Örnek: "İnsan" kavramı, tek bir ayn’dır. Fakat bunun gülme, ağlama, söyleme, yazma, okuma ve diğerleri gibi birtakım bağıntıları vardır. Bu ma'nâları anlatmak için, her millet kendi diline göre birer isim koymuştur. Gülen, ağlayan, söyleyen, yazan, okuyan ve diğerleri gibi. İşte bu isimlerin hepsi insana mahsûs olan birtakım bağıntılardan ibâret olmakla tek bir ayn olan bu kavrama delîl olmak üzere konulmuştur. Fakat bu isimlerin delîl olduğu ma'nâlar arasında fark olduğundan biri diğerine delîl olmaz. Nitekim gülme ağlamanın aynı değildir.
Şimdi her bir isme mahsûs bir hüküm vardır ki, kendisinden başka olan bir isimde o hüküm yoktur. Bundan dolayı talep eden Hakk'a duâ ettiği zaman "Yâ Ganiyy", "Yâ Kerîm," "Yâ Latîf” gibi birtakım ilâhî isimleri söylediğinde, bu isimler onun indinde nasıl ki zâta delîl olur ve bu isimler ile o duâ eden Hakk'ın zâtını amaçlar ise, "Yâ Allah" "Yâ Rahmân" diye duâ ettiği zaman da, muhtâc olduğu şey hangi ismin eliyle ihsân edilecek ise, o ismin hükmünü dikkâte almak lâzımdır; çünkü ilâhî lütuflar, yardımcı isimlerden bir yardımcının iki eli üzerine gerçekleşir. Bundan dolayı hasta duâ ettiği zaman kendisinin muhtaç olduğu şifâyı verecek olan "Şâfî" ismini ve aç olan kimse de "Rezzâk" ismini dikkâte almalıdır. Ve isimlerin lütuflarının ayrıntısı Şît Fassı’nda geçti.
Ve işte bunu için Ebu'l-Kâsım bin Kasiyy, ilâhî isimler hakkında dedi ki: Muhakkak her bir ilâhî isim, kendi birimselliği üzere olarak, ilâhî isimlerin her biri bütün ilâhî isimler ile isimlendirilendir. Söylemde onu öne geçirdiğin zaman, onu bütün isimler ile vasfedersin. Bu da isimlerin tek bir ayn üzerine delîl oluşundan dolayıdır; her ne kadar isimler tek bir ayn üzerine çokluk oluşturmuş ve her ne kadar onların hakîkatleri, ya'nî bu isimlerin hakîkatleri muhtelif olur ise de (19)
Ve isimlerin hepsi tek bir ayn olan Hakk'ın zâtına delîl olduğu için, cenâb-ı Ebu'l-Kâsım bin Kasiyy, Hal'-ı Na'leyn ismindeki kitâbında, ilâhî isimler hakkında buyurdu ki: Her bir ilâhi isim birimsel olarak bütün ilâhî isimler ile isimlendirilendir. Ya'nî ilâhî isimlerden her biri bir birim olarak kendi hakikâtlerine delîl olmaları dolayısıyla muhtelif ise de, ahadiyyet ya’nî teklik ayn’ında birliktedirler. Birimsel olarak herhangi bir Hakk'ın ismini söylemiş olsan, o ismi, ilâhî isimlerin hepsi ile vasfetmiş olursun. Bu da isimlerin tek bir ayn olan Hakk'ın zâtına delîl oluşundan dolayıdır. Bu konudaki ayrıntılar örnek vermek sûretiyle Süleymân Fassı'nda geçmiştir.
Daha sonra muhakkak rahmete iki yol üzerinden nâil olunur. Birisi hakediş yoludur. O da Hakk'ın “fe se ektübuhâ lillezîne yettekûne ve yu’tûnez zekâte” ya’nî “Böylece onu takvâ sahiplerine ve zekâtı veren kimselere yazacağım” (A'râf, 7/156) sözüdür. Ve onları ilmî ve amelî sıfatlardan onunla şart koştuğu şeydir (20).
Bilinsin ki, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) yukarıda rahmetin iki şekilde te’sîrinin olup birisinin bizzat ve diğerinin talep sebebiyle olduğunu beyân buyurmuş idi ki, bunlardan birisi "hakedilen rahmet" ya'nî “özel rahmet” ve diğeri "lütfedilen rahmet" ya'nî "genel rahmet" idi. Şimdi de rahmete iki yoldan nâil olunduğunu izâh ederler.
Rahmete nâil olunan iki yoldan birisi hakediş yoludur. Bu da Hak Teâlâ hazretlerinin “fe se ektübuhâ lillezîne yettekûne ve yu’tûnez zekâte” (A'râf, 7/156) ya'nî "Ben rahmeti sakınanlar ve zekât verenler için farz kıldım" âyet-i kerîmesinden anlaşılır. Çünkü Hak Teâlâ “ketebe alâ nefsihir rahmete” ya’nî “Rahmeti kendi üzerine yazdı” (En'âm; 6/12) âyet-i kerimesinde beyân buyurduğu rahmeti, onlar için kendi üzerine zorunlu kıldı. Ve bu rahmet, namaz ve oruç ve hac ve zekât gibi amelî sıfatlardan ve Hakk’ın ma’rifeti gibi ilmî sıfatlardan o sakınanlar için şart koştuğu şey karşılığında onlara erişir. Çünkü hakedilen rahmet, Süleyman Fassı'nda ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere varlıksal aynî vücûd verilmesinden sonra, isti'dâdın gereği dolayısıyla çıkmış olan amel karşılığında olur. Bundan dolayı bir kimse bu şehâdet âleminde Hakk'ın Resûl'üne îmân ve şerîatine uyup sâlih ameller işler ve ilâhî bilgileri öğrenirse, Hakk'ın kendi üzerine zorunlu kıldığı bu özel rahmete nâil olur. Fakat bu hakedilen rahmet, lütfedilen rahmettendir. Çünkü hükmü özel olan Rahîm ismi, kapsamına girme ile, hükmü genel Rahmân isminin altına dâhil olur. Çünkü Hak ahadiyyet ya’nî teklik zâtında gizli olan isimlere genel zâtî rahmetiyle rahmet edip onları sıkıntıdan nefeslendirdi ve hepsinin hakîkatleri, ilâhî ilimde sâbit oldu. Fakat bu sâbit hakîkatler içinde bulunan ba'zı hakîkatler hakkında ezelî muhabbetinin eseri olmak üzere, ilâhiyyesine mahsûs inâyeti öne geçirdi ki, bunlar da nebîlerin ve evliyânın ve bütün mü'minlerin sâbit ayn’larıdır. İşte o hakîkatlerin görünme yerleri bu vücût âlemine gelince bu ezelî inâyeti dolayısıyla onlardan sâlih ameller ortaya çıktı. Ve bu amelleri karşılığında da Hak onlara kendi üzerine zorunlu kıldığı rahmet ile tecellî etti. Bundan dolayı hakedilen rahmet, lütfedilen rahmete dâhil oldu. Çünkü bunların vücûdu lütfedilen rahmet ile açığa çıkmasaydı; özel rahmetin tecellî mahalli bulunmaz idi. Mesnevi:
Tercüme: "Belki kābiliyyetin şartı O'nun lütfudur. Lütuf iç, ve kābiliyyet kabuk gibidir."
Bundan da anlaşıldığı üzere kulun sâlih ameller işlemesine muvaffak olması dahi Hakk’ın lütfu ve ihsânının fazlıdır. Bundan dolayı kulun ameliyle iftihar etmesi kadar kendisi için perdelenme vesîlesi ve utanılacak bir şey yoktur.
Ve diğer yol, ki bu rahmete onunla nâil olunur; ilâhî bahşediş yoludur ki, bir amel ona karşılık için gerekli değildir. O da Hak Teâlâ'nın “ve rahmetî vesiat külle şey’in” ya’nî “Benim rahmetim herşeyi kuşatmıştır” (A'râf, 7/156) sözüdür. Ve “Li yagfire lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare” ya’nî “Tâ ki Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günâhlarını mağfîret ede..." (Feth, 48/2) denilmesi ondandır, Hak Teâlâ'nın “Ne istersen yap! Ben senin günahlarını bağışladım” sözü de ondandır. Şimdi bunu bil! (21)
Ya'nî rahmete nâil olunan iki yoldan ikincisi, ilâhî bahşediş yoludur. Bahşedilen rahmet Süleyman Fassı'nda îzâh edildiği üzere, ahadiyyet ya’nî teklik zâtında bulunan Hakk'ın bütün isimlerini kendi zâtında, kendi zâtına, kendi zâtıyla olan tecellîsi ile ilminde peydâ kılmasıdır. Eşyânın hakîkatleri olan bu ilmî sûretlerin bu şekilde sâbitliği için, onların hiçbir amel ve hizmetleri öne çıkmış değildir. Belki Hakk'ın zâtının salt ihsânıdır ve bu bahşedilen rahmetin delîli Hak Teâlâ hazretlerinin “ve rahmetî vesiat külle şey’in” ya’nî “Benim rahmetim herşeyi kuşatmıştır” (A'râf, 7/156) kerîm sözüdür. Bundan dolayı bu rahmet, vücûdun hepsine kapsamdır ve hiçbir şey bu rahmetin dışında değildir. Hattâ Hakk'ın isimlerinin, ahadiyyet ya’nî teklik mertebesinde, zâtının aynı oluşu yönüyle, Hakk'ın zâtına da kapsamdır. Çünkü hakîkatte rahmet, Râhim'in bağıntılar bütününden bir bağıntı olduğundan, Râhim olan Hakk'ın aynıdır. İşte bu rahmet, hiçbir amel karşılığında olmayıp belki zâtın gereği bulunduğu için "bahşedilen rahmet" adıyla isimlendirildi. Ve Fetih sûresinde Hak Celle ve Alâ hazretleri tarafından (S.a.v.) Efendimiz'e hitâben “Tâ ki Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günâhlarını mağfîret ede..." (Feth, 48/2) buyrulması da bu bahşediliş yolundandır. Ve aynı şekilde Hak Teâlâ'nın "Ne istersen yap, muhakkak ben senin günahlarını bağışladım" sözü de bahşedilen rahmet türündendir. Zîrâ Hak Teâlâ hazretlerinin ezelî inâyetine mazhar olmak, hiçbir amel karşılığında değildir. Ve bu rahmet her ne kadar özel rahmet ise de, yukarıda îzâh edildiği üzere, bahşedilen rahmettir. Çünkü hükmü özel olan Rahîm ismi, kapsamına girme ile hükmû genel olan Rahmân isminin altına dâhil olur. Ve bu rahmet, ezelî muhabbetin eseridir ve bu rahmetle muhatap olan saâdet sofrası zâtlar hakkında iki yön olur:
Birinci yön budur ki: Bu zât fenâ-fillâh ve bakâ-billâh makâmında bulunup beşerî sıfatlardan temizlenir ve artık onun için bu sıfatlara dönmek mümkün olmaz. Bundan dolayı onun fiilinin, Hakk'ın fiili oluşu yönüyle, Hızır (a.s.)’ın erkek çocuğu öldürmesi ve gemiyi delmesi gibi görünüşte şerîata aykırı görünen amellerinden dolayı azarlanmaz. Ne yaparsa yapsın ma'zûrdur ve me'mûrdur.
İkinci yön budur ki: Kul henüz beşerî sıfatlarından fâni olmamış bulunduğu halde ondan nefsinin sürüklemesiyle ba'zı muhâlefet çıkar; bunlar ise apaçık günahtır. Fakat hakkında ezelî inâyet öne geçtiği ve kendisi Gaffâr isminin görünme yeri düştüğü için, Hak Teâlâ hazretleri ezelî muhabbetinin eseri olmak üzere onun günahlarını örter ve bağışlar. Nitekim, hadis-i şerîfte buyrulur: "Eğer siz günah işlememiş olsanız Allah Teâlâ sizi giderir ve bir kavim getirir ki, onlar günah işleyip Allah'a istiğfâr ederler ve Hak da onları mağfîret eder." İşte mağfîret sırrı budur. Cenâb-ı Mevlânâ Celâleddin Rûmi (r.a.) efendimiz bu inâyeti Fîhî Mâfîh ismindeki yüce kitâplarında şöyle beyân buyururlar:
Ya'nî "Asıl olan inâyettir. Sen bir emîrsin, iki kölen vardır. Birisi çok hizmet edip senin için birçok seferler kılar; diğeri ise kölelik husûsunda tenbeldir. Sonunda görüyorum ki senin tenbel köleye, o hizmetkâr köleden daha fazla muhabbetin vardır. O hizmetkâr köleyi de bir kenara bırakmazsın; fakat böyle olur. İnâyete hükmetmek mümkün değildir. Bu sağ göz ve sol gözün görünüşte her ikisi de birdir. Acaba o sağ göz ne hizmet etti ki sol göz olmadı? Cum'a günü de böylece diğer günlerden daha üstün oldu. Nitekim buyrulmuştur: "Allah Teâlâ hazretlerinin rızıklardan başka rızıkları olduğu levh-i Mahfûz’da yazılıdır; şimdi o rızıkları cum’a günü talep et!" Şimdi bu cum’a diğer günlerin etmediği ne hizmetleri etti? Fakat Hak Teâlâ, o özel inâyeti ve şereflendirmeyi ona etti."
Şimdi bu inâyet sâhipleri örtülüdür. Hakk'ın kimi mağfîret edeceği ve kimi etmeyeceği bilinmez. Bundan dolayı kullara lâzım olan günahları terk etmek ve tâat ile meşgûl olmaktır. Beşeriyeti dolayısıyla günah çıktığında ise âh ile ve ağlayıp yakararak istigfâr lâzımdır. Âh ile ağlayıp yakarmak ise kalpte pişmanlık oluşmasıyla olur. Kalpte pişmanlık olmaksızın sâdece dil ile istigfâr iyi netîceler vermez. Ve Hak Teâlâ hazretleri Gaffâru'z-zünûb ya’nî günahları bağışlacıdır, deyip günahın birini işlemek ve diğerine de niyet etmek inâyet alâmeti değil, neûzü billâh uzaklık ve şakîlik alâmetidir. İşte mağfîret sırrı, ezelde öne geçmiş olan ilâhî muhabbetten ibârettir. Ve bu da bahşedilen rahmet türündendir; çünkü sebepsiz olan ilâhî inâyetin o kimseye bağlanmasıdır. Bundan dolayı bunun böyle olduğunu bil!
Bitişi: 30 Haziran 1917 Cumartesi günü sâat 05.00
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-22-
BU FASS İLYÂS KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN
“ÜNSİYYET HİKMETİ” BEYÂNINDADIR
Bilinsin ki, cenâb-ı İlyâs rûhânî mizâcı dolayısıyla melekî sûretler ve cismânî mizâcı dolayısıyla da beşerî sûretler mizâcına mensûp olduğundan, rûhânî sûreti yönünden rûhânî sûretler olan melekler ile ünsiyyet edip aralarında olan ortak hüküm sebebiyle onların rûhânî mertebelerinde, onlar ile arkadaşlık etti. Ve cismânî sûreti yönünden de, cismânî sûretler olan insanlar ile ünsiyyet edip, tabiî unsursal sûretlerde onlar ile olan ortaklık dolayısıyla onlar ile uyum sağladı. Bundan dolayı Hz. İlyâs, iki sûreti topladı ve iki âlem arasında berzah olmaklıkla açığa çıktı.
Şimdi "rûh" ile, "nefs" dediğimiz madde beden, hakîkatte bir olan şeyden ibârettir. Aralarındaki fark, latîflik ve kesîflikten başka bir şey değildir. Kesîflik mertebesinde rûha "nefs" ve kuvvetlerine de tabîî kuvvetler denilir. Bozulma ve fenâ husûsu ancak bu elementsel kesîf madde bedene isâbet eder. Nitekim, buhar ile buz hakîkatte bir şeydir. Aralarındaki fark, latîflik ve kesîflikten ibârettir. Bulut, su ve buz buhardan başka bir şey olmadığı halde, her mertebede isimleri değişir. Ve latîf olan buharın, buzun cismine bağlantısı açıktır. Bu bağlantı dâhil olma ve birleşme sûretiyle değildir; çünkü dâhil olma ve birleşme biri diğerinden başka olan iki şey arasında olur. Şu kadar ki buzun latîflik kazanması, sûretinin bozulmasından sonra mümkün olur. Fakat kesîf olan insanın madde bedeninin latîflik kazanması, mutlaka madde beden sûretinin bozulmasını gerektirmez; sûret devam etmekte iken latîflik husûsu oluşur. O madde beden artık tasvîr edilmiş rûhtur. İşte bu madde beden latîflik kazanarak rûh mertebesine dayandığında onun için ölüm yoktur.
Ve rûhun bedene bağlantısı ta'biri bu izâhlardan anlaşılır ve böyle madde bedenden bu şehâdet mertebesinde rûhsal eserler açığa çıkar. Nitekim, evliyâullâhın büyüklerinin menkıbelerinde aynı zamanda muhtelif mahallerde bulunmak ve muhtelif sûretlerde gözükmek gibi pek çok hallerin gerçekleştiği nakledilmiştir ki, bunların hepsi rûhun şânındandır. Ve böyle bir kimsenin tabîî kuvvetleri, rûhânî kuvvetlerinde mahvolur ve helâkte olur. Bununla berâber halkın bakışlarında madde beden sûreti görülüyor olduğundan, bu yönden kesâfet ehli ile ünsiyyet eder ve uyum sağlar. Ve latîfliği ve rûhanîliği yönüyle de letâfet ehli olan melâike-i kirâm ile ünsiyyet ve arkadaşlık eder. Nitekim, Hızır ve Îsâ (aleyhime's-selâm)’ın halleri budur. Şu kadar vardır ki, Hızır (a.s.)’ın beşerî sûreti üzerine meleksel sûreti gâlip olduğundan insanların gözlerinden gizli kaldı. Sûret devam etmekte iken latîflik kazanılması husûsunu akıl ile idrâk etmek mümkün olmaz. Bunu, madde bedenleri tasvîr edilmiş rûh olan kerem sâhibi zâtlar zevkan ya’nî bizzat yaşayarak bilirler. Mesnevî:
Tercüme: “Şimdi kıyāmet ol, kıyāmeti gör! Her şeyi görmek için bu şarttır.”
Beyt:
Yok ol! Bilmek dilersen bilmek oldur
O ol, bulmak dilersen bulmak oldur
Meselâ ateşte kıpkırmızı olan demir parçası, kesîf sûreti mevcût iken ateşin vasfı ile vasıflanmış olur. Kendisine temâs edeni yakar. O bu halde iken hem demirdir, hem de ateştir.
Mesnevî:
Tercüme: "Demir ateşin renk ve tabîatından muhteşem olduğunda o, ben ateşim ben ateşim, der."
İşte İlyâs (a.s.) da meleksel oluşum ile insansal oluşum arasında böylece berzah gibi olup, her iki tarafın hükümlerini toplamış oldu.
İlyâs, İdrîs (a.s.)’dır ki, Nûh'dan önce nebî idi. Allah Teâlâ onu yüce mekâna yükseltti. Şimdi o feleklerin kalbinde sâkin idi. O da güneştir. Daha sonra Baalbek beldesine gönderildi. Ve "Baal' bir putun adıdır. Ve 'Bek" o bölgenin sultânıdır. Ve "Baal" denilen bu put sultâna mahsûs idi (1)
Hûd Fassı'nda beyân edildiği üzere, Hz. Şeyh (r.a.) nebîlerin rûhlarını (aleyhimü's-selâm) müşâhede etmiş idi. Hakîkati yönüyle gerçekleşen bu müşâhedeye dayanarak bu yüksek fassta İlyâs (a.s.)’ın İdrîs (a.s.) aynı olduğunu beyân buyurur.
İdrîs Fassı'nda îzâh edildiği üzere, cenâb-ı İdrîs aşırı riyâzâttan dolayı tabîî beşerî sıfatlardan sıyrılıp çıkarak madde bedenden ve onun hükümlerinden soyundu ve latîfleşip rûhânî sıfatlar ve nûrânî yapı ile bâkî kaldı. Bundan dolayı onun kesîf nefsinin yapısı nûrlanmış rûhunun yapısına dönüştü. Ve sûreti de rûhânî yapısına uygun olan nûrânî misâlî sûrete dönüştü. İşte bu hâli ile semâvî rûhların en şereflisi olan Güneş feleğinin rûhâniyyeti mertebesine yükseldi. Çünkü Cenâb-ı İdrîs (a.s.) on altı sene yiyip içmedi ve uyumadı. Tabi'ki kesîf bedeni; latîf olup kendisine rûhâniyyet üstün geldi. Güneş feleği kendi sistemini oluşturan gezegenlere göre kutub mahalli ve dünyâmıza göre dördüncü felektir.
Şöyle ki: Birincisi Dünyâ dönencesi, ikincisi Venüs dönencesi, üçüncüsü Merkür dönencesi ve dördüncüsü onların kutbu olan Güneş’tir. Ve cismâniyyetle Güneş feleğine yükselmek madde beden ile mümkün değildir. Ve yükselmenin olduğu farz edilse, cismi yakar ve vücûdun kesâfetini yok eder. Çünkü Güneş küresi, Dünyâ küresi gibi katı bir cisim değil, akışkan ateş veyâ ateş buhârı hâlindedir. O makâma ancak rûhen yükselmek mümkündür. Çünkü latîf rûh, kesîf cisim gibi ateşte yanıp erimez. Bunun açık delîli latîfleşen evliyâullahın ateşte yanmamasıdır.
İşte İdrîs (a.s.) letâfetinin kemâlinden kutub mahallinden ibâret olan yüce mekâna yükseltildi. Daha sonra "Emîrin putu" ma'nâsına gelen “Baalbek” beldesine resûl olarak indi. Nitekim, gelecek zamanda İsa (a.s.) da böylece inecektir. Fakat bu inişten tenasüh ya’nî reenkarnasyon vehmine düşülmesin. Çünkü reenkarnasyon, rûhun bir bedenden ayrılmasından sonra araya zaman girmeksizin, diğer bir bedene bağlanmasından ibârettir. Ve bu inanışa göre rûhun maddesel bedene bağlantısı dâimidir. Oysa İdrîs (a.s.)’ın İlyâs ismiyle inişi böyle değildir. Belki İlyâs (a.s.), yüce mekândan tasavvur edilmiş rûh hâlinde olarak inen İdrîs (a.s.)’dır.
Ve İdris olan İlyâs, "hâcet" ma'nâsına gelen "lübânet"ten "Lübnân" diye isimlendirilen dağın infilâkı ve ateşten bir at olarak gösterildi ve onun işâretinin hepsi ateşten idi. Şimdi ne zamanki atı gördü, üzerine bindi; ondan şehvet düştü. Böyle olunca şehvetsiz akıl oldu. Bundan dolayı nefsânî arzuların kendisine bağlandığı şeye onun için bağlantı devamlılığı kalmadı (2).
Ya’nî Lübnân Dağı yarılıp İlyâs (a.s.)’a ateşten bir at sûreti gösterildi. "Lübnân" ismi "lübânet"ten türemiştir ve "lübânet", hâcet ma'nâsına gelir. Ve Lübnân Dağı Beyrût civârında bulunmaktadır. Ve dağın yarılıp içinden ateşten at sûretinin çıkması misâl âleminde gerçekleşti. Bundan dolayı his âlemine uygun olan ma'nâ ile ta'bir etmek gerekir. Ve onun ta'bîri şudur ki: "Dağ" Hz. İlyâs'ın cismânî taayyününe işârettir. Ve "dağın infîlâk etmesi", aşırı riyâzatla o kesîf taayyünün yarılmasına işârettir. "Yarılan yerden ateşten at çıkması", cenâb-ı İlyâs'ın görünme yeri olduğu hâs ismi gereğince kendi taayyününden çıkan amellerin sûretidir. "Çıkan ata binmesi" hedeflenen menzile ulaşmak için o sâlih amellere binmesinin sûretidir. Çünkü nebîler (aleyhimü's-selâm)den her birisinin kendisine mahsûs bir mezhebi ve özel bir yolu olup, bu yola göre de bir "bineği" vardır. Ve bu husûsiyyet de onun zâtî isti'dâdı gereğincedir. Nitekim cenâb-ı Şeyh (r.a.) Sâlih Fassı'nda “Merkûb olan yânî binilmiş olan şeylerin âyâtı, âyâttandır ve bu da mezheblerde farklılıktan dolayıdır” buyururlar. Bu bahsin detayları orada geçmiştir. "Atın ateşten olması" Hz. İlyâs üzerine şevkin harâretinin gâlip gelmesi ve kudsü nûrun onu istîlâ etmesinin sûretidir. Ve “işâretin ateşten olması", ya'nî dağın ateşten ve atın da ateşten tasvîr edilmiş oluşu, Hz. İlyâs'ın taayyününün ve amellerinin letâfetinin kemâline işârettir; çünkü dört unsurun en latîfi "sıcaklık"tır.
Şimdi cenâb-ı İlyâs o bineği gördüğü zaman, üzerine bindi ve ondan şehvet düştü. Çünkü şehvet, bu kesîf taayyünün gereklerindendir. Oysa o latîfleşmiş idi. Bundan dolayı cenâb-ı İlyâs şehvetsiz soyut akıl oldu. Bu sebepten dolayı nikâh şehveti ve gazab ve kibir ve haset gibi nefsânî arzûların bağlandığı şeye, o hazretin bağlantısı kalmadı. Çünkü bunların mahalli kesîf taayyündür; ve mahal kalmayınca tabi'ki hâl de kalmaz.
Şimdi Hak, İlyas'da münezzeh oldu. Böyle olunca ilâhî bilginin yarısı üzerine oldu. Çünkü akıl kendi nefsiyle yalnız olduğunda, ilimleri kendi bakış açısından alışı yönünden, onun Allah Teâlâ'ya bilgisi, teşbîh üzere değil, tenzîh üzere olur (3).
Ya’nî Hak, akılsal makâm olan cenâb-ı İlyas'da münezzeh oldu. Çünkü Hz. İlyâs, şehvetlerden soyutlanıp salt rûh olarak kaldı. Ve şehvetlerden soyutlanmış olan melekler ve rûhlar ve akılların bilgisi, tenzîh üzerine olduğundan onda da tenzih gözüktü. Nitekim melekler “ve nahnu nüsebbihu bi hamdike ve nukaddisu leke” ya’nî “Biz Seni, hamd ile tesbîh ve seni takdîs ediyoruz.” (Bakara, 2/30) dediler. Ve tenzîh ilâhî bilginin yarısıdır. Çünkü akıl, soyut olarak kendi nefsiyle olduğu zaman, ilimleri aklî bakış açısından alır. Bu sebeple de onun Allah Teâlâ'ya bilgisi teşbîh üzerine değil, tenzîh üzerine olur. Nitekim teorisel akla tâbi' olan zâhir âlimleri de teşbihten ürküp tenzih ederler; ve onların teşbihten zevkleri yoktur.
Ve Allah Teâlâ ona ilâhî bilgiyi tecellî ile verdiği zaman, onun ilâhî bilgisi tam olur. Bundan dolayı tenzîh etmesi gereken yerde, hakîki tenzîh ile tenzîh eder, resmî tenzîh ile değil. Ve teşbîh etmesi gereken yerde de, müşâhedeli ve keşifsel teşbîh ile teşbîh eder ve tabîî ve elementsel sûretlerde Hakk'ın vücûdu ile sirâyet edişini görür. Ve onun için başka bir sûret kalmaz; illâ ki onun "ayn"ını Hakk'ın "ayn"ı görür. Ve bu, Allah tarafından indirilmiş olan şerîat hükümlerinin getirdiği tam ve eksiksiz ilâhî bilgidir; ve vehimlerin hepsi bu bilgi ile hükmetti (4)
Ya’nî Allah Teâlâ, akla ilâhî bilgiyi tecellî ile verdiği zaman, artık o kendi bakış açısından kurtulup ilâhî bilginin yarısı olan tenzîh üzerine olmaz ve teşbîh üzerine de olmaz; belki mutlaklık üzerine olur. Çünkü tecellî ile olan ilâhî bilgi, Hakk'ı kayıtlamaz ve sınırlamaz. Bundan dolayı onun ilâhî bilgisi kemâlde olur. Şu halde bu akıl, Hakk'ı tenzîh etmesi gereken yerde, resmî tenzîh ile değil, belki hakîkî tenzîh ile tenzîh eder. Ve teşbîh etmesi gereken yerde de, kendisinin müşâhedesi ve keşfi üzerine teşbîh eder; çünkü Hakk'ın vücûdunun hâricinde bir vücûd ve sûret müşâhede etmez ki, Hakk'ı ondan tenzîh etsin. Ve Hakk'ın vûcudundan başka bir vücûd ispât etmez ki, vehmiyle Hakk'ı ona teşbîh etsin. Hak kendi nefsini nerede tenzîh ve teşbîh etmiş ise o da O'nu oralarda tenzîh ve teşbîh eder. Onun tenzîhi akılsal bakış açısının verdiği resmî tenzîh değil, tecellînin verdiği hakîkî tenzîhtir. Ve teşbîhi de müşâhedeli ve keşifseldir, ya'nî müşâhedeye dayanmaktadır. Ve o kimse Hakk'ın vücûdunun tabîî ve elementsel sûretlerde ne yönle sirâyet ettiğini görür ve onun bakışında hiçbir sûret kalmaz ki, o sûretin "ayn"ını Hakk'ın "ayn"ı görmesin; ya'nî her bir sûretin "ayn"ını Hakk'ın "ayn"ı görür. İşte Hakk'ın kendi nefsini tenzîh ve teşbîh ettiği yerlerde, bu kimsenin Hakk'ı tenzîh ve teşbîh etmesi öyle bir tam ve eksiksiz ilâhî bilgidir ki, Hak tarafından indirilmiş olan şerîat hükümleri bu ilâhî bilgiyi getirmiştir. Ve vehimlerin hepsi de bu ilâhî bilgi ile hükmetmiştir. Ya'nî akılsal bakış açısına tâbi' olan zâhir ehli ki, vehim kuvveti sâhipleridir, onların hepsi bu ilâhî bilgi ile hükmederler, çünkü vehim, mutlak hakkında kayıtlama ve kayıtlanmış hakkında da mutlaklık ile hükmeder. Ve aynı şekilde mevcûdun yokluğuna ve yok olanın da varlığına hükmeder. Gerçi şerîat hükümleri tenzîh ve teşbîh üzerine gelmiştir; fakat bunlarda arttırma ve azaltma câiz değildir; belki tenzîh içinde teşbîh ve teşbîh içinde de tenzîh etmek lâzımdır. Bu bahsin ayrıntısı Nûh Fassı’nda geçmiştir.
Ve bunun için vehimler, bu insânî oluşumda; üstünlükte akıllardan daha kuvvetli oldu. Çünkü âkıl, her ne kadar onun aklı, ermiş olduğu şeye erdiyse de, onun üzerine vehmin hükmünden ve aklettiği şeyin tasavvurundan dışarı çıkamaz. Şimdi vehim, bu kâmil insânî sûrette çok büyük bir sultandır. Ve indirilmiş olan şerîat hükümleri dahi onunla geldi. Böyle olunca teşbîh etti ve tenzîh etti; tenzîhte vehim ile teşbîh etti ve teşbîhte de akıl ile tenzîh etti. Bundan dolayı tenzîhin küllîsi teşbîhin küllîsine ve teşbîhin küllîsi tenzîhin küllîsine bağlı oldu. Şimdi tenzîhin teşbîhten ve teşbîhin tenzîhten hâriç olması mümkün değildir. Bundan dolayı Allah Teâlâ “leyse ke mislihî şey’un” ya’nî “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ 42/11) dedi. Tenzîh ve teşbîh etti. “Ve hüves semîul basîr” ya’nî “Ve O İşiten’dir, Gören’dir” (Şûrâ 42/ 11) dedi; teşbîh etti (5).
Ya'nî vehim, akılsal idrâk sâhipleri üzerine tenzîh ve teşbîh ile hükmettiği için, insanın madde beden oluşumunda vehimler, akıllardan daha kuvvetli oldu; çünkü akılın aklı, ne kadar kemâle ulaşırsa ulaşsın yine vehmin dışına çıkamaz. Ve âkıl vehmin hükümlerinden kurtulmaz ve onun akılsal idrâkleri vehimsel sûretlerden soyutlanmaz. Bundan dolayı vehim, bu kâmil insânî sûrette çok büyük bir sultandır ve indirilmiş olan şerîat hükümleri mâdemki insan için geldi ve vehim de insan üzerinde çok büyük bir sultandır; şu halde şerîat hükümleri de vehmin hükmüyle indirilmiş oldu. Böyle olunca hem teşbîh ve hem de tenzîh etti. Ya’nî şerîat hükümleri tenzîh makâmında vehim dili ile teşbîh etti. Çünkü vehim ancak algılanabilir sûretlerde ma’nâların bütününün değil bir parçasının idrâkini verir. O vehim, somut ve kendinin dışındakilerden farklı ve cisim ve cisim gibi veyâhut zamâna âit veyâ mekâna âit olmaktan münezzeh olarak hâriçte bir vücût tasarlar; bu ise teşbîhin aynıdır. Ve aynı şekilde şerîat hükümleri teşbîh makâmında akıl dili ile tenzîh eder; çünkü akıl, vehmin ispât ettiği hissî kuşkulardan bütünsel ma’nâları soyutlar. Bundan dolayı teşbîhin küllîsi tenzîhin küllîsine ve tenzîhin küllîsi teşbîhin küllîsine bağlı oldu. Ve netîce olarak tenzîhin teşbîhten ve teşbîhin tenzîhten hâriç olması mümkün değildir. Çünkü senin O'nu tenzîh ettiğin noksanlıkların hepsi, O'nun varlıksal mertebelerde açığa çıkışında O'nun için sâbittir. Oysa bu teşbîhtir ve senin O'nu teşbîh edip O’nun için ispât ettiğin kemâlâtın hepsi ahadiyyet ya’nî teklik mertebesinde ondan kaldırılır, bu da tenzîhtir. Böyle olunca Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de “leyse ke mislihî şey’un” ya’nî “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ 42/ 11) buyurdu. Ve bu âyette hem tenzîh ve hem de teşbîh etti.
Şöyle ki: “ke mislihî”deki “kâf” harfi kuvvetlendirme olarak sayılırsa, "O'nun benzeri bir şey yoktur" demek olur. Bu ma'nâya göre benzerlik kaldırıldığı için bu tenzîhtir. Ve eğer “kâf” harfi kuvvetlendirme olarak sayılmayıp “benzer” ma'nâsına alınırsa, ma'nâ “O’nun benzerinin benzeri bir şey yoktur” demek olur. Bu ise teşbîhin aynıdır; çünkü ilk önce Hakk'ın benzeri isbât edilir ve daha sonra bir şeyin onun benzerine benzemesi kaldırılır. Şimdi benzerin ispâtı, teşbîh ve bir şeyin benzemesinin o benzerden kaldırılması tenzîhtir. Bu ise tenzîhte teşbîh ve teşbîhte tenzîh olur.
Ondan sonra Hak Taâlâ hazretleri “Ve hüves semîul basîr” ya’nî “Ve O İşiten’dir, Gören’dir” (Şûrâ, 42/11) buyurdu. Bununla da teşbîh etti; çünkü bu söz işitildiği zaman, işiticilikte ve görücülükte Hakk'ın halka benzediği ma'nâsı anlaşılır. İşte bu teşbîhtir. Fakat üst sınıf anlayışa göre bu âyet dahi hem teşbîhi ve hem tenzîhi toplamıştır. Teşbîhi nasıl topladığı anlatıldı. Tenzîhi toplaması da budur ki: “Hüve” ya’nî “O” zamîrinin ilk önce söylenmesi ve “semî ya’nî işiten” ve “basîr ya’nî gören” kelimelerinin ta'rîf harfi (es semî-el basîr) ile gelmesi "yalnız bir şeye mahsûs kılmayı" ifâde eder; ve bu şekilde ma'nâ “İşitici ve görücü olan ancak Hak'tır; başka işiten ve gören yoktur" demek olur. Bu da tenzîhtir.
Ve bu, tenzîh hakkında inmiş olan âyetin en büyüğüdür; ve bununla berâber “kâf” sebebiyle teşbîhten hâriç olmadı. Şimdi O kendi nefsine âlim olanların en âlimidir. Oysa ancak bizim bahsettiğimiz şeyle kendi nefsinden ta’bîr etti. Daha sonra “Senin Rabb’in olan Rabb-i izzet vasfettikleri şeyden münezzehtir” (Sâffat, 37/180) dedi. Oysa onu ancak akılların verdiği şeyle vasfederler. Şimdi kendi nefsini onların tenzîhinden tenzîh etti; çünkü onlar bu tenzîh ile Hakk’ı sınırladırlar. Bu da bunun benzerini idrâkten akılların kusurlu oluşundan dolayıdır. (6)
Ya’nî bu Kerim'de “leyse ke mislihî şey’un” ya’nî “O’nun benzeri bir şey yoktur” âyeti tenzîh hakkında inmiş olan âyetin en büyüğüdür. Bununla berâber teşbîh edâtı olan “kâf” sebebiyle teşbîhten hâriç değildir; nitekim yukarıda îzâh edildi.
Şimdi Allah Teâlâ, Hakk’ın nefsini bilen âlimlerin en âlimidir. Ya’nî kendi nefsini kullarının âlimlerinden elbette daha fazla bilir. Oysa Hak Teâlâ hazretlerinin kendi nefsinden beyân buyurduğu şey, ancak akıl vehim hükmüyle olan tenzîh ve teşbîhten bizim bahsettiğimiz şeydir.
Ondan sonra Hak Teâlâ “Senin Rabb’in olan Rabb-i izzet vasfettikleri şeyden münezzehtir” (Sâffat, 37/180) buyurdu. Oysa varlıklar onu ancak akıllarının verdiği vasıf ile vasfederler. Bundan dolayı Hak Teâlâ kendi nefsini hálk edilmişlerin akılları ile yürüttüğü tenzîhten tenzîh buyurdu. Çünkü akıl ile tenzîh edenler Hakk’ı sınırladırlar. Çünkü akıllarıyla tenzîh edenler, “Hak cisim, cevher ve araz vesâire değildir” dediler. Oysa âlemde bunlar vardır.
Dostları ilə paylaş: |