Danıel Defoe Robınson Crusoe



Yüklə 1,09 Mb.
səhifə4/26
tarix26.08.2018
ölçüsü1,09 Mb.
#75006
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   26


Ksuri çok korkmuştu, aslında ben de korkmuştum; ama bu koca yaratıklardan bi-

-57-


rinin yüzerek kayığımıza doğru geldiğini duyduğumuzda daha da çok korktuk. Onu göre-miyorduk ama soluk alıp vermesinden ne kadar kocaman ve yırtıcı bir hayvan olduğunu arılayabiliyorduk. Ksuri bunun bir aslan olduğunu söyledi ve bildiğim kadarıyla olabilirdi. Zavallı Ksuri demiri çekip küreklere asılarak uzaklaşmamız için yalvardı. "Hayır, Ksuri," dedim, "şamandırayı salıp denize açılabiliriz; bizi o kadar uzağa kadar takip edemezler." Bunu der demez yaratığın (artık her ne ise) bize iki kürek boyu kadar yaklaştığını görerek şaşkınlığa kapıldım; hemen kamaraya girdim ve tüfeğimi alarak ateş ettim. Bunun üzerine hayvan geri dönüp karaya doğru yüzmeye başladı.

Ama tüfeğin patlamasıyla kıyıda olduğu kadar karanın içlerinde de tarifi imkânsız, iğrenç sesler ve ulumalarla karışık o kadar korkunç bir gürültü koptu ki, bu yaratıkların daha önce hiç tüfek sesi duymadığını düşündüm. Böylece geceleyin kıyıya çıkmamızın imkânı olmadığına inanmıştım, gündüz nasıl çıkacağımız da ayrı bir meseleydi; çünkü vahşilerin eline düşmek de aslanlar ve kaplanların eline düşmek kadar kötüydü. En azından ikisinin de aynı derecede tehlikeli olduğunu biliyorduk.

Bununla birlikte, kayıkta bir yudum bile suyumuz kalmadığından öyle ya da böyle su bulmak için karaya çıkmak zorundaydık; önemli olan suyu ne zaman ve nereden bula-cağımızdı. Ksuri testilerden biriyle gitmesine izin verirsem, su arayabileceğini ve bana da

-58-


biraz getireceğini söyledi. "Neden sen gidiyor-muşsun?" diye sordum, "Sen kayıkta kalsan da ben gitsem olmaz mı?" Bana öyle sevgi dolu bir cevap verdi ki, birden onu daha çok sevdim. "Vahşi adamlar gelmek, beni yemek, sen kaçmak." "Peki, Ksuri," dedim, "ikimiz beraber gideceğiz ve vahşi adamlar gelirse, onları öldüreceğiz, ne seni ne de beni yiyemeyecekler." Ksuri'ye yemesi için bir parça peksimet ve efendimizin daha önce bahsettiğim kasasındaki şişelerden bir yudum içki verdim; kayığı da uygun olduğunu düşündüğümüz bir yere kadar kıyıya yaklaştırdık. Yanımıza iki su testisinden başka bir şey almadan yürüyerek karaya çıktık.

Ben vahşilerin kanolanyla nehirden aşağı gelmelerinden korktuğum için kayığı gözden kaybetmek istemiyordum, ama çocuk bir kilometre ötede alçak bir yer görerek oraya gitti ve bir süre sonra koşarak bana doğru geldiğini gördüm. Vahşilerin onu kovaladığını ya da vahşi bir hayvandan korktuğunu sanarak yardım etmek için ona koştum. Ama yaklaştığımda omzunda bir şey asılı olduğunu gördüm; yabantavşanına benzeyen bir hayvan vurmuştu ama bunun rengi farklıydı, bacakları da daha uzundu. Ne olursa olsun, buna çok sevindik; eti de iyiydi; ama zavallı Ksu-ri'nin bana söylemek istediği, esas sevindiği şey su bulması ve hiç vahşi hayvan görmemiş olmasıydı.

Ama daha sonra su için o kadar uğraşmamıza gerek olmadığını anladık, çünkü ağzında bulunduğumuz ırmağın biraz yukansın-

-59-


1

da, deniz suyu çekilince güzel ve temiz bir su aktığını anladık. Böylece testilerimizi doldurduk ve tavşanla da güzel bir ziyafet çekip o çevrede herhangi bir insana ait hiçbir ayak izi olmadığını görerek yolumuza gitmeye hazırlandık.

Bu kıyılara daha önce de bir yolculuk yaptığım için Kanarya Adalan'nın ya da Yeşilbu-run Adalan'nın bu sahillerden pek uzak olmadığını biliyordum. Ama hangi enlemde olduğumuzu ölçecek herhangi bir aletim olmadığı gibi, bu adaların hangi enlemlerde olduğunu tam olarak bilmediğim ya da en azından hatırlamadığım için onları nerede arayacağımı ya da denize açıldığımda oraya ulaşmak için hangi yolu tutacağımı da bilmiyordum; yoksa şimdi bu adalardan herhangi birini kolaylıkla bulabilirdim. Ama bu kıyıyı izleyerek İngilizlerin ticaret yaptığı bölgeye varırsam, her zamanki ticaret yollan üzerinde seyretmekte olan, bize yardım edecek bir gemiye rastlamayı umut ediyordum.

Hesaplanma göre şu anda en iyi ihtimalle, Fas İmparatoru'nun ülkesiyle zencilerin topraklan arasında, çorak ve vahşi hayvanlar dışında kimsenin yaşamadığı ıssız bir yerde olmalıydık. Zenciler Mağripliler'den korktuklan için bu bölgeyi terk edip daha güneye gitmişler, Mağripliler de çoraklığından ötürü yerleşmeye değer bulmamışlardı. Aslında her iki taraf da burayı, sayısız kaplan, aslan, leopar ve diğer vahşi hayvanlar yüzünden terk etmişlerdi; bu yüzden Mağripliler de bu bölgeyi yalnızca iki üç bin kişilik ordularla geldikleri za-

-60-

man avlanmak için kullanıyorlardı. Gerçekten de bu kıyı boyunca aşağı yukan yüz mil gitmiş ama gündüzleri çorak ve ıssız bir topraktan başka bir şey görmezken geceleri de vahşi hayvanlann uluyup hırlamalanndan başka bir şey duymamıştık.



Gündüz vakti, bir iki kez Kanaryalar'daki Teneriffe Dağı'nın en yüksek tepesi olan Te-neriffe'yi gördüğümü sandım ve oraya ulaşma umuduyla kayığı o tarafa yöneltmeye karar verdim, ama iki kez denedikten sonra ters esen rüzgâr ve küçük gemim için fazla yüksek olan dalgalar dolayısıyla başanlı olamadım. Bu yüzden ilk planıma geri dönüp kıyıyı takip etmeye karar verdim.

İlk yerden aynldıktan sonra, taze su bulmak için birkaç' kez daha karaya çıkmak zorunda kaldık. Bir keresinde de sabahın erken saatlerinde, oldukça yüksek bir kara parçasının altında demir atmış, sulann yükselme zamanı olduğu için daha içeri girebilmeyi bekliyorduk. Belli ki gözleri etrafı benimkilerden daha çok tarayan Ksuri yavaşça bana seslendi ve kıyıdan uzaklaşmamızın daha iyi olacağını söyledi. "Çünkü," dedi, "bak, ötedeki şu tümseğin yanında korkunç bir canavar yatmış, uyuyor." Gösterdiği yere baktım ve gerçekten de korkunç bir canavar gördüm. Kıyının kenannda, tümseğin üzerinde asılı gibi duran bir kaya çıkıntısının gölgesi altında uyuyan koskocaman bir aslan vardı. "Ksuri," dedim, "karaya çıkıp öldür şunu." Ksuri korktu ve "Ben, öldürmek! Bir ağızda var beni yutmak o," dedi; bir lokmada demek isti-

-61-

yordu. Çocuğa kıpırdamadan yatmasını söyledim ve başka da bir şey demedim. Neredeyse misket tüfeği sayılacak en büyük tüfeğimizi alıp bol bol barut ve iki kurşunla doldurarak bir kenara bıraktım; sonra bir tüfeği daha iki kurşunla doldurdum ve üçüncüye de (üç tüfeğimiz vardı çünkü) üç küçük kurşun koydum. Aslanı başından vurabilmek için, birinci tüfekle elimden geldiğince iyi nişan aldım, ama aslan bir pençesini burnunun biraz üstüne kaldırmış, öyle bir şekilde yatıyordu ki kurşunlar dizine rastlayarak kemiğini kırdı. İlk başta kükreyerek yerinden kalktı ama bacağı kırılmış olduğundan tekrar yere düştü ve sonra üç bacağı üzerinde ayağa kalkarak hayatımda duyduğum en çirkin kükreyişi kopardı. Onu başından vuramadığım için biraz şaşırmıştım. Ama hemen ikinci tüfeği aldım ve kaçmaya başlamış olmasına rağmen tekrar kafasına ateş ettim; yere düştüğünü, daha az ses çıkardığını ve can çekiştiğini görünce sevindim. Sonra Ksuri cesaret bularak karaya çıkmak istedi. "Peki, git," dedim; böylece oğlan suya atladı ve küçük tüfeği de bir eline alarak tek eliyle kıyıya yüzdü, yaklaştığında tüfeğin namlusunu hayvanın kulağına dayayarak kafasına bir kez daha ateş edip işini bitirdi.



Bu, bizim için gerçekten bir oyun olmuştu ama işin içinde yiyecek yoktu ve bize hiçbir faydası dokunmayacak bir hayvana üç atışlık barut ve kurşun harcadığımıza çok üzüldüm. Yine de Ksuri hayvanın bir parçasını alacağını söyledi ve ona baltayı vermemi istedi. "Ne

-62-


için, Ksuri?" dedim. "Ben var onun kafasını kesmek," dedi. Bununla birlikte kafasını kesmeyi başaramadı, ama bir ayağını keserek yanında getirdi. Bu ayak gerçekten tam bir canavar ayağıydı.

Bununla birlikte bir şekilde derisinin belki işimize yarayacağı geldi aklıma ve becere-bildiğim kadarıyla derisini yüzmeye karar verdim. Böylelikle Ksuri ve ben aslanın yanına gidip işe koyulduk. Ksuri bu konuda benden çok daha becerikliydi; çünkü ben deri yüzmesini hiç bilmiyordum. Bu iş bütün günümüzü aldı, ama sonunda derisini çıkardık ve kamaranın üzerine serdik, güneşin iki gün içinde tamamen kuruttuğu deri sonradan benim için yatak vazifesi gördü.

Bu duraklarriadan sonra, on on iki gün boyunca durmadan güneye yol aldık, azalmaya başlayan yiyeceğimizi çok tutumlu kullanıyor ve su almak zorunda kalmadığımız sürece karaya çıkmıyorduk. Amacım Gambia Nehri'ne ya da Senegal'e varmaktı -yani Ye-şilburun yakınlarındaki herhangi bir yere-oralarda da Avrupa'dan gelen bir gemiye rastlamayı umut ediyordum. Bir gemiye rastlaya-mazsak adaları aramak ya da zencilerin arasında yok olmaktan başka ne yapardım, bilmiyordum. Gine sahillerine, Brezilya'ya ya da Doğu Hindistan'a giden bütün Avrupa gemilerinin bu burundan ya da adalardan geçtiğini biliyordum; kısacası bütün kaderim tek bir noktaya bağlıydı, ya bir gemi bulacak ya da yok olup gidecektim.

Bu karara varmamdan on gün kadar son-

-63-

ra, kıyıda insanların yaşadığını görmeye başladım; geçtiğimiz iki ya da üç yerde kıyıda durmuş bize bakan insanlar görmüştük. Ayrıca bu insanların oldukça kara ve çırılçıplak olduklarını da görebiliyorduk. Bir keresinde karaya çıkıp onlarla konuşmaya niyetlendim ama akıl hocam Ksuri, "Yok gitmek, gitmek yok," dedi. Yine de onlarla konuşabileceğim kadar kıyıya yanaştım ve kıyı boyunca epey bir arkamızdan koştuklarını gördüm. Silahları yoktu, elinde uzun ince bir sırık taşıyan biri hariç. Ksuri bunun bir mızrak olduğunu ve iyi nişan alarak bu mızrağı çok uzaklara atabildiklerini söyledi. Ben de belli bir uzaklıkta kaldım ve elimden geldiğince işaretlerle onlarla konuşmaya çalıştım, özellikle de yiyecek bir şeyler anlamına gelen işaretler yaptım. Onlar da bana kayığı durdurmamı ve biraz et getireceklerini işaret ettiler. Bunun üzerine yelkenin üst tarafını indirdim ve bekledim; ikisi karanın içlerine doğru koştu ve yarım saat geçmeden yanlarında iki parça kurutulmuş et ve biraz da tahıl getirdiler. Bunlar kendi topraklarına özgü ürünler olduğundan iki şeyin de ne olduğunu bilmiyorduk. Kabul etmeye hevesli olmamıza rağmen bu sefer de nasıl alacağımız sorun oldu, çünkü ben karaya, yanlarına gitmeyi göze alamıyordum, ayrıca onlar da bizim kadar korkuyordu. Ama hepimiz için güvenli bir yol buldular; yiyecekleri kıyıya bırakıp epey bir uzağa gittiler ve biz onları kayığa götürene kadar orada bekleyip sonra tekrar bize yaklaştılar.



Karşılık olarak onlara vereceğimiz bir şey

-64-


olmadığından el kol işaretleriyle teşekkür ettik. Ama tam o anda onları çok mutlu etmemizi sağlayacak bir fırsat çıktı; biz daha kıyıdan ayrılmamışken iki kocaman hayvan ortaya çıktı. Dağların oradan geliyorlardı ve (anladığımız kadarıyla) biri diğerini büyük bir çılgınlıkla denize doğru kovalıyordu; erkek dişiyi mi kovalıyordu, oynuyorlar mıydı, kızgın mıydılar; bu, sıradan bir şey miydi yoksa olağanüstü bir şey miydi, anlayamadık, ama sanırım ikincisiydi; çünkü, bir kere bu yırtıcı hayvanlar gündüzleri pek seyrek ortaya çıkarlardı. Bir de insanlar, özellikle de kadınlar çok korkmuştu. Elinde mızrak ya da ok gibi bir şeyi olan adam hariç herkes kaçmıştı. Bununla birlikte iki hayvan doğruca suya koştu, zencilere saldıracak gibi görünmüyorlardı, eğlenmek için gelmiş gibi denize dalıp yüzmeye başladılar. Sonunda, birisi kayığa umduğumdan daha fazla yaklaşmaya başladı ama buna karşı hazırlıklıydım, çabucak tüfeğimi doldurdum ve Ksuri'ye de diğer ikisini doldurmasını söyledim. Hayvan tüfeğimin menziline girer girmez ateş ettim ve onu kafasından vurdum. Hemen suyun içine gömüldü ama anında tekrar yüzeye çıktı ve can çekişi-yormuş gibi batıp çıkmaya başladı; gerçekten de can çekişiyordu. Karaya doğru gitmeye başladı ama hem yarası ölümcül olduğu hem de çok fazla su yuttuğu için kıyıya varmasına çok az bir mesafe kaldığında öldü.

Tüfeğimin çıkardığı gürültü ve ateş karşısında bu zavallı yaratıkların duyduğu şaşkınlığı ifade etmek mümkün değil. Kimileri kor-

-65-

kudan neredeyse ölecekti ve dehşetten kendilerini ölü gibi yere attılar. Ama hayvanın ölüp de suda battığını, benim de onlara yaklaşmalarını işaret ettiğimi gördüklerinde cesaret bulup kıyıya geldiler ve yaratığı aramaya başladılar. Suyu bulandıran kanından yaratığın yerini buldum ve bir ipi etrafına dolayıp çekmeleri için zencilere verdim. Onu çekerek kıyıya götürdüler. Hayranlık verici bir güzellikte, benekli, çok ilginç bir leopardı bu. Zenciler onu öldürmek için kullandığım şeyin ne olduğunu anlayamayarak şaşkınlıkla ellerini havaya kaldırıyorlardı.



Tüfekten çıkan ateş ve gürültüden korkan diğer hayvan kıyıya yüzüp doğruca geldikleri dağlara kaçmıştı; o kadar uzaktan onun ne tür bir hayvan olduğunu anlayamamıştım. Zencilerin bu hayvanın etini yiyebileceklerini anladım hemen. Ben de onlara bir iyilik olsun diye hayvanı vermeye istekliydim; onu alabileceklerine dair el kol işaretleri yaptığımda çok memnun oldular. Hemen hayvanın başına toplandılar, bıçaklan yoktu ama keskinleştirilmiş bir tahta parçasıyla derisini kolayca yüzdüler, öyle ki bizim bıçakla yapabileceğimizden çok daha kolaylıkla yaptılar bunu. Etin bir parçasını bana vermeyi teklif ettiklerinde reddettim, ama deriyi alabileceğime dair işaretler yaptım. Deriyi seve seve verdiler ve kendi erzaklarından bir dolu daha getirdiler. Ne olduğunu anlamadığım halde kabul ettim. Sonra biraz su istediğimi gösterecek işaretler yaptım ve testilerimden birini onlara doğru tutarak boş oldu-

-66-


ğunu ve doldurulmasını istediğimi göstermek için baş aşağı çevirdim. Hemen arkadaşlarından bazılarına seslendiler ve iki kadın topraktan yapılıp güneşte pişirilmiş olduğunu düşündüğüm büyük bir kap getirdiler. Daha önce olduğu gibi bunu benim için kıyıya bıraktılar ve ben de Ksuri'yi testilerle kıyıya göndererek üçünü de doldurttum. Kadınlar da erkekler gibi çırılçıplaktı.

Her ne olursa olsun, artık bazı kökler, tahıl ve su temin etmiştim. Arkadaş canlısı zencilerimden ayrılarak karaya uğrama gereği duymadan on bir gün daha yol almıştım ki dört beş fersah önümde büyük bir kara parçasının denize doğru çıkıntı yaptığını gördüm. Deniz de çok durgun olduğundan bu noktaya ulaşmak 'için karanın etrafından epey bir açıldım. Karadan iki fersah kadar uzaklaştığımda diğer tarafta da denize doğru uzanan bir kara parçası olduğunu gördüm; sonra bunun Yeşilburun ve isimlerini bu burundan alan Yeşilburun Adaları olduğu sonucuna vardım; aslında bundan emindim. Ama çok uzaktaydılar ve yapılacak en iyi şeyin ne olduğunu bilmiyordum; sert bir rüzgâr çıkarsa ne birine ne de öbürüne ulaşabilirdim.

Bu ikilem dolayısıyla düşüncelere dalarak kamaraya girip oturdum. Dümeni Ksuri idare ediyordu; tam o sırada çocuğun bağırdığını duydum. "Efendi, efendi, yelkenli bir gemi!" Aptal çocuk, bunun efendisinin bizi yakalamaları için gönderdiği gemilerden biri olduğunu sanarak korkudan şaşkına dönmüş-

-67-


tü. Oysa ben onların ulaşamayacağı kadar uzakta olduğumuzu biliyordum. Kamaradan dışarı fırladım ve gemiyi görür görmez bir Portekiz gemisi olduğunu anladım; zencilerle ticaret yapmak için Gine sahillerine gidiyor olmalıydı. Ama tuttuğu yolu fark ettiğimde, başka bir tarafa gittiğini ve bu taraflara hiç yaklaşmayacağını hemen anladım. Mümkün olursa onlarla konuşmaya karar vererek elimden geldiğince denize açıldım.

Tüm yelkenleri açmış olmama rağmen ye-tişemeyeceğimi, onlara bir işaret bile veremeden geçip gideceklerini fark ettim. Yelkenleri sonuna kadar açtığım halde tam umutsuzluğa kapılmaya başladığım sırada, anlaşılan onlar dürbünleriyle beni görmüşler ve kayığımız Avrupa tarzında olduğu için, kazaya uğrayan bir gemiye ait olduğunu düşünmüşlerdi. Böylece onlara yetişmem için yelkenlerinin bir kısmını indirdiler. Tehlike işareti olarak, efendimin kayıktaki sancağını açtım ve silahı ateşledim. Bunların ikisini de görmüşlerdi, çünkü sonradan bana silahın sesini duymadıkları halde dumanı gördüklerini söylediler. Bu işaretler üzerine, büyük bir iyilik edip yelkenlerini indirerek beni beklediler ve yaklaşık üç saat içinde onlara yetiştim.

Bana Portekizce, İspanyolca ve Fransızca kim olduğumu sordular, ama bu dillerden hiçbirini anlamıyordum. En sonunda gemideki İskoçyalı bir denizci benimle konuştuğunda ona cevap verebildim ve İngiliz olduğumu, Sale'den, Mağripliler'in elinden, kölelikten kaçtığımı anlattım. Sonra beni gemiye ça-

-68-


ğırdılar ve bütün eşyalanmla birlikte gemiye alma iyiliğini gösterdiler.

İçinde bulunduğum o perişan ve neredeyse umutsuz durumdan kurtulmaktan dolayı kelimelerle ifade edilmesi imkânsız bir sevinç duyduğuma herkes inanacaktır. Beni kurtarmasının karşılığında, hemen geminin kaptanına sahip olduğum her şeyi vermeyi teklif ettim. Ama kendisi cömertçe benden hiçbir şey almayacağını ve Brezilya'ya vardığımızda bütün eşyalarımın güvenli bir şekilde bana teslim edileceğini söyledi. "Çünkü," dedi, "senin hayatını sadece insani duygularla kurtardım; bir gün bakarsın ben de aynı duruma düşerim. Ayrıca, seni Brezilya'ya, kendi ülkenden o kadar uzak bir yere götürürken elindeki her- şeyi alırsam, orada açlıktan ölürsün ve o zaman da hayatını kurtarmış olmamın hiçbir anlamı kalmaz. Hayır, hayır, Senyör Inglese," diye devam etti, "Bay İngiliz, seni oraya hayrına götüreceğim. Sen de oraya vardığımızda rızkını ve eve dönüş paranı çıkartırsın."

Bu teklifiyle gösterdiği iyiliği gerçekten de harfi harfine yerine getirdi. Çünkü denizcilere benim eşyalarımdan hiçbirine dokunulma-masını emretti. Sonra da her şeyi kendi üzerine aldı ve daha sonra bunları geri alabileyim diye üç toprak testiye varıncaya kadar her şeyin yazılı olduğu bir liste verdi bana.

Kayığımı görünce, onun çok kaliteli bir şey olduğunu anlayarak gemide kullanmak için satın almak istediğini söyledi ve kaç para istediğimi sordu. Bana karşı her konuda

-69-

bu kadar cömert davrandığından kayık için ücret talep edemeyeceğimi, kendisine karşılıksız vereceğimi söyledim. Bunun üzerine bana, kayık için Brezilya'da seksen tane sekizlik* ödemek üzere bir senet vereceğini ve oraya vardığımızda daha fazla teklif edecek olan çıkarsa bu parayı artıracağını söyledi. Bana ayrıca, adamım Ksuri için de altmış adet sekizlik teklif etti, ama ben bu parayı almayı hiç istemiyordum. Ksuri'yi kaptana bırakmak istemiyor değildim, ama kendi özgürlüğümü kazanmamda bana bu kadar bağlılıkla yardım eden zavallı çocuğun özgürlüğünü satmak düşüncesi beni tiksindiriyordu. Bununla birlikte, sebeplerimi bildirdiğimde kaptan bana hak vererek şu ara yolu önerdi: Hıristiyan olursa on yıl içinde onu serbest bırakacağına dair çocuğa söz verecekti. Bunun üzerine, Ksuri de onunla kalmaya istekli olduğunu söyleyince onu kaptana bıraktım.



Brezilya yolculuğumuz çok iyi geçti ve yaklaşık yirmi iki gün sonra Todos los Santos** ya da Bütün Azizler Koyu'na vardık. Hayatımın en sefil durumundan böylece bir kez daha kurtulmuştum ve artık bundan sonra ne yapacağıma karar vermem gerekiyordu.

Kaptanın benim için yaptığı bütün o cömertlikleri ne kadar anlatsam azdır. Yolculuk için benden hiçbir şey almadığı gibi, bir de kayığımdaki leopar postu için yirmi duka, aslan postu için de kırk duka verdi. Gemideki eşyalarımın hepsinin de bana eksiksiz geri

• Gümüş İspanyol parası.

** O sıra Brezilya'nın başkenti olan San Salvador limanı.

-70-

verilmesini sağladı ve satmak istediğim ne varsa hepsini satın aldı. Şişe kasası, silahlarımın ikisi ve bir topak balmumu -geri kala-nıyla mum yapmıştım- da dahil olmak üzere, bütün eşyalarımdan yaklaşık iki yüz yirmi adet sekizlik kazandım ve cebimde bütün bu parayla Brezilya'ya ayak bastım.



Brezilya'ya varmamın üzerinden fazla bir süre geçmeden, kaptan beni kendisi gibi iyi ve dürüst bir adamın evine yerleştirdi. Bu adamın ingenio denilen bir çiftliği ve şeker imalathanesi vardı. Bir süre bu adamla yaşadım ve ekip biçmeyi, şeker imalatını öğrendim. Bu çiftçilerin ne kadar iyi yaşadıklarını ve birden nasıl da zengin olduklarını gördüğümde orada yerleşme izni alabilirsem ben de çiftçi olmaya ve bir yandan da Londra'da bıraktığım parayı almanın yollarını aramaya karar verdim. Bu amaçla, bir tür yurttaşlık belgesi alarak paramın yettiği kadar, işlenmemiş toprak aldım ve İngiltere'den geleceğini düşündüğüm paranın yeteceği bir üretim ve yerleşim planı yaptım.

Wells adında, İngiliz asıllı ama Lizbon'dan gelen Portekizli bir komşum vardı; onun durumu da aynı benimki gibiydi. Ona komşum diyordum, çünkü çiftliği hemen benimkinin yanındaydı ve çok iyi anlaşıyorduk. Onunki gibi benim de param azdı ve iki yıl boyunca ancak kendi karnımızı doyuracak kadar ekim yapabilmiştik. Bununla birlikte, kazancımız artmaya, toprağımız da düzene girmeye başladığından üçüncü yıl biraz tütün ektik ve ertesi yıl şekerkamışı ekmek üzere ikimiz de

-71-

büyük birer tarla hazırladık. Ama ikimizin de yardıma ihtiyacı vardı ve şimdi adamım Ksu-ri'den ayrılmakla hata ettiğimi her zamankinden daha iyi anlıyordum.



Ama nerede! Hiçbir zaman doğru şeyi yapmayan benim gibi bir insan için hata yapmak hiç de şaşılacak bir şey değildi. Devam etmekten başka çarem yoktu. Uğruna bütün güzel öğütlere karşı gelerek babaevimi terk edip hayata taban tabana zıt, yeteneklerime çok uzak bir işe atılmış; üstelik, tam da babamın bana daha önceden salık verdiği orta tabaka hayata -ya da aşağı tabaka hayatın en üst düzeyine- girivermiştim. Böyle yaşamaya önceden karar vermiş olsaydım, hem evimde kalmış, hem de uzak diyarlarda kendimi harap etmemiş olurdum. Bunu altı bin beş yüz kilometre uzakta, dünyanın hiçbir yeriyle haberleşemeyeceğim, ıssız bir yerde, yabancılar ve vahşilerin arasında yapacağıma; İngiltere'de, dostlarımın arasında da yapabileceğimden yakınıyordum sık sık kendi kendime.

İçinde bulunduğum duruma bakıp çok büyük pişmanlıklar duyuyordum. Ara sıra görüştüğüm komşumdan başka konuşacak kimsem yoktu. Dişimle tırnağımla çalışmaktan başka bir şey yapamazdım. Gemisi kazaya uğrayıp da ıssız bir adaya düşmüş, yapayalnız bir adam gibi yaşadığımı düşünüyordum. Ama bu nasıl da aynen gerçek oldu! Meğer, kendi durumunu daha kötü şartlar altındaki başkalarıyla karşılaştırmadan önce ciddi ciddi düşünmek gerekiyormuş; Tanrı

-72-

bir değiş tokuş yapıp bu kişinin önceden daha mutlu olduğunu yaşayarak kabullenmesini sağlayabilirmiş. Diyorum ki, düşündüğüm o ıssız adadaki gerçek yalnız hayat nasıl da benim kaderimde yerini buldu; devam etseydim her koşulda beni mutluluğa ve zenginliğe boğacak olan bu hayatı, haksız bir şekilde bir ıssız ada hayatıyla ne kadar da sık karşılaştırıyordum.



Denizde beni gemisine alan iyi yürekli kaptan arkadaşım, gemiyi yüklemek ve yolculuğa hazırlanmak için yaklaşık üç ay Brezilya'da kalmıştı ve o yola çıkmadan önce ben de çiftlik işini idare edecek kadar yerleşmiştim. Ona küçük bir miktar paramı Londra'da bıraktığımı söylediğimde, bana dostça ve içten bir tavsiyede bulundu: "Senyör Inglese," dedi -bana hep böyle hitap ediyordu- "Londra'da paranız kimdeyse, ona bir mektup yazıp paranızı Lizbon'a, benim bildireceğim kişilere, bu ülkede geçerli olacak mallar halinde göndermesini söyler ve burada bana gerekli mektupları ve bir de vekâlet belgesi verirseniz, dönüşte bu mallan Tann'nın izniyle size getiririm. Ama insanın başına her türlü uğursuzluk ve felaket gelebileceği için size sadece, paranızın yansı olan yüz pound'u getirtmenizi öneririm. İlk yansının başına bir şey gelmez ve güvenli bir şekilde elinize geçerse, kalanının da aynı yoldan gönderilmesini isteyebilirsiniz. Ama bir terslik çıkar da bu para yolda kaybolup giderse, elinizde en azından paranın ikinci yansı kalır."

Bu, çok sağlam bir öğüt olduğu ve pek de

-73-

dostça göründüğü için seçilecek en iyi yolun bu olduğuna inanmamak elde değildi. Böylece Portekizli kaptanın söylediği gibi, paramı bıraktığım hanımefendi için bir mektup ve kaptanın kendisi için de bir vekâlet belgesi hazırladım.



İngiliz kaptanın dul karısına, serüvenlerimi bütün ayrıntılarıyla anlatan bir mektup yazdım; köleliğimi, kaçışımı, denizde Portekizli kaptan ile karşılaşmamı, onun ne kadar büyük bir insanlık ettiğini ve o sırada ne gibi bir durum içinde bulunduğumu yazıp paramın gönderilmesiyle ilgili gerekli bütün bilgileri de ekledim. Ve bu dürüst kaptan, Lizbon'a vardığında, orada bulduğu bazı İngiliz tüccarlar aracılığıyla Londra'daki başka bir tüccara hem haberimi hem de bütün hikâyemi ulaştırmıştı. Londra'daki tüccar da bütün bunları kaptanın karısına iletmiş; bunun üzerine kadın da sadece parayı göndermekle kalmamış, bir de Portekizli kaptana, bana gösterdiği insanlık ve iyilik için kendi cebinden çok güzel bir hediye göndermişti.


Yüklə 1,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   26




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin