Örneğin: Hak bir sınır ile sınırlanmış olan cisimden münezzehtir, denildiği zaman; Hak bundan hâriçtir, cismin sınırı biter Hakk’ın sınırı başlar, demek olur; çünkü birdiğerine aykırı olan iki şeyin başka türlü ayırt edilmesi mümkün değildir. Oysa Hak hakkında sınırlama yapmak imkânsızdır. Belki cisim latîf olan mutlak vücûdun sıfatları dolayısıyla kesîflik mertebesine tenezzülünden hâsıl olan izâfî bir vücuttur. Bundan dolayı o latîf ile bu kesîf arasında bir sınır ta’yîn etmek mümkün değildir.
İşte bunun için Hak kendi nefsini hálk edilmişlerin akılsal tenzîhinden tenzîh etti; ve Hakk’ın kendi nefsini böyle tenzîh etmesi, Hakk’ın kendi nefsini idrâk ettiği gibi, akılların idrâk edememesinden dolayıdır. Çünkü beşerî akıllar fikirsel bakışlarıyla kayıtlıdır. Hakk’ın nefsini ancak nûrânî müşâhedesel tecellî ve keşif ile nûrlanmış olan akıllar bilir. Çünkü bu gibi zâtlar indinde bilinmektedir ki, teşbîh ve tenzîh ancak zâhir ve bâtın dediğimiz iki ilâhî işin birbirine nispeti i’tibârı ile söylenen sözlerdir. Yoksa teşbîh ile tenzîh, Hakk’ın hakîkati için zâtîdir; çünkü Zâhir ve Bâtın isimleri Hakk’ın zâtî işleridir; ve işleri ise O’nun zâtının aynıdır; bundan dolayı Hakk’ın vücûdu hem tenzîhi ve hem teşbihi toplamıştır. Bu hakîkati ise ancak tahkîk ehli olanlar zevkan ya’nî bizzât hakîkatini yaşayarak ve müşâhedeli olarak bilirler. Fikirsel bakış açısı ile kayıtlı olan akıllar, soru üzerine sorular ile bahis üzerine bahisler îcâd edip mes’eleyi içinden çıkılmaz bir hâle sokarlar.
Daha sonra şerîat hükümlerinin hepsi, vehimlerin hükmettiği şeyle geldi. Bundan dolayı zâhir olduğu bir sıfattan Hakk'ı hâriç bırakmadı. Böyle dedi ve böyle getirdi. Şimdi ümmetler bunun üzerine bildi. Böyle olunca, Hak onlara tecellîyi verdi. Şu halde verâset olarak resûllere katıldı. Bundan dolayı Allâh'ın resûllerinin söylediği şeyle söyleyici oldu. “Allâhu a’lemu haysu yec’alu risâletehu“ (En'âm, 6/124) Ya'nî "Allah risâletini nerede kılacağını pek a'lâ bilir." Şimdi “Allâhu a’lemu” ya’nî “Allah pek a’lâ bilir” ifâdesi iki yönlüdür. Onun için “Rusulullâh” ya’nî “Allâh’ın resûlleri” ifâdesine yüklem oluşla bir yön vardır. Ve “a’lemu haysu yec’alu risâletehu“ ya’nî “risâletini nerede kılacağını pek a’lâ bilir” ifâdesine özne olması ile bir yön vardır; ve iki yönün ikisi de bunda hakîkattır. Bunun için biz tenzîhde teşbîh ile ve teşbihte de tenzîh ile söyledik (7).
Ya’nî bütün şerîat hükümleri, evhâmın hükmettiği şeyle geldi ve evhâmın hükmettiği şey, tenzîh ve teşbîhtir. Bundan dolayı şerîat hükümleri Hakk'ın zâhir olduğu bir sıfattan, Hakk'ı hâriç bırakmadı. Çünkü bir sıfattan Hakk'ın zâhir olması lâzımdır ve O'nun için bu sıfatın sâbitliği, teşbîhin aynıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de Hak Teâlâ buyurur: “Allâhullezî halakas semâvâti vel arda ve mâ beynehümâ fî sitteti eyyâmin sümmestevâ alel arş” ya’nî “O Allah ki; gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde hálk etti. Sonra arşa istivâ etti” (Secde, 32/4) ve aynı şekilde “yedullâhi fevka eydîhim” ya’nî “Onların ellerinin üzerinde Allah'ın eli vardır” (Feth, 48/10), “Allâhu yestehziu bihim” ya’nî “Allah da onlarla alay eder” (Bakara, 2/15). İşte bu âyet-i kerîmelerdeki "istivâ" ve "el" ve "alay" teşbîhî sıfatlardır. Görülüyor ki şerîat, evhâmın hükmettiği teşbîhle geldi. Ve şerîat hükümlerinin tenzîhi de, akılların işin hakîkatini idrâk husûsundaki kusûrundan dolayıdır. Bunun için Hak kendi nefsini akılların tenzîhinden tenzîh buyurdu.
İşte şerîat hükümleri tenzîh ve teşbîhte böyle dedi ve evhâmın hükmettiği şeyle geldi. Böyle olunca ümmetlerin hepsi, evhâmın hükmettiği şeyle gelen şerîat hükümleri üzerine bildi, ya'nî vehmin gereği ile bildi ve netîcede de Hak, o ümmetlerin kâmillerine tecellîyi verdi. Ve Hak ilâhî bilgiyi, tecellî ile verdiği vakit kâmil olan kimsenin ilâhî bilgisi de kâmil olur. Ve o kâmil verâset yolu ile resûllere katılır. Bundan dolayı resûller ne söyledi ise, onlar da onu söylerler ve resûllerin söylediği şey ise, evhâmın hükmettiği şeydir. Çünkü şerîat hükümleri evhâmın hükmettiği şeyle gelmiştir. Ve şerîat hükümlerinin evhâmın hükmettiği şeyle geldiği “Allâhu a’lemu haysu yec’alu risâletehu“ (En'âm, 6/124) Ya'nî "Allah risâletini nerede kılacağını pek a'lâ bilir" âyet-i kerîmesinde de görülmektedir; çünkü bu âyette olan “Allâhu a’lemu” ya’nî “Allah pek a’lâ bilir” sözünde iki yön vardır: Birisi "yüklem oluşu" diğeri de "özne oluşu"dur.
Şöyle ki, bu âyet-i kerîmenin öznelik yönü şöyledir:
(En'âm, 6/124)
“Ve izâ câethüm âyetün kâlû len nü’mine hattâ nu’tâ misle mâ ûtiye rusulullâhi, allâhu a’lemu haysu yec’alu risâletehu”
"Onlara bir âyet geldiğinde Allah’ın resûllerine gelenin benzeri gelmedikçe îmân etmeyiz; derler. Allah risâletini nerede kılacağını bilir."
Bu ma'nâya göre “allâhu” kelimesi “özne” ve “a’lemu” ya’nî “pek a’lâ bilir” kelimesi “yüklem”dir. İşte yönlerden birisi budur.
Yüklemlik yönüne gelince “Ve izâ câethüm âyetün kâlû len nü’mine hattâ nu’tâ misle mâ ûtiye” cümlesi bir tam cümledir. Onu tamamlamak için başka kelime ilâvesine gerek yoktur. Ve ma'nâ şöyle olur: "Onlara bir âyet geldiğinde, gelen şeyin benzeri bize gelmedikçe îmân etmeyiz dediler." Bundan dolayı “rusulullâhi” ya’nî “Allah’ın resûlleri” ifâdesi bu cümlenin dışında kalır. Oysa “rusulullâhi” ya’nî “Allah’ın resûlleri” cümlesi noksan bir cümledir, tamâm olmak için bir yüklem ister. İşte bunun yüklemi de “Allâhu a’lemu” ifâdesindeki “Allâhu”dur. Şu halde ibâre şöyle olur: “Rusulullâhi, Allâhu, hüve a’lemu haysu yec’alu risâletehu” ya'nî "Allah'ın resûlleri, Allah'tır. O risâletini nerede kılacağını çok iyi bilir." Şimdi bu cümlede “rusulullâhi” ”özne" ve “Allâhu” onun yüklemi olmuş olur. Ve “a’lemu” ya’nî “çok iyi bilir” kelimesi de gizli özne olan “hüve”nin yüklemi bulunur.
"Allâh'ın resûlleri, Allah'tır" demek, Allah, resûllerin hüviyyeti olması ve resûllerin, Allâh'ın sûreti olması i'tibârı ile, rusülullah Allah’tır demek olur. Nitekim Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri "Beni gören Hakk'ı görür" buyurdu. Çünkü resûllerin her biri insan-ı kâmildir. Ve insan-ı kâmil "Allah" toplayıcı isminin görünme yeridir. Ve "Allah" ismi, bütün ilâhî isimleri toplayıcı olunca insan-ı kâmil de bütün ilâhî isimlerin görünme yeri düşer. İşte “Allah âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” hadîs-i şerîfinde beyân buyurulan “âdem”den kasıt, insan-ı kâmildir. Çünkü isimlerin toplanmışlığına görünme yeri oluşundan dolayı Hakk'ın sûretidir ve Hak onun hüviyyetidir. Şimdi Hakk’ın resûllerin hüviyyeti ve resûllerin Hakk'ın sûreti oluşu yönüyle “(hüve) a’lemu haysu yec’alu risâletehu” En'âm, 6/124) ya'nî "O risâletini nerede kılacağını çok iyi bilir" ifâdesi, tenzîhde vehim ile teşbîhin aynı oldu. Çünkü Allah Teâlâ resûllerin hüviyyetini kendi hüviyyetinin yerine koydu.
Bahsedilen bu iki yönden öznelik yönü âlimler arasında meşhûr olan ve okunuş esnâsında hemen zihinlerde oluşan yöndür. Yüklemlik yönü ise, zâhir âlimleri tarafından kolaylıkla kabûl edilecek bir yön değildir. Fakat işin aslında Hakk’ın sözüdür. Ve Hak resûllerin hüviyyeti ve resûllerin Hakk'ın sûreti olduğuna “ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkin-nallâhe remâ” ya’nî “Ve attığın zaman da sen atmadın lâkin atan Allah idi” (Enfâl, 8/17) ve benzeri Kur'ân âyetleri şâhittir. Ve bu sözde her iki yön de hakîkattir. Ya’nî bir yönü mecâz ve bir yönü de hakîkat değildir. Fakat “atma âyet”inde, zâhir ehli Allâh'ın atmasını mecâz sayarlar. Hakîkat ehli indinde ise atan Hak'tır. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) buyururlar ki: İşte bu iki yönün hakîkat olmasından dolayı biz, tenzîhde teşbîh ve teşbîhde tenzîh ile söyledik. Ya'nî Hakk'ın hüviyyeti resûllerin hüviyyetinin aynı olunca, resûllerde olan teşbîh, Hakk'ın hüviyyetinde olan tenzîh için ve Hakk'ın hüviyyetinde olan tenzîh de, resûllerde olan teşbîh için sâbit olur.
Ve bunu böyle bildirdikten sonra biz eleştirenin ve taklîtçinin gözü üzerine perdeleri salıverir ve örtüleri çekeriz. Her ne kadar Hakk'ın tecellî ettiği sûretlerin ba'zısından oldular ise de. Fakat sûretlerin isti'dâd farkları ve hakîkatte bir sûrette olan tecellînin, o sûretin isti'dâdı hükmüyle olduğunun belli olması için, biz örtmek ile emrolunduk. Bundan dolayı o sûretin hakîkatinin ve gereklerinin verdiği şey tecellîye bağlanır. Bu yüzden lâzımdır; uykuda Hakk'ı gören kimse gibi ki, bu inkâr olunamaz; ve şüphe yoktur ki muhakkak Hak, onun "ayn'ıdır (8)
Ya'nî tenzîhte teşbîhin ve teşbîhte tenzîhin ne demek olduğunu bildirdikten sonra, biz eleştirenin, ya'nî akılsal bakış açısı ve delilleri ile delîl getiren kimsenin ve taklitçinin, ya'nî taklit edici olan mü'minin gözü üzerine algılamaya mâni’ olan perdeleri salıveririz ve akılsal mâni'ler olan örtüleri çekeriz. Gerçi eleştiren ile taklitçinin her birisi, Hakk'ın kendilerinde tecellî ettiği sûretlerden birer sûrettir ve Hak onlarda tecellî edici ve zâhir ve şehîd ve hâzır-dır. Fakat biz indirilmiş olan şerîat hükümleri gereğince örtmek ile emrolunduk, tâ ki sûret-lerin isti'dâdları arasında fark olduğu ve bir sûrette tecellî edici olan Hakk'ın, o sûretin isti'dâdı hükmünce açığa çıktığı belli olsun. Çünkü sûretler ilâhî isimlerin görünme yerleridir ve ilâhî isimler de birdiğerinden farklıdır. Bundan dolayı onların gerekleri olan isti'dâdlar da birbirinden farklıdır; ve Hakk'ın isimlerinin görünme yerleri olan sûretlerde açığa çıkması, o isimlerin gerekleri olan isti'dâdlar îcâbındandır. Böyle olunca o sûretin hakîkatinin ve gereklerinin verdiği şey, tecellî edici olan Hakk'a bağlanır. Bu mes'eleyi ancak Hakk’ın kendisine isti'dâdının sûretinde tecellî ettiği kimse zevkan ya’nî bizzat yaşayarak bilir. Bundan dolayı nefsine bağladığı şeyi ona mensûp kılar ve bu tecellî ile sûretler arasındaki üstünlük ve farklılığı müşâhede edip Hakk'ı hem teşbîh ve hem de tenzîh eder.
Ve tecellîde sûretlerin isti'dâdlarının açığa çıkması lâzımdır. Ve rü'yâda ilâhî sûretlerden bir sûretin görülmesi bu mes'ele gibidir. Ârif rü'yâda gerçekleşen bu görüşten uyanıklık hâlinde olan şeyi de bilir. Çünkü uyanıklık hâli hakîkatte rü'yâ hâlidir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz “En-nâsü niyâmün ve izâ mâtû, intebehû” “İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar” buyururlar ki, bunun ayrıntısı Yûsuf Fassı’nda geçti. Ve aynı şekilde Hz. Şeyh-i Ekber efendimiz “Muhakkak var edilmişler hayâldir; o da hakîkatte Hak'tır” buyururlar. Bunun ayrıntısı da Süleyman Fassı'nda geçti. Şimdi rü'yâda bir kimse Hakk'ı görse, o kimse Hakk'ı görmüştür; bu inkâr olunmaz. Nitekim (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz "Rabb'imi gâyet güzel genç sûretinde gördüm" buyurur; ve Hak şüphesiz bu görülen sûretin "ayn"ıdır.
Şimdi Hakk’ın kendisinde tecellî ettiği o sûretin gereçleri ve hakîkatleri Hakk’a tâbi’ olur; bundan sonra, ondan diğer bir husûsa geçilir ki, aklen onu tenzîh gerekir. Şimdi onu ta’bîr eden kimse keşif veyâ îmân sâhibi olursa, ondan yalnız tenzîhe geçmez; belki onun tenzîhten ve o sûrette açığa çıkan şeyden, ki teşbîhtir, hakkını ona verir. Şimdi “Allah” kelimesi, işâreti anlayan kimse için tahkîk üzere, küllî mertebeden ibârettir ki, o da etken olan ilâhî isimler topluluğunu ve edilgen olan imkân dâhilindeki görünme yerlerini toplamış olan ulûhiyyet mertebesidir. (9)
Şimdi bir kimse Hakk’ı bir sûrette rü’yâsında görse, Hakk’ın tecellî ettiği o sûretin gereçleri ve hakîkatleri Hakk’a bağlanır; ve o sûretin gereçleri, şekil ve duruş ve vücûd gibi şeylerdir ki, bunların hepsi Hakk’a tâbi’dir. Bu ise teşbîhin aynıdır. Daha sonra bu rü’yâyı ta’bîr eden kimse akıl ve görüş sâhiplerinden ise, o sûretten geçip der ki: “Hak sûretten münezzehtir. Bu sûretten kasıt, uygun olan şu ve şu ma’nâlardır.” Bundan dolayı sûretten soyutlanmış tenzîh için, farkına varmaksızın sınırlamayı ve belki soyut ma’nâlar ve akıllar gibi sûretleri olmayan şeyler sebebiyle teşbihi gerekli kılar. Ve eğer ta’bîr eden keşif ve ayân veyâhut taklîd ve îmân sâhibi ise, Hak’tan sûreti kaldırmakla tenzîh etmez. Belki o tenzîhin hakkını verir. Ya’nî o sûreti, Hak Teâlâ hazretlerinin tecellî ettiği sûretlerden bir sûret sayar. Fakat Hakk’ı, o sûretle kayıtlamaz. O kimse Hakk’ı ne o sûrete sınırlar ve ne de bütün sûretlerden soyutlar; ve o kimse der ki: “Hak zâtı dolayısıyla akılsal ve misâlî ve duyusal sûretlerden münezzehtir. Çünkü akıllar ve vehimler O’nun zâtını idrâkten âcizdir. Fakat isimleri ve sıfatları ve âlemler mertebelerinde açığa çıkışı dolayısıyla, o sûretten münezzeh değildir.” Bundan dolayı tenzîh ve teşbîh ile söyleyici olup ta’bîrinde her iki makâmın hakkını verir. Böyle olunca “Allah” kelimesi işâreti anlayan kimseye göre tahkîk üzere küllî mertebeden ibârettir. Ve o küllî mertebede etken olan ilâhî isimleri ve imkân dâhilinde olanlar mertebesinde isimlerden edilgen olan görünme yerlerini toplamıştır; bu da ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesidir. Çünkü mutlak olan zâtın, bu mutlaklık mertebesinde “Allah” ismiyle isimlendirilmesi ve O’nun bu isimle kayıtlanması câiz değildir; çünkü o mertebede ilâhı olan yoktur.
Metinde geçen “Şimdi “Allah” kelimesi, işâreti anlayan kimse için tahkîk üzere, küllî mertebeden ibârettir ki” ibâresi Ya’kûb Han ve Bosnevî nüshâlarına göre alınmıştır. Dâvûd-ı Kayserî, Kâşânî ve Bâlî ve Te’vîlü’l-Muhkem nüshâlarında geçen ifâdeye göre ma’nâ “Şimdi “Allah” tahkîk üzere işâreti anlayan kimse için ibâredir”. Ya’nî “Allah” kelimesi, hakîkatte işâreti anlayan kimse için her şeyi kabûl edici olan genel ibâredir, demek olur. Ve bu iki metinden ilki ayrıntılı, ikincisi icmâldir. Aralarındaki fark budur. Ve “Allah” kelimesindeki îzâh, yukarıda zikredilen “Rusulullâhi, Allâhu, hüve a’lemu haysu yec’alu risâletehu” ya'nî "Allah'ın resûlleri, Allah'tır. O risâletini nerede kılacağını çok iyi bilir" sözüne bağlantılıdır. Çünkü “Allâhu a’lemu” ya’nî “Allah çok iyi bilir” ifâdesinin, biri “yüklemlik” ve diğeri “öznelik”ten ibâret olan iki yönü vardır; ve bu iki yönün hakîkat olduğu ve tenzîh ile teşbîh arasında olduğu yukarıda anlatıldı. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) şimdi de bu anlatılan ma’nânın netîcesini beyân ederek: “Allâhu a’lemu” ya’nî “Allah çok iyi bilir” deki “Allâhu” sözü, hakîkatte, işâretten anlayan kimse için bir ibâredir ki, üstü kapalı olarak onda resullerin sûretinde açığa çıkmış olan Hakk’ın hakîkati bulunmaktadır, buyurur. İşte “Allâhu” ibâresinin işâreti budur. Ve bu işâret önceki metne göre yukarıda ayrıntılı olarak anlatıldı.
Ve bu hikmetin rûhu ve özü: Muhakkak iş, etken ve edilgen olarak kısımlara ayrılmıştır ve onlar iki ibâredir. Ve etken her şekilde ancak Allah'tır ve edilgen her şekilde ve herhalde ve her hazrette ancak âlemdir. Şimdi bir erişen eriştiğinde, her şeyi ona uygun olan aslına kat! Çünkü erişen şeyin, ebeden bir asıldan fer' olması kaçınılmazdır. İlâhî muhabbet kuldan çıkan nâfilelerden oldu. Şimdi bu, edilgen arasında bir eserdir. Hak, bu ilâhî muhabbetten dolayı, kulun işitmesi ve görmesi ve kuvvetleri oldu. Bundan dolayı bu, kararlaştırılmış bir eserdir ki; şerîata göre sâbit oluşundan dolayı, eğer mü'min isen sen onu inkâr edemezsin (10)
Ya'nî bu "ünsiyyet hikmeti"nin rûhu ve özeti şudur ki: Vücûd birdir; o da Hakk'ın vücûdudur. Ve bu vücûd i'tibâr olarak iki kısma ayrılmıştır. Birisi etken ve diğeri edilgendir. Bundan dolayı "Allah" dediğimiz zaman, bu genel ibâreden birdiğerine karşılık iki ibâre olduğunu anlarız ki, birisi fiilî mertebeden ibâret olan etken ve diğeri, fiili kabûl edici mertebeden ibâret olan edilgendir. Ya'nî bir mertebede kendisinden fiil çıkar ve diğer mertebede o çıkan fiili kabûl eder.
Örnek: Bir şahıs sağ elinde bulunan bir parayı sol eline aktardığında, sağ el aktarma fiilinin fâili ve sol el de bu aktarma fiilinin kabûl edicisi olur. Oysa bu almak vermek bir vücûtta gerçekleşir. Bundan dolayı bir olan bu vücûtta iki i'tibâr olur ki, birisi etken olan verme, diğeri edilgen olan almadır. Şu halde edilgen dahi vücûdun aynı olmuş olur.
Diğer bir örnek: İnsanın zâhiri ve bâtını vardır. Çünkü insanı târif etmek istediğimiz zaman "konuşan hayvan" deriz. "Hayvan" onun zâhiri ve "konuşma" bâtınıdır. Şimdi insanın konuşan nefsi ki, bâtını olduğu için görünmez; işte bu konuşan nefs insanın zâhirinde etkendir. Çünkü insanın zâhiri olan a'zâları ve organları, konuşan nefsinin hükmüyle hareket eder. Örneğin insanın bâtını, "Haydi kalk, falan yere git; orada sana şu fayda vardır" der. O kimse de kalkıp oraya gider. Tabi'ki oraya bedeniyle gider. İşte onun zâhiri olan cisim edilgen olur. Demek ki insanın vücüdu tek bir ayn iken onda biri etken ve diğeri edilgen olmak üzere iki i'tibâr vardır.
İşte bunun gibi, âlemin vücûdu Hakk'ın zâhiri ve Hak, âlemin vücûdunun bâtını ve hüviyyetidir. Ve her ikisi tek bir ayn olan ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesinin iki i'tibârıdır. Bundan dolayı her şekilde etken ancak Allah'tır. Ve her şekilde ve her halde ve bütün hâzır olunan mertebelerde edilgen olan da, ancak âlem dediğimiz Hakk'ın zâhiridir. İşte vücûd işinin etken ile edilgen olarak kısımlanması bu "ünsiyyet hikmeti"nin rûhu ve özü oldu. Çünkü ancak bu kısımlama, Hak'la âlem arasındaki münâsebeti anlatır.
Soru:Cenâb-ı Şeyh-i Ekber(r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'den naklen Zekeriyyâ Fassı'nda "Muhakkak eser, mevcût için değil, ancak yok hükmünde olan için olur ve her ne kadar mevcût için olursa da yok hükmünde olanın hükmü dolayısıyladır" buyurmuş idi. Oysa burada eserin izâfî vücût ile mevcût olan âlem hakkında olduğunu beyan buyurur. Bu iki ifâde birdiğerine aykırı olmaz mı?
Cevap: Zekeriyyâ Fassı'nda örnek ile izâh edildiği üzere, eserin yok hükmünde olan için olması ahadiyyet ya’nî teklik mertebesine göredir. Çünkü ahadiyyet mertebesinde ahadiyye ya’nî teklik zâtının bütün bağıntıları kendi zâtında mahvolmuş ve helâk olmuş ve yok hükmündedir. Bundan dolayı burada te'sîr, işbu yokluksal bağıntıların, vücûda isti'dâdları dolayısıyla, bağıntıların sâhibi olan Hak'tan vücûd talep ettikleri zaman, Hak tarafından "Kün ya’nî Ol!" sözünün çıkışını gerektirmekten ibârettir. Ve "Kün ya’nî Ol!" sözününü çıkışından ibâret olan eser, her ne kadar Hakk’ın vücûdu için sâbit olur ise de, bu sâbitlik, yok hükmünde olan bahsedilen bağıntıların hükmü dolayısıyladır. Buradaki te'sîr ise, vâhidiyyet ya’nî birlik mertebesine göredir. Ve Hak, isimleriyle ve sıfatlarıyla vâhid ya’nî birdir; ve bu mertebede ismi "Allah"tır. Ve bu ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesi, etken olan bütün ilâhî isimleri ve imkân dâhilinde olanlar mertebesinde isimlerden edilgen olan bütün görünme yerlerini toplamıştır. Bundan dolayı burada te'sir, etken isimlerden, edilgen görünme yerlerinedir. Böyle olunca iki ifâde birdiğerine aykırı olmaz. İlk ifâde başka bir hakîkati ve ikinci ifâde ise diğer bir ilâhî bilgiyi bildirmiş olur.
Şimdi sana bir erişen, ya'nî Hakk’ın te'sîri eriştiği zaman, sen her şeyi kendi aslına kat! Örneğin vücûd ve ilim ve kudret gibi ilâhî kemâlât erişirse, bunlar ilâhî hazretten erişmiş olacağından, sen o kemâlâtı kendi aslı olan ilâhî hazrete kat! Ve fakirlik ve âcizlik ve açlık ve susuzluk gibi varlıksal noksanlıklar erişirse, bunlar imkân dâhilindekiler âleminden erişmiş olacağından sen, noksanlıkları kendi aslı olan âleme bağla! Çünkü erişen şeyin ebeden bir asıldan fer' olması kaçınılmazdır. Ya'nî erişen şey, etken veyâ edilgen olan bütünsel aslından bir fer' olur; ve her ikisinin aslı da yukarıda bahsedildiği üzere Hak'tır.
Ve eğer "Hakk'ın edilgen olması nasıl olur?" diyecek olursan, nâfilelerle yaklaşma hadîsini iyi incele! Çünkü kul tarafından gerçekleşen nâfileler, Hak'ta te'sir edip Hakk'ın muhabbetini gerektirici olur. İşte Cenâb-ı Şeyh (r.a.) örnek olarak verip buyururlar ki: İlâhî muhabbet kul tarafından gerçekleşen nâfilelerden kaynaklandı. Böyle olunca ilâhî muhabbetin erişmesi, nâfilelerden ibâret olan etken ile, Hak'tan ibâret bulunan edilgen arasında oluşan bir eserdir. Ve Hak bu ilâhî muhabbetten dolayı, kulun işitmesi ve görmesi ve kuvvetleri oldu: Bu eser şerîat lisânının söylediği kararlaştırılmış bir eserdir ki, sen şerîata îmân etmiş isen bunu asla inkâr edemezsin ve eğer inkâr edersen sana mû'min denmez, çünkü şerîatı inkâr etmiş olursun.
Ve selîm olan akla gelince, şimdi o, ya tabîî görünme yerinde ilâhî tecellî sâhibidir, şu halde bizim dediğimiz şeyi âriftir; veyâhut müslüman bir mü'mindir ki, ona îmân eder. Nitekim, kuvvetli gelen hadîs ile ulaştı. Şimdi vehim sultânının, bu şekilde geldiği şeyden bahseden âkıl üzerine hükmetmesi kaçınılmazdır; çünkü ona inanmıştır. Ve mü'min olmayana gelince, vehim üzerine vehim ile hükmeder. Böyle olunca fikirsel bakış açısı ile hayâl eder. Hakîkatte o rü'yâda bu tecellînin verdiği şeyi Allah üzerine muhal gördü. Oysa bunda vehim, kendi nefsinden gâfil olduğu için, şuûrunun olmayışı yönünden kendisinden ayrılmış değildir (11).
Ya'nî selîm akıl ki, bozuk inanışlardan sâfî ve aslî fıtratı ve ezelî letâfeti üzerine olan kalptir. Böyle bir kalp sâhibi olan kimse ya tabîî görünme yeri olan insan sûretinde ilâhî tecellî sâhibidir. Ya’nî bu insana âit madde beden oluşumunda ve tabîî sûretinde keşif ve açılım sâhibidir. Şu halde, o kimse, bizim dediğimizi bilir ki ve biz “uykuda ve uyku dışında Hakk'ın sûretlerde açığa çıkışını beyan etmiş ve vücûd işi etken ve edilgene kısımlanmıştır ilh... demiş idik”; işte o kimse keşif ve müşâhede ile bu dediklerimizin hakîkatini bilir. Veyâhut o selîm akıl sâhibi, tecellî sâhibi olmayıp resûllere ve keşif ehline teslîm ve onların emirlerine boyun eğici olur ve bu vasıfta olan kimse, müslüman bir mü'mindir. Bundan dolayı bizim dediğimizin hakîkatine keşif olarak ve müşâhede olarak vâkıf olmasa bile îmân eder. Nitekim Ebû Said el-Hudrî (r.a.)’den rivâyet olunan uzun bir kuvvetli hadîste Hakk'ın sûretlerde değişkenliği beyân buyrulmuştur:
“Kıyâmet gününde Rabbü'l alemin Tebâreke ve Teâlâ hazretleri pek aşağı bir sûrette tecellî edip "Ben sizin Rabbinizim" der O'nu görenler "Biz senden Allah'a sığınırız ve biz Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayız" derler. Bu hâl iki veyâ üç defa gerçekleşir. Nihâyet Allâhü Zü'l-Celâl hazretleri onların inanışlarının sûretlerine göre tecellî buyurur. Bu halde "Sen bizim Rabbimizsin" derler.”
İşte keşif ve açılım sâhibi bunu zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayıp idrâk ederek bilir ve müslüman mü'min de böyle olduğuna îmân eder. Bundan dolayı Hak gerek uyku âleminde ve gerek uyanıklık âleminde sûretlerde tecellî edicidir.
Şimdi Hakk'ın süretlerde değişkenliğini haber veren Resûl'e îman eden âkıl ki, Hakk'ın rû'yâda gördüğü sûrette tecellî ettiğinden bahseder; bu sûrette onun üzerine elbette vehim sultânı hükmeder ve Hakk’ın sûretlerde tecellîsine îman etmiş olduğundan vehim lisânı ile teşbîh eder ve akıl lisânı ile de tenzîh eder. Ve resûller ile şerîat hükümlerine îman etmemiş kimselere gelince, bunlar sırf vehim ile karışık akıl sâhipleri olduğundan vehim üzerine vehim ile hükmeder. O kimse fikirsel bakış açısı ile hayâl eder ki, rü'yâda kendisine tecellînin verdiği sûreti Allah Teâlâ üzerine muhal gördü. Ya'nî fikirsel bakış açısı ile hayâl edip der ki:
"Bana rü'yâda gözükmüş olan bu sûrette Hakk'ın tecellîsi muhaldir."
Gerçekten aklının gereği olan bu tenzîhte isâbet eder. Fakat işin aslında Hakk’ın bütün sûretlerde tecellî edici oluşu ve resûller ile şerîat hükümlerinin getirdiği şeyin vehim ile teşbih etmekten ibâret bulunuşu yönüyle, vehim olarak teşbîh etmesi lâzım gelirken, vehmin bu hükmünü, bozuk vehim ile iptâl eder. Bundan dolayı vehim üzerine vehim ile hükmetmiş olur; çünkü şerîat hükümlerine îman etmediğinden bu çukura düştü. Oysa, kendi nefsinden gâfil olduğu için, o farkına varmaz; ammâ vehim ondan ayrılmış değildir. Ya'nî rü'yâsında gördüğü şeyi Hakk'ın şânına uygun değildir diye hayâl etti. Bundan dolayı o sûretten tenzîh ile hükmetti ve o gördüğü şeyi vehme yükledi ve ondan yüz çevirdi. Bununla berâber vehim kendisinden ayrılmadı. Belki bu hükûm kendisinde hâkim olan vehmindendir. Fakat nefsinden gâfil olduğu için böyle olduğuna vâkıf değildir. Eğer nefsini bilseydi, böyle hükmetmezdi; belki hükmettiğine aykırı ve rü’yâda gördüğü sûrete uygun olarak hükmederdi. Çünkü gerek kendi nefsi ve gerek başkasının nefsi, Hakk’ın hüviyyetinin gayrı değildir. Bütün yurtlarında Hakk'ın hüviyyetin-den hâriç hiçbir şey yoktur.
Ve Hak Teâlâ'nın “ed’ûnî estecib leküm” ya’nî “Bana duâ ediniz ki size îcâbet edeyim” (Mü'min, 40/60) sözü bundandır. Hak Teâlâ “Ve izâ seeleke ibâdî annî fe innî karîbun ucîbu da’veted dâi izâ deâni” ya’nî “Ve kullarım sana, Benden sorduğu zaman, muhakkak ki Ben, yakınım. Bana duâ edilince, duâ edenin duâsına îcâbet ederim” (Bakara, 2/186) buyurdu. Çünkü îcâbet eden ancak kendisinden isteyen olduğu vakitte olur; her ne kadar duâ edenin ayn’ı, îcâbet edenin ayn’ı ise de. Şimdi sûretlerin farklılığı açıktır. Onlar hiç şüphesiz iki sûrettir ve bu sûretlerin hepsi, Zeyd'in a'zâsı gibidir. Şimdi bilinmektedir ki, muhakkak Zeyd, şahsen bir hakîkattir ve muhakkak onun eli, ayağının ve başının ve gözünün ve kaşının sûreti değildir. Böyle olunca Hak, çok olan birdir. Sûretler ile çoktur, "ayn" ile birdir; ve hiç şüphesiz "ayn" ile bir olan insan gibidir. Ve biz şüphe etmeyiz ki muhakkak Amr, Zeyd değildir; Hâlid de değildir; Ca'fer de değildir; ve muhakkak bu bir olan ayn’ın şahısları vücûd olarak bitimli değildir. Şimdi insan, her ne kadar "ayn" ile bir ise de, o, sûretler ve şahıslar ile çoktur (12)
Ya'nî Hak Teâlâ hazretlerinin "Bana duâ ediniz; size îcâbet edeyim" (Mü'min, 40/60) buyurması bu türdendir. Ya’nî vücûd işinin etken ve edilgene kısımlandırıldığını gösterir. Ve aynı şekilde Hak Teâlâ "Benim kullarım sana benden sorarlar. Şimdi ben yakınım. Bana duâ ettiği vâkit, duâ edenin duâsına îcâbet ederim" (Bakara, 2/186) buyurdu. Burada tabi'ki bir duâ edenin, bir de duâya îcâbet edenin mevcût olması lâzımdır. Kul duâ ettiğinde, onun duâsı Hakk'a te'sir eder. Bu halde Hak edilgen olur. Ve Hak kulun talebini yerine getirdiğinde Hak etken ve kul edilgen olur. Bundan dolayı vücûd işinde bu iki i'tibâr olmadıkça fâil oluculuk ve fâilin fiilini kabûl edicilik ortaya çıkmaz. Şu halde îcâbet eden, ki fâildir, ancak kendisi tarafından ulaşacak bir ihsânı kabûl edecek bir duâ eden olmadıkça îcâbet edici olmaz. Her ne kadar duâ eden kulun hüviyyetinin, îcâbet eden Hakk'ın hüviyyeti oluşu yönüyle, duâ eden kulun "ayn"ı hakîkatte, îcâbet eden Hakk'ın "ayn"ı ise de, bu i'tibârda ikilik mevcûttur. Ve sûretlerin farklılığı âşikârdır bunda aslâ gereksiz boş sözlere mahal yoktur. Ve duâ eden zâhir, îcâbet eden de bâtın olmaları i'tibâriyle, şüphesiz bir olan vücûdun ayrı ayrı iki sûretidir. Ve bu sûretlerin hepsi, örnek olarak Zeyd'in a'zâsına benzer; çünkü bu sûretlerin hepsi Hakk’ın bir olan vücûdunda zâhir olmuş ve onun üzerindedir; bundan dolayı Hakk'ın a'zâsı gibidir.
Örneğin Zeyd şahıs olarak bir olan hakîkattir. Elinin sûreti ayağının sûretine ve kaş ve gözünün sûretleri de diğer a'zâlarının sûretine benzemez. Fakat Zeyd'in vücûdunun, bu a'zânın tamâmından ibâret oluşu yönüyle, Zeyd a'zâsının aynıdır. Fakat bir uzvu diğer uzvunun aynı değildir. Demek ki Zeyd a'zâlarının sûretlerine göre çok ve şahsının "ayn"ına göre birdir. Şu halde Zeyd çok olan birdir. İşte Hak dahi "ayn" ile bir ve a'zâlarının sûretleri ile çok olan insan gibidir. Ve aynı şekilde insan kavramı "ayn" ile bir ve kişiler ile çoktur. Çünkü insan denildiği zaman, zihne ilk olarak gelen şey, onun Zeyd, Amr, Hâlid ve diğerleri gibi kişilerinin sûretleri değil, belki tek bir ma'nâdan ibâret oluşudur. Bundan dolayı insan "ayn" ile birdir ve onun kişilerinin sûretleri ise vücût olarak bitimli değildir; ve onun bu bitimsiz olan kişileri birdiğerinin aynı değildir.
Ve eğer sen mü'min isen muhakkak kesinlikle bildin ki; hakîkatte Hak Teâlâ kıyâmet gününde bir sûrette tecellî edip bilinir. Daha sonra ondan bir sûrete dönünce bilinir. Oysa O, tecellî edicidir; her bir sûrette O'nun gayrı yoktur ve bilinmektedir ki bu sûret, o diğer sûret değildir. Şimdi sanki bir olan ayn ayna makâmında durmuş oldu. Bundan dolayı bakan, onda Hak hakkında kendince tasarladığı inanışın sûretine baktığında, onu bilir ve ona tasdîk eder; ve onda kendince tasarladığı inanışından ayrı bir şeyi görmesi tesâdüf ettiğinde, onu inkâr eder. Nitekim ayna içinde kendi sûretini ve başkasının sûretini görür. Şimdi ayna, bir olan ayn’dır; ve görenin gözünde sûretler çoktur. Oysa ayna için sûretlerde bir yön ile eser mevcût olmakla ve bir yön ile eser mevcût olmamakla berâber, aynada bir bütün olarak ondan bir sûret yoktur. Şimdi onun için olan eser, küçüklük ve büyüklükten ve uzunluk ve genişlikten şekli değiştirilmiş olduğu halde, sûreti yansıt-maktadır. Bundan dolayı eser, ölçüdedir ve bu eser ona âittir. Ve ondan olan bu değişimler, ancak aynaların ölçülerinin farklılığından dolayı oldu (13).
Ya’nî Hakk'ın sûretlerde değişkenliğine dâir olan kuvvetli nebevî hadîse îmân ettin ise, kesin bir şekilde bildin ki, Hak Teâlâ kıyâmet gününde bir sûrette tecellî eder ve o sûrette bilinir. Daha sonra bu sûretten başka bir sûrete döner; bu kere de o sûrette bilinir. Oysa her iki sûrette de tecellî edici olan ancak Hak'tır ve her bir sûrette O'ndan başka tecellî edici olan yoktur. Ve bu bilinmektedir ki, Hakk'ın birinci def’ada tecellî ettiği sûret, ikinci def’ada tecellî ettiği sûret değildir; ya'nî bu iki sûrette başka başkadır. Böyle olunca Hakk'ın aynı olan bir olan ayn, bir ayna gibi olmuş olur. Şu halde Hak hakkında kendisine hâs bir inanış sâhibi olan bakıcı, ayna gibi olan bu bir olan ayn’da Hak hakkındaki inanışının sûretine baktığı zaman, "Bu sûret tam benim inanışıma uygundur" deyip Hakk'ı bu sûrette bilir ve onu tasdîk eder ve o bir olan ayn aynasında, tesâdüfen kendi inanışının dışında bir şey görse, kendisine hâs inanışına uygun olmadığı için, onu inkâr eder. Oysa Hakk’ın ayn’ı olan bir olan ayn bir ayna gibidir ki, bu aynada bütün inanışların sûretleri basılmıştır. Bu ona benzer ki, bir kimse aynaya bakar. O ayna içinde kendi sûretini gördüğü gibi başkalarının sûretlerini de görür. Ayna bir olan ayn’dır; fakat görenin gözünde birçok sûretler vardır. Bununla berâber aynanın içinde görülen o sûretlerin hiçbirisi, hakîkî bir sûret değildir; çünkü bu sûretler aynanın içinde değildir. Bununla berâber o sûretlerde aynanın bir yön ile te'sîri vardır ve bir yön ile de yoktur. Aynanın sûretlerde te'sîri budur ki: Bir kimse aynaya baktığı zaman, eğer o ayna küçük veyâ büyük veyâ uzun veyâ enli ise, yansıyan sûretler de aynanın gereklerine tâbi' olur. Örneğin çukur veyâ tümsek bir aynaya bakılsa, insanın sûretini şişman ve kısa boylu ve yassı başlı veyâ ince uzun bir halde gösterir. Oysa bakanın şekli böyle değildir. İşte bu aynanın sûrette te'sîridir. Ve aynanın sûretlerde te'sîrinin olmayışı budur ki, onda yansıyan sûretlerde kendisinin aslâ dâhil olacağı bir yerin bulunmamasıdır. Çünkü bakan aynanın karşısında durmadıkça onda kendiliğinden bir sûret gözükmez. Şu halde ayna bir yön ile etken ve bir yön ile de edilgendir. Ve aynı şekilde gören de aynaya karşı hem etken ve hem de edilgendir. Şimdi mâdemki ayna yansıyan sûretleri değiştirilmiş olduğu halde yansıtıyor; bu te'sir aynanın ölçülerinden oluşan bir te'sirdir; ve bu te'sîr aynaya âit olup aynaların ölçülerinin farklılığından oluşur.
Şimdi verilen örnekte, bu aynalardan bir aynaya bak; hepsine birden bakma! Ve o, Hakk’ın zât olması yönünden senin bakışındır. O âlemlerden ganîdir; ve ilâhî isimler yönünden, o zamanda, aynalar gibi olur. Bundan dolayı senin nefsin hangi ilâhî isme bakarsa veyâhut her kim bakarsa, bakana, ancak o ismin hâkikati belli olur. Şimdi eğer anladın ise, o husûs böyledir. Böyle olunca panikleyip üzülme ve korkma; çünkü Allah Teâlâ, yılanı öldürmek üzerine bile olsa, cesur olunmasını sever, oysa yılan, senin nefsinden başkası değildir; ve yılan, sûreti ve hakîkati ile kendi nefsi için yılandır. Ve bir şey kendi nefsinden öldürülmez; her ne kadar duyularda sûret bozulur ise de. Çünkü ilâhî sınır, onu muhafaza eder ve hayâl onu yok etmez (14).
Ya’nî yukarıda bahsedilen aynalar örneğinde, şekilleri değişik yapan aynalara bakmaktan vazgeç de, her bir sûreti aslî hâlinde yansıtan bir aynaya bak! Ve senin o bakışın Hakk’ın zât oluşu yönünden olan bakışındır. Çünkü sûretleri değişmiş olarak gösteren aynalar, ilâhî isimler aynalarıdır; ve herbir sûreti aslî hâlinde gösteren bir aynada zâtî ahadiyyet ya’nî teklik aynasıdır ki, herbir ismin ezelde isti’dâdının sûreti ne ise aslâ değiştirmeksizin onu yansıtır. Eğer isimlere bakarsan, her birisi bir ayna mesâbesinde bulunan o isimlerin görünme yerlerinde Hakk’ın bir olan vechini türlü türlü görürsün; ve bu görüş senin hâtırına ayrılık verir. Fakat içinde bütün sûretler görülmekte olan zâtî ahadiyyet ya’nî teklik aynasına bakarsan, Hakk’ın bir olan vücûdunun sûretini birlik üzere görürsün. Hakk’ın zât oluşu yönüyle olan bu bakışın netîcesinde, Zât’ın âlemlerden ganî olup hiçbir sûret ve şekil altına girmeye muhtâç olmadığını ve zâtî ahadiyyet aynasında görünen âlem sûretlerinin ancak Zât’ın işleri olan isimleri i’tibârı ile zâhir olduğunu anlarsın. Eğer ilâhî isimler yönünden Hakk’ın vücûduna bakarsan, herbir isim bir ayna mesâbesinde olduğundan, Hak aynalar gibi olur.
Şimdi senin nefsin veyâ başkalarının nefsi, hangi bir ilâhî isme bakarsa, bakışında o isme mahsûs olan hakîkat gözükür. Örneğin Rezzâk ismine bakıldığında, hakîkatinin gereğinin rızıklandırma ma’nâsı olduğu ve Şâfî ve Cebbâr ve diğer ilâhî isimlerin hakîkatlerinden başka bir hakîkati bulunduğu belli olur. Bundan dolayı eğer bahsedilen hakîkatleri anladın ise, Hak hakkındaki husûsun böyle olduğuna aslâ şüphen kalmadı. Şu halde panikleyip üzülme ve korkma; fenâ-fillâh ile nefsini öldürmeye çalış! Ve “Mûtû kable en temûtû” ya’nî “Ölmeden önce ölünüz!” yüce emrine uy! Bu bahsettiğimiz Hakk’a âit bilgilere ulaşma yolunda, belâlara sabret! Çünkü senin vücûdun ve nefsin sâbit ayn’ının sûretidir. Ve sâbit ayn’ın zâtî ahadiyyet aynasında taayyün etmiş olan bir ismin gölgesidir; ve hâs ismin de zâtî işlerden bir iştir; ve işler ise zâtın aynıdır. Bundan dolayı zât, senin hakîkatindir. Şimdi senin hakîkatin zât mertebesinden tenezzül ede ede şehâdet mertebesine kadar gelmiştir; ve her bir yurda tenezzülünde o yurdun gereklerine göre bir taayyün kisvesine bürünmüştür. Eğer bu şehâdet yurdunda basît elementlerden dokunmuş bir kisveye bürünen hakîkatin, bu kisveden soyunup bu maddesel sûretten ayrılırsa, yok olacağım diye korkma! Hakîkatine, bu kesîf elbiseyi çıkardığın anda, nakledileceği yurdun gereklerine göre bir latîf taayyün elbisesi giydirirler. Nitekim Mevlânâ (r.a) buyururlar. Mesnevî:
Tercüme: “Ma’denlik mertebesinden öldüm ve bitki oldum. Bitki mertebesinden de öldüm, hayvân ile berâber oldum. Hayvanlıktan öldüm ve âdem oldum. Şu halde ölmekten ne korkayım? Ne vakit ölmekten noksan oldum? Diğer hamlede beşer mertebesinden ölürüm, melekler arasından kanat ve baş çıkarmak için. Bir kere de melek mertebesinden kurban olurum; o şey ki vehme gelmez, o olurum. Şu halde ben yok olurum; yok ise erganûn gibi bana söyler ki: “Biz Allah’a dönücüleriz”.
Ya’nî taayyünün yokluğundan ibâret kendi aslıma ulaşırım. Kendi hakîkatim, taayyünsüz olan Zât deryâsına dalıp helâk olduktan sonra, taayyünsüz olarak , erganûn gibi bana “Biz Allah’a dönücüleriz” (Bakara, 2/156) der.
İşte mâdem ki hakîkatin, her yurdunda bir taayyün elbisesi ile açığa çıkıyor, şu halde nefsinin sûretini şiddetli mücâhede ile kaldırmak husûsunda yiğit ol; çünkü (Sallallâhü aleyhi ve Sellem) Efendimiz “Yılanın öldürülmesi üzerine bile olsa Allah Teâla yiğitliği sever” buyurdu. Yılan ise, senin nefsinden başka bir şey değildir. Çünkü yılan senin madde beden vücûdunu nasıl sokup zehirle bozarsa, nefs dahi, zemmedilmiş sıfatları ile senin ma’nânı öylece zehirleyerek, ebedî ma’nevî hayâtına ulaşmaktan men’ eder.
“Nefsin öldürülmesinden” kasıt, tabi’ki intihâr etmek değildir. Belki ehlullâh’ın “kırmızı ölüm” dedikleri ölümdür ki, bu da nefsin arzûlarına muhâlefet ederek sıfatlarını izâle etmekten ibârettir. Nefis sıfatlarından pâk olunca, Hakk’ın sıfatları ile vasıflanır ve kesâfeti letâfete dönüşür. Nitekim bu yüksek fassın baş tarafında îzâh edilmiştir. Bundan dolayı nefs yılanını bu şekilde öldürmeye çalış! Ve yılan kendi nefsi için sûreti ve hakîkati i’tibârı ile yılandır. Eğer öldürülse meydanda kalan cismânî sûretine yine yılan derler; ve hakîkati hayvansal rûh olduğu için, hakîkati i’tibârı ile yılandır. Bundan dolayı yılan, sûreti yönünden öldürülse, hakîkati yönünden bâkî kalıp öldürülmüş olmaz. Bunun gibi senin nefsin de, zemmedilmiş sıfatlarından öldürülmüş olsa ve tercihli ölüm ile ölse, ilâhî hakîkî hayât ile diridir. Bundan dolayı bir kimsenin her ne kadar histe mevcût olan görünen sûreti bozulsa bile, kendi zâtından ve hakîkatinden öldürülemez. Çünkü hadd, ya’nî ilâhî ilim, onu zabteder; ve hayâl, ya’nî misâl âlemi, onu izâle etmez. Sonuç olarak senin hakîkatin üzerine beliren sûretinden sûrî ölüm ile sebebiyle ayrılsan, ancak senin zâhirin yok olur; ve sen Hakk’ın bakâsıyla ebeden bâkî olursun. Çünkü sen Hakk’ın bir olan vücûd aynasında basılı olan sâbit ayn’ının sûretisin. Zâhirin fânî olunca hakîkatin Hakk’ın vücûdu ile bâkîdir. Bu da senin için fenâ değil bakânın da kendisidir. Böyle olunca bu maddesel sûretinden soyunduğumda yok olacağım diye panikleyip üzülme ve korkma!
Ve iş bunun üzerine olduğunda, bu, zâtlar üzerine emînlik ve izzet ve muhafazadır. Çünkü sen, haddlerin bozulmasına kâdir değilsin. Ve bu izzetten daha büyük ne izzet vardır? Bundan dolayı sen, vehim ile öldürdüğünü hayâl edersin. Oysa, ilâhî sınırlar içinde olan sûret akıl ve vehim ile ortadan kalkmadı. Ve buna delîl “ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” ya’nî “Ey Habîbim attığın zaman sen atmadın, velâkin Allah Teâlâ attı” (Enfâl, 8/17) dır. Göz ise, ancak algıda kendisi için atma sâbit olan Muhammed (s.a.v)’in sûretini idrâk etti. Oysa o, bir sûrettir ki, Allah Teâlâ ilk önce atmayı ondan kaldırdı; sonra onun için devâmında ispât etti. Ondan sonra bunu kaldıran bir ifâde ile muhakkak Muhammed (s.a.v)’in sûretinde ancak atıcı olan Allah'a dönüş yaptı; ve buna îmân edilmesi lâzımdır (15).
Ya'nî iş, bir kimsenin her ne kadar algılarda mevcût olan zâhiri sûreti bozulsa bile, kendi zâtından ve hakîkatinden öldürülemeyip ilâhî ilmin onu zaptetmesi ve misâl âleminin onu izâle etmemesi merkezinde olunca, nefsin öldürülmesi kişilerin ve hakîkatlerin üzerine, mutlak yok olmaktan emînlik ve izzet ve muhafaza olmuş olur. Çünkü sen onun zâhiri sûretini bozmakla ilâhî ilimdeki sûretini bozamazsın. Ve bu izzetten daha büyük hangi izzet vardır?
Şimdi sen nefsini Hakk’ın zâtında öldürdüğünü ve fânî ettiğini ve yâhut başka birisini herhangi bir şekilde öldürdüğünü ve yok ettiğini hayâl edersin. Bu ancak senin vehminden kaynaklanan bir hükümdür; yoksa senin onun hakîkatini yok etmeye ve izâleye aslâ gücün yetmez.Hiç hadde, ya'nî ilâhî ilimde, mevcût olan sûret, akıl ve vehim ile ortadan kalkar mı?
Dostları ilə paylaş: |