El-MÎZÂn fî tefsîR-İl kur'ÂN cilt: 4 Âl-i İmrân Sûresi'nin Devamı ve Nisa Suresi



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə65/77
tarix30.07.2018
ölçüsü2,2 Mb.
#64211
1   ...   61   62   63   64   65   66   67   68   ...   77

BİR KUR'AN GERÇEĞİ üzerİne


İnsanların hayattaki ayrıcalıkları elde etmedeki yetenek ve mizaç farklılıkları, tekvinî=varoluşsal olan doğal temellere dayanır. Bu tekvinî temellerin hayatın farklı aşamalarında kendi etkinliğini göstermesi kaçınılmazdır. Bildiğimiz kadarı ile en eski çağlardan günümüze kadar toplumların hayatı hep böyle gelip geçmiştir.

Eski dönemlerde güçlü fertler, zayıf kişileri köle ediniyorlar, onları arzuları ve istekleri doğrultusunda kullanıyorlardı. Bu kullanma hiçbir kayda ve şarta tâbi değildi. O zavallı zayıflar ise güçlülerin emirlerine boyun eğmekten başka bir şey yapamıyor, onların arzularını ve istediklerini karşılamaktan başka bir yol bulamıyorlardı. Fakat kalpleri öfke ve kinle dolu idi. Hep fırsat kolluyorlardı. İnsanlar uzun yüzyıllar boyunca böyle düzen içinde yaşadılar. Bu düzen ağalık biçiminde başladı ve zamanla krallığa ve imparatorluğa dönüştü.

Sonunda insanlar ardarda gerçekleştirdikleri ayaklanmalar sonunda bu zorba düzeni yıkmayı başardılar. Hükümet yetkililerini ve kralları toplumun yararı ve mutluluğu için ortaya konan anayasalara ve yasalara uymaya zorladılar. Böylece zorba iradelerin yönetimleri, diktatör rejimlerin egemenlikleri, görünüşte (sözde) son buldu. İnsanlar arasındaki sınıf farklılığı, her şeyin dizginlerini avuçlarında tutan hâkim sınıf ile yetkisi bunların elinde bulunan, (mal gibi alınıp satılan) köle ve mahkum yığınlar biçimindeki ikiye bölünme artık ortadan kalktı. Fakat fesat ağacı başka bir toprakta ve başka bir görüntüye bürünerek gelişmeye ve meyve vermeye devam etti; verdiği meyve yine aynı meyve oldu. Bu ise, malların bazı ellerde toplanması ve diğer avuçların boş kalmasının sonucunda oluşan servet birikimine bağlı olarak sıfat ayrıcalıklarının belirmesi, ortaya çıkması durumu idi.

Bu ayrıcalık iki sınıf arasında büyük bir uçurum meydana getirdi. Bu uçurumlu ortamda servet sahipleri servetlerinden kaynaklanan güç-leri ile toplumsal hayatın bütün gelişmelerine yön vermeyi kendilerine mahsus bir ayrıcalık kabul ederlerken, zavallı yoksulların ellerinde baş kaldırmaktan ve baskılara karşı koymaktan başka bir çare kalmamıştı.

Bunun arkasından Komünizm geldi. Bu rejim insanlara lazım olan malların ortak olmasını, mülkiyetin ortadan kalkmasını ve sermayelerin yok edilmesini (onlara el konulmasını) savunuyordu. Bu sisteme göre toplumun her ferdi, ancak kendi emeği ile ürettiği ve nefsinde bulunan yetenekleri ile kazandığı kadar yarar sağlayabilecekti. Böylece servet ve varlık farkı, temelli ortadan kalkmış olacaktı. Yalnız bu sistem eski sistem zamanında hiç akla gelmeyecek bir bozukluk doğurdu. Bu bozukluk ise, ferdin irade özgürlüğünün ortadan kalkması, serbestliğinin yok olması idi. Oysa tabiat bunu reddediyor, yaratılış kanunu bunu onaylamıyordu. Tabiata baskı yapan, yaratılış kanunu ile çelişen bir sistemin de yaşaması tabi ki mümkün değildi.

Bununla birlikte (bu sistemde de) bozukluğun temel faktörü aynen yerinde duruyordu. Çünkü insan tabiatı ayrıcalığa, başkalarını geçmeye imkân tanımayan, kendisiyle öne geçme ve övünme ümidi olmayan bir işe şevkle atılmaz. [Ona mutlaka öne geçme ve övünme fırsatı tanınmalıdır.] Ayrıcalıklar ortadan kalkınca, işler de yok olmaya yüz tutar [artık hiç kimsede çalışma şevki kalmaz]. Bu da insanlığın mahvolması demekti. Komünistler buna çare aradılar. Buldukları çare bu ayrıcalıkları maddî olmayan onursal ve törensel amaçlara yöneltmek oldu. Ama sakınılan durum eskisi gibi tekrar geri geldi. Çünkü insan bu sembolik ayrıcalıkların gerçek olduğunu kabul etmezse, onlara boyun eğmez. Eğer onları gerçek kabul ederse, o alanlardaki ayrıcalık durumu tıpkı maddî ayrıcalıklarda olduğu gibi olur.

Demokrasi rejimi de içine düştüğü çürümeyi ve bozulmayı önlemek için çare aradı. Bulduğu çare ise, yoğun bir propaganda aracılığı ile komünist rejimin bozukluğunu anlatmak, alış verişlerin ve ticaretlerin kârlarının büyük bir bölümünü alıp götüren ağır vergiler koymak oldu. Ancak bu tedbirler onlara fayda sağlamadı. Çünkü muhaliflerinin rejimlerinde ortaya çıkan çürümüşlük, kendi sistemlerine hücum eden bozulmuşluğun yolunu tıkamıyordu. Kazançlarının büyük bir bölümünün hazineye gitmesi, azgınların azgınlıklarına ve zulümlerine engel olamıyordu. Bu azgınlar, gayretlerini mal edinme aşamasından tekelleşme, hegemonya kurma ve servetlerin kendi aralarında dolaşması amacına kaydırdılar. Dolayısıyla servetler tekelleşme, hegemonya kurma, onlara el koyma yolu ile kazanılıyor ve onları yönetmek de onların maliki olmanın sonucu oluyordu.

Ne komünistler hastalığı tedavi edebildiler ve ne demokrasi rejimi yanlıları... Yarayı dağlamanın ötesinde, bir tedavi yok. Bunun yegane sebebi, insanlığın toplum için hedef olarak belirlediği "maddî hayattan yararlanma gayesi"nin daima fesat kutbunu gösteren bir pusulaya benziyor olmasıdır ki, ne tarafa dönse ve nereye konsa yönü değişmez.

İslâm'ın bu fesadın kökünü kesme konusundaki görüşü ise şudur: İslâm ilkönce, fıtratın yönelttiği bütün alanlarda ve konularda insanları serbest bırakmış; daha sonra vergi ve benzeri tedbirlerle fakirlerin hayat düzeyini yükseltmek ve israfı, savurganlığı, zenginleri normal ölçülerden uzaklaştıran gösterişi engelleyerek varlıklı sınıfın hayat düzeyini aşağı çekmekle de fakir ve zengin sınıfları birbirine yaklaştırmıştır. Sınıflar arası dengesizlikleri de tevhit inancı ve ahlâkla, bunların yanı sıra yüzleri maddî ayrıcalıklardan takva üstünlüğüne ve Allah katındaki bağışa talip olmaya çevirerek dengeye kavuşturmuştur. İşte yüce Allah şu ayetlerde bu amaca işaret ediyor: "Allah'tan O'nun lütuf ve keremini isteyin." (Nisâ, 33) "Allah katında en değerli olanınız, O-'ndan en çok korkanınızdır." (Hucurât, 13) "Allah'a koşun." (Zâriyât, 50)

Daha önce söylediğimiz gibi insanların yüzlerini yüce Allah'a yöneltmek, dünya hayatının maksatlarını gerçekleştirecek gerçek sebeplere ilgi göstermeyi beraberinde getirir. Yoksa hayatın ihtiyaçlarını kar-şılama konusunda aylaklık yapmaya, mutluluğu aramada tembelce davranmaya yol açmaz. Dolayısıyla "İslâm, tembellik ve insan hayatının ihtiyaçlarını karşılamada donukluk dinidir." diyenlerin sözü asılsız ve cahilce bir sözdür. Bu konuda söyleyeceklerimiz özetle bunlardır. Kitabımızın çeşitli inceleme yazılarında daha önce bu konu ile ilgili ayrıntılı açıklamalar yapılmıştır.

"(Erkek ve kadından) her biri için ana-babanın, yakınların... bıraktığından (hisseler alacak olan) vârisler kıldık..." Ayette geçen "mevalî" kelimesi, "mevlâ" kelimesinin çoğuludur ve "veli" anlamına gelir. Gerçi bu kelime "velayet=yetkililik" kapsamına giren bazı kavramları ifade etmesi için yaygın biçimde o anlamda kullanılmaktadır. Meselâ, kölenin efendisine "mevlâ" deniyor. Çünkü efendi kölenin veliliğini üstlenmiş, yetkilisi olmuştur. Yardım edilenin işini üstlenmesi sebebi ile birine yardım eden kimseye de "mevlâ" denir. Yine amcasının kızının evlenme işini üstlenmesi sebebi ile amca oğluna da "mevlâ" denir. Bu kelimenin mastar-ı mimî veya ism-i mekân olması ve onunla herhangi bir şekilde veliliği şahsında taşıyan kişinin kastedilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Tıpkı "hükümet" ve "mahkeme" deyip de hâkim olan şahsı kastetmemiz gibi.

Ayette geçen "akd=düğümlemek" kelimesi, "hall=çözme" kelimesi-nin karşıtı, "yemin=sağ" kelimesi de "yesar=sol" kelimesinin karşıtıdır. "Yemin" kelimesi ayrıca "sağ el, and içmek" ve başka anlamlarda da kullanılır.

Bu ayetin daha önceki "Allah'ın kendisiyle bazılarınızı bazılarınızdan üstün kıldığı şeyleri arzu etmeyin." ayeti ile aynı akış içerisinde olması, yine bu ayetin her pay sahibine payını vermeyi önermesi ve Allah'ın ana-babanın ve akrabaların bıraktıkları mirastan ilgili herkese pay ayırdığını bildirmesi, "(Erkek ve kadından) her biri için... vârisler kıldık." ayetinin bir önceki ayetle birlikte miras ayetlerinde değinilen hükümlerin ve emirlerin özetini içerdiğini, o ayetlerdeki ayrıntılı yasaların bir genel kuralını oluşturduğunu teyit eder. Nitekim miras ayetlerinden önce yer alan "Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır." (Nisâ, 7) ayeti de miras konusunda bütün ayrıntılı hükümlere dayanak oluşturan genel bir kural ortaya koymuştur.

Buna göre, bu ayette özetle bildirilen vârisler ile miras bırakanların, miras ayetlerinde ayrıntılı biçimde zikredilen vârisler ve miras bırakanlarla örtüşmeleri gerekir. Dolayısıyla bu ayetteki "mevali=vâris-ler"den maksat, ayrıntılı miras ayetlerinde mirasçı olarak zikredilen ana-babaların, evlatların, erkek kardeşlerin, kız kardeşlerin ve diğer mirasçıların tümüdür.

Öte yandan ayette zikredilen "ana-baba, yakınlar ve kendileriyle ahitleşme yapılan" üç zümreden maksat da miras ayetlerinde zikredilen zümrelerdir. Bunlar da ana-babalardan, akrabalardan ve eşlerden oluşan üç zümredir. Buna göre, "kendileriyle ahitleştiğiniz kimseler" ifadesinden karı-koca kastediliyor.

Ayetin baş tarafında yer alan, "her biri için... vârisler kıldık." ifadesinin anlamı ise şudur: Kadın-erkek her biriniz için mirasta veliler belirlerdik. Bu veliler öldükten sonra geride bıraktığınız mala mirasçı olurlar. Ayetteki, "bıraktıklarından" ifadesine gelince, ayetin orijinalinde geçen "min" harf-i cerri ibtida=başlangıç anlamında olup, "meva-li" kelimesi ile ilintilidir. Bununla da sanki vilayetin maldan kaynaklandığı hususuna işaret edilmiştir. "Min" edatının "yerisûne=miras alırlar" veya yu'tevne=kendilerine verilir" gibi mahzuf bir fille ilintili ol-ması da mümkündür. Dolayısıyla, "bıraktıklarından" maksat, miras bırakan ölünün geride bıraktığı maldır. Miras bırakacak olanlar ise ana-baba, nesepçe yakın akrabalar ile karı ve kocadır.

Karı-kocanın "Kendileriyle ahitleştiğiniz kimseler" diye ifade edilmesi kinaye nitelikli bir ifadedir. Araplar, âdetlerine göre akitlerde ve sözleşmelerde el sıkışırlardı. El sıkışırken de sanki kullandıkları sağ elleri sözleşmeleri bağlıyor, ahitleri kesinleştiriyor gibi düşünülüyordu. Buna göre bu ifadenin anlamı şöyledir: "Akit yolu ile kendiniz ile aralarında evlilik bağı icat ettiğiniz kimseler."

"O hâlde onlara paylarını verin." ifadesindeki çoğul zamirlerin her ikisi de "mevali=vârisler" kelimesine dönüktür. İfadede yer alan "nasip"ten maksat da, miras ayetlerinde açıklanan paylardır. Ayetin orijinalinin ilk başında bulunan "fa" edatı, ayrıntılandırma amaçlıdır; dolayısıyla bu cümle, "(Erkek ve kadından) her biri için... vârisler kıldık." cümlesinin uzantısı ve ayrıntılı açıklamasıdır. Arkasından, "Çünkü Allah her şeyi görmektedir." cümlesi ile de bu mirasçılara paylarının verilmesine ilişkin hüküm pekiştirilmiştir.

Ayete verdiğimiz bu anlam, tefsircilerin kendi tefsirlerinde zikrettikleri anlamların gerçeğe en yakın olanıdır. [Ancak ayetle ilgili bazı tefsirler ve yorumlar da ileri sürülmüştür.] Kimi tefsirciler "mevali" kelimesi ile miras almada öncelik taşıyan mirasçıların değil, miras almayan akrabaların kastedildiğini söylemişlerdir. Fakat ayette kullanılan sözcükler, buna delil olacak bir nitelik taşımıyorlar; bilakis mirasçılar anlamında olduğuna delil olacak nitelik taşıyorlar.

Kimi tefsirciler, "ana-babanın, yakınların... bıraktığından" ifadesinin orijinalinde geçen "min" edatının beyaniyye=açıklama amaçlı oluğunu ve "ma" kelimeciği ile de veliler (yetkililer) olan vârislerin kastedildiğini söylemişlerdir. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: Her biriniz için kendisine mirasçı olan veliler belirledik. Bunlar ise ana-babaların ve yakın akrabaların geride bıraktıkları kimselerdir.

Kimi tefsirciler de, "Kendileriyle ahitleştiğiniz kimseler" ifadesi ile müttefiklerin kastedildiğini söylemişlerdir. Bilindiği gibi cahiliye dönemi Arap toplumunda, bir kişi başka bir kişi ile sözleşme yapar ve ona, "Benim kanım senin kanın, benim savaşım senin savaşın, benim barışım senin barışındır. Sen benden miras alırsın, ben de senden miras alırım. (Yanlışlıkla birini öldürdüğümüzde) sen benim adıma diyet ödersin, ben de senin adına diyet öderim." derdi ve böylece anlaşma yapan kişi, anlaşma yaptığı kişinin malının altıda birine vâris olurdu.

Bu tefsire göre, ayetin bu cümlesi öncesinden kopuk bir duruma düşer ve anlamı, "Kendileriyle ahitleştiğiniz kimselere (müttefiklerinize) de paylarını (malın altıda birini) verin" olur. Sonra bu hüküm, "Yakın akrabalar birbirlerine (mirasçı olma konusunda) daha yakındırlar." (Enfâl, 75) ayeti ile geçersiz kılınmıştır.

Bir başka görüşe göre, "O hâlde onlara paylarını verin." demek, "Hiçbir miras hakkı söz konusu olmaksızın, onlara düşmanları karşısında yardım edin, (yanlışlıkla birini öldürdüklerinde) onlar adına diyet verin ve sıkıntıya düştüklerinde onlara yardımcı olun." demektir. Yoksa ayet onlara miras verilmesi konusuna delâlet etmemektedir. Buna göre bu ayetin neshedilmiş olması söz konusu değildir.

Kimi tefsircilere göre, "Kendileriyle ahitleştiğiniz kimseler"den maksat, Medine'de Peygamberimizin (s.a.a) birbirine kardeş yaptığı sahabelerdir, ki bunlar bu kardeşlik sonucu birbirlerine mirasçı oluyorlardı. Fakat daha sonra bu hüküm miras ayeti ile geçersiz kılındı.

Bir başka görüşe göre ise de, "Kendileriyle ahitleştiğiniz kimseler"den, cahiliye döneminde Arapların edinmiş oldukları evlatlar kastedilmiş, İslâm döneminde üvey babaların bu evlâtlıklar için bir şeyler vasiyet etmeleri emredilmiştir. "O hâlde onlara paylarını verin." ifadesi ile işte buna işaret edilmiştir.

Ancak tüm bunlar, ayetin akışı ve ayette kullanılan sözcükler ile bağdaşmayan anlamlardır. Bu durum, ayeti dikkatli bir şekilde inceleyen kimsenin gözünden kaçmayan bir gerçektir. İşte bundan dolayı biz de bunlarla ilgili eleştirileri incelemeyerek sözü uzatmaktan kaçındık.

"Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer kısmından üstün kılması ve mallarından harcamalar yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisidir." Ayetin orijinalinde geçen "kavvam" kelimesinin türevi olan "kayyim" kavramı, başkasının işini üstlenen kişi demektir. "Kavvam" ve "kayyam" kelimeleri de aynı anlamda mübalağayı ifade etmek için kullanılırlar.



"Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer kısmından üstün kılması" ifadesinden, tabii olarak erkeklerin kadınlara üstün ve fazla olan yönleri kastediliyor. Bu da erkeklerdeki akıl yürütme gücünün fazlalığını ve bunun uzantısı olan güçlü-kuvvetli olma ve zor işlere dayanma gibi ayrıcalıkları ifade eder. Kadınlar ise inceliğe ve nazikliğe dayalı duygusal ve heyecan ağırlıklı insanlardır. "Mallarından harcamalar yaptıkları için" ifadesi ile de erkeklerin üstlendikleri mehir vermeleri ve kadının geçim masraflarını sağlamaları kastedilmektedir.

Ayette gerekçe olarak gösterilen hususların [Allah'ın üstün kılması ve malî harcamada bulunmak] olgularının kapsamlı olması [bütün erkek ve kadınlarda geçerli olması], bu gerekçeye dayandırılan hükmün yani "Erkekler kadınların yöneticisidirler." hükmünün sadece kocalarla sınırlı olmadığını gösterir. Yani söz konusu yönetim yetkisi sadece aile içinde kocanın karısını yönetmeye yetkili olmasından ibaret bir ayrıcalık değildir. Bu ayrıcalık, kadınlarla erkeklerin hayatları ile bağlantılı olan bütün kamusal alanlarda erkeğin kadını yönetmesi gerektiğini ifade eder. Erkeklerin üstünlüğü ile bağlantılı olan örneğin toplumun temelini oluşturan ve doğal olarak erkeklerde kadınlardan daha fazla bulunan akıl yürütme gücü ile yönlendirilen devlet yönetimi ve yargı mekanizması gibi kamusal alanlarda ve yine vücut yapısı ve akıl gücü ile sıkı ilişkisi olan savunma gibi alanlarda erkeklerin kadınlara karşı üstünlükleri ve yönetim ayrıcalıkları vardır.

Buna göre, "Erkekler kadınların yöneticisidir." ifadesi, tam anlamı ile mutlak bir ifadedir. Bu ifadenin arkasından gelen ve aşağıda anlatılacağı üzere sırf karı-koca ilişkilerine yönelik açıklamada bulunan "O hâlde iyi kadınlar..." ifadesi ise, bu mutlak hükmün bir uzantısı, onun bir parçası ve ondan çıkarılmış bir sonuçtur. Yoksa hükmün mutlaklığını kayıtlandıracak bir niteliğe sahip değildir.

"O hâlde iyi kadınlar, Allah'ın (erkeklerin haklarını) koruduğu için (eşlerine karşı) itaatkâr ve kocaları yanlarında olmadığı hâlde (onların haklarını) koruyucudurlar." Ayette geçen "salihat=iyiler" kelimesinin kökü olan "salah" burada "nefis liyakati" diye ifade edilen sözlük anlamındadır. Yine ayetteki "kanitat" kelimesinin kökü olan "kunut" kelimesi, "devamlı itaat ve boyun eğme hâli" anlamındadır.

Bu ifadenin karşıtı olarak, "Serkeşlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara" ifadesinin yer alması, "iyi kadınlar" demekle iyi eşlerin kastedildiğini ve bu hükmün kadınların evlilik hâli için geçerli olduğunu, mutlak şekilde bütün kadınlara hitap edilmediğini gösterir. Ayrıca sıfat olarak getirilen ama emir maksatlı olan "itaatkâr ve... koruyucudurlar." -yani itaatkâr olmalı, kocalarının haklarını korumalıdırlar- ifadesi de bu hükmün, karı-koca ilişkileri ile aile hayatına yönelik bir hüküm olduğunun bir diğer kanıtıdır. Bununla birlikte bu hüküm genişlik ve darlık bakımından gerekçesine, yani erkeğin kadını eşi olması sıfatı ile yönetme yetkisine sahip olmasına bağlıdır. Buna göre kadın kocasına itaat etmekle ve karı-koca ilişkilerine yönelik kocasının haklarını korumakla yükümlüdür.

Başka bir deyişle burada şu mesaj verilmek isteniyor: Erkeklere tanınan kadınları toplum içinde yönetme yetkisi, sadece iki taraf arasında ortak olan kamusal alanlar için geçerlidir. Bu alanlar devlet yönetimi, yargı mekanizması ve savaş alanları gibi erkeğin üstün akıl gücü ve güçlü-kuvvetli oluşu ile ilişkilidir. Bu yetki, kadınların ferdî irade özgürlüğünü ve kendine ait iş yapma hakkını ortadan kaldırmaz. Şöyle ki, kadın sevdiği şeyleri elde etmeye çalışmakta ve istediği işi yapmakta serbesttir. Erkeğin -şeriata aykırı işler hariç- bu gibi konularda o kadına engel olmaya hakkı yoktur. Dolayısıyla kadınların kendileri hakkında yaptıkları meşru şeylerden dolayı erkekler için herhangi bir sorumluluk ve günah yoktur.

İşte, toplumla ilgili işlerde erkekler topluluğunun kadınlar topluluğunu yönetme yetkisi, ancak iki taraf arasında ortak olan kamusal alanlarda geçerli olduğu ve bunun kadınların irade özgürlüğünü ortadan kaldırmadığı gibi, aynı şekilde aile hayatında da erkeğin eşini yönetmeye yetkili olması demek, kadının kendi malı üzerinde irade ve tasarruf hakkından mahrum olması, kendi haklarına ulaştıran ön tedbirlere başvurmakla ferdî ve sosyal haklarını korumakta ve savunmakta bağımsız olmaması ve bu amaçlara ulaştırıcı ön tedbirlere girişememesi demek değildir. Erkeğin eşini yönetmeye yetkili olması şu demektir: Erkek, eşinden yararlanmanın karşılığı olarak onun için malî harcama yaptığına göre kadın, kocası yanında iken yararlanma ve cinsel ilişki kurma ile ilgili bütün konularda kocasına itaat etmekle, onun arzularına cevap vermekle yükümlüdür. Kocası evde yokken de onun haklarını korumakla, ona ihanet etmemekle, yani kocasının yatağını başkasına çiğnetmemekle, sadece kocasının yararlanabileceği yönlerinden başkasını yararlandırmamakla, evli kaldıkları ve ortak aile hayatı yaşadıkları sürece eline verdiği ve tasarruf yetkisine sunduğu malları konusunda kocasına ihanet etmemekle yükümlüdür.

Buna göre, "O hâlde iyi kadınlar itaatkârlardır" ifadesinin anlamı şöyle olur: Kadınlar iyi olma niteliğine bürünmeli, bunu kendilerinde bulundurmalıdırlar. İyi oldukları zaman, kuşkusuz itaatkâr da olurlar. Yani kocalarına karşı devamlı bir şekilde itaatkâr ve söz dinler olmaları gerekir. Bu itaatkârlık, kendilerinden yararlanma ile ilgili hususlarda kocalarının isteklerini karşılama biçiminde olmalıdır. Bunun yanı sıra kocalarının evde bulunmadığı zaman onların haklarını korumaları gerekir.

"Allah'ın koruduğu için" ifadesine gelince, ayetin orijinalinde geçen "ma" kelimeciği, anlaşıldığı kadarıyla masderiyedir [yani sonraki fiile mastar anlamını yükler]. "Ma" kelimeciğinin başında yer alan "ba" harf-i cerri ise, alet anlamını ifade eder [yani sonraki cümlenin önceki cümleye sebep ve gerekçe teşkil ettiğini açıklar]. O hâlde ayetin anlamı şöyle olur: Allah'ın erkeklerin haklarını koruduğu gerekçesi ile, kadınlar kocalarına karşı itaatkâr olmalı ve eşlerinin yokluğunda Allah tarafından gözetilmesi emredilen haklarını korumalıdırlar. Çünkü yüce Allah erkeklere kadınları yönetme yetkisi tanıyarak, kadınlara kocalarına itaat etmeyi ve yokluklarında onların haklarını korumayı emretmiştir. [İşte bu hususlar kadınlar tarafından korunması istenen koca haklarıdır.]

"Ba" edatının burada mukabele=karşılık anlamında olması da mümkündür. Buna göre bu ifadenin anlamı şöyle olur: Yüce Allah kadınların haklarını koruma altına almış olmasına karşılık, kadınlar kocalarının haklarını yoklukları sırasında korumalı ve onlara karşı itaatkâr olmalıdırlar. Çünkü yüce Allah kadınlara insanlık toplumunda itibarlı bir konum sağlamış ve kendilerine mehir verilmesini ve geçimlerinin karşılanmasını erkeklerin omuzlarına yüklemiştir. Ancak, bu iki anlamdan birincisi daha belirgindir. Bu ayete verilen başka manalar da vardır; fakat ayetin akışı ile uyuşmadıkları için onlara yer vermedik.



"Serkeşlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin..." Ayette geçen "nuşûz" kelimesi, "karşı gelmek" ve "kafa tutarak itaat etmeye yanaşmamak" demektir. Serkeşlikten korkmak ise, böyle bir tutumun belirtilerinin ortaya çıkması demektir. Serkeşliğin kendisinden değil de bunun meydana gelebileceği endişesinden söz edilerek sonraki ayrıntılandırmanın bununla ilintili olması, her hâlde sayılan üç tedbir arasında öğüt vermenin, serkeşliğin bizzat kendisinin gerçekleştiği durumlarda yeri olduğu gibi, serkeşlik belirtilerinin görülmeye başlandığı durumlarda da yeri ve fonksiyonu olduğunu göz önünde bulundurmaktan kaynaklanıyor.

"...kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün." ifadesinde yer alan üç tedbir, her ne kadar birlikte sayılsalar ve birbirlerine "vav" harfi ile bağlandırılsalar da aslında bunlar sırasıyla yapılması gereken, aralarında derece farkı olan, aşamalı ve tedricî olarak uygulanması öngörülen tedbirlerdir. Yani önce kadınlara öğüt verilmeli, başarılı olmadığı takdirde onlardan uzaklaşarak yataklarında yalnız bırakılmalı, o da işe yaramazsa onları dövmek yoluna başvurulmalıdır. Bu tedbirlerde tertibi riayet etmenin delili şudur: Bunlar doğal olarak değişik caydırıcı tedbirlerdir ve ifadedeki sıralamaları hasebiyle hafiften ağıra doğru bir dizilmeye tâbi tutulmuşlardır. Dolayısıyla bu tedbirler arasındaki sıralama, aralarındaki "vav" harf-i atfinden değil, sözün akışından anlaşılıyor.

"Onları yataklarda yalnız bırakın." ifadesinden anlaşılan şey, bu yalnız bırakmanın yataktan ayrılmaksızın onlara sırt çevirmek, oynaşmamak ve [küskünlüğü, dargınlığı ifade edecek] benzeri işleri yapmakla onların yatakta kendi hâllerine bırakılmasıdır. Gerçi bu ifadeyi, yatakta yalnız bırakmak yani yatakları ayırmak şeklinde yorumlamak da mümkündür; ama bu uzak bir ihtimaldir. Ayette "mezaci'=yataklar" kelimesinin çoğul olarak kullanılmış olması, belki de ilk anlamı destekleyen bir husustur. Çünkü ikinci anlam kastedilmiş olsaydı, yatağın çoğul sigası ile kullanılmasına ihtiyaç duyulmayabilirdi.

"Sonuçta eğer size itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın..." Yani size itaat etmeye yöneldikleri takdirde onlara eziyet etmek için bahane aramayın. Arkasından da bu yasağı gerekçeye bağlamak maksadı ile "Hiç şüphesiz Allah yücedir, büyüktür." buyruluyor. Bu ifade erkeklere şunu ilan ediyor: Sizin Rab-binizin makamı yüce ve büyüktür. Buna göre sahip olduğunuz güce ve kuvvete güvenip şımararak eşlerinize zulmetmemeli, onlara büyüklük taslayarak baskı yapmamalısınız.

"Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da ailesinden bir hakem gönderin." Ayette geçen "şıkak" ara açılması ve düşmanlık demektir. Yüce Allah, baskı ve haksızlık söz konusu olmasın diye eşler arasında geçimsizlik çıkması hâlinde onlara her birinin birer hakem göndermesini emrediyor. "Eğer bunlar aralarının düzelmesini isterlerse, Allah aralarını bulur." Yani eğer karı-koca inatla anlaşmazlığı sürdürmek istemez de barışmaya eğilimli olurlarsa, kendilerindeki iradeyi yok sayarak karar yetkisini razı oldukları hakemlerin ellerine vermiş olmaları onların barıştırılmasını gerekli hâle getirir.

[Ayet-i kerimede dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da] tarafların barışmaya istekli olmaları ve hakemlerin vereceği karara uymaları gibi normal bir sebep varken, başarıya ulaştırma eyleminin Allah'a isnat edilmesi hususudur. Çünkü sebepleri sonuçlara bağlayan gerçek sebep, ancak yüce Allah'tır. Her hak sahibine hakkını veren de yalnız O'dur. Ayet, "Allah (her şeyi) bilendir, (her şeyden) haberdar olandır." diye sona eriyor. Bu ifadenin, öncesi ile bağlantısı açıktır.


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   61   62   63   64   65   66   67   68   ...   77




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin