El-MÎZÂn fî tefsîR-İl kur'ÂN cilt: 4 Âl-i İmrân Sûresi'nin Devamı ve Nisa Suresi



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə8/77
tarix30.07.2018
ölçüsü2,2 Mb.
#64211
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   77

AYETLERİN AÇIKLAMASI


Bu ayetler, Uhud Savaşı hakkında inen ayetlerin tamamlayıcılarındandır. Bu ayetlerde müminlere yönelik teşvik ve özendirme vardır. Onlardan sadece Rablerine itaat etmeleri isteniyor. Çünkü O, mevlâları ve yardım edicileridir. Bu ayetlerde yüce Allah müminleri, vaatlerinin doğruluğu, Uhud günündeki bozgunun ve perişanlığın sadece kendilerinden kaynaklandığı konusunda şahit tutuyor. Bozguna uğramalarının sebebinin, Allah'ın emirlerinin ve Peygamberin uyulmasına çağırdığı direktiflerin sınırlarını çiğnemelerinin olduğu açıklanıyor. Bununla birlikte yüce Allah'ın, onların günahlarını affettiği, çünkü affedici ve halim olduğu bildiriliyor.

"Ey müminler! Eğer kâfirlere itaat ederseniz... O, yardım edenlerin en hayırlısıdır." Ayetlerin akışından şu sonuca varmak uzak bir ihtimal değildir: Kâfirler Uhud Savaşı sonrasında ve bu ayetlerin indiği günlerde müminlerin iyiliğini ister görünerek onlara bazı art maksatlı telkinlerde bulunuyorlardı. Bu telkinler yolu ile onları savaşmaktan soğutmaya, sürtüşmeye, ayrılığa, görüş farklılığına ve uyuşmazlığa düşürmeye çalışıyorlardı. Bu konudaki ayetlerin sonunu oluşturan şu ayetler, bu ihtimali güçlendiren bir delil olabilir: "Onlar öyle kimselerdirler ki, insanlar kendilerine; '(Düşmanlarınız olan) bütün insanlar size karşı (tekrar) asker topladılar, onlardan korkun.' dediklerinde bu, onların imanlarını artırdı ve "Allah bize yeter, O ne de güzel vekildir." dediler... İşte o şeytan (bu sözü diyen insanlar), ancak kendi. O hâlde eğer inanmış kimseler iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun." (Âl-i İmrân, 173-175)

Bu ayetin Uhud günü Yahudilerin ve münafıkların; "Muhammed öldü, hadi aşiretlerinize dönün." şeklindeki sözlerine işaret olduğunu i-leri süren bir görüş de var. Ama bunun hiçbir dayanağı yoktur.

Yüce Allah okuduğumuz ayetlerin ilkinde kâfirlere itaat etmenin, onların veliliğini kabul etme eğilimi göstermenin müminleri hüsrana götüreceğini ve bu hüsranın kâfirliğe dönmek demek olduğunu açıkladıktan sonra, sözün akışını değiştirerek "Oysa sizin mevlânız Allah'tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır." buyuruyor.

"Biz kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koştular..." Bu ayet, kâfirleri korkutmak suretiyle desteklenecekleri yolunda müminlere yönelik güzel bir vaattir. Hem Sünnî,[5] hem de Şiî[6] kaynaklarda yer aldığına göre Peygamberimiz, düşmanların kalplerine korku salmayı yüce Allah'ın diğer peygamberler arasında sırf kendisine bağışlanmış bir imtiyaz olduğunu belirtmiştir.

Bu ayette yer alan "Çünkü onlar... O'na ortak koştular." cümlesinin anlamı şudur: "Onlar hiçbir delil ile desteklenmeyen şeyleri Allah'a ortak koştular." Yüce Allah'a ortak koşmanın hiçbir delili olmadığı gerçeği Kur'an'da sık sık tekrarlanır. Allah'ın varlığını inkâr ederek etkiyi ve tedbiri zamana, maddeye isnat etmek de ortak koşmanın bir türüdür.

"Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani... onları kırıp geçiriyordunuz..." Ayette geçen "tehussunehum" kelimesinin kökü olan "hass" kelimesi, kökten kazıyacak biçimde öldürmek demektir.

Uhud Savaşına ilişkin rivayetlerin ittifak ettikleri ve tarihin de kanıtladığı bir gerçektir ki, müminler savaşın ilk aşamasında müşrikleri yendiler, onlara karşı üstünlük sağladılar ve bir çoğunu kılıçtan geçirdikten sonra mallarını yağmalamaya koyuldular. O arada okçular geçitteki mevzilerini boşaltınca Halid b. Velid, yanındakiler ile birlikte Abdullah b. Cübeyr'in ve yanında kalan az sayıdaki okçunun üzerine yürüyerek onları öldürdüler. Sonra müminlere arkadan saldırdılar. Bunun üzerine dağılan müşrikler geri gelerek Resulullah'ın ashabından yetmiş kişiyi öldürdüler ve müminleri ağır bir bozguna uğrattılar.

Ayette geçen "Allah size verdiği sözü yerine getirdi." cümlesi, Al-lah'ın takva ve sabır şartına bağlı olarak zafere erdirme vaadinin doğruluğuna yönelik bir tespittir. "Allah'ın izni ile onları kırıp geçiyordunuz." cümlesi, Uhud Savaşının ilk aşamasında Allah'ın müminlere armağanı olan düşmanlarına üstünlük sağlamalarını yansıtıyor. "Nihayet, Allah size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra gevşekliğe kapıldınız, (Peygamberin verdiği) emir konusunda tartışmaya kalkıştınız ve itaatsizlik ettiniz." ifadesi de, okçuların davranışlarını yansıtıyor.

Bilindiği gibi okçular ganimet alabilmek için mevzilerini terk edip, Peygamberimiz ile birlikte olanlara katılma konusunda aralarında tartışmaya koyuldular. Böylece gevşekliğe kapılmış, savaş konusunda tartışmaya girişmiş ve Peygamberimizin, durum ne olursa olsun mevzilerini terk etmemeleri yolundaki emrine karşı gelmiş oldular. Buna göre, ayette geçen "feşiltum" fiilinin kökü olan "feşel" kelimesini, gev-şekliğe kapılma ve irade zayıflığı olarak açıklamak gerekir. Bu kelimeyi "korkaklık" anlamına tutmak, onların durumunu yansıtmaz. Çün-kü bu davranışlarının arkasında korkaklık değil, ganimet hırsı vardı. Eğer bu kelimeyi korkaklık anlamında alırsak, bu sıfat Müslümanların bütünü için söz konusu olurdu. Bu durumda "sonra sizi onların başından savdı." cümlesindeki "sonra" kelimesi zaman bakımından değil, sıralama bakımından sonralık ifade eder.

Ayetteki "tartışmaya kalkıştınız" ifadesi, bütün okçuların gevşeklik ve emir dinlemezlik bakımından aynı tutumu benimsemediklerini, tersine bazılarının emre itaat ederek söz dinleme tavrını sürdürmekte ısrarlı olduklarını gösterir. Bu yüzden yüce Allah bu ifadelerin arkasından "Kiminiz dünyayı istiyordu. Kiminiz de ahireti istiyordu." buyuruyor.

"Sonra sizi sınavdan geçirmek için onların başından savdı." Yani gevşeme, tartışma ve emre karşı gelme hâlleri ortaya çıktıktan sonra sizi müşriklerden alıkoydu. Kısacası, aranızda ihtilâf meydana geldikten sonra sizi imtihan edip imanınızı ve Allah yolundaki sabır derecenizi sınamak için size müşriklerden el çektirdi. Çünkü kalplerde meydana gelen ihtilâf, belânın (imtihanın) yaygınlaşmasını gerektiren en güçlü faktördür. Böylece mümin ile münafık, imanı kökleşmiş ve azminde sabit mümin ile renkli ve yanar-döner kişilikli kimse birbirinden ayırt edilir. Bununla beraber yüce Allah, lütfu ile onları affettiğini bildiriyor: "Ama yine de sizi affetti."

"Hani Peygamber sizi arkanızdan çağırırken hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz..." Ayette geçen "tus'idune" fiilinin kökü olan "is'ad" kelimesi, bir yerden uzaklaşıp gitmek demektir. "Su-ud" kökü ise bu anlamda değildir. O, yüksek bir yere çıkmak demektir. Araplar, "Karada uzağa gitti" anlamında "Es'ade fi canib'il-berri" derler. "Merdivende yukarı çıktı" anlamında ise, "Saade fi's-süllem" derler. Bir görüşe göre ise, bazen "is'ad" kelimesi "suud" kelimesi yerine kullanılır.

"İz" kelimesi, zarf edatıdır ve gizli "uzkuru=hatırlayın" fiili ile bağlantılıdır. Bu durumda açık ifade, "uzkuru iz tus'idune" olur. Bir görüşe göre bu edat, "sarafekum" veya "liyebteliyekum" fiillerine bağlıdır. "Velâtelvune" fiili, dönüp bakmak ve yönelmek anlamına gelen "leyy" kökünden gelir. Mecma-ul Beyan tefsirinde söylendiğine göre, bu kelime sadece olumsuz şekilde kullanılır. Buna göre "leveytu ala keza=şuna yöneldim, döndüm" denmez.

"Hani Peygamber sizi arkanızdan çağırırken..." Ayetteki "uhra-kum=arkanız, sonunuz" kelimesi, "ûlâ=önünüz, başınız" kelimesinin karşıtıdır. Onları çağıran Peygamberimizin, arkalarında, sonlarında ol-ması şunu gösteriyor: Müslümanlar uzun bir konvoy hâlinde bölük bölük olup Peygamberimizin etrafından dağılmışlar. Baş tarafları Peygamberden bir hayli uzaklaşmış, sonları ise henüz Peygamberimize ya-kın bir yerdeymiş. Peygamberimiz bu uzun konvoyun sonlarının arkasından onları çağırıyor, fakat onların ne baş tarafları ve ne son tarafları dönüp ona bakmıyorlarmış ve Peygamberimizin müşrikler kalabalığının arasında kalmasına itinasız bir şekilde uzaklara kaçıyorlarmış.

Ancak bu ayetlerin öncesinde, daha önce tefsirini yaptığımız "Şükredenleri ise Allah ödüllendirecektir." ifadesi gösteriyor ki, müminlerin bazıları ne ilk baştaki bozgunda ve ne Peygamberimizin öldüğü haberi yayıldıktan sonra azimlerinde sarsıntıya uğramadılar ve bozguna düşmediler. Peygamberimizin öldüğü yolundaki söylentinin bozguna yol açtığını şu ayet kanıtlıyor: "Şimdi eğer o ölür ya da öldürülürse, topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz?"



"Hani Peygamber sizi arkanızdan çağırırken hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz." ayetinin delâlet ettiği hususlardan biri de, Peygamberimizin öldüğü yolundaki söylentinin müminlerin bozguna uğrayıp savaş alanından uzaklaşmalarından sonra yayıldığıdır.

"Ne kaybettiğinize ve ne başınıza gelenlere üzülmeyesiniz diye Allah size keder yerine keder verdi." Yani Allah sizi falan hüzünden uzaklaştırmak için kederinizi kederle karşıladı. Başlarına getirilen bu keder ne olursa olsun Allah'ın bir nimeti idi. "Ne kaybettiğinize ve ne başınıza gelenlere üzülmeyesiniz diye" ifadesi bunun delilidir.

Yüce Allah kendi kitabında onların bu üzüntüsünü kötülüyor ve şöyle buyuruyor: "Amaç, kaybettiklerinize üzülmemenizdir." (Hadîd, 23) Buna göre, müminleri o kötülenen üzüntüden uzaklaştıran bu keder bir nimet, bir armağandır. O takdirde bu keder, davranışlarından pişman olmalarından ve gevşeklikleri sebebi ile kaçırdıkları zafere ilişkin hayıflanmalarından kaynaklanan bir keder olur. O zaman ayetteki "bi-gammin" ifadesi ile karşımıza çıkan ikinci keder sözünü ettiğimiz üzüntüden gelen kederdir ve başındaki "ba" harfi bedel anlamı taşır. O zaman ifadenin manası şöyle olur: Kaybettiğinize ve başınıza gelenlere üzülmenin kederine bedel olarak Allah size zaferi kaçırmanızın hayıflanması ve pişmanlığının kederini verdi.

Ayetteki "esabekum" fiilinin değiştirme, yerine başkasını verme anlamını içermesi de caizdir. O zaman ifadenin anlamı "Allah size ödül olarak üzüntü kederi yerine pişmanlık ve hayıflanma kederi verdi." olur. O zaman iki kederin bir önceki açıklamadaki anlamları yer değiştirir.

Her iki anlama göre de "feesabekum=size (karşılık olarak) verdi" ifadesi, "Ama yine de sizi afetti." ifadesinin uzantısı olur ve arkasından gelen "Sonra da... üzerinize indirdi." ifadesi ile çok güzel bir bütünlük meydana gelir. O takdirde sıralama şöyle olur: Allah sizi, hakkınızda razı olamadığı üzüntüden korumak için bir kedere karşılık size başka bir keder verdi. Sonra üzerinize bir güven duygusu, bir uyuklama indirdi.

Burada başka bir ihtimal de söz konusudur. Bu ihtimali destekleyen husus, cümle akışının, "Allah size... verdi." ifadesinin kendisinden önceki cümlenin uzantısı olduğu yönündeki zuhurudur. O zaman çıkacak anlama göre kederden maksat "Hani... kaçıyordunuz" ifadesinin içeriği ve "bigammin" ifadesindeki kederden maksat, tartışmanın ve emre itaatsizliğin getirdiği sonuçtur ki, o da müşriklerin müminlere arkadan saldırmalarıdır. Bu durumda "bigammin" kelimesindeki "ba" harfi sebep bildirmiş olur. Bu da güzel bir anlamdır. Bu durumda "üzülmeyesiniz diye" ifadesinden maksat, üzülmeyesiniz diye size meselenin mahiyetini anlatıyoruz olur. Tıpkı aşağıdaki ayette olduğu gibi: "Gerek yeryüzünde görülen, gerekse başınıza gelen her musibet tarafımızdan yaratılmadan önce kesinlikle bir kitapta belirlenmiştir. Bu (ayrıntılı plânlama) Allah için kolay bir iştir. Amaç, kaybettiklerinize üzülmemeniz ve O'nun size verdikleri yüzünden şımarmamanızdır." (Hadîd, 22-23)

Bu ihtimal, ayetin düzeni ve sonraki cümlelerin sıralanışı ile bağdaşan bir ihtimaldir. "Feesabekum" ifadesinin ne ile bağlantılı olduğu ilk ve ikinci kederin, "bigammin" kelimesindeki "ba" harfinin ve "likeylâ" kelimesinin anlamı konusunda tefsirciler, hiçbiri doğru olmayan çeşitli ihtimaller ileri sürmüşlerdir ki, onları nakletmekte ve üzerlerinde durmakta hiçbir fayda yoktur.

Bizim muhtemel gördüğümüz iki anlamın her birine göre "kaybettiklerinize üzülmeyesiniz diye" ifadesindeki kayıptan maksat, galibiyet ve ganimet, "başınıza gelenler" ifadesinden maksat da, Müslümanların başına gelen ölümler ve yaralanmalardır.

"Sonra da kederin arkasından Allah üzerinize, içinizden bir grubu saran bir güven duygusu, bir uyuklama indirdi." Ayetteki "emeneh" güven ve "nuas" uyku öncesi rehavet, hafif uyku demektir. "Nuas" kelimesi "emeneh" kelimesinden bedeldir. Çünkü aralarında normal olarak ayrılmazlık vardır. "Emeneh" kelimesinin "âmin" kelimesinin çoğulu olması da muhtemeldir. "Talebe" kelimesinin "talib" kelimesinin çoğulu olduğu gibi. O takdirde bu kelime "aleykum" ifadesinin sonundaki zamirin hâli ve "nuasen" kelimesi de "enzele" fiilinin mefulü olur. Ayette geçen "yeğşa" fiilinin kökü olan "gaşeyan" kelimesi sarmak, kuşatmak anlamına gelir.

Bu ayet gösteriyor ki, Müslümanlar üzerine inen söz konusu "uyuklama" onların sadece bir grubunu sardı, hepsini etkilemedi. Bunun delili ayetteki "içinizden bir grubu saran" ifadesidir. Bu kimseler bozgundan ve dağılmadan sonra pişman olunca ve hayıflanınca, Peygamberimizin yanına dönen kimselerden oluşuyordu. Çünkü bu kimseler savaş kaçağı durumundayken yüce Allah'ın acıyarak onları affetmesi düşünülemez. Zira savaştan kaçmak büyük günahlardandır. Oysa yüce Allah "Ama yine de Allah sizi affetti. Allah müminlere karşı lütufkârdır." buyuruyor. Yine yüce Allah'ın inayetinin kötü ve çirkin davranışlar yapanlara, onlar bu davranışları sürdürürken, henüz tövbe etmeden önce şamil olması da düşünülemez. Oysa daha önce açıklandığı üzere yüce Allah, müminler üzülmesinler de kalpleri Allah'ın razı olmadığı duygularla kirlenmesin diye onların kederini başka bir kederle değiştirdiğinde, onları inayet şemsiyesi altına almıştı.

Dolayısıyla söz konusu kimseler Müslümanlardan bir gruptu. Bun-lar yaptıklarına pişman olarak Peygamberimizin yanına dönüp onun etrafını saran kimselerdir. Bu olay galiba Peygamberimiz müşrik ordusunun arasından ayrılarak geçide döndüğü zaman olmuştur. Gerçi bu Müslüman grubun yavaş yavaş dönüşü, Peygamberimizin öldürülmediğini öğrendikten sonra gerçekleşmiştir. Müslümanların diğer bazılarına gelince; onlar yüce Allah'ın, haklarında "Bir grup da kendi derdine düştü." diye buyurduğu kimselerdir.



"Bir grup da kendi derdine düştü." Bu grup da müminlerin bir başka grubudur. Mümin olmalarından kastımız, onların yüce Allah'ın şu ayette değindiği münafıklardan olmadıklarıdır: "Münafıkları da ortaya çıkarması içindi. Onlara, 'Gelin, Allah yolunda savaşın; ya da savunma yapın' denince, 'Savaşmayı bilseydik elbette peşinizden gelirdik.' dediler..." (Âl-i İmrân, 167) Sözü edilen münafıklar ilk aşamada, savaş başlamadan önce müminlerin cemaatinden ayrılarak kenara çekilen kimselerdir. Bu münafıkların başka bir durumu var ki, sonraki ayetlerde anlatılacaktır.

Sırf kendilerini düşünmekle nitelenen bu ikinci gruba, Allah ilk gruba bağışladığı affı, keder vermeyi, arkasından güven duygusu ile uyuklamayı bağışlamamış; tersine onları kendi hâllerinde bırakmıştı. On-lar da sırf kendilerini düşünüp kendileri dışındaki her şeyi unutmuşlardı.

Yüce Allah, onların sıfatlarının iki tanesine değiniyor. Bu iki sıfat birbirinden ayrılmaz, biri diğerinin uzantısı olan niteliklerdir. Yüce Allah söz konusu kimselerin sırf kendilerini düşündüklerini açıklıyor. Bunun anlamı, onlar gerçek anlamı ile kendi mutluluklarını istiyorlar değildir. Çünkü müminler de kendi mutluluklarından başka bir şey istemiyorlar. Hatta her gayret ve irade sahibi canlı kesinlikle kendi mutluluğundan başka bir şey istemez. Dolayısıyla kastedilen şudur: Onların dünya hayatlarını korumaktan, öldürülme ağına düşmemekten başka bir düşünceleri yoktur. Onlar dinden veya başka bir şeyden sadece dünyada kendilerine zevk ve çıkar sağlamak istiyorlar. Onlar sadece şu düşünce ile dine bağlanmışlardır: Din yenilmez bir faktördür. Yüce Allah dinin düşmanlarının ona karşı üstün gelmelerine razı olmaz. Zahirî sebepler, dinin düşmanları lehine bile olsa sonuç değişmez. Bunlar dini sağmal bir inek gibi düşünüyorlar. Memelerinden süt aktıkça onu sağacaklardır. Eğer durum tersine döner de talih yüzlerine gülmezse, geri dönüp eski inançlarına sarılacaklardır.

"Bunlar, Allah hakkında cahiliye zihniyetini yansıtan, gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar... Bütün işler Allah'ın elindedir." Yani onlar Allah hakkında gerçek olmayan bir zanna kapıldılar. Onların bu zanları cahiliye zihniyetlerinden biridir. Onlar yüce Allah'a gerçek olmayan bir nitelik yakıştırıyorlar. Ona yakıştırdıkları bu sıfat, cahiliye zihniyetine mensup olanların Allah'a yakıştırdıkları bir sıfattır. Bu zan her ne ise, "Bu işten (zaferden) bize bir şey var mı?" ifadesi ile bağdaşan, onun içeriği ile bütünleşen bir düşüncedir. Bunun böyle olduğunu yüce Allah'ın Peygamberimize verdiği emir ortaya koyuyor. Bu emirde Peygamberimizden, o soruyu soranlara; "De ki: Bütün işler Allah'ın elindedir." şeklinde cevap vermesini istiyor. Bu cevaptan anlaşıldığına göre, onlar işin bir bölümünün kendilerinin olduğunu sanıyorlardı. Bu yüzden mağlûp olup aralarındaki ölü sayısı çok olunca kuşkuya kapılarak; "Bu işten (zaferden) bize bir şey var mı?" dediler.

Bu sözlerinden ortaya çıkıyor ki, kendilerinin olduğunu sandıkları şey, düşmanlarına karşı üstünlük ve galibiyet idi. Müslüman oldukları cihetle bu hakkı kendilerinde görüyorlardı. Onlar sanıyorlardı ki, hak din ve bu dinin mensupları asla mağlûp edilemez. Çünkü kayıtsız şartsız olarak dinini desteklemek yüce Allah'ın üzerine aldığı bir borçtu, bunu kendilerine vaat etmişti.

İşte cahiliye zihniyetinden gelen haksız zan buydu. Çünkü cahiliye putperestliği şuna inanıyordu: Yüce Allah her şeyin yaratıcısıdır. Rızk, hayat, ölüm, aşk, savaş ve benzeri bütün olay çeşitlerinin, bunların yanı sıra insan, yeryüzü, denizler gibi bütün varlık türlerinin ayır ayrı bir rabbi vardı. Bu rab, o olay çeşitlerini ve varlık türlerinin işlerini plânlar ve irade ettiği işte asla mağlûp edilemez. Cahiliye dönemin putperestleri kendilerine rızk akıtsınlar, mutluluk sağlasınlar, onları kötülüklerden ve belâlardan korusunlar diye bu rablere taparlardı. Onların inancına göre yüce Allah büyük bir kral gibi idi. Tebaasının her kesimini, ülkesinin her bölgesini tam yetkili bir valiye havale ediyordu. Bu vali nüfuz bölgesinde ve egemenlik alanında istediğini yapmakta serbestti.

Eğer bir kişi hak dinin zahirî gelişmesi boyunca hiç mağlûp olmayacağını ve -bu dinin tebliğ edilmesi yükümlüğünü ilk üstlenen, onun yüklerini ilk sırtlayan kişi olan- Peygamberimizin çağrı görevinin zahirî çalışmalarında hiç başarısızlığa uğramayacağını veya hiç öldürülmeyeceğini ve ölmeyeceğini zannederse, Allah hakkında cahiliyeden kalma haksız bir zan beslemiş, Allah'a benzerler koşmuş, Peygamberimizi galibiyet ve ganimet işlerinin kendisine havale edildiği, putperest inancına uygun bir ilâh edinmiş olur. Oysa ki yüce Allah birdir, hiçbir ortağı yoktur; bütün işler O'nun elindedir ve O'nun dışında hiçbir kimsenin hiçbir konuda bir yetkisi yoktur.

Böyle olduğu içindir ki, yüce Allah daha önceki ayetlerde "(Allah,) Kâfirlerin bir bölümünü kırıma uğratmak veya bozguna düşürüp ümitsiz bir biçimde geri dönmelerini sağlamak için (size zafer kazandırdı)." (Âl-i İmrân, 127) deyince, sözünü bir ara cümleciği ile kesip Peygamberimize hitap ederek; "Bu konuda senin elinde bir şey yok." buyurmuştu. Maksat, onun bu kırıma uğratma ve bozguna düşürme işinde rolü olduğunu sanmasına meydan vermemektir. Sebep-sonuç yasasının koyucusu yüce Allah'tır. Hangi olayın sebebi daha güçlü ise gerçekleşme önceliği onundur. Bu olay ister hak, ister batıl; ister hayır, ister şer; ister hidayet, iste sapıklık; ister adalet, ister zulüm olsun. Bu konuda mümin ile kâfir arasında, sevilen ile nefret edilen arasında, Muhammed ile Ebu Süfyan arasında fark yoktur.

Fakat bununla birlikte yüce Allah'ın dinine ve dostlarına yönelik özel bir inayeti vardır. Evrenin düzeni bu inayet gereğince öyle cereyan eder ki, sonunda Allah'ın dini üstün gelir, yeryüzü O'nun dostlarına kucak açar. Çünkü akıbet, kötülüklerden sakınanlara aittir.

Peygamberlik ve hakka çağrı misyonu da, yürürlükteki bu gelenekten müstesna değildir. Bundan dolayı Peygamberimizin bazı savaşları gibi ne zaman normal sebepler bu dinin gelişmesine ve müminlerin üstün gelmesine uygun düştü ise, bu başarılı sonuçlar elde edilmiştir. Buna karşılık sebeplerin uygun olmadığı, meselâ münafıklığın, Peygamberimizin emirlerine itaatsizliğin, bozgun ve moralsizliğin etkili olduğu durumlarda galibiyet ve üstünlük müminler karşısında müşriklere ait olmuştur.

Diğer peygamberler ile insanlar arasındaki ilişkilerde de aynı durum geçerlidir. Peygamberlerin düşmanları dünyaya bağlı oldukları için, çalışmalarını sırf dünyayı geliştirme, egemenliklerini yaygınlaştırma, güçlerini pekiştirme ve çok sayıda taraftar toplama hedefleri üzerinde yoğunlaştırdıkları için peygamberlere karşı zahirî galibiyet ve üstünlük sağlamışlardır. Nitekim peygamberler arasında Hz. Zekeriyya gibi öldürülenler, Hz. Yahya gibi boğazlananlar, Hz. İsa gibi sürgün edilenler ve daha nice acılara katlananlar vardır.

Evet; hakkın hakkaniyetinin ortaya çıkması ne zaman genel ilâhî geleneğin değil de yürürlükteki normal düzenin yıkılmasına bağlı olursa, başka bir deyimle hak dâva ölüm ile kalım arasında kalırsa, dinin iskeletini ayakta tutmak, onun inandırıcılığını kaybetmesine meydan vermemek yüce Allah'ın borcu olur. Birinci ciltte mucizeden söz ederken[7] ve ikinci ciltte amellerin hükümleri üzerinde konuşurken[8] bu meseleye bir parça değinmiştik.

Şimdi konumuza dönelim. Sadece kendilerini düşünenlerden oluşan söz konusu grubun "Bu işten (zaferden) bize bir şey var mı?" şeklindeki sözleri dinin özüne dönük bir şüphe ifade eder. Daha önce belirtildiği üzere onlar bu sözleriyle dinin iskeletine putperestlik ruhu aşılamış oluyorlar. Bu yüzden yüce Allah, Peygamberine onlara cevap vermesini emretmiş ve; "De ki: Bütün işler Allah'ın elindedir." buyurmuştur. Bundan önce de Peygamberine hitap ederek; "Bu konuda senin elinde bir şey yok." buyurmuştur. Böylece fıtrat inancında ve tevhit dininde yetkilerin tümü ile yüce Allah'a ait olduğunu ve Peygamber de dahil olmak üzere geride kalan şeylerin sonuçlar üzerinde doğrudan hiçbir etkisi olmadığını, bunların tümünün sebep-sonuç ilişkisi ile imtihan ve sınama kuralının işlemesini sağlayan ilâhî geleneğin sınırları içinde kaldığını açıklamıştır.



"Sana açıklayamadıkları bir şeyi içlerinde saklıyorlar..." Bu ayet onları "Bu işten (zaferden) bize bir şey var mı?" biçimindeki sözlerinden daha ağır bir yanlışlıkla nitelendiriyor. Çünkü o sözleri soru biçiminde bir şüphe belirtme ifadesi idi ise de, bu sözleri, yani "Eğer bu işten (zaferden) bir nasibimiz olsaydı, burada öldürülmezdik." biçimindeki sözleri, kanıtlama biçiminde bir tercih yansıtıyor. Bundan dolayı ilk sözlerini Peygamberimize açıkladıkları hâlde ikinci sözlerini ondan saklamışlardır. Çünkü bu ikinci sözleri küfrü İslâm'a tercih etmeyi içeriyor.

Bu yüzden Allah, Peygamberine onlara cevap olarak şöyle demesini emrediyor: "De ki: 'Eğer evlerinizde de olsaydınız, alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yine de boylarlardı.' Allah gönüllerinizdekini sınavdan geçirmek ve kalplerinizi arıtmak için bunları başınıza getirdi." Böylece onlara şu gerçekleri açıklamış oluyor:

1- Savaşta öldürülenleriniz, hak yolda olmadığınız için ve sandığınız gibi zaferden nasibiniz olmadığı için öldürülmemişlerdir. Tersine, işlemesi ve yürümesi kaçınılmaz olan ilâhî takdir şu öldürülenlerin yattıkları yerlere serilmesi yönünde cereyan etmiştir. Eğer bu savaşa çıkmamış olsaydınız, yine alınlarına ölüm yazılanlarınız serildikleri yerlerde görüneceklerdi. Buna göre, ne bir an öne alabileceğiniz ve ne bir an erteleyebileceğiniz belirlenmiş ecelden kaçmak söz konusu değildir.

2- Yüce Allah'ın geleneği, imtihanın ve denenmenin genelliği yönünde cereyan etmiştir. Bu ilâhî gelenek onlar için de, sizin için de geçerli ve kaçınılmazdır. Dolayısıyla sefere çıkmanız, bu savaşın meydana gelmesi ve sonuçta öldürülenlerin yere serilmeleri ve derecelerine nail olmaları, böylece sizlerin de yerlerinizin belirlenmesi ve kalplerinizdeki düşüncelerin sınavdan geçmesi ve gönüllerinizdeki imanın ya da şirkin saflaşması suretiyle ya mutluluk veya bedbahtlık şıklarından birinin hakkınızda belirginleşmesi kaçınılmazdı.

Bazı tefsirciler bu ayet hakkında şaşırtıcı bir görüş ileri sürmüşlerdir. Bu görüşe göre bu ayetin durumlarını açıkladığı grup münafıklardır. Oysa burada müminlerin durumunun anlatıldığı gerçeği, ayetlerin akışından bellidir. Münafıkların, yani olayın başında, daha savaş başlamadan kafileden ayrılan Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlarının durumuna gelince, onlara daha sonraki ayetlerde değinilecektir.

Yalnız eğer münafıklardan zayıf imanlıları kastediyorlarsa, o başka. Çünkü onların da çelişik inançları kaçınılmaz şekilde kalben gerçeği inkâr edip sözde onu kabul etme sonucunu doğurur. Bunlar, yüce Allah'ın şu ayetlerde "hasta kalpliler" olarak adlandırdığı kimselerdir: "Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar; 'Bunların dinleri kendilerini aldattı.' dediler." (Enfâl, 49) "Nitekim içinizden onlara (münafıklara) kulak verenler vardı." (Tevbe, 47) Veyahut da eğer bütün münafıkların Abdullah b. Übeyy ve arkadaşları ile birlikte Medine'ye dönmediklerini diyorlarsa, yine bir diyeceğimiz yok.

Bundan daha şaşırtıcı bir görüş var ki, o da şudur: Ayetin söz konusu ettiği bu grup müminlerden oluşuyordu. Onlar hak dine bağlı oldukları için zaferin ve galibiyetin kendilerine ait olacağını sanıyorlardı. Çünkü Bedir günü fethi, zaferi ve yardımcı meleklerin inişini görmüşlerdi. Dolayısıyla "Bu işten (zaferden) bize bir şey var mı?" ve "Eğer bu işten (zaferden) bir nasibimiz olsaydı, burada öldürülmezdik." şeklindeki sözleri, işlerin kendi ellerinde değil; yüce Allah'ın elinde olduğuna yönelik bir itiraftır. Aksi takdirde, bunca ölü vermez, yenilgiye uğramazlardı.

Bu görüşe verilecek cevap, o zaman yüce Allah'ın cevabının uygun düşmeyeceği şekildedir. Çünkü yüce Allah onlara şöyle cevap verilmesini emretmiştir: "De ki: Bütün işler Allah'ın elindedir." ve "De ki: Eğer evlerinizde de olsaydınız, alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yine de boylarlardı."

Bu görüşü ileri sürenlerden de, bu uyumsuzluğu fark eden olmuştur; fakat buna asıl sözünden daha tutarsız bir cevap vermiştir. Ayetin doğru anlamının ne olduğunu daha önceki sözlerimizden anlamış bulunuyorsun.

"İki topluluğun karşılaştığı gün savaştan geri dönenlerinizi şeytan, kazandıkları bazı günahlarından dolayı kaydırmaya girişti..." Ayette geçen "şeytanın onları kaydırma girişimi" onları zelleye düşürmek istemesi demektir. Bu zelleye düşmelerinin sebebi, kalplerinde ve davranışlarında meydana gelen bazı günahlarıdır. Çünkü günahlar birbirine yol açarlar. Zira günahlar nefsin arzusuna uymaya dayanırlar. Nefsin bir şeyi arzu etmesi ise, ona benzer bir şeyi de arzu etmesi demektir.

Ayette geçen "ba" harfinin alet anlamı taşıması ve "kazandıkları günah"ın karşılaşma günü savaştan geri dönmeleri olması ihtimaline gelince, ifadenin zahirine göre bu yorum uzak bir ihtimaldir. Çünkü "kazandıkları günah" ifadesinin zahirinden anlaşıldığına göre, "kazanma" işi savaştan geri dönmekten ve şeytanın kaydırma girişiminden önce gerçekleşmiştir.

Her neyse; ayetten anlaşılan anlama göre, bu grubu oluşturan Müslümanların daha önce işledikleri günahlar, şeytanın onlara yönelik geri dönmeye ve kaçmaya kışkırtma girişimine imkân vermiştir. Bundan ortaya çıkıyor ki, bazı rivayetlere dayanılarak söylendiği üzere, bu ayetin şeytanın Uhud günü Peygamberimizin öldüğü yolundaki bağırmasına işaret olduğu ihtimali dayanaksız ve yersizdir. Çünkü ayetin sözleri, bu yönde delil olmaya elverişli değildir.



"Ama Allah onları yine de affetti. Hiç şüphesiz, Allah affedici ve halimdir." Bu af, ayetin başında sözü edilen savaştan kaçanlara yöneliktir. Ayet mutlaktır, o gün savaştan kaçanların hepsini kapsar. Dolayısıyla ayet her iki gruba, yani hem kendilerini uyuklama saran, hem de sırf kendilerini düşünen gruba şamildir. Yalnız bu iki grup yüce Allah'ın ikramına nail olup olmama açısından farklıdır. Bu farklılık yüzünden, daha önce açıklandığı üzere, ilk gruba ilişkin affın şamil olduğu ilâhî ikramın tezahürleri, her iki grubu birlikte kapsamına alan bu afla birlikte zikredilmemiştir.

Bundan anlaşılıyor ki, bu ayette zikredilen af, "Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere karşı gerçekten lütufkârdır." ifadesinde zikredilen aftan başkadır. Bu iki affın birbirinden farklı olduğunun delillerinden biri, bu iki ayet arasındaki üslûp farkıdır. İlk ayette şöyle buyuruluyor: "Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere karşı gerçek-ten lütufkârdır." Bu lütfu ve esirgeyiciliği açığa vuran bir ifadedir. Yüce Allah, onları müminler olarak adlandırıyor. Arkasından üzülmesinler diye kederlerini başka bir kederle değiştirdiğini, sonra da üzerlerine güven ve uyuklama indirdiğini açıklıyor. Fakat ikinci ayette şöyle buyuruluyor: "Ama Allah onları yine de affetti. Hiç şüphesiz, Allah affedici ve halimdir." Görüldüğü gibi bu ifadede af zikrediliyor, fakat ilk gruba yönelik lütufların hiçbirinden söz edilmiyor. Sonra da yüce Allah, "hilm" sıfatını hatırlatarak sözünü bağlıyor. Bilindiği gibi, "hilm" cezalandırmakta acele etmemek demektir. Öyle olunca, "hilm" ile bir arada olan bir af, öfkeyi saklı tutan bir azarlama, bir sitem niteliği taşır.



Denebilir ki: Bu iki grubu eşit sayanlar, her ikisi için de bir arada af çıktığı gerekçesi ile bunları eşit saymışlardır.

Cevap olarak derim ki: Gerçi af kavramı her iki grup için aynen kullanılmıştır; ama bu iki ifadede geçen af içerik bakımından farklıdır. Af, mağfiret ve benzeri terimlerin kullanıldıkları her yerde tek bir içerik taşıdıklarına dair elimizde delil yoktur. İki af arasındaki farklılığın gerekçelerini daha önce açıkladık.

Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   77




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin