Hersey seninle guzel



Yüklə 1 Mb.
səhifə11/15
tarix04.11.2017
ölçüsü1 Mb.
#30629
növüYazı
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15

Yüreği ağzında yürüyen Karslı Orhan, mağaradan on adım ileride duran bodur palamut ağaçlarının önüne geldiğinde çömeldi. Arkasındaki yakışıklı gözcü çömeldikten sonra, dürbününü gözlerinin önüne indirdi. Karslı Orhan, sağına-soluna ve arkasına da baktı. Üstündeki bütün kayalıkların tutulduğunu biliyordu. Arkasında onlarca, hatta yüzlerce asker vardı. Onlara bakıp, cesaret almak istedi. Ama bir türlü cesaret onlardan kopup kendisine doğru gelemiyordu. Hiçbirinin kendisinden bir farkı yoktu. Sadece arkada oldukları için, içlerinde ondan daha fazla rahatlık duyuyorlardı, hepsi o kadar.

Çırav’ın doruğundaki binbaşı, sigarası ağzında, gözlerini vadiye bakan teleskopun arka merceğine dikmişti. Askerin, hedef noktasına ulaşmaya başladığını görünce, dişlerini birbirine sıktı. Ağzındaki sigaranın kırmızı filtresi, dişlerinin arasında ezilmişti. Dudaklarının arasındaki yeni yaktığı sigarayı yere attı. Arkadaki kurmay yüzbaşı, binbaşının gördüğü bir şeylere heyecanlandığını fark etti. Binbaşı bir süre izledikten sonra, başını yukarı kaldırıp geri çekildi. Ruhundan yana gelen bir heyecan yokmuş gibi, rahat davranmaya çalışıyordu. Bu operasyonu da başarılı götüremezse, prestijinin yok olacağını düşünüyordu. Kaç askere mal olursa olsun, mutlaka başarılı bitirmek zorundaydı. Kendisinin vereceği zayiatın bir önemi yoktu. Önemli olan ‘Terörist’in, sağ ya da ölü ele geçirilmesiydi. ‘Ya bu vatan hainleri gelmekten vazgeçmişlerse?’ diye düşünmek bile istemiyordu, çünkü onların geldiklerini görmemişlerdi. ‘Bu lanet yağmur bırakmak istemedi ki!’ deyip duruyordu. Binbaşı geri çekilince teleskopun arka merceğine bu sefer de kurmay yüzbaşı indirdi gözlerini. Askerin, tarif edilen hedefe yakınlaştığını görünce gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Binbaşı, muhaberecisinin hazır tuttuğu büyük cihazın önündeydi. Çingene suratlı teğmen, cebinde tuttuğu cihazdan binbaşının sesini duyunca, cihazı hemen cebinden çıkarıp mandala basarak dinlemede olduğunu söyledi.

Binbaşı, ‘Gözümüz üstünüzde! Büyük ihtimalle gelmişlerdir. Haydi aslanım, göreyim sizi. Dikkatli olun ve başarın.’

‘Anlaşıldı, tamam komutanım.’

Teğmen, konuşması bitince cihazı tekrar cebine koydu. Hedef noktasına yakınlaştığını o da biliyordu. Karslı Orhan, çömeldiği yerde daha fazla durmaya cesaret edemedi. Arkada duran Çingene Suratlı’nın gözü üzerindeydi. Aralarında sadece on beş asker vardı. Kalkıp hedef noktasına doğru ilerlemekten başka çare bulamadı. Hedef noktasına giden patikanın üstündeydi. Ama tam olarak nerede olduğunu bilmiyordu. Çıplak ayakla dikenlere basar gibi yürüyordu. Kayanın ortasından içe doğru başlayan eğimi fark etmesiyle, yere çömelmesi bir oldu. Bunun, beklediği kabuslu mağara olduğundan kuşku duymuyordu. Bütün göstergeler bunun, o mağara olduğuna işaret ediyordu. Karslı Orhan’ın ani çöküşü, bütün parmakları tetiklerin üstüne getirmişti. Çingene suratlı da dahil, hiçbirisi heyecanını gizlemiyordu. Kendinden yola çıkan herkes, yanındakinin içinden o an nelerin geçtiğini biliyordu.

Bu heyecanlı bekleyiş sürdükçe, ruhlarında felaketli bir yıkım meydana getiriyordu. Korku, ellerini boğazlarına koyup sıkmaya gerek duymuyordu. Boylu boyunca gidip boğazlarında düğümleniyordu. Karınlarına korkunç sancılar bırakıyordu. Başlarını döndürüp gözlerinin kararmasına yol açıyordu. Vatanı, bayrağı, devleti, milleti, şeref merefi ne varsa, her şeyi bir anda unutturuveriyordu. Tanrıyı, anayı, babayı, kardeşi, bacıyı imdada koşmaya çağırtıyordu. O anda hatırlayıp yanlarında olmayı hayal ettikleri sevgilinin elinden suyu çekilip çatlamaya başlayan dudaklarının üstüne bir bardak soğuk su dökmek istiyorlardı. Peki onlar, kendilerini bu vatan borcunu ödemeye davullu zurnalı gönderirken, nelerle karşılaşacaklarını, başlarına nelerin geleceğini biliyorlar mıydı? Korkunun ruhlarında bıraktığı bir daha tedavi olmaya gelmez yaraları iyileştirecek dermanı bulabilecekler miydi? Şerefli devlet, bölünmez vatan onlara bu dermanı vermeye yanaşmak isteyebilecek miydi? Belleklerine kazılan unutulamayacakları, bir daha çıkarmaya gücü yetebilecek miydi? Onlar, korkunun ne tür bir şey olduğunu biliyorlar mıydı? Hayatlarında hiç korkuları yaşamışlar mıydı onlar? Elbette onlar, bunun ne tür dehşet saçan kırk ayaklı bir canavar olduğunu; ruhu, yüreği, beyni, hatta canı nasıl paramparça edip yerlere döktüğünü hissedemeyecek kadar korkusuz ve cesurdular. Ateş düştüğü yeri yakardı, onların çok uzağında olduğu yeri değil. Çok uzağında olup hiç de hissetmedikleri halde, ‘O ateşte biz yandık.’ diyenler, sadece büyük bir yalanı, hem de kuyruğu dışarıda sallanıp herkesin gördüğü bir yalanı söylemiş olurlardı.

Heyecandan tırnaklarına kadar bütün vücutları sızlayan, soğuk terler döken ve elleri tetikte bekleyen askerler, Karslı Orhan’ın bir an önce kalkıp mağarayı kontrol etmesini istiyorlardı. Belki de, hiç istemedikleri halde, istediklerini sanıyorlardı. Tek dilekleri, mağaranın içinde kimsenin olmamasıydı. Sanki içinde, ‘Terörist’ olsa, hatta öldürseler de, kendilerine bir faydası mı dokunacaktı? Tek istedikleri, delirten heyecanlı dakikaların üzerlerine indirdikleri kabustan bir an önce kurtulmaktı. Evet evet istedikleri sadece buydu. Ama önce Orhan’ın kalkıp kontrol etmeye başlamasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. Orhan da, arkasında duran herkesin, bunu istediğini biliyordu. Çünkü bir şey olsa, önce onlara değil, kendisine olacaktı. Sabırsız istekleri de bir yana, bunu yapmak zorundaydı. Yapmaktan cayarsa, başına ne geleceği malumdu.

Çaresiz bir biçimde kalkıp mağaranın tam önüne geldi. Çömelip önce bir süre mağaranın içindeki sesleri dinlemeye çalıştı. Nefesini tutup kulaklarına gelecek sesleri olduğu gibi almak istedi. Mağaranın içinden kulaklarına küçücük bir çatırtı bile gelmiyordu. Derin bir nefes alıp, rahatlamak istedi. Nerdeee! Rahatlamak şurada dursun, kabus daha da büyümeye başlıyordu. ‘Ya tek başına bu karanlığın içine gir ve kontrol et.’deseler diye düşününce aklı duracak gibi oluyordu.

Kendi aralarında işaretleşip lav silahını istediler. Önce lavla vurup ardından bombalamayı düşünüyorlardı. Çingene Suratlı’nın isteği de böyleydi. Simsiyah potinli ayaklar, mağaranın önünde gidip gelmeye başladı. Potinlerden yükselen sesler, küçük tıkırtılar biçiminde mağaranın içine dalıyordu.

 

 



Mazlum, uykusundan irkilerek uyandı. Önce bunun bir rüya olup olmadığını anlamaya çalıştı. Dikkatle dinledikçe, bunun ne olabileceğini anlamaya başlıyordu. Bunun rüyaya benzer hiçbir tarafı yoktu. Ne rüyası? Duyduklarını bir rüya olarak görecek kadar kendini unutmuş olamazdı. Hayır hayır, aklı tamamen başındaydı. Duyduklarının, hissettiklerinin tümünü eksiksiz algılayıp yargılayabilecek durumdaydı. Duyduğu sesler, gerçek seslerdi ve ayak seslerinden başka bir şey değildi. Hem de mağaranın o yanına, bu yanına koşarak gidip gelen ayak sesleri. Ayak seslerinin içinde, kendini pek belli etmek istemeyen kısık ve ürkek sesler de vardı. Dikkatle ve heyecan içerisinde süren bir uğraşın sesi olduğu anlaşılıyordu. Bu sesin peşinde koştuğu bir şey vardı. O şey de gelip mağaranın içine girdiğine göre, anlaşılmayacak hiçbir şey yoktu.

Kendi içi yanarak, ‘Kendi ellerimizle yaptık bunu. Dürüstlüğüne inandığımız ihanetin hançerine sırtımızı kendi ellerimizle açtık. Ey bozulmuş yürek, satılmış duygu, göz göre göre kendini bize inandırmayı nasıl da başarabildin? Kuşkudan uzak dürüstlüğümüz, saflığımız mı yumuşak geldi sana? Başkasının eline verdiği ucu zehirli hançerini sırtımızda bilemeyi, hangi zamanlardan beri öğrenegeldin? Bilincimizin göğsüne değil, inancımızın sırtına hançerini bindirirken, vicdanını hangi kahpeliğin kuyusuna indirmeyi başarabildin? Söyle kör bilinç, felçli beyin, irin deryasına batırılmış ruh, kendi soyunun evcil kekliği olmayı ne zamandan beri karar kıldın? Öttüğün sahte sesinle, içinde olduğun kafese, kendi türünün özgür varlıklarını da çağırırken, hiç mi utanmaya gelmedin? Kendini beş paralığın orospuluğuna yatıralı beri, kaç asır gelip geçti haberin var mı? Sırtımızdan indirdiğin kan bardağını tutup içerken, hangi lanetin batağına battığını fark etmedin mi? Söyle, iğrençliğin pus suyuna batırılmış çirkin yüz, neye benzediği belli olmayan şekilsiz cüce, ne zamandan sonra bir damla anlamaya geleceksin? İçine girdiğin kutsal meşe ağacının etini yiye yiye, bu defa da devirebileceğini mi sandın?’ deyip bütün dünya sesini duyacak kadar haykırmak istiyordu. Ama çıkaracağı en ufak bir ses, mağaradan çıkaracağı son sesi olacaktı. Bundan şüphesi yoktu. Başını, Hasan’ın kulağına eğip, dudaklarını hafifçe kıpırdatarak sessizce fısıldayarak kaldırmaya çalıştı.

‘Heval Hasan, heval Hasan!’

‘Ne var, ne oldu?’

Mazlum, tekrar fısıltıyla ona sessiz durmasını söyledi. Hasan şaşkınlığını üstünden atmaya çalışırken, Mazlum bu sefer de Şahin’in kulağına eğildi. Aynı fısıltıyla tek çağırışta uyanan Şahin de, ne olduğunu sorunca, ona da sessiz olmasını söyleyerek dışardan gelen sesleri, fısıltıyla, zor duyulur kısık bir sesle anlattı. Şahin ses çıkarmadan, aniden kendini toparlayıverdi. Hasan da ayaktaydı.

Şahin, eline karnasını alıp öne geçerek kendisini yavaşça takip etmelerini istedi. Mazlum elinde tuttuğu kleşiyle onu takip ediyordu. Hasan, sessiz bir hayalet gibi arkadan onları izliyordu. Mağaranın içindeki dört köşe düzenli açılmış bir odayı andıran bölümden çıkarak sakince mağaranın dışarıya bakan köşesinin ucuna gelip çömeldiler. Mağaranın önünde gidip gelen askerin ayaklarını, kendi gözleriyle görüyorlardı artık. Mağaranın içi, daha karanlık durmaya devam ediyordu. Ama dışarısı epeyce ağarmıştı. Mağaranın içine doğru birkaç adım atıp dikkatli gözlerle bakılmazsa, mağaranın arkası görülemezdi. Gözlerinin önünde duran her şey gerçekti. Şakaya gelir hiçbir yan yoktu. Olup bitenleri kendi gözleriyle görüyorlardı.

Hesapları alt üst olmuştu. Yola çıktıklarından beri her şey ters gitmeye ant içmişti. Ters davranmaya götürmek için karşılaştıkları her şey, onlarla savaşmaya başlamıştı. Yer, gök, yağmur, çamur, karanlık, yorgunluk, hatta iyi niyetleri bile onları yanlışa götürmek için çalışmıştı.

Yeni yeni hatasının farkına varan Şahin’in içinden kendini lime lime etmek geliyordu. ‘Bunca yıldan sonra, biriktirdiğin bütün tecrübelerine rağmen, bu hataya sen de mi düşeceksin Şahin? Kendinden bu kadar geçmiş olamazsın sen. Kendini unutacak, kaybedecek kadar aklın başından çıkmış olmamalıydı. Bize kurulan namertliğin karanlık tuzağını şirin kılacak kadar iknacı söyleyen içimdeki hangi sese kulak verdim ben? Sözüm, tuzağa ve tuzağı kuranlara değil, içimde kendini bu tuzağa kendini kapak yaparak tuzağı gözlerimin önünden silen o kör duyguyadır. Bu kör gözleriyle bile, bana oyun oynamaya kalkışan bu duygunun gözlerini, daha önceden neden açmayı başaramadım? Açılamayan o muydu, yoksa açamayan ben miydim? Bunu şu an düşünmeye bile vaktim kalmadı artık.’ deyip mahcup bir edayla Mazlum’un gözlerine bakmaya çalıştı.

Ama bir türlü bakamadı. Çünkü Mazlum’un gözleri, öylesine çok şey anlatıyordu ki, bakıp dayanmaya güç gerekti. Hasan’ın üzerine kovalarla buzdan soğuk su dökülmüş gibiydi. ‘Her şey, kandırmak üzere aşkla bana sarılan o duygunun içinden çıktı. O beni çağırdı ve ben de güle oynaya arkasından gitmezlik etmedim. Sadece gitmekle kalsam o da iyi. Arkadaşlarımı da, dayata dayata arkasından gelmeye zorladım.

Kulaklarıma üflerken, içimi ne kadar da ısıtabiliyordu. Isısıyla, donan yumuşak karnımdaki buzları eritirken, nasıl da sahiciliği oynayabiliyordu. Onun oyununa kendimi kaptırmayacak kadar ağır olmadığımı da, benden iyi biliyordu. Beni avuçlarının içine alırken, hafifliğime de şaşırmış olsa gerek. ‘Benim onu aldatmama lüzum yok, o zaten aldanmıştır.’ sözünü duyamayacak kadar sağır kesilmişim demek ki. Dürüstlüğün hangi kitabını karıştırmıştım ki, dürüstlüğün izahını ballandıra ballandıra yapmaya kalkıştım? Boğazımıza dayanan dürüstlüğün keskin bıçağını göremeyecek kadar kör olan o gözleri, yıllarca taşımanın ağırlığına katlanmaktan neden bıkıp usanmadım? Dürüstlüğün arkasındaki namertliği suçlamak neye yarar? Bize tuzağın kuyusunu kazan o yüreğin suratına tükürmek neyi çözer? Anasını, avradını da sövesim gelir, ama ne fayda? Sen yaptıklarına, ettiklerine dön be adam! Bunun yolunu açan, küçüklük, zayıflık neredeydi? Onu bul, bulmaya vaktin varsa tabii! Ve şimdi, buna vakit bile buluyor değilsin işte’ deyip, gözlerini Mazlum’dan kaçırmaya çalıştı. Hataları arayıp, bulmak bir saniye bile almıyordu. Her şey bir anda gözlerinin önüne gelip geçiyordu. Ölüm gelip mağaranın kapısına dayanmıştı. ‘Sana kaçış yolu kalmadı.’ diyordu. Her şey o kadar soğuk, o kadar acımasız ve öylesine gaddardı ki, tarif edilmeye gelmezdi.

Her şey, buraya kadar mıydı? Bütün hayaller, bütün umutlar, bu kapkaranlık mağaranın içinde mi son bulacaktı? Geride bıraktıkları o sevgili yoldaşlarını bir daha göremeyecekler miydi? Analar, babalar onlardan gelen bir ölüm haberini daha mı duyacaktı? Peki ya onların acısına, kim katlanırdı o zaman? Yüreklerinin üstüne düşecek ateşi, kim söndürebilecekti? Bıçak bıçak kesilip tuz basılan yaralarına, kim derman bulacaktı? Ağıtları, feryatları kim dindirecekti? Peki ya, ‘Ayıptır.’ gözyaşlarını diye dışa vermeyip içe akıtarak kendini paralayanları kim durduracaktı? Her şey o kadar hızlı hatırlanır oldu ki, onlarla başa çıkmak, onlara yetişmek ve avuçlarında tutup bırakmamak, dünyanın en zor şeyi oluveriyordu. Hayatları boyunca yaşadıkları olaylar, uykuya yatmış derin anılar, çocukluktan bu yana yaşanan acı tatlı bütün günler, geride bıraktıkları yoldaşlar, kendilerini her türlü beladan koruyarak sevgiyle büyütenler, bir şimşek gibi kafalarında çakıyor, gözlerinin önünde canlanıp bir film şeridi gibi geçmeye başlıyordu.

O güne dek farkında olmadan, yaşayıp gördükleri ne kadar da çok şey vardı. Böylesine candan sevip sevildiklerini, hiçbir zaman bu denli canlı fark etmemişlerdi. Işık hızıyla düşünüp tepeden-tırnağa nasıl da ayaklandıklarını görünce hayretler içerisinde kalıyorlardı. Her şey öylesine ayaktaydı ki, şaşırıp kalmamak elde değildi. Bu ayaklanmanın dışında kalan tek bir hücre, ama tek bir hücre bile yoktu. Bilinç baştan başa, ruh baştan başa, yürek baştan başa ayaklanmaya kesilmişti. Ve ayaklanmış her şey, kopmamacasına sımsıkı umuda bağlanmıştı.

Büyük umut onlara çağrıda bulunurken, ‘Sizde bu ruh, bu yürek olduktan sonra, içinde olup da söndüremeyeceğiniz hangi ateş olabilir ki? Arkasına kapatıldığınız hangi kapı açılmayabilir ki? İçine atıldığınız hangi karanlık aydınlanmayabilir ki?’ diyordu. Bu ruhun asıl kaynağı, onlara kucağını açıp ‘Gücünüz, bu ateşin arkasında yatıyor, gelin uyandırıp alın onu.’ diyordu. Bu tükenmeyen gerçek kaynak, onların gözlerinin önünde güneş gibi parlayarak, ‘Benden öğrendiğiniz ve bundan sonra da öğreneceğiniz budur. Yaşama hakkı başka türlü olamaz, ateşte yürümeyi bilmeyenler, yaşama hakkını da elde etmeyi başaramazlar ve sizin önünüzde başarmaktan başka hiçbir yol, ama hiçbir yol yok. Siz buna mahkumsunuz, bunun mahkumu olduğunuzu bilin ve başarın.’ diyordu.

Bu, güneşin beyinlerinde, ruhlarında, yüreklerinde yankılandırdığı asıl çağrıydı. Kulaklarında bu çağrının yankısı dururken, var mı öyle kurbanlık koyun gibi boynunu ölümün keskin bıçağı altına yatırmak? Keskin gözlerini, korkunun karnına dikip parçalamaya başlıyorlardı. Ölümün kendini gösteren yüzüne teslim olmak, bu tuzağı hazırlayan lanetli ruhun ortağı olmak demekti. ‘Bükemediğim lanetli elini öpmeye hazırım.’ demekti.

Bunu akla getirmek bile kanı dondurmaya yeterdi. Satılmış onurun kaputunu giymek, puştluğun ayaklarına dolanmış oyunda kıvırmak, Apocu yiğitlerin işi olamazdı. Önemli olan, canı kurtarmak da değil, yakışır olan davranışı göstermekti. O mağaranın içinde kalleşliğin getirdiği ölümü sessizce bekleyerek kabullenmek ile ‘Gelin beni sağ teslim alın.’ demek arasında, hiçbir fark görmüyorlardı. Önlerinde iki kalın çizgiden başka hiçbir şey yoktu.

Birinci seçenek ölü ya da diri teslimiyetin lanetli kollarına atılmaktı. İkinci seçenek de, gözünü kırpmadan vurup çıkmak ve sonu ne olursa olsun yakışır davranışın sahibi olmaktı. Lanetliliğin, namertliğin suratına bir kez daha tükürülecekti ve her şey vurup çıkmaya bırakmıştı yerini.

Mazlum’un tüyleri diken diken, gözleri çakmak çakmaktı. Ömründe ilk defa bu kadar ayaklandığını görüyordu. Adeta kanatlanmıştı. İsterse uçmasının önünde hiçbir kuvvet, engel duramazdı. Ruhunda yanan büyük ateşi hissediyordu. ‘Ruhumda alev alev yanan bu ateşin farkına ilk defa vardım.’ diyordu. Bu ateşin neleri yaktığını ve neleri dirilttiğini bir o biliyordu. Ateş, gerçek gücün özüydü. Biraraya toplanıp patlayarak açığa çıkmadıkça, sırrına erişilmezdi. İçinde, bu ateşin yandığını hissedenler korkusuzdu. Bu ateşin aleviyle korkularını bir bir yakmayanlar, cesaretin keskin kılıcını ellerine alıp kahramanlığın cengine atılamazlardı. Mazlum, elindeki kılıcın keskinliğine bakıp büyüleniyordu.

Hasan’ın kafasına birbirine zıt binlerce düşünce, binlerce soru birlikte hücum ediyordu. Kafasında oluşan bu karmaşadan kurtulmaya çalışıyordu.

Şahin, kor ateşi gibi yanan gözlerine dışarıya dikmişti. Her tarafının kılıç keskinliğinde bilendiğini görüyordu. Gözlerini, mağaranın önünde gidip gelen askerlerin ayaklarına dikmişti. Mağaranın önünde gidip gelen askerlerin hareket biçimlerini anlamaya çalışıyordu.

 

...



 

Karslı Orhan, mağaranın sağ kenarında bekliyordu. Yanında Japonlara benzeyen çekik gözlü onbaşı da vardı. Yüzü benekli onbaşı, Kırgız Türklerindendi. Elindeki lav silahını hazırlamaya çalışıyordu. Yakışıklı gözcü, mağaranın sol kenarındaydı. Etraflarında çömelmiş ve ayakta elleri tetikte bekleyen bir sürü asker vardı. İçlerini kemiren o duyguya engel olamıyorlardı. Her yanlarının karıncalandığını görüyorlardı. Ruhlarında, karıncalar yuva yapmış gibiydi. Sessiz bekleyişin, bir an önce bitmesini istiyorlardı. Sessiz bekleyiş sürdükçe, içleri içlerini yemeğe başlıyordu.

Bu yiyip bitiren dayanılmaz korkunun nasıl bir şey olduğunu, Ankara’daki, İstanbul’daki, Antalya’daki beyler ve hanımlar, keyif u-sefanın kahkahalı oyununda zil takıp oynamak varken, neden anlamak istesindi ki? Sahilde, bir deniz kenarında, ya da lüks bir otelin bahçesinde havuz başında oturup mavi gök yüzünün şemsiyesi altında sessizce viskisini yudumlamak varken, o korku denilen şey, niye akıllarına gelebilsindi ki? Bol göbek kıvırtmalı, renkli gecelerin şenliğinde baştan çıkartan eğlencenin tadında kaybolmuşken, o korku dedikleri şeyi akla getirmek, delilik değil de nedir? Varsın korku, başkalarının olsun, onların neyine? Yüksek seviyeli devlet beyefendilerinin ve de hanımefendilerinin balolarında ve resepsiyonlarında, bu tür bir şeyi akla getirmek ve bahsini yapmak yakışır mıydı? Onların yerine fakir Mehmet yaşıyor ya, yetmez mi? Herkes aynı şeyi yaşarsa, o zaman vatanın, devletin ve milletin meselelerini kim düşünecek? Düşünüp tartışmak için kimse kalmasın mı yani? Böyle bir saçmalık, hatta aptallık olabilir mi?

Sessiz bekleyişin içerisindeki hedefe yakın her askerin kafasından aynı şey geçiyordu. Tiril tiril titrerken, birbirlerinin yüzüne baktıklarında, hep aynı ifadeyi görüyorlardı.

‘Eşek Mehmet, senin görevin nöbet beklemektir. Onlara doğru hücum edecek korkuyu tutup kendi ruhuna, yüreğine depolamak. Yağmurda, çamurda, karda, kışta durmadan koşuşturmaktır. İsterlerse, onlar yataklarına donsuz bile girerler.Ama sen potinini bile çıkarmazsın, güzelim gece uykuları haramdır sana, onlar elde edecekleri kazancı, ailelerinin istikbalini, çocuklarının parlak geleceğini düşünürler. Sen ise, istemediğin halde mazlum milletin çocuklarını öldürmeye, onların geleceğini ellerinden almaya zorlanmışsın. Öldürüp geleceklerini ellerinden almazsan, öldürülen sen olursun. Gözünün yaşına hiç bakmazlar Mehmet. Onlar seni, göğsünü nereden geleceği belli olmayan kör kurşunlara siper yapasın diye gönderdi. Anlamadın mı daha? Ve o kör kurşunlardan biri gelip göğsünü bulduğunda, ananın dışında yananın olmaz, haberin olsun Mehmedim. Sana kalan tek şey, o da olursa, birkaç memurun gelip katıldığı göstermelik bir tören. Senin yerine, ailenin herhangi bir ferdine tabii ki, en akılsız olanına ‘Şeref madalyası’ dedikleri, on gün sonra paslanıveren demirden bir pulcuğu takmaktır. Bunun dışında seni tutmaya hazırlanmış unutulmuşluktan başka, hiçbir şeyin kalmaz. Anladın mı? Her gün korkudan ölen aslan Mehmedim.’ diyorlardı.

‘Sen tiril tiril titreten korkunun çığlığında yırtın, onlar sana Mehmet’in aslan kükreyişi desinler. Ne büyük yalan, ne büyük suratsızlık. Oysa bunların hepsi de, ‘Eşek Mehmet’in sırtına daha iyi binmek içindir.’ demekten de geri kalmıyorlardı. Böyle düşünüp söyleyen Mehmet, ‘Terörist’i elinden kaçırmamak için de her şeyi yapmaya çalışıyordu. Çözülen dizlerine, titreyen ellerine rağmen, yapmaya çalışıyordu. Çünkü, yapmak zorundaydı. O bitmeyen, daha ölmeden öldürten bekleyişin sebebi de, yapmak zorunda olduğu bu şeyin kendisiydi.

Yıllar gelip saniyelerin içine girmişti. Saniyeler, geçmek bilmiyordu. Geçmek bilmeyen bu saniyelerin içinde neler yoktu ki? Bazıları için bir saniye, bir nefes alış-verişi kadar kısaydı. Bazıları için, daha adımını atamadan bitebilen bir şeydi. Bazıları için daha bir sözünü söyleyemeden sona ermeye başlıyordu. Bazıları için de, göz açıp kapayıncaya kadardı. ‘Yahu kardeşim sen, saniyenin uzunluğundan mı bahsettin?’ diye gülüp geçenler de vardı. ‘Allah allah saniyenin uzunluğu diye bir şey mi vardı? Hayret. Saniye dediğin ne ki, alt tarafı bir saniye. Daha saniye kelimesi ağızdan çıkmadan bitiveren bir şey. Ne gerek var bu kadar abartmaya, adam mı kandırıyorsun sen, yoksa aptal mı sandın bizi?’ diyenler de az değildir. Ama o saniyenin içinde olan asker ve askerin içinde olduğu saniye, bir saniyeydi işte.

Ama bir saniye; yaşanmış bütün zamanları, bütün duyguları ve söylenmiş bütün sözleri içine alabilen, fakat bütün bunların bir köşesini bile dolduramadığı öyle bir saniye. Bu saniyede yaşayamayanlar, bu saniyenin ne olduğunu asla anlayamazlardı.

Çingene Suratlı teğmenin on adım önünde durup gözünü mağaranın ağzından ayırmayan tıknaz şiş gözlü uzman çavuş, askerin yüzündeki bu donmuş ifadeye bakmak istemiyordu. Yüzlerine bakınca kendi kendine, ‘Bunları yalnız başına bıraksan, her biri nerede olduğu belli olmayan birer deliğe kaçar.’ diyordu. Üstündeki heyecanı kovmaya çalışarak onlardan daha rahat davrandığını göstermek istiyordu. Kendisinde korku diye bir şeyin olmadığını söylüyordu.

Çingene Suratlı da dahil, etrafındaki bütün askerlerden daha deneyimli olduğunu herkes biliyordu. Her ay aldığı maaş, cebini şişiriyordu. Maddi açıdan yana sorunu yoktu. Kaç defa devletin takdirine nail olduğunu kendisi de bilmiyordu. Kimi operasyonlarda, en çetin muharebelerin koordinesinde görev almıştı. ‘Gözümü budaktan sakınmadığımı bilmeyen yoktu. Benim gibileri olmazsa, hiçbir harekatın başarısı olmaz.’ diyordu. Yanında, korkudan kaç askerin altına ettiğini az görmemişti. ‘Bu ödlek ibnelerle hiçbir savaşın kazanılamayacağını’ söylüyordu. ‘Terörist bunların içine düşse, tek biri kurşun atmayı bilmez. Gel ondan sonra, teker teker saklandıkları taşların altında ara onları. Bunlar yüreklerini anacıklarının evinde unutmuş. diyordu. Askerler, Çingene Suratlı’dan, hatta binbaşıdan da daha fazla ondan korkuyorlardı. Tek başına kaldığında, bütün yetkiyi eline alıp istediğini yapmaktan çekinmeyen biriydi. Gözü döndüğünde, anasını, babasını bile tanımaya gelmiyordu. Zaten küçükken, anasız babasız sokaklarda büyümüştü. Karnını doyurmak için, başvurmadığı yol kalmamıştı. Yıllar yılı itilip kakıldığından, gördüğü herkesten nefret ediyordu. Sevgi mi? O tür şeylerle hiç tanıştığı olmamıştı. Yabancısı olduğu bu türden şeylere ihtiyaç duyduğunu da sanmıyordu. ‘Bu tür yalan dolan kandırmaca şeyler, karın mı doyurur sanki?’ diye düşünüyordu. İçinden, kafasını bozanı aniden öldürmek geliyordu. Öldürmek, pamuktan üstüne basan bir el gibi ruhunu okşuyordu. İyileşmez yaralarına bulunmaz derman oluyordu. Çocukluğundan beri bıçaklarıyla karnını deştiği kişileri anlatınca sevinçten dört köşe oluyordu. Üstüne bir de hırıltılı kahkaha atınca, ağzı kulaklarına kadar yırtılıyordu. Öne çıkıp dudaklarına batan köpek dişlerini gösterince korkudan kimse yüzüne bakamıyordu. Meteliksiz, ipsiz sapsız biriyken, askere gelince, hayatı boyunca tam da aradığı yeri bulmuştu. Askerlik ocağı, kendisinin yıllarca arayıp da bulamadığı eşsiz bir yerdi. Bu ocak kendisi için, biçilmiş kaftandı. Her şeyiyle istediği gibiydi. ‘Parası, yemesi, içmesi bol, vurması, kırması sınırsız... Kendisi için, bundan daha iyi bir yer mi olurdu? Canın kadın mı istedi? Bundan fazlası ne? İstediğini al götür, kaçır, öldür. Sana engel koyan mı var? Sevmediğin bir adam mı var? Vur, öldür. Sana yapma diyen mi olur? Bu ocağın en büyük ve en güzel ikramiyesi de istediğin gibi yapabilmendir zaten.’ diyordu.


Yüklə 1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin