Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə76/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   72   73   74   75   76   77   78   79   ...   90

Örnek: Bir ressam gâyet usta bir şekilde bir sûret düşünüp onu resimlese ve bir kimse o tabloyu ateşe atıp yaksa, o kimsenin yok ettiği şey ancak algılarda mevcût olan tablodan ibârettir. Ressamın ilminde mevcût olan o tablonun sûreti bâkîdir. Ressam dilerse o tablonun bin mislini daha tasvîr eder. Oysa o kimse vehmiyle resmi yok ettiğini ve izâle ettiğini hayâl eder. Onun akıl ve vehmi ile ressamın ilmindeki sûret elbette yok olmaz.

Ve bunun böyle olduğunun delîli “ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” (Enfâl, 8/17) ya'nî "Ya Habîbim, attığın vakitte sen atmadın; velâkin Allah Teâlâ attı" âyet-i kerîmesidir. Oysa Muhammedî atıcıya bakan göz, ancak kendisi için atma fiili sâbit olan Muhammedî sûreti idrâk eder. Muhammedî madde beden ise, bir sûrettir ki, Allah Teâla âyet-i kerimede “ve mâ remeyte” ya’nî “sen atmadın” ifâdesiyle atmayı ilk önce ondan kaldırdı; daha sonra âyet-i kerîmenin devâmında atma fiilini “iz remeyte” ya’nî “attığın zaman” ifâdesiyle Muhammedî sûret için ispât etti; ve ifâdenin sonunda da istidrâk ya’nî önceki ifâdeden kaynaklanan vehmi kaldıran edât olan “velâkin” kelimesiyle Muhammedî sûrette atan Allah'a dönüş yaptı. Mü'min olan kimsenin elbette bu âyet-i kerîmeye îmân etmesi gerekir. Çünkü Hakk'ın sözüdür.

Şimdi bu etkene dikkât et, hattâ Hakk'ı Mu­hammedî sûrete indirdi. Ve Hak kendi nefsini kullarına bununla haber verdi. Bundan dolayı bizden hiçbir kimse ondan bunu demedi; belki O kendi söyledi. Oysa O'nun haberi doğrudur. Dediği şeyin ilmini ister idrâk et, ister etme, farketmez; ona îmân zorunludur. Şu halde, sen ya âlimsin veyâhut mü'min müslümansın. Hakîkatte "Sebep kendisinin sebebi olan sonucun sebebi olmaz" diye aklın sebep üzerine hükmeder oluşu, akılsal bakış acısının fikri yönünden sana onun zaafına işâret eden şeydendir. Oysa tecellî ilminde ancak bu vardır ve o da “Hakîkatte sebep, kendisinin sebebi olan sonucun sebebi olur”dur (16)

Ya'nî atıcı olan etkene dikkat et ki, fiilini görünme yerlerinde açığa çıkarmak için Hakk'ı nasıl Muhammedî sûrete indirdi. Çünkü yukarıda izâh edildiği üzere, vücûd husûsu etken ve edilgene kısımlanmış idi. Çünkü âlemin vücûdu Hakk'ın zâhiri ve Hak, âlemin vücûdunun bâtını ve hüviyyetidir. Ve her ikisi de bir olan ayn olan ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesinin birer i'tibârıdır. Şu halde etken ve edilgen bir vücûddan ibâret olmuş olur. Ve bu kısımlanma Hak’la âlem arasındaki münâsebeti ta'yîn eder. Şimdi Hak Bâtın ismi ile etken ve Zâhir ismi ile edilgendir. İşte Muhammedî taayyün ve sûret Zâhir isminin görünme yeri olup, zâhirliği dolayısıyla "atma" fiili bu sûretten açığa çıktığında, bil ki, bu etken olan Hakk'ın Muhammedî sûrete inmesidir. Ve Hak “ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” (Enfâl, 8/17) ya'nî "Ya Habîbim, attığın vakitte sen atmadın; velâkin Allah Teâlâ attı" âyet-i kerimesinde kendi nefsini, kullarına bu iniş ile haber verdi; yoksa bu hali biz kullar zümresinden hiçbir kimse söylemedi; bunu bize haber veren Hak'tır ve O'nun haberi elbette doğrudur. Kendi nefsini Muhammedî sûrette atıcı kıldığını bildiren Hakk'ın sözünün sırrını aklın ister alsın, ister almasın, farketmez. Ona her şekilde îmân zorunludur. Eğer bu ifâdenin ma'nâsını hakikâti ile idrâk edersen, sen âlimsin ve eğer idrâk etmez isen mü'min müslü-mansın, ya'nî taklîdî îmân sâhibisin. Ve eğer işittiğin sözün sırrını aklın almazsa, bilesin ki akıl, fikirsel bakış açısı yönünden vehim ile karışıktır ve eşyâyı hakîkati üzere idrâk husûsun-da zayıftır ve aklın zaafına işâret eden şeyden birisi de budur ki:

Akıl, sebep üzerine hükmedip der ki; "Sebep kendi sonucu için sonuç olmaz". İşte aklın hükmü budur; onun bu hükmü açıktır, asla saklı birşey yoktur. Oysa tecellî ilminin verdiği budur ki: “Muhakkak sebep kendinin sebebi olan sonucun sebebi olur”. Çünkü sebep, ahadiyye ya’nî teklik Zât’ıdır. Sonuç, yok hükmünde sâbit olan, ya’nî potansiyel olarak sâbit olan şeydir; çünkü yok hükmünde sâbit olan şeyin vücûda getirilmesini gerektiren Hakk'ın vücûdudur ve bu yok hükmünde sâbit olan şey, ancak Hakk’ın vücûdu ile mevcût olur. Şu halde yok hükmünde sâbit olan şeyin vücûda getirilmesinde sebep, Hakk’ın vücûdudur ve sâbit olan şey ise sonuçtur. Ve sebebin kendi sonucu için sonuç olmasına gelince, o da şu şekilde olur:

Yok hükmünde olan sâbit ayn’lar(ki sebep olan ahadiyye ya’nî teklik zâtının sonucudur) isti'dâd ve kābiliyyetleri ile ilâhî ilimde sâbitlikleri hâlinde, sebep olan ahadiyye ya’nî teklik zâtından kendilerinin vücûda getirilmesini talep ederler. Çünkü sonuç olan sâbit ayn’ların talepleri olmasa idi,onların sebebi olan ahadiyye Zât’ı onları vücûda getirmezdi; ve ahadiyye Zât’ı olmasa idi, onun sonucu olan sâbit ayn’lar da mevcût olmaz idi. Bundan dolayı vücûda getirici olan Hakk, mevcûdun vücûda getirilmesinde sebep olduğu gibi, Hakk'ın vücûda getirmesine sebep de, sâbit ayn’ların kendi isti'dâdları ile Hak üzerine hükmedip vücûda getirilmeyi O'ndan talep etmesidir. Çünkü Üzeyr Fassı’nda izâh edildiği üzere, her hâkim, hükmettiği şeyle hükmettiği şeyde üzerine hükmedilendir. Şu halde sebep, sebep olmakla berâber, kendi sonucunun da sonucu olur. Ve aynı şekilde sonuç dahi, sonuç olmakla berâber, kendi sebebinin sebebi olur. Diğer bir ta'bîr ile ahadiyye Zât’ı hem sebep ve hem de sonuç olduğu gibi, sâbit ayn’lar da hem sonuç ve hem de sebep olur. İşte tecellî ilminin verdiği "Hakîkatte sebep, kendinin sebebi olan sonucun sebebi olur" sözünün izâhı budur.



Örnek: Usta bir ressam tarafından yapılan bir tablonun sebebi, o ressamın vücûdudur; çünkü ressamın vücûdu olmasa, o tablo vücûd bulmazdı. Şu halde ressamın vücûdu sebep ve tablonun vücûdu da o sebebin sonucudur. Fakat mevcût olan ressamın bağıntılarından bir bağıntı olan ressâmlık sıfatı olmayıp da bu sıfat ondan bir tablo yapıp açığa çıkarmasını isti'dâd dili ile talep etmese, o mevcût şahıstan bu tablo açığa çıkmaz idi. Bundan dolayı tablonun vücûda gelmesine sebep olan şey, kendi mûcidinden vücûdunun açığa çıkarılmasını talep etmesidir. Bu şekilde tablo sonuç iken, açığa çıkarma işinin sebebi olur. Ve bu şekilde sebep olan ressamın vücûdu, açığa çıkarma işinde kendinin sebebi olan sonuç olan tablonun sebebi olmuş olur.

Ve aklın onunla hükmettiği şey, fikirde soyutlanma ile geçerlidir ve kuramsal delîlin ona verdiği şeyin tersine olarak işi gördüğü zaman, onun bunda gâyesi "Hakîkatte ayn’ının bu çoklukta bir olduğu sâbit olduktan sonra, o bu sûretlerden bir sûrette bir sonuç için sebep oluşu yönünden, kendi sonucuna sebep olması halinde sonuç olmaz; belki hüküm, sûretlerde onun geçişi ile geçmiş olur; bundan dolayı kendi sonucu için sonuç olur ve sonucu da onun için sebep olur" demesidir. İşi olduğu hâl üzere takdîr edip kendisi fikirsel bakış açısıyla vâkıf olmadığı zaman, onun gâyesi budur. Ve iş, sebep olmaklık hakkında bu mesâbede olduğu zaman, bu dar husûsun dışındakilerde, akılsal bakış açısının genişliğine senin zannın nedir? (17).

Ya’nî' akıl fikirsel bakışında, sebep ile sonuç arasındaki bağıntıdan soyutlanarak hükmederse, bu hükmettiği şey geçerlidir. Eğer fikirsel bakış sebep ve sonuç sayılarının birbirine eşit olmadığı ma'nâdan, ya'nî sebep ile sonuç arasındaki bağıntıdan soyutlanmazsa aklın hükmü "Sebep, kendi sonucu için sonuç olmaz" kâidesinden ibâret olur. Çünkü akıl, fikirsel bakışta der ki: İlk şeyin vücûdu ikinci şeyin vücûduna bağlı değildir; bundan dolayı ikinci şey, nasıl ilk şeyin vücûduna sebep olur ve ilk şey de ikinci şeyin nasıl sonucu olabilir? Aksi kabûl edilse devir lâzım gelir ve örneğin “Tavuk yumurtadan ve yumurta tavuktan hâsıl olur" devrine benzer. İşte fikirsel bakışa dayalı olan mantıksal kâidelere göre aklın hükmü budur. Çünkü fikirsel bakış soyutlanmadığı takdirde akıl, sebebin vücûdu ile sonucun vûcüdunu ayrı ayrı ispât eder. Şu halde tabi'ki birinin vücûdunun önce ve diğerinin vücûdunun ondan sonra olması gerekir. Ve bu şekilde de ikincinin vücûdu birincinin vücûduna bağlı olur. Fakat fikirsel bakıştan soyutlanmış olarak akıl ile hükmeden kimse, sebebin zâtı ile sonucun zâtını iki farklı mertebede açığa çıkmış olan bir şeyden ibâret bulur ve sebep ile sonucu o bir olan şeyin bağıntılarından ibâret bilir.

Ve aklını fikirsel bakıştan soyutlayan âkıl, işi, kuramsal delîlin verdiği netîcenin tersine olarak tecellî ile gördüğünde, onun bu hükümde gâyesi şu söz olur ki: "Haydi, vücûda getirici zât olan "ayn"ın bu çokluksal sûretlerde bir olduğunu ispât ve teslim edelim. O bir olan ayn mâdemki bu sûretlerden bir sûrette herhangi bir sonuç için sebep oluyor. Böyle kendi sonucuna sebep olup dururken, artık o sonuç olmaz; belki o bir olan ayn bir sûrette bir sonuç için sebep olup, onun üzerine sebep olmaklıkla ve onun sonucuna da sonuç olmaklıkla hükmolunup dururken, sonucun sûretine geçmekle kendindeki sebep olmaklık hükmü kalkıp yerine sonuç olmaklık hükmü kâim olur. Ve onun sonucundaki sonuç olmaklık hükmü de sebep olmaklık hükmüne geçer. İşte sebep ancak bu şekilde kendi sonucu için sonuç ve onun sonucu da aynı şekilde bu halde kendisinin sebebi olur. "İşte o âkıl, işi hakîkati üzere takdîr edip fikirsel bakışıyla vâkıf ve ona tâbi' olmasa, bu bahsedilen hüküm, onun ulaşmış olduğu son nokta olur. Eğer takdîr mertebesinden geçip, ilâhî tecellîye nâil olmakla müşâhede mertebesine ulaşsaydı, bu hüküm onun son noktası olmazdı. Fikirsel bakıştan soyutlanmış olan geçerli aklın hükmü sebep olmaklık hakkında bu mesâbede olunca, bu dar olan mahallin dışında bir yerde akılsal bakışın genişliğine senin zannın ne derece vardır? Var kıyâs et!

Şimdi resûllerden (sallavâtullâhi aleyhîm) daha üstün akıl yoktur ve muhakkak onlar cenâb-ı ilâhiden haber ile getirdik­lerini getirdiler. Böyle olunca aklın ispât ettiği şeyi ispât ettiler ve aklın, idrâkine yeterli olmadığı ve kendince olmayacak görüp tecellîde tasdîk ettiği şeyi de getirdiler. Bundan dolayı akıl, tecellîden sonra kendi nefsiyle yalnız kaldığında, gördüğü şeyde hayrete düşer. Şimdi eğer Rabb’in kulu olursa aklı O'na çevirir ve eğer kendi bakış açısının kulu olursa, Hakk'ı onun hükmüne çevirir ( 18)

Ya’nî resûller (aleyhimü’s-selâm) gönderildikleri ümmetin her bir ferdinden daha akıllıdır. Oysa onların cenâb-ı ilâhîden getirdikleri haberlerde üç şey vardır: Birisi aklın ispât ve kabûl edebildiği, diğeri de aklın idrâkinde yetersiz olduğu şeydir. Ve aklın idrâkinde yetersiz olduğu şeyler teşbîhi içinde barındıran Kur'ân âyetleri ve hadîs-i şerîflerdir ki, bunlar da: “Allâhu yestehziu bihim” ya’nî “Allah da onlarla alay eder” (Bakara, 2/15) ve “İnnallâheş-terâ minel mü’minîne enfüsehüm” ya’nî “Muhakkak Allah, mü’minlerden nefislerini satın almıştır” (Tevbe, 9/111) ve “yedullâhi fevka eydîhim” ya’nî “Onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardır” (Feth, 48/10) gibi Kur'ân âyetleri ve “maraztu fe lem tu’dini ve reca’tu fe lem tat’ımni” ya’nî “hasta oldum ziyâretime gelmedin ve aç kaldım beni doyurmadın” ve benzeri hadîs-i şerîflerdir. Gerçi teşbîhi içinde barındıran sıfatları işittiği zaman doğru bir akıl onları imkânsız görmez; fakat idrâkinde yeterli değildir. Üçüncüsü de kuramsal delîllerine aykırı olduğu için aklın imkânsız gördüğü şeydir ki, akıl ancak tecellîde ona tasdîkte bulunur. Ya'nî duyular âleminden gâib olup o şeyin hakîkati ilâhî tecellî ile ona açılır ve bu zamanda gördüğü şeye tasdîkte bulunur. Çünkü akıl o yurdun hükmü altına girer. Örneğin bir kimse rü'yâsında deniz üstünde yürür ve havada uçar. Oysa duyular âleminde bunların gerçekleşmesi akla aykırıdır. Fakat duyular âleminden kaybolup uyuyan kimse kendi nefsinde bu hallerin gerçekleştiğini görmekle rü'yâ ve hayâl yurdunda aklı bu tecellîye tasdîkte bulunur; çünkü olmuştur, aslâ inkâr edilecek yeri yoktur. Ve ne zamanki bu tecellînin hükmü gidip akıl duyular mertebesine geri döner ve kendi nefsiyle yalnız kalır, bu tecellîde gördüğü şeyde hayrete düşer. Hayret sebebi bir yurdun hükmünün diğer yurdu örtmesinden ibârettir.

Şimdi kendisine tecellî gerçekleşen kul, Rabb’in kulu ise, ya'nî o kulun vücûdunda hâkim olan Rab ise, Rabb'ine çevirir ve bu sûrette de akıl Rabb'in tecellîsine tâbi’ olur. Ve eğer fikirsel bakışın ve aklının kulu ise, onun vücûdunda o bakışı ve aklı hâkim olacağından, Hakk'ı fikirsel bakışının hükmüne çevirir. Örneğin “El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tükellimünâ eydîhim ve teşhedü ercülühüm bimâ kânû yeksibûn” (Yâsin, 36/65) ya'nî "Biz o günde ağızlarını mühürleriz; kazandıkları şeyi bize elleri söyler ve ayakları şâhitlik eder" âyet-i kerîmesini, fikirsel bakış sâhibi olan filozoflar işittikleri vakit, eğer âhireti inkâr etmeyenlerden iseler: "Et nasıl söz söyler, ayak nasıl şâhitlik eder? Belki el ve ayak üzerinde alâmet peydâ olup söz makâmına durur. Nitekim, bu âlemde bir kimsenin ağzı ve bıyıkları yağlı olsa ve yemek eseri bulunsa, o kimse konuşmaksızın, onun ağzı yemek yediğine şâhitlik eder” derler. Ve bu haberi te'vil ederler. Çünkü elin ve ayağın konuşması aklın tavırlarının dışında bir şeydir. Onlar ise aklın kuludurlar. Bundan dolayı bu haberi akıllarının hükmüne tâbi' kılarlar. Eğer Rabb'in kulu olsa idiler, bu haberi te'vilsiz kabûl ederlerdi. Çünkü bu şehâdet yurdu onları, âhiret yurdunun hükmünden örtmüştür. Çünkü şehâdet yurdunda el ve ayak söz söylemez.

Ve bu, ancak dünyâda âhiret oluşumundan perdeli olarak bu dünyevî oluşumda oldukça olur. Çünkü ârifler, onların üzerinde dünyâ hükümlerinden geçerli olan şeyden dolayı, onlar dünyâda gûyâ dünyevî sûrette açığa çıkarlar. Oysa Allah Teâlâ onları, kendi bâtınlarında âhiret oluşumuna döndürdü. Bu gereklidir. Bundan dolayı onlar sûret ile bilinmezler; ancak Allah Teâlâ'nın, örtüleri basîretinden açtığı kimse için bilinmez değildirler. Şu halde onlar idrâk etti. Şimdi ilâhî tecellî yönünden, ârif-i billâhtan bir ârif yoktur, illâ ki o; âhiret oluşumu üzere olduğu halde bu dünyâda haşrolunmuş ve kabrinden çıkarılmış oldu. Böyle olunca o, bunda ba'zı kullarına Allah'tan bir inâyet olarak, görülmeyen şeyi gördü ve müşâhede olunmayan şeyi müşâhede etti (19)

Ya’nî bu hayret veyâ Hakk'ı aklın hükmüne çevrimek, bu dünyâ yurdunda olduğu müddetçe olur. Çünkü bu yurdun hükmüyle âhiret oluşumundan perdelenmiştir. Dünyâ, âhirete âit müşâhedelere perde olur. Eğer dünyâda olduğu halde, ondan perde kalkıp âhiret oluşumunda olan şeye müşâhedeli vâkıf oluş ile vâkıf olursa, tecellîden dolayı idrâk ettiği şeyde, artık aklın çekişmesi kalmaz. Ve bu şekilde de ne Hakk'ı aklın hükmüne çevirir ve ne de hayrete düşer; çünkü ârifler dünyâda dünyevî sûrette dünyevî sıfatlar ile açığa çıkarlar. Onları gören perde ehli, kendileri gibi dünyâdan zannederler; çünkü yemek, içmek ve uyumak ve evlenmek gibi bu dünyevî oluşumun hükümleri onların üzerinde geçerlidir. Onun için Kur'ânı- Kerîm'de “ve terâhüm yenzurûne ileyke ve hüm lâ yubsırûn” (A’râf, 7/198) ya'nî “Yâ Habîbim, sen onları, sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler” buyrulur. Çünkü perde ehli olan Kureyş kâfirleri, Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz'in taayyün etmiş sûretlerine bakıp beşer olmaklık husûsunda kendilerine benzer görürler ve Muhammed (s.a.v) Efendimiz’in bâtından habersiz bulunurlar idi. Mesnevî:

Tercüme: "Nebîler ile eşitlik da'vâsında bulundular; evliyâyı kendileri gibi zannettiler. Dediler ki: İşte bizde beşer, onlar da beşerdir. Biz ve onlar uyku ve yemeğe bağlanmışız. Onlar körlükten bunu bilmediler ki, arada sonsuz bir fark vardır. Bu taraftaki yemek yer, bütün darlık ve haset olur; o ise yemek yer, hep Ahad’ın nûru olur. Pâk olanların işini kendine kıyaslama, çünkü "şîr (arslan)" ve "şîr (süt)" yazımda birbirine benzer.”

Fakat ma'nâlarında çok büyük fark vardır. Birisi latîf gıdâ olan "süt" ve diğeri "yırtıcı arslan"dır. Bundan dolayı onların zâhirleri dünyevî sıfatlar ile vasıflanmış olmakla berâber, Allah Teâlâ onları bâtınlarında âhiretsel oluşuma döndürdü. Ve onlar için bu dünyâ yurdunda âhiretsel oluşum üzerine açığa çıkmak gereklidir. Aksi halde ârif olmazlardı. Şimdi mâdemki onların zâhirleri dünyevî sıfatlar ile vasıflanmıştır; şu halde onlar sûret i'tibâriyle genel bakışlarda bilinmezler. Halk onları bilemezler. Onları bilenler, basîret gözlerinden, Hak Teâlâ hazretlerinin örtüleri açtığı kimselerdir. Bunları ancak onlar idrâk edebilirler. Bundan dolayı ilâhî tecellî yönüyle dünyâ yurdunda iken, âhiret oluşumu üzere haşrolmayan ve kabrinden çıkarılmış olmayan bir ârif-i billâh yoktur. Bu ârif-i billâh, avâmın görmediği şeyi görür ve müşâhede etmediği şeyi müşâhede eder. Bu dünyâ âleminde iken ârifin âhiret oluşumu üzere peşin olarak haşrolunması ve neşrolması, Allah Teâlâ'dan ba'zı kullarına inâyettir.

Dünya Yurdunda Haşr ve Neşr:

Bilinsin ki, ârifin kalbine zâtî ilâhî tecellî eriştiğinde, onun vücûdu, bu ilâhî tecellîde erir gider. Ve fenâ-fillâh dedikleri hal budur; ve bu hal “Mûtû kable en temûtû” ya’nî “Ölmeden önce ölünüz!” gereğince ölmeden önce ölmektir. Bu hâlin ardından ârifin maddesel vücûdunun hükmü düşer ve hakkânî vücûdda zâhir olur ki, bu da fenâdan sonra bakâdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Hak Teâlâ hazretleri “İnnallâhe lâ yagfiru en yuşreke bihî ve yagfiru mâ dûne zâlike li men yeşâu” ya’nî “Muhakkak ki Allah, O'na şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki şeyleri dilediği kimse için bağışlar” (Nisâ, 4/48) buyurur. İşâret lisânı ile yüksek ma’nâsı budur ki: “Hakîkatte Allah Teâlâ, izâfî vücûdunu kendisine has bağımsız bir vücût zannedip, Hakk’ın bağımsız olan vücûdu karşısında ispât ile kendi vücûdunu Hakk’a ortak koşan kimsenin o kulluksal vücûdunu hakânî vücûdu ile örtmez. Ve bunun dışında olup bu izâfî vücûdun şânından noksanlıkları ve zemmedilmiş şeyleri, kulun ezelî isti’dâdının örtmesi gerektiği takdirde, bu yön ile ilâhî bilinen olan kulun sâbit ayn’ı gereğince, örtmeye ilâhî irâde bağlanır.” Şimdi ârif-i billâh “Senin vücûdun bir günahtır ki, diğer bir günah ona kıyâs bile edilmez” ifâdesine göre, kendi vücûdunu Hakk’ın vücûduna ortak koşmaz; ve Hak Teâlâ da tam bir kerem ile ona tecellî buyurmakla, kulluksal vücûdu hakkânî vücûdda erir gider. Nitekim Mevlânâ (r.a.) efendimiz bu makāma işâret olarak buyururlar. Beyt:



Tercüme: “Kıyâmet davulunu çaldılar; haşr sûrunu üflediler. Ey ölüler, vakit geldi; yeni haşr erişti. Kabirlerdekiler yeniden dirilip zâhir oldu; sînede olan şeyler ayrılıp meydâna çıktı. Sûrun âvâzı geldi; rûh maksada ulaştı.”

Ve Şemsî-i Sîvâsî (k.s.) buyurur. Beyt:

Mûtû kable en temûtû” sırrına mazhar olan

Haşr u neşri bunda gördü sûrun üflenmesi olmadan

İlâhî sıfatların tecellîsi ile kulun sıfatlarının mahvolması, örnek olarak bir demirin ateşte kıpkırmızı olmasına benzer. Bu şekilde ateşte kızan demir, yine demirdir; fakat onun demirlik sıfatını ateşin sıfatı örtmüştür. O anda o demir “Ben ateşim” dese doğru söyler. Bu bahsin ayrıntıları İbrâhîm Fassı’nın başlarında geçti. Kulun vücûdu hakkânî vücûtta örtülüp gizlendiği zaman, bu dünyevî oluşumda, âhiret oluşumu üzere haşrolunmuş olur. Çünkü kulluksal vücûdunun helâk olduğu bir gün olması dolayısıyla bu vakit, onun büyük kıyâmetidir ve Hak’la birleştiği gündür. Bundan dolayı onun haşr günüdür. Ve hapiste olduğu beden kabrinden neşredilip ilâhî tecellînin bahşettiği ma’rifet sâyesinde Hak hakkındaki kendine has inanç kaydından kurtulur ve mutlaklığın kapladığı sahaya uçar.

Şimdi kim ki bu İdrîs olan İlyâs’ın hikmetine vâkıf olmayı isterse ki Allah Teâlâ onu iki oluşumda inşâ etti; Nûh (a.s.)dan önce nebî idi; daha sonra yükseltildi ve bundan sonra re'sûl olarak indirildi; Allah Teâlâ onun için iki mertebe arasını birleştirdi. Aklının hükmünden şehvetine insin ve mutlak hayvan olsun; tâ ki ins ve cinnin dışında her bir dâbbenin keşfettiği şeyi keşfetsin. İşte bu vakitte o hayvâ-niyyeti ile tahakkuk edici olduğunu bilir ve onun alâmeti, iki alâmettir: Birisi bu keşiftir; böyle olunca kabrinde kimin azâp içinde ve kimin ni’met içinde olduğunu görür ve ölüyü diri ve susanı söyleyici ve oturanı yürüyücü görür. Ve ikinci alâmeti ise dilsizliktir; şu yön ile ki, eğer o kimse gördüğünü söylemek istese söyleyemez. İşte bu zamanda hayvâniyyeti ile tahakkuk etmiş olur. Bizim bir öğrencimiz var idi ki, bu keşf, onun üzerine dilsizlik korunmadan hâsıl olmuş idi; bundan dolayı hayvâniyyeti ile tahakkuk edici olmadı (20).

Ya’nî Nûh (a.s.)’dan evvel nebî olup göğe yükseltilen İdrîs (a.s.) daha sonra İlyâs ismiyle resûl olarak Baalbek beldesine gönderildi. Allah Teâlâ onun için biri nebîlik ve diğeri resûllük üzere iki mertebe arasını birleştirdi. Şimdi kim ki İlyâs (a. s.)’ın hikmetine vâkıf olmak isterse, aklının hükmünden, ya'nî gökten nefis ve şehvet mahalline, ya'nî yere insin ve mutlak hayvan olsun. Ya'nî eşyâda tasarruf etmek husûsunda aklı yetmeyip rahmânî vâridâtlara boyun eğmiş olan hayvan gibi olsun. Tâ ki akılları tasarruf işinde yeterli olan sekaleynin, ya'nî ins ve cinnin dışında olan her bir dâbbenin keşfettiği şey, ona da açılmış olsun. Ve bu bir makâmdır ki, İlyas (a.s.)’ın rûhâniyyeti onda müşâhede edilir ve bu açılım esnâsında hayvâniyyet makâmı ile tahakkuk etmenin nasıl olduğu bilinir ve cismânî şehvetler ve tabîî lezzetlerden kesilme ile tekrar soyutlanmış akıl makâmına geçmeye lâyık olur. Ve bu hayvâniyyet makâmı ile tahakkuk etmenin alâmeti ikidir:

Alâmetin birisi, kabristan ziyâretine gittiği zaman, kabrinde kimin azâp içinde ve kimin ni’met içinde olduğunu müşâhede eder ve ölüyü berzâhî hayâtı ile diri olarak görür. Ve susanı da melekûtî rûhânî kelimeler ile konuşur görür. Ve oturanı, ma'nevî ve misâlî hareket ile yürüyücü görür.

Bu keşfin ikinci alâmeti de, (h harfinin üstün okunuşu ile –ha- ve r harfinin de üstün okunuşu ile –re- okumakla) "hares", ya'nî dilsizliktir. O yön ile ki gördüğü şeyi söylemek istese, söyleyemez. İşte bunlar hayyâniyyetle tahakkukun alâmetleridir. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyururlar ki: "Bizim bir öğrencimiz vardı, ona bu keşif hâsıl oldu fakat dilsizlik alâmeti olmadığından keşfen olan müşâhedelerini his dili ile söylerdi; bu sebepten hayvâniyyet makâmı ile tahakkuk edici olamadı "



Mesnevî-i Şerîf’in üçüncü cildinde beyân buyrulur ki: Bir kimse Mûsâ (a.s.)’dan kara hayvanların ve kuşların lisanlarına vâkıf kılınmasını ricâ etti. Mûsâ (a.s.) da o şahsa: "Bu senin için zararlı bir şeydir; bundan vaz geç!" buyurdu ise de o kimse ısrârında devâm etti. Nihâyet ilâhi emir ile tavuk ve horoz ve köpek gibi hayvanların lisânını anlamak isti'dâdını bahşeyledi. Sabahleyin hizmetçi sofrayı silkeledi; o kimse de tecrübe için hayvanların yanına gitti. Horoz bir ekmek parçasını kaptı; köpek horoza hitâben: “Sen bana zulmediyorsun; sen hubûbâtı yiyebilirsin ben yiyemem, benim nasîbim ekmektir, haydi git” dedi.

Horoz: Gam yeme, yarın efendinin atı ölecek; doyuncaya kadar atın etinden yersin, bütün köpeklere de bayram olur.

Efendi bunu işitip anlar, hayvanı satar. Ertesi gün yine ekmek silkerler, horoz yine kapar.

Köpek: Ey horoz, bu ne kadar yalan, hani efendinin atı ölecekti? Sen hem zâlim ve hem de yalancısın.

Horoz: At öldü, ama başka yerde öldü; çünkü efendi atı sattı. O ziyânı başkasına yükledi. Fakat yarın katırı ölecek, işte o zaman köpeklere ziyâfet olur.

Efendi bunu işitince katırı da satar. Velhâsıl horoz, daha sonra kölenin öleceğini haber verdi. Efendi onu da satar. Nihâyet efendinin öleceğini haber verir. Efendi bu haberden allak bullak olup feryâd ve ağlama ile Mûsâ (a.s.)’a mürâcaat eder.

Bu kıssada Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz birçok nasîhatler ve hakîkatler beyân buyururlar. Burada kasıt hayvanların keşfini beyândır. Buradaki horozun keşfini köpeğe haber vermesine gelince Mesnevî-i Şerîf’in beyânı Fusûs'a aykırı değildir. Çünkü Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin "Hayvan gördüğünü söylemez" buyurması his lisânına göredir; yoksa hayvan kendi misâl âleminde rûhu ve ma'nâsı ile konuşmaktadır. Çünkü hayvan da bir ismin görünme yeridir. Ve ilâhî isimlerden hangi bir ismi alsan onda bütün isimler bulunmaktadır. Böyle olunca Mütekellim ismi de ilâhî isimlerden olduğundan, hayvanın görünme yeri olduğu isimde, bu isim de dâhil olmuştur. Bu ilâhî bilgiyi iyi tetkîk et.

Ne zamanki Allah Teâlâ beni bu makâmda ikâme etti; ben küllî bir tahakkuk ile hayvâniyyetimle tahakkuk edici oldum. Şimdi ben görür idim ve müşâhede ettiğim şeyle konuşmayı ister idim; konuşamazdım. Bundan dolayı ben kendim ile konuşmayan dilsizlerin arasını fark etmez idim (21).

Küllî tahakkuktan kasıt, hem keşif ve hem de dilsizliktir. Eğer keşif olup da lisân susmayıp konuşursa, hayvâniyyet makâmı ile küllî tahakkuk gerçekleşmez.

Şimdi bizim bahsettiğimiz şeyle tahakkuk ettiği zaman, tabîata âit madde kaydından soyunarak salt akıl olmaklığa geçer. Bundan dolayı birtakım işleri müşâhede eder ki, onlar tabîî sûretlerde açığa çıkan şeyin asıllarıdırlar.Böyle olunca bu hükmün tabîî sûrette nereden açığa çıktığını zevkî ya’nî bizzat hakîkatini yaşama ilmi ile bilir (22)

Ya'nî sâlik bahsedilen hayvâniyyet makâmı ile tahakkuk ettiğinde, kesîf olan tabîî maddeler ve unsurların katkısı olmaksızın salt akıl olmak lâtîf mertebesine geçer. Ya'nî kendisini tabîat kayıtlarından temizlenmiş olan salt akıl mertebesinde bulur ve o zaman anlar ki, idrâk denilen şeyin vücûdu, bu madde bedendeki beynin teşekküllerinden kaynaklanan bir husûs değil imiş. Belki tabîî sûretlerde açığa çıkan çeşitli hükümler, tabîatsal sûretlere inen sâbit ayn’ların ma’nâları imiş. İşte sâlik bu mertebeye geçtiğinde tabîî sûretlerden olan birtakım işlerin bu yön ile asıllarını müşâhede eder ve zevkî ilim ile bilir ki, bir olan hakîkat olan mutlak vücûd, ahadiyyet ya’nî teklik mertebesinde zâtın aynıdır ve sâbit ayn’lar mertebesinde idrâk edilen sırf ma'nâdır ve akıllar mertebesinde de salt akıldır ve nefs mertebesinde de nefstir; ve hayvâniyyet mertebesinde hayvandır ve bitki ve ma’den mertebelerinde de bitki ve ma’dendir. Sonuç olarak o sâlik Hakk'ın mutlak vücûdunun latîflik mertebesi olan ahadiyyet makâmından kesîf mertebelere inişlerinin sûretini ve ulvî ve süflî âlemlerde ve şerîf ve hasîs ve azîm ve hakîr olan eşyâda açığa çıkma esaslarını ve bundan dolayı Hakk’ı, vücûd mertebelerinin hepsinde müşâhede edip zevkî ya’nî bizzat hakîkatinin yaşanması ilmi ile bilir.

Beyt-i hakîr:

 Güllerde çimenlerde bütün işvelenirsin

 Her gamzede her bir müjede şîvelenirsin

 Âlem seni puthânede mescidde ararken

 Her zerrede bir şân ile sen cilvelenirsin

Şimdi cenâb-ı Şeyh (r.a.) İlyâsî hikmete vâkıf olmayı, sâlikin kendi hayvâniyyetiyle tahakkuk etmesine bağlı kıldı. Çünkü İdrîs (a.s.) ilk başta aşırı riyâzat ile salt akıl makâmına, ya'nî kesîf beşerî mertebeden lâtîf melekî mertebeye yükseldi ve mele-i a'lâda Hakk'ın müşâhedesi mertebesine ulaştı. Ondan sonra Baalbek beldesine gönderilen cenâb-ı İlyâs sûretinde salt akıl mertebesinden şehvet mertebesi olan cismânî kesâfet mertebesine indi ve en aşağı âlemde Hakk'ın müşâhedesi ve onunla tahakkuku derecesine nâil oldu. Bundan dolayı sâlik kendi aklının hükmünden şehvet makâmına inip mutlak hayvan olmadıkça İlyâsî hikmeti zevkan ya’nî bizzat hakîkatinin yaşayarak bilemez.


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   72   73   74   75   76   77   78   79   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin