür ilginçlik unsurların bakılır. Artık olay yerinde edindiğim izlenimlerden, konuştuğum kişilerden az çok tahmin edebiliyorsunuz yani, olay nasıl olmuştur? Olay, yemek masasında meydana gelmiş, (kişi) bıçaklanmış, katil kaçmış. Şimdi ben bunu burada nasıl sunabilirim? İşte yemek yenildiği anda bilinmeyen bir nedenle çıkan bir çatışma sonucunda işte gözü dönmüş koca, cani koca, masanın üzerinde duran ekmek bıçağını eline alarak, karısının bütün yalvarmalarına rağmen öldürücü darbeleri üst üste bindirdi, filan. Bu sunuş biçimi, haberin okunabilirliğini arttırıyor” (Şevkat ile 1992’de yapılan röportaj).

Bu durumda klasikleşmiş cinayet haberi kalıbı yazılmış oluyor; “İlk girişe olayın en ilginç boyutu ne ise o verilir, ondan sonra olayın geçtiği mekan verilir, daha sonra muhabir odanın içinde anlatmaya başlar. Yani, odadaki o gerilim okuyucuda da yaşatmak istiyoruz, sanki ona haberi televizyon ekranında gösteriyormuş gibi yani, mümkün olduğu kadar biz istiyoruz ki okuyucu olayın içinde kendini hissetsin, yani, orada yazan benim fakat yaşayan okuyucu olsun yani, mümkün olduğu kadar kendini bu olayın içine vermesini, bir namze tüylerinin diken diken olmasını istiyoruz” (Şevkat ile 1992’de yapılan röportaj).

Bu sunum biçiminin, sözünü ettiğimiz tehlikeleri konusunda yeterli bir bilince ve bunun dışında farklı bir sunumu gerçekleştirebilecek bir birikime sahip bir gazetecinin varlığı, sorunun çözümünde onu da aşan koşullar ve mekanizmalar nedeniyle yeterli olamamaktadır. Zaten, olaylara ve sorunlara, şiddete dayalı toplumsal hayatın onlara olağan saydırdığı bir bakış açısı içinde bakmaya alışmış ve onu değiştirebilecek yeterli olanaklara sahip olamamanın getirdiği sorunları, yorgunluğu ve ezikliği yaşayan insanlara, bunun dışında farklı bir sunumla seslenmek, başarıyı “daha çok tiraj” ve “daha çok kar” olarak gören gazete yönetimince “itici” geleceği düşünüldüğünden ve bu kişilerin, belirli bir işbölümü içinde oluşturulan haberin seçimi ve sunumu aşamalarındaki belirleyiciliği göz önüne alındığında, yazılı basının, bu koşullar altında varolan bir yayın politikasını değiştirmesi olası gözükmemektedir.

Bu durumda basını, aşırı duygu yüklü olaylar üzerinde yoğunlaşan ve bunları kendilerini yaratımı olan toplumsal koşulların dışında bireysel psikolojik dürtülerle açıklayan abartılı ve magazinleşmiş bir üslubu kullanması kaçınılmaz olmaktadır. “(Olayın) nedenini biz çok yüzeysel bırakıyoruz. Kıskançlık diyoruz. Neden kıskanmış bu adam ve bu adamı karısını öldürme aşamasına getiren birtakım olaylar ve süreçler var. Olayın nedenine kıskançlık diyorum ama işte bu nedenin gerisine gidemiyorum. Biz bu olayları gerek gazetenin politikasından, haberin sunuş biçiminden gerekse zaman ve yetiştirme kaygısından atlamak durumunda kalıyoruz. Aslında bu nedenler incelense, haber daha ilginç olacak. Ben onu düşünüyorum fakat İstanbul’da yazı işlerindeki adam onu düşünmüyor” (Şevkat ile 1992’de yapılan röportaj).



Aynı haberde yer alan gerçekliğin, zamansal ve mekansal boyutunun yeniden yazımı, nedensellik ilişkileri ve dramatik yan öğelerle süslü anlatımı bakımından yapılabilecek bir gazeteler arası karşılaştırma, söz konusu gerçekliğin ele alınışındaki farklılıkları ortaya koyması bakımından ilginç sonuçlar verebilmektedir; “Kendisi askerde iken hamile kalan karısını delik deşik etti. Halen İstanbul Kasımpaşa’da vatani görevini deniz eri olarak yapmakta olan Hüsnü Nekiz (22) oturmakta olduğu İzmir’den kendisine gelen mektuplardan 4 yıl önce sevişerek evlendiği karısı Sevim Nekiz’in (18) arkadaşları ile düşüp kalktığını öğrenmiştir. Yaptığı araştırmada karısının bu yoldan hamile kaldığını duyan Hüsnü Nekiz birliğinden firar ederek İzmir’e evine gitmiştir” (Günaydın 01.02.1976: 1). “Rüyasında ‘kötü’ gördüğü karısını bıçakladı. Gece rüyasında karısının kendisini başkasıyla aldattığını gören ve bunun etkisinden kurtulamayarak birliğinden firar edip İzmir’e gelen asker koca, 18 yaşındaki eşi Sevim’i bıçakla ağır şekilde yaralamıştır” (Hürriyet 01.02.1976: 1). “Sinema oyuncusu dört yerinden bıçaklandı. Polisin verdiği bilgiye göre, bilinmeyen bir nedenden başlayan tartışma, kavgaya dönüşmüş ve iddiaya göre Mustafa Dündar, Zeynep Şahan’ı 4 yerinden bıçakla vurmuş ve kaçmıştır” (Milliyet 26.01.1976: 1). “Seks yıldızıydı. Mustafa Dündar adlı şahsın bıçak darbeleriyle ağır şekilde yaralanan Zeyno Çilem Yeşilçam’ın seks furyasından en çok nasibini alan sanatçılarındandı. Beyzaperdeye “Aşiret Kızı Zeyno” diye tanıtılarak geçen şuh yıldız Zeyno Çilem yaşama savaşı veriyor. Zeyno Çilem’i görmek, onunla birlikte olmak arzusuyla yanıp tutuşan Mustafa Dündar önceki gece genç kadının Nişantaşı Ihlamur yolu üzerindeki evine gitmiştir. Mustafa kapıyı çalmış, Zeyno davetsiz misafiri bir an karşısında bulunca şaşkına dönmüştür. Ancak genç kadın bir şey demeye fırsat bulamadan Mustafa Dündar bıçağı çekmiş, ‘Artık bu iş burada bitecek’ diye bağırmıştır” (Hürriyet 26.01.1976: 1). “Bir leğen için cinayet. Çocukları üşümesin diye komşusunun kömüründen çalan anne öldürüldü. (Olay şöyle oldu); Eşine ilaç vermek istemişti Mustafa Bayfidan. Bodrumdan duyduğu gürültü üzerine telaşla aşağıya indi. Yanına silahını da almıştı Mustafa Bayfidan. Burada komşusu olan kadını kömürlerini alırken görünce çılgına döndü ve ona kanla içinde yere serdi. Mustafa, Emniyet Müdürlüğü’nde komşusunun öldüğünü öğrenince şok geçirmiş, pişmanlık duyguları içinde ağlamaya başlamıştır” (Hürriyet 09.01.1976: 1). “Yarım kova kömür yüzünden katil odu. Sabah sobaya kömür atmak üzere kömür almak için bodruma inen Mustafa Bayfidan, komşusu Hayriye Yapışık’ın elinde bir kova kömür görmüş, tartışma sırasında Hayriye Yapışık, ‘Sana hesap mı vereceğim’ demiştir. Bunun üzerine ikinci kattaki dairesine çıkan Mustafa, tabancasını alarak aşağıya inmiş ve koşusunu tek kurşunla öldürmüştür. Yakalanan 32 yaşındaki katil Mustafa Bayfidan Emniyet Müdürlüğü’nde iki gözü iki çeşme ağladı ve ‘Ben iki çocuk babası bir işçiyim. O kömürü hangi şartlar altında aldığımı kimse bilemez’ demiştir” (Milliyet 09.01.1976: 1). “Görülmemiş Vahşet. Canavar ruhlu Hüseyin Urgancı, önce dostunun sevgilisi Mehmet Yılmaz’ı öldürdü. Daha sonra dostu Fatma Bulut ve iki kızını boğup pamuk tarlasına gömdü. Denizli’deki vahşet, cinayetin suç ortaklarından Abdullah Bölükbaşı’nın vicdan azabı duyarak olayı ihbar etmesiyle ortaya çıktı. Korkunç cinayetleri işleyen Hüseyin Urgancı ve kendisine yardım eden iki arkadaşı, yakalanarak gözaltına alındı... Hüseyin Urgancı ile beraberliğini uzun süre sürdüren Fatma Bulut bu arada evlerinin yanında oturan evli ve iki çocuk babası bakkal Mehmet Yılmaz’la ilişkiye girdi. Bu ilişkinin farkına varan çılgın aşık, sevgilisini beraberlikten vazgeçiremeyince arkadaşları 39 yaşındaki Vahit Keskin ve 25 yaşındaki Abdullah Bölükbaşı ile birlikte, sekiz ay önce akşam saatlerinde dükkanını kapatıp evinin yolunu tutan Mehmet Yılmaz’ın önünü kesti. Urgancı ve arkadaşları, bakkalın başına odunla vurup öldürdüler, daha sonra da Esentepe Mahallesi’ndeki boş bir araziye gömdüler. İlişkide bulunduğu bakkalın ortadan kaybolmasından şüphelenen Fatma Bulut, olayın üzerinde ısrarlı durmaya başladı. Fatma Bulut, dostu Hüseyin Urgancı’yı sıkıştırınca bakkal sevgilisinin öldürüldüğünü öğrendi. Hüseyin Urgancı ve arkadaşları, Çaybaşı mahallesindeki evinde 47 yaşındaki Fatma Bulut, kızları 14 yaşındaki Fatma ve 17 yaşındaki Duygu’nun içkilerine zehir karıştırdı. Anne ve iki kızı baygınlık geçirince, Hüseyin Urgancı iki arkadaşının yardımıyla sevgilisini ve çocuklarını önce iple boğdu, sonra da Merkez’e bağlı Kumkısık köyü yakınlarındaki pamuk tarlasına gömdü” (Hürriyet 07.02.1990: 3). “Bir ihanet, dört can aldı. Yasak aşk katliamı. Denizli’deki benzeri ancak polisiye filmlerde görülen cinayetler zinciri şöyle gelişti; Fatma Bulut, iddiaya göre bir yıl kadar önce mahallenin genç bakkalı Mehmet Yılmaz ile ilişki kurdu. Ancak Hüseyin Urgancı olayı öğrenmekte gecikmedi. Karısı ile Mehmet’i bir süre izledikten sonra korkunç planı hazırladı. Hüseyin Urgancı karısı ile kızlarının evde olmadığı bir sırada Mehmet Yılmaz’ı bir bahane ile eve çağırdı. Çayına uyuşturucu koyarak bayılttığı Mehmet Yılmaz’ı arkadaşı Vahit Keskin ile boğarak öldürdü. İki cani bakkalın cesedini şehir yakınlarındaki bir tarlaya götürerek gömdüler. Hüseyin Urgancı aşırı derecede sarhoş olduğu bir gün, karısına ‘Mehmet’in seninle ilişkisi vardı, bu nedenle onu öldürüp gömdüm’ dedi. Durumu kızları Duygu ve Fatma Başar’a anlattı. Anne ile kızları plan yaparken, kendileri için hazırlanan korkunç sondan habersizdi. Hüseyin Urgancı bir ara karısının ve iki üvey kızının yemeklerine kuvvetli bir uyuşturucu koydu. Yemekten sonra kendilerinden geçen Fatma Bulut ve iki kızı, Hüseyin Urgancı ve Vahit tarafından boğularak öldürüldü. Katiller daha sonra kendilerine yardım etmesi için Abdullah Bölükbaş isimli gençle anlaştılar. Cesetleri çarşaf ve battaniyelere saran caniler şehir dışında bir pamuk tarlasına gömdüler” (Günaydın 07.02.1990: 3). “Bu nasıl anne? Önce öldüresiye dövdü, sonra da 2 çocuğunu yaktı. İzmir’de cinnet geçiren Ruhane Taşdemir adlı kadının evinden önce çığlıklar sonra da dumanlar yükseldi. Gözü dönmüş çılgın anne, iki çocuğunu salonun ortasına yatırmış ve üzerlerine kor ateş atarak yakmıştı. Bayraklı 1620 sokak 40 numaralı evlerinde çocukları ile birlikte yemek yiyen anne Ruhane Taşdemir bilinmeyen bir nedenle cinnet geçirdi. Eline sobayı karıştırmakta kullandığı demir çubukları alan kadın, çocukları öldüresiye dövmeye başladı. Kendinden geçen çocuklarının üzerlerine sobada bulunan korları döken acımasız anne 5 yaşındaki Esra ve 7 yaşındaki Ahmet’in ölmesini bekledi. Büyük bir soğukkanlılıkla eline demir çubuğu alarak komşusuna giden Ruhane Taşdemir’in durumundan şüphelenen Fevzi Parmaksız, olayın yaşandığı eve giderek kapıyı açtı ve korkunç manzarayı gördü” (Milliyet 07.01.1990: 1). “İki çocuğunu ateşle yaktı. Cinnet geçiren İzmirli anne, gürültü yapıyorlar diye yanan sobanın ateş dolu kovasının çocuklarının üzerine boşalttı. İzmir Bayraklı Orman sahası semtinde Ruhane Taşdemir adlı çılgın anne, oyun oynarken gürültü yapan 5 ve 7 yaşındaki iki çocuğunu demirle dövdü, bununla da yetinmeyerek yanan sobanın kovasında bulun kor halindeki kömürleri üzerine dökerek öldürdü. Ruhane Taşdemir, daha sonra hiçbir şey olmamış gibi gezmeye gitti. Bu arada evden çıkan dumanları görerek içeri giren komşular 7 yaşındaki Ahmet ile 5 yaşındaki Esra’nın cesedini bulunca dehşete kapıldılar” (Sabah 07.01.1990: 3). “Antalya’da Vahşet. İki genç kadın bıçakla doğranarak öldürüldü. Genç bir adam ise delik deşik edilmiş halde ağır yatıyordu. Bir sigorta şirketinin acentalığını yapan 40 yaşındaki Cebrail Aykurt, önceki gece geç saatlerde bürosunda sevişirken yakaladığı karısı Hatice’yi bıçakla öldürdü, kardeşi Hüseyin Aykurt’u da bıçakla ağır yaraladı. Olay sırasında kendisine mani olmak isteyen 20 yaşındaki sekreteri Filiz Cüru’yu da bıçakla boğazını keserek öldüren gözü dönmüş koca, arkasında iki ölü ve can çekişen bir yaralı bırakarak kaçarken, bürosunu da ateşe verdi” (Hürriyet 15.04.1990: 1). “Yasak Aşk Cinayeti. Antalya’da meydana gelen korkunç cinayet esrarının koruyor. Yangından yaralı olarak kurtulan Hüseyin Aykurt yoğun bakımda. Sigortacılık yapan Cebrail Aykurt’un dedikodular yüzünden karısı ve sekreterini öldürüp, kardeşini bıçakladıktan sonra binayı ateşe verdiği bildiriliyor” (Milliyet 15.04.1990: 3). “Karısın boğdu, kuşkulandığı adamı vurdu, bir kişiyi yaraladı. Polis ve görgü tanıklarından edinilen bilgiye göre Göztepe Çemenzar sokak Dinsiz Çıkmazı’nda oturmakta olan taksi şoförü Sadettin Özküçük önceki akşam, akli dengesi bozuk olduğu söylenen eşi Yadigar Özküçük ile tartıştı. Tartışmanın ilerlemesiyle cinnet geçiren Sadettin Özküçük, bir çocuk annesi eşinin ellerini arkadan bağlayarak boğdu. Olaydan sonra 6 aylık oğlu Soykun’u yanına alıp akrabalarına götüren taksi şoförü yakınların hiçbir söylemeden Çemenzar sokaktaki evine döndü. Geceyi ölü eşinin başında geçiren Sadettin Özküçük, sabah olunca tabancasını alıp evden çıktı. Silahını çekerek 50 yaşındaki tüccarın üzerine yürüyen Sadettin Özküçük, Kırılmaz’ın kaçmaya çalıştığını görünce ateş etmeye başladı. Kırılmaz bacağından vurulup düştü. Yaşlı tüccarın yerde kıvrandığını gören taksi şoförü Sadettin Özküçük, bir kurşunu da beynine sıktı. Bu sırada olayı gören hamal Zorba Çetiner’e, ‘Sen karışma, bu bir namus meselesi’ diye bağıran Özküçük daha sonra silahını ateşleyerek hamalı bacağından vurdu” (Milliyet, 10.04.1990, s.1). “Kıskanç koca ölüm saçtı. Göztepe’deki korkunç olay şöyle gelişti; Evlendiği günden beri karısını sokağa dahi çıkartmayan taksi şoförü Sadettin Özküçük, dün sabah tartıştığı karısına, ‘Git, beni aldattığın adamı bulup buraya gel’ diye bağırdı. Kocasının bu tutumu karşısında şaşkına dönen genç kadın, biraz sokaklarda dolaştıktan sonra geri döndü. Şüphe ve öfkeden çılgına dönmüş bir halde olan Sadettin Özküçük, karısının üzerine saldırarak kıyasıya dövdü. Ardından boğazını sıkarak öldürdü. Çılgın koca doğruca koleksiyoncu Ahmet Kırılmaz’ın dükkanına gitti. Özküçük’ün elinde silahla dükkanına geldiğini gören Ahmet Kırılmaz kaçmaya başladı. Kırılmaz’ın peşinden koşan Özküçük, Göztepe pazarında kıstırdığı iki çocuk babası 42 yaşındaki konfeksiyoncuya kalabalığın gözleri önünde delik deşik etti” (Sabah 10.04.1990: 3).

Yüklə 336,58 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   14




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin