İçindekiler Göçmenlerin Bir Azınlık olarak Talepleri Neler Olmalıdır? 4


Polemik Yapmak ya da Unutulmuş Bir Politik Kültürün İzlerinin Ardında



Yüklə 0,86 Mb.
səhifə17/20
tarix26.10.2017
ölçüsü0,86 Mb.
#14428
növüYazı
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   20

Polemik Yapmak ya da Unutulmuş Bir Politik Kültürün İzlerinin Ardında


Sosyalizmin, yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealinin insanlığın ufkundan kayboluşu, sadece onun siyasi ve toplumsal bir proje olarak kaybolması anlamına gelmemektedir; bu, o projeyi yaratan siyasi kültürün yok oluşuna da denk düşmektedir.

Bu yok oluşu, onun somut bir görünümünde izlemek ilginç olabilir.

Şimdilerde her hangi bir tartışmada hemen şöyle sözler işitildiğini görüyoruz: “Lütfen polemik yapmayalım”; “Tartışma kültürümüz yok, hemen polemiğe çeviriyoruz tartışmayı”; “Arkadaşlar lütfen polemiklerden kaçınalım.
Bu sözlerde ifadesini bulan ve hiç kimsenin yanlışlığını bile aklına getirmediği nasıl bir politik kültürdür? Bu kültür ile sosyalizm ideali bir arada bulunabilir mi?

Yukarıda bir kaç örneği aktarılan cümlelerde “polemik” sözcüğü, o yaratıcı, diyalektik, fikirler mücadelesi; karşı tarafın argümanlarını, çıkarsamalarını; olgulara ilişkin aktarımlarını; mantık yanlışlarını didik didik ederek doğruyu bulmanın bir metodu anlamına gelmekten çıkmış, adeta dedikodu, kişisellik gibi bir anlam kazanmış bulmaktadır.

Bu anlam kaymasının nesnel tarihsel anlamına geçmeden önce bu tür sözlerin içeriksel yanlışlığını görelim.

Bu “polemik yapmayalım” diyenlerin bilmediği veya unuttuğu çok basit bir olgu vardır. Marksizm’in bütün eserleri polemik eserlerdir. Denebilir ki, Marksizm polemik formu içinde doğmuş; polemik formu içinde gelişmiştir. Ve polemiklerin yok oluşuyla da Marksizm’in gelişimi durmuş ve çürüme başlamıştır. Polemikleri ortadan kaldırdığınızda geride Marksizm diye bir şey kalmaz,



Kutsal Aile’den Alman İdeolojisi’ne Tarihsel Maddecilik ya da namı diğer Marksizm; polemikler içinde gözlerini dünyaya açmıştır. Felsefenin Sefaleti’nden, Anti Duhring’e, Marksizm’in hemen hemen bütün klasikleri birer polemiktir. Das Kapital bile, dip notlarında ve Artı Değer Teorileri’nde kendinden önceki bütün burjuva ekonomi politiğine karşı bir polemiği sürdürür.

Lenin, Rosa Luxemburg ve çağdaşları da farklı değildir. Polemik, bir benzeri bir daha dünya tarihine gelmemiş Rus ve Doğu Avrupa devrimcileri kuşağının başlıca siyasi ve ideolojik mücadele biçimidir. Lenin’in bütün eserleri kelimenin en doğrudan anlamında polemiktirler.

Bu Marksizm’in yükseliş çağının devrimcileri için, polemikler, yokluğu bile düşünülemeyecek ve yok olmadığı sürece de varlığı akla bile gelmeyecek, tıpkı hava gibi su gibi, siyasi ve ideolojik mücadelenin olmazsa olmaz koşullarıdırlar.

Ama nasıl bazı bakteriler için oksijen ve temiz hava öldürücü bir etki yaparsa, bu günün dünyasının sosyalistleri için polemik içinde soluk alınamayacak bir ortam gibi görülür.

O zamanın Marksistleri, sosyalistlerinin tartışmalarında, karşıdakinin iyi niyetinden, inancından kimsenin kuşkusu olmazdı. En ağır kişisel hakaret gibi görünen (Oportunist; Revizyonist, Batak) sıfatlar bile, hiç bir kişisel anlam taşımaz, bütünüyle o kişilerin görüşlerine ilişkin siyasi ve ideolojik bir anlama sahip olurlardı. Söyleyen de anlayan da bunu böyle anlardı. O nedenle kişisel düzeyde bir küsmece darılmaca olmazdı. Siyasi olarak bir tartışmada, fikirlerini tutkuyla savunmuş insanlar, bu tartışmaların ateşi içinde birbirlerinin savundukları çizgiler ve fikirler için en ağır ve provakatif ifadeleri kullanmış insanlar, aynı zamanda aynı örgütün saflarında burjuvaziye ve gericiliğe karşı savaşırlar, insan olarak birbirlerine saygıda zerrece kusur etmezler; dostlukları sürer giderdi.

Artık yedi kat toprağın altına gömülmüş ve unutulmuş bu politik kültürün izlerini Lenin’de sürelim.

Bilinir, Lenin’in “Bir Adım İleri İki Adım Geri” eseri, Rus Sosyal demokrat İşçi Partisi’nin meşhur İkinci Kongre’sini analiz eder ve bunu kelimenin gerçek anlamıyla polemikler biçiminde yapar.

İşte bu eserinin dip notlarından birinde Lenin şöyle yazmaktadır, en ağır gibi görünen sıfatların kişisel değil, siyasi bir anlamları olduğu üzerine. Batak sözünü kastederek:

Bugün partimizde bu sözü işitince dehşete kapılan ve yoldaşça olmayan tartışma yöntemleri kullanılıyor feryadını basan kişiler var. Resmiyet anlayışının yanlış anlaşılmasından ileri gelen garip bir duyarlılık!.. Bir iç savaşımla karşı karşıya bulunan, hemen hemen hiç bir siyasal parti yoktur ki, o partide, kararsız öğeler, çekişen taraflar arasında bir o yana, bir bu yana yalpalayan öğeler bu sözlerle nitelenmemiş olsun. İç savaşımlarını gerçekten belli sınırlar içinde tutmayı bilen Almanlar bile versumpft [batağa gömülmüş -ç.] sözcüğünden gocunmamışlar, dehşete kapılmamışlar ve gülünç, resmi bir erdemlilik oyunu oynamamışlardır.” (http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/biradim.html )

Lenin’in dip notundan da anlaşıldığı gibi, Rusya’nın doğulu ve köylü yapısı, Rus devrimcilerinin politik kültüründe de etkisini gösteriyormuş ki, Lenin, şimdi bizim burada ele aldığımız soruna, bu dip notta o zamanın Rusya’sında değiniyor.

Ama o zaman ile bu zaman arasındaki temel fark; Rus devrimcilerinin ortamında, Lenin’in bir dip notla dikkati çekmekle yetindiği politik kültür istisnai bir karakter taşırken, bu günün dünyasında, tam tersine, Lenin’lerin Kültürü, istisna bile değil, unutulmuş ve yok olmuş, toprağın altından, derinliklerinden arkeolojik kazılarla çıkarılması gereken bir politik kültürdür.

Lenin başka bir dip notta, bu iki farklı kültürün nasıl iki ayrı dünya iki ayrı dil olduğunu çok daha çarpıcı bir örnek ve sözlerle şöyle ifade ediyor:

(…). "Kongremizdeki hava ne kadar da bunaltıcı" diye yakınıyordu o yoldaş. "Bu kırıcı savaş, bu herkesin birbirine karşı giriştiği kışkırtma, bu birbirini ısıran tartışma, bu yoldaşça olmayan davranış!.." Ben bu sözlere "kongremiz çok görkemli" karşılığını verdim. "Özgür ve açık bir savaşım. Fikirler ifade edildi. Görüş farklılıkları ortaya kondu. Gruplar biçimlendi. Eller kaldırıldı. Bir karar alındı. Bir aşama geçildi. İleri! Benim için aslolan budur! Bu, yaşam demektir! Bu, sizin, sorun çözümlendiği için değil, ancak yoruldukları için susan aydınlarırıızın sonu gelmez, usandırıcı laf gevelemelerine benzemez..."
      "Merkez"ci yoldaş bana şaşkınlık içinde baktı ve omuzlarını silkti. İki ayrı dil konuşuyorduk.”


( http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/biradim.html )

Ama bu politik kültür, Rus devriminin tecrit olması, bürokrasinin ve köylülüğün politik kültürünün politika ve program gibi sosyalist politik kültüre de egemen olması; devrim bulutlarının giderek köylü ve doğu ülkelerine doğru kaymasıyla birlikte bunun giderek bütün dünyaya yayılması ve yeni kuşakların da artık bunu sosyalist politik kültürün ayrılmaz ve organik bir parçası gibi görmesiyle giderek unutulmuştur.

Bu kültür sadece, burjuva kültüründen gelen; henüz eski kültür unutulmadığı zamanlarda onu tanımış ve sürdürmüş kuşaklar aracılığıyla, zayıf bir damar olarak bile olsa, bir dip akıntısı olarak bile olsa derinden derine varlığını sürdürmüş ve 68’in kuşaklarına bir şekilde kendisini aktarmıştı.

Bunu Türkiye örneğinde görelim.

1960’ların Türkiye’sinde, Yön ve TİP çevreleri, eski kuşak komünistlere karşı bir küçümseme ve horgörü tavrı içindedirler. Bu bağlamda, “Eski Tüfekler”in özellikle 1930’lardaki polemiklerini şimdinin polemik anlayışına benzer bir anlayışla hor görmeleri karşısında Kıvılcımlı, 1967’de Sosyalist gazetesinde o eski geleneği savunur ve onun unutulan yanına dikkati çeker:

TİP ve YÖN gibi yeni güçler yanında ESKİ Sosyalistlerin «Kaç Tümeni var?» demeyelim. Eski adsız birikimin mirasyedili­ğine düşeriz. Fincancı katırlarını ürkütme bahanesi de çağını yitirdi. Nitekim şimdi başka bahane uyduruluyor: Eskilerin kır­gınlıkları ile yeni kuşakların kulak tozları, hatta ödleri patla­tılmak isteniyor. Aşağısı sakal, yukarısı bıyık diye tükürülmediğinden cüretlenilmesin. Hikmet Kıvılcımlı: Nazım Hikmet'e ve Kerim Sadi'ye ağır saldırmış... Kerim Sadi: Hikmet'e ve Nazım'a verip veriştirmedik şey bırakmamış.. Nazım, daha «şairane» sö­zü gümüş sayıp, davranış altınlarıyla onlara taş çıkartmış.. Bu, madalyanın bilinen bir yüzüdür.



Kimsenin bilmediği, bilenlerinse, yeni kuşaklardan sakladık­ları madalyanın inanılmaz öbür yüzü vardır: O «üç silahşörler» Eski Sosyalist, birbirlerinin yaraladıkları ölçüde sevmeyi öğren­mişlerdir. Teoride ve pratikte birbirlerinin yanlışlarını yalın kılınç delik deşik etmekte gözlerini kırpmıyan bu üç insan, ilk buluşmalarında, çocuksu şen kahkahalarla kucaklaşmaktan bir gün geri kalmamışlardır. Özellikle Eski Sosyalistler bu bakım­dan, Yeni Sosyalistler arası bağlılıklarda maya rolünü oynayabilirler. Yeni kuşaklara, kişisel deve kinleri ve sülâle kan dâva­ları yerine bu eski sosyalist kardeşlik mayası aktarılabilir”

Kıvılcımlı gibi eski komünistler bizlere bu unutulmuş politik kültürü hem davranışlarıyla, hem de yazılarıyla bir çok kere aktarmaya çalıştılar. Bu bağlamda, bir başka örnek. “İşveren Sosyalizmi İşçi Sosyalizmi” başlıklı makalesini şu satırlarla bitirir:

Savaş denildi mi, sırf çelebice sözcükler kendiliğinden suya düşer. Güreş için birinci şart elense etmektir. Güreş yenmek için yapılır. Elense edenler, birbirlerinin sırtlarını yere getirmeyeceklerse, ne zahmet ederler? Danışıklı dövüşün en kalp akça sayıldığı yer sosyal savaş alanıdır. Sosyal ve politik dövüş, horoz dövüşü değildir. Sırtı yere getirmek, karşılıklı ACI GÜÇ kullanmaya dayanır. Yalnız kabadayılıkta değil, politikada dahi, yenmek yenilmek olağan şeydir. Görünüşte güreşenler kişilerdir. Gerçekte kişilerin yenişleri, her zaman, her yerde: prensiplerin, düşüncelerin, metotların, davranışların yenilip yenişleri olur ve hep öyle olmalıdır.

İnsan, kuralına uygun kavgadan, hele birbirinden korkmamalı, ölse hiç kaçmamalıdır. Korku hiçbir “sadre şifa” vermez. Kaçış: kimseyi kurtarmaz. Tarihte nice uluslar: en kanlı boğazlaşmalar sonucu kaynaşıp derleşmişlerdir. Modern milletlerin hepsi o kaynaşmalardan doğmuşlardır. Modern sosyal ve politik savaş, neden başka türlü olsun? Topluluklar için doğru olan bu kural, kişiler için de doğrudur.

Hele savaş, sosyalizm gibi modern çağın en kaçınılmaz ortak prensipli eğilimler arasında olursa, büsbütün verimlileşir. Karşılaşılan her tez, antiteziyle anlam kazanır. Çarpışma ne denli yaman olursa, SENTEZ o denli güçlü olur. Başka türlüsü: Tezsiz, antitezsiz karşılaşmalardan doğacak SENTEZ, kuruntu ötesinde ne görülmüş, ne işitilmiştir.

Ülkü ve Prensip savaşında, kimsenin kaşına, gözüne bakılamaz. Alınmaca darılmaca yoktur ve olmamalıdır. En çok düşkün olunulan “KİŞİLİKLİLİK” ve kişi olgunluğu yalnız kıyasıya savaşılarak edinilir ve geliştirilir.”

1960’ların devrimcileri, hem genellikle şehirli ve modern tabakalardan geldikleri; okullarda kısmen de olsa burjuva kültürünün eğitimini aldıkları; öte yandan hem modern İşçi sınıfının hareketinin yükseliş dönemiyle birlikte bir radikalleşme ve politikleşme yaşadıkları; hem de dünyadaki 68’lerin otantik Marksizm’e dönen rüzgarlarından esinlendikleri için, hem Kıvılcımlı gibilerin aktarmaya çalıştıkları hem de büyük bir açlıkla okudukları Marksist klasiklerde solunan bu politik kültürü almaya daha yatkındılar. Ve bir ölçüde de olsun alabildiler.

Ama yetmişlerde, daha küçük burjuva tabakaların radikalleşmesi ve politikleşmesiyle hareketin yaygınlaşmasının çakışması, zaten yüzeyde çok ince bir katman içinde ve derine işlememiş bu politik kültürün bütün izlerini neredeyse silip süpürdü. Hele Türkiye’nin batısında tüm radikalleşmenin durduğu, en gerici şovenizmin başını alıp gittiği, radikalleşmenin neredeyse sadece Kürdistan’ın aşiret ilişkilerinden gelen yoksul gençlerine dayandığı doksanlarda, kenarda köşede kalmış son izler de yok oldu.

Bir bakıma, sosyalizmin dünya çapında yaşadığı maceranın bir minyatürü Türkiye ölçülerinde yaşandı.

Marksizm, Batı Avrupa’daki Burjuva gelişiminin ve devrimlerinin çocuğu olarak doğmuştur. Ancak, tarih, üretici güçlerin en geliştiği, dolayısıyla kültürel ve sınıfsal olarak sosyalizme en hazır ve uygun olan ülkelerde devrimlere yol açmadı. Yani sosyalizm dünyaya Marks’ın umduğu gibi normal bir doğumla gelmedi, tabiri caiz ise, ters geldi, ayakları önde; veya Troçki’nin deyişiyle, “tarihin yumağı tersinden çözülmeye başladı.” Tıpkı ters gelen bir bebeğin eğer düzelmezse hem kendisinin hem de ananın ölümüne yol açması gibi, sosyalizm de insanlıkla yok olmayla karış karşıya geldi. Çocuk öldü. İnsanlık can çekişiyor. İnsanlık bir daha sosyalizme hamile kalabilecek mi? Yoksa artık çok mu geç, menapoza mı girdi? Bilmiyoruz. Bilemeyiz de. Ama bu arada bir atom savaşı veya bir ekolojik felaketle yok olmazsa, bir daha hamile kalabileceğini düşünmek için bir çok neden var. En başta kapitalizmin her anki işleyişi nesnel olarak böyle bir programı daha fazla gerektiriyor ve yine nesnel olarak böyle bir öznenin var oluşunu sağlıyor.

Tam da ilk kapitalizme geçen ülkelerin dünyanın geri ülkelerini sömürgeleştirmesi nedeniyle, sosyalizme hazır olan ülkelerin işçileri bu sömürgelerden elde edilenlerle sistemle uzlaşmaya çekildi ve tam da bu nedenle, sömürgelerde direniş savaşları gelişti. Ama bu savaşlar, tarihsel ve objektif olarak, burjuva demokratik karakterli görevleri çözmek amacıyla ortaya çıkmalarına rağmen, tam da burjuvazilerin korkaklığı ve Ekim Devrimi’nin prestijiyle, kendilerini sosyalist olarak tanımladılar. Ama onlar nesnel olarak sosyalist değildi ve olamazdı. Bunun ne sınıfsal, ne ideolojik ne de ekonomik koşulları vardı.

Dolayısıyla sosyalizmin zaferden zafere koşması gibi görünen ve yetmişlere kadar olan dönem, aslında, köylülüğün egemen olduğu ülkelerdeki burjuva demokratik karakterli devrimlerden başka bir şey değillerdi. Ama bunlar burjuva sınıfı olmadığı ve korkak olduğundan burjuvazi dışında ve karşısında kaldığı için burjuvasız; Stalinizmin bürokratik ideolojisini sosyalizm diye kabullendiklerinden de demokrasisiz, burjuva demokratik devrimlerdi.

Böylece sosyalizm yayılır gibi görünüyordu ama yayılan artık ne programı ne de politik kültüryle sosyalizm olmadığı gibi; aslında doğuşundan bile daha geri toplumsal yapılar, kültürel ortamlar arasında yayılıyordu. Bu yeni program ve politik kültürün gücü tam da yaygınlığından geliyordu.

Böylece sosyalizmin doğuşunda egemen olan, daha sonra, Rusya’nın geriliği ile tam tezat içindeki, burjuva kültürünü özümlemiş aydınlara ve son derece konsantre işçi hareketine dayanan devrimcilerinde zirvesine ve sonuna dayanan program ve politik kültür, fiilen bütün dünyada yok oluyordu.

1960’lar sonrası Türkiye’nin durumu biraz bu dünya çapındaki gidişin, zaman içinde sıkıştırılmış, minyatür bir tekrarı gibidir. 1960’lar bir bakıma, Marksizm’in dünyadaki doğuş ve yükseliş yıllarına (1848-1917) karşılık düşer. Ama devrim bulutlarının dünyada doğuya yani köylülüğe doğru kayması ve bu kayış sonucu ortaya çıkan ulusal hareketlerin kendilerini sosyalist olarak tanımlamaları gibi, Türkiye’de de radikalleşme önce Türkiye’nin taşrasına, sonra da Kürdistan’a doğru kayar. Dünyadaki kayışın ortaya çıkardığı programatik ve politik kültüre ilişkin değişimin benzeri Türkiye’de de yaşanır. 1960’ların aslında devrimci demokratik özlemlerin ve programın ifadesinden başka bir şey olmayan sosyalizm giderek ortadan kaybolur, nesnel olarak sonuçlarıyla devrimci ve demokratik karakterde, ama programatik olarak dile etniye dayanan bir milliyetçilik yükselir. Buna paralel olarak, sol veya sosyalist politik kültürde, 60’ların politik kültürünün bütün izleri silinir.

Ama dünyada da Türkiye’de de Kapitalizm hükmünü icra etmektedir. Artık ikisinde de insanların büyük bölümü köylerde değil, şehirlerde, megapollerde, metropollerde yaşamaktadır. Bu korkunç sömürü ve baskı altındakilerin memnuniyetsizlikleri, ister uzak Asya’nın, Pasifik kıyılarının köle gibi çalıştırılan proleterleri olsun; İster Türkiye’nin batısındaki işletmelerde boğaz tokluğuna çalışan Kürtler veya Diyarbakır’ın yoksulları olsun, akacak bir damar bulacaktır ve bunlar artık köylü değildirler. Eski politik kültürün bu sınıfların memnuniyetsizliklerini ifade ederken hiç bir temel bulamayacağı, onların ihtiyacı olan politik kültürü, bu gün unutulmuş ve toprağın altına gömülmüş kültürde bulacağı çok açıktır. Ama bu sadece politik kültür olarak değil, programatik olarak da böyledir.

Dünün dile, etniye, kavme hatta dine göre tanımlamış uluslarını yaratmakla sonuçlanan programı, bu günün dünyasında hiçbir çözüm sunamaz. Kendisi global işgücü pazarında bütün ulusal sınır engellerine rağmen oradan oraya akımını sürdüren dünyanın proleterleri, harekete geçtiklerinde bayraklarına tüm ulusal sınırların ilgasından başka bir şey yazamazlar. Benzer şekilde, dünyadaki en büyük Kürt şehri olan İstanbul’un Kürtçe konuşan işçileri, bayraklarına, ulusu Kürtlüğe veya Kürtçe’ye göre tanımlamış bir ulus devletten ise, ulusun tanımından her türlü etniyi, dili, dışlayan ve tüm dillere eşitlik tanıyan bir programı bayraklarına yazmaya daha eğilimli olacaklardır.

Ve gerek dünyada gerek Türkiye ve Kürdistan’da bu programları bayraklarına koyacak olanlar, ihtiyaçları olan politik kültürün geleneğini, Marks’ların, Lenin’lerin, Kıvılcımlı’ların, 68’lerin politik kültüründe bulacaklardır.

Bizlere düşen görev, bu geleneği unutulmaktan kurtarmak ve yeni gelecek olanlara aktarmaktır.

Bu da somut bir biçim olarak, polemiklerin geri dönüşünde ve polemiğin tekrar eski, diyalektik ve fikirlere dayanan anlamını kazanışında kendini gösterecektir. Köylülüğe ve doğuya kaşyış fiilen polemiği yok etmiş, onu kişiselleştirmiş ve kişisellik anlamı vermişti. Şimdi tekrar şehirlere doğu dönüş, ona eski unutulmuş anlamını tekrar kazandıracak ve polemikler de gerçekten öyle olacaktır.




Yüklə 0,86 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin