- Zevkler ve renkler tartışılmaz!
- Evet, tam da öyle! Büyüklük ya da ağırlık gibi birincil nitelikler konusunda herkes hemfikir olabilir, çünkü bunlar şeylere içkin niteliklerdir. Oysa renk ye tad gibi ikincil nitelikler, canlının algılama doğasındaki farklara paralel olarak hayvandan hayvana, insandan insana çeşitlilik gösterir.
- Jorün'ün portakal yiyişine baksa limon yiyor sanır insan. Portakalı ancak dilim dilim yer. Yedikçe de "Çok ekşi!" der. Halbuki bence aynı portakal oldukça tatlı ve güzeldir.
- Ve bunda ne biriniz haklıdır ne diğeriniz. Sadece portakalın sizde uyandırdığı duyguyu dile getiriyorsunuzdur o kadar. Renkleri algılayışımız da böyledir. Kırmızının belli bir tonunu sevmiyor olabilirsin. Jorün de gidip kendisine bu renkte bir elbise almışsa, elbise konusundaki fikrini kendine saklasan iyi edersin! İkinizin bu rengi algılayışı farklıdır ve elbise bu yüzden ne güzel sayılabilir ne de çirkin.
- Ama herkes portakalın yuvarlak olduğunda hemfikirdir.
- Evet. Hiç kimse yuvarlak bir portakalın küp şeklinde olduğunu söyleyemez. Tatlı ya da ekşi olduğunu "düşünebilir" insan ama 200 gram geliyorsa sekiz kilo olduğunu "düşünemez". Portakalın birkaç kilo olduğunu "sanabilirsin" elbette, ama o zaman tahmin gücün pek sağlam değil demektir. Bir şeyin kaç kilo olduğu tahmin edilecek olsa, birinin tahmini hep gerçeğe diğerlerinden daha yakın olacaktır. Şeylerin sayısı söz konusu olduğunda da durum böyledir. Kavanozda ya 986 nohut vardır
300
ya da yoktur. Hareket de böyledir. Araba ya hareket ediyordur ya da duruyordur.
- Anlıyorum.
- "Uzantısal" gerçeklik konusunda Locke da Descartes gibi insanın bir takım nitelikleri ancak aklıyla kavrayabileceğine inanır.
- Zaten üzerinde pek anlaşılamayacak türden bir şey de değil bu!
- Locke başka bir takım alanlarda da sezgisel ya da "tanıt-sal" bilginin varlığını kabul ediyordu. Örneğin bir takım ahlak kurallarının herkes için geçerli olduğunu söylüyordu. Bir başka deyişle doğal hak diye bir şeyin varolduğunu savunuyordu ki bu da onun düşüncesinde Usçu bir öğeydi. Bir başka Usçu öge de Tanrı'nın varlığının insan aklına uygun olduğunu düşünmesiydi.
- Belki de haklıydı.
- Hangi konuda?
- Tann'nın varlığı konusunda.
- Haklı olduğu düşünülebilir elbette. Ancak o bunu bir inanç meselesi olarak görmüyordu. Tann fikrinin insan aklından doğduğunu öne sürüyordu. Ve işte buydu onun Usçu yanı. Ayrıca fikir özgürlüğü ve hoşgörüden yana olduğunu da eklemeliyim. Savunduğu bir başka konu da cinslerin eşit olduğuydu. Erkeğin kadından üstün olduğu düşüncesini yaratan insanın kendisidir, dolayısıyla bu fikri değiştirebilecek olan da yine insandır, diyordu.
- Aynı fikirdeyim.
- Locke yakın dönemin cinslerin eşitliği konusuyla ilgilenen ilk filozoflarından biridir. Kadın-erkek eşitliği konusunda önemli bir rol oynayan, adaşı John Stuart Mili üzerinde büyük etkisi olmuştur. Locke, genel olarak, 18. yüzyıl Fransız Aydınlanma Çağı'nda serpilip gelişen pek çok düşüncenin babası ol-
301
SOFİ'NİN DÜNYASI
muştur. Örneğin güçlerin ayrımı ilkesinden ilk söz eden o olmuştur...
- Bu, devletin gücünün farklı kurumlar arasında bölüşülmesi anlamına geliyor, değil mi?
- Bunların hangi kurumlar olduğunu hatırlıyor musun?
- "Yasama gücü" veya bir başka deyişle Millet Meclisi. "Yargı gücü" ya da mahkemeler. Ve "yürütme gücü" ya da hükümet.
- Gücün bu şekilde üçe ayrılışı Fransız aydınlanma filozofu Montesquieu'den kaynaklanır. Locke, her şeyden önce, diktatörlüğe varmamak için yasama ve yürütme organlarının birbirinden ayn olması gerektiğini dile getirmiştir. Locke tüm gücü kendinde toplayan ve "Devlet benim!" diyen 14. Louis döneminde yaşamıştır. Bu görüşe de Mutlakiyetçilik diyoruz. Çağımızda varolsa 14. Louis'nin yönetimini belli yasalara bağlı olmayan, rastgele bir yönetim olarak adlandırırdık. Locke'a göre de yasal devleti sağlamanın ana yolu yasaları halkın temsilcilerinin koymaları, bunları uygulayanın ise kral ya da hükümet olmasıydı.
302
HUME
...o zaman yakın gitsin...
Alberto bir süre öylece oturup sehpayı seyretti. Sonra dönüp camdan dışarıya baktı.
- Hava bulutlanıyor, dedi Sofi.
- Evet, sıkıntılı bir hava,
- Şimdi mi anlatacaksın Berkeley'i?
- Üç Britanya Empiristinden sırası gelen o, ama o bir çok bakımdan başlı başına bir grup oluşturduğu için onu sona bırakıp şimdi David Hume dan bahsedeceğiz. 1711-1776 yıllarında yaşamış olan Hume'un felsefesi, en önemli Empirisizm felsefesi olarak görülür. Böyle önemli görülmesinin bir başka nedeni de büyük filozof Immanuel Kant'ı kendi felsefesini oluşturmak konusunda esinlendiren bir filozof olmasıdır.
- Aslında Berkeley'i anlatmanı isterdim demem, bir şeyi değiştirmez değil mi?
- Hayır, değiştirmez. Hume İskoçya'da, Edinburgh yakınlarında büyüdü. Ailesi onun avukat olmasını istiyordu, ama o "felsefe ve bilginin dışındaki her şeyi inanılmaz derecede itici buluyordu". Aydınlanma Çağı'nın tam ortasında, Voltaire ve Rousseau gibi büyük Fransız düşünürleriyle aynı zamanda yaşadı. Hayatının son yıllarını geçirdiği Edinburgh'a dönmeden önce Avrupa'nın pek çok kentini gezdi. En önemli eseri olan "İnsanın Doğası Üzerine Bir İnceleme"yi yazdığında 28 yaşındaydı. Bu kitabı daha 15 yaşındayken düşünmüş olduğunu söyler kendisi.
- Elimi çabuk tutmam gerekiyor demek ki!
- Sen artık işe başlamış sayılırsın.
303
SOFİNİN DÜNYASİ
HUME
- Ama bir gün kendi felsefemi kuracak olursam, bu şimdiye dek duyduklarımın tümünden farklı olacak.
- Şimdiye kadar duyduklarında eksikliğini hissettiğin şeyler mi var?
- Birincisi, şimdiye kadarki tüm filozoflar erkek. Ve anlaşılan erkekler kendi dünyalarında yaşıyor. Ben gerçek hayatla ilgilenirdim daha çok: çiçeklerle, hayvanlarla ve doğup büyüyen çocuklarla... Şu senin filozofların sürekli "insan"dari bahsediyor. Bak işte yine "insanın doğası"na dair bir inceleme yazmış Hume. Ama bu "insan" hep orta yaşlı bir insan sanki. Yaşam hamilelikle ve doğumla başlıyor ne de olsa, ama çocuk bezleriyle çocuk ağlamalarından söz eden olmadı şimdiye kadar! Sevgi ve dostluktan da bahsedilmedi pek.
- Çok haklısın elbette. Ama tam da Hume olabilir biraz farklı düşünen. Herkesten çok o, günlük yaşamdan alır çıkış noktasını. Üstelik kanımca Hume çocukların ya da yeni dünya yurttaşlarının dünyaya nasıl baktıklarını çok iyi bilir.
- Dinleyelim bakalım öyleyse!
- Hume bir Empirist olarak görevinin, şu senin erkek filozofların yarattığı tüm karmaşık kavramlar ve düşünce yapılarında şöyle bir temizlik yapmak olduğuna inanıyordu. Yazılıp çizilenlerde hâlâ Ortaçağ düşüncesinden ve 17. yüzyıl Usçu düşüncesinden hurdalara rastlandığını söylüyordu. Kendisi ise insanın dünyayı dolaysız algılayışına dönmek istiyordu. Hiçbir felsefe "bizi günlük deneyimlerimizin ötesine götüremez veya bize günlük yaşantımızdan edindiğimiz izlenimler üzerine düşünerek ulaştığımız davranış kurallarından başka kurallar sağlayamaz" diyordu.
- Şimdiye kadar anlattıklarına bakılırsa pek fenaya benzemiyor bu Hume! Biraz örnek verebilir misin peki?
- Hume'un yaşadığı zamanlarda meleklere inananlar çoktu. Melek kanatlı bir insan görünümündedir. Sen hiç böyle bir
304
yaratık gördün mü Sofi?
- Hayır.
- Ama bir insan gördün, değil mi?
- îşte şimdi saçmaladın!
- Kanat da gördün, değil mi?
- Tabii, ama kanatlı bir insan görmedim.
- Hume'a göre "melek" "bileşik bir kavram"dır.. Gerçekte değil, insanın hayalgücünde bir araya gelmiş iki farklı deneyimden oluşmaktadır. Bir başka deyişle derhal bırakılıp atılması gereken, yanlış bir inanıştır. Bu şekilde tüm düşünce ve inanışlarımızı bir bir gözden geçirmemiz gerekir. Kitaplarımızı da böyle gözden geçirmeliyiz. Çünkü şöyle der Hume: "Elimizde tuttuğumuz kitaba bakıp kendimize soralım: Bu kitap büyüklük ya da sayıya dair soyut bir uslamlama içeriyor mu? Hayır. Olgu veya varoluşa dair deneysel bir uslamlama içeriyor mu? Hayır. O zaman yakın gitsin, çünkü boş inan ve yanılsamadan başka bir şey içeriyor olamaz böyle bir kitap!"
- Oldukça keskin bir tutum!
- Ama tüm bunların gerisinde dünya olduğu gibi duruyor-dur, Sofi. Her zaman olduğundan daha canlı, daha açık seçik. Hume düşüncelerin bilinçte henüz oluşmadığı dönemlere, çocukların dünyayı algılayış biçimine geri dönmek ister. Şimdiye dek ele aldığımız filozofların kendi dünyalarına kapanmış yaşadıklarını, seni ise en çok gerçek dünyanın ilgilendirdiğini söylememiş miydin?
- Evet, buna benzer bir şeydi söylediğim.
- Hume da aynı şeyi söylerdi. Ama gel, onun düşüncelerini biraz daha derinlemesine inceleyelim.
- Bekliyorum.
- Hume, insanın iki tür algılayış biçimine sahip olduğunu söyleyerek işe başlar. Bunlar izlenim ve fikirlerdir. "İzlenim" dış gerçekliğin anlık algılanışıdır. "Fikir" ise bu tür bir izlenimi
305
SOFİ'NİN DÜNYASI
HUME
yeniden anımsamaktır.
- Birkaç örnek veriniz lütfen!
- Sobaya değip elini yakarsan, o an bir "izlenim" edinirsin. Bir zaman sonra elini yaktığını hatırlarsın. Hume'un "fikir" dediği de budur. Bu ikisi arasındaki fark, izlenimin, izlenimi anımsayan fikirden çok daha güçlü, çok daha canlı olmasındadır. Duyumsal izlenimin özgün örnek, "fikir" ya da izlenimin anısının bunun soluk bir kopyası olduğunu da söyleyebiliriz. "İzlenim", bilinçte muhafaza edilen "fikir"in doğrudan nedenidir de ondan!
- Şimdiye kadar söylediklerini izleyebildim.
- Hume bundan sonra, "izlenim" ve "fikir"in basit ya da bileşik olabileceğini söylüyor. Locke'dan bahsederken verdiğimiz elma örneğini hatırlıyorsundur. Elmanın doğrudan, anlık kavranışı böyle "bileşik bir izlenim"dir. Bilinçteki elma kavramı da "bileşik bir fikir"dir.
- Sözünü kesiyorum, ama gerçekten önemli mi bu?
- Önemli mi? Tabii önemli. Filozoflar zaman zaman bir takım yapay problemlerle uğraşmış olabilirler ama, bu bizim bir muhakemenin oluşma sürecini izleme çabamızı hiçbir zaman engellememeli. Hume da, Descartes'la bir fikri temelinden oluşturmak gerektiği konusunda hemfikirdi kuşkusuz.
- Pekâlâ, sorumu geri alıyorum.
- Hume'un altını çizdiği konu, bazen gerçekte böyle olmadığı halde "fikirleri" aklımızda birleştirebildiğimizdir; yanlış fikirler, doğada bulunmayan kavramların da böyle doğduğudur. Buna bir örnek olarak meleklerden sözetmiştik. Daha önce "fimsah"dan da bahsetmiştik hatırlıyorsan. Yine bir başka örnek mitolojideki kanatlı at, Pegasos'dur. Tüm bu örneklerde bilincimizin onu alıp bununla, bunu alıp sununla, kanatları bir izlenimden, atı bir başkasından alıp bu ikisini birbiriyle dilediği gibi kesip birleştirmiş olduğunu kabul etmeliyiz. Tüm bu
306
parçalar bir zamanlar gerçek birer "izlenim" olarak belleğin tiyatrosunda oynamışlardır. Bilinçse bunları istediği gibi alıp birleştirmiş, bu şekilde sahte "fikirler" ya da kavramlar yaratmıştır.
- Anlıyorum. Üstelik bunun önemli olduğunu da görebiliyorum sanırım.
- Güzel! Yani Hume her bir kavramı ele alıp, bunun gerçek hayatta karşılığının bulunup bulunmadığını araştırıyordu. "Bu fikir hangi izlenimden kaynaklanıyor?" diye soruyordu. Bunu yaparken her şeyden önce bileşik bir kavramın hangi "basit fikirlerin" bir bileşimi' olduğunu bulması gerekiyordu. Bu şekilde insan kavrayışını çözümlemek için bir yöntem geliştirmiş oluyordu. Amacı fikirlerimize, kavramlarımıza bir çekidüzen getirmekti.
- Yine biraz örnek verir misin?
- Hume'un yaşadığı çağda "dennet"in ya da "Yeni Kudüs"ün ne olduğunu iyi bildiğini sananlar çoktu. Descartes'ın, bir şey insan aklı için ne denli "açık-seçik"se, o şeyin gerçekten varolması o denli olasıdır, dediğini hatırlıyor musun, bilmem.
- Daha önce de söylediğim gibi, pek unutkan sayılmam!
- Biraz düşününce "cennet"in son derece bileşik bir kavram olduğunu kolayca görebiliriz. Bu öğelere şöyle birkaç örnek verebiliriz: "Cennet" "incilerle süslü kapılar", "altından yollar", sayısız "melekler" vesaire ile doludur. Aslında "incili kapılar", "altın yollar" ve "melekler" de bileşik kavramlardır ve kendi bileşenlerine ayrılabilir. Cennet kavramımızı, "inci", "kapı", "altın", "beyaz giyinmiş bir biçim" ve "kanat" gibi basit kavramlara ayırdıktan sonra, işte ancak o zaman gerçekten bu "basit izlenimleri" yaşayıp yaşamadığımızı kendimize sorabiliriz.
- Ve buna cevabımız "evet" olur. Ama biz tüm bu "basit izlenimleri" alıp hayali bir şey oluşturacak biçimde biraraya getirmişizdir.
307
SOFfNİN DÜNYASI
- Evet, işte sen de görebiliyorsun bunu. Biz insanların en iyi yaptığı şeylerden biridir hayal görürken kesip yapıştırmak! Ancak Hume'un üzerinde durduğu nokta, sonuçta hayali şeyleri oluştursalar da bu öğelerin şu ya da bu biçimde bilincimize "basit izlenimler" olarak girdikleridir. Hayatında hiç "altın" görmemiş bir insan altından bir yol hayal de edemez.
- Doğrusu oldukça akıllı biriymiş bu Hume! Peki, Tanrının varolduğuna dair içinde açık-seçik bir duygu olduğunu söyleyen Descartes'a ne demeli?
- Hume'un buna da bir yanıtı var. Tanrı'yı sonsuz "zeki, akıllı ve iyi" bir varlık olarak düşündüğümüzü esas alırsak, Tann'nın sonsuz zeki, sonsuz akıllı ve sonsuz iyi bir şeyden oluşan, "bileşik bir düşünce" olduğunu söyleyebiliriz. Zekâ, akıl ve iyiliği hiç yaşamamış olsaydık, böyle bir Tanrı kavramımız da olamazdı. Tanrıyı "sert ama adil bir baba" olarak görme eğilimimiz de vardır. Bu da "sert", "adil" ve "baba"dan oluşan bileşik bir kavramdır. Hume'dan sonra yaşamış pek çok tarih eleştirmenine göre, bu tam da çocukken kendi babamızı algılayışımıza benzer. Olağan baba kavramı, "cennetteki baba" kavramını hazırlamıştır, da denir.
- Bu doğru olabilir, ama Tann'nın mutlaka bir adam olması gerektiği görüşünü ben hiç kabul edemiyorum. Annemin de eşitlik sağlamak için bazen Tanrı'ya Tanrıça dediği olur!
- Sonuç olarak Hume, duyusal izlenimlerde karşılığını bulmayan her türlü düşünce ve kavramı elden geçirmek istiyordu. Amacı "çağlardır metafizik düşünceye hakim olmuş ve onun itibarını sarsmış olan tüm bu anlamsız gevezeliği ortadan sil-mek"di. Oysa günlük yaşantımızda geçerli olup olmadığını düşünmeden pek çok kavram kullanıyoruz. Örneğin, "ben" ya da "kişiyi kişi yapan şey" kavramları... Bu kavram Descartes'ın felsefesinin temelini oluşturuyordu. Tüm felsefesi varlığını açık-seçik duyuran bu kavramın etrafında yükseliyordu.
308
HUME
- Umarım Hume benim ben olduğumu reddetmeye filan kalkmıyordur. Yoksa o da benim için bir başka geveze olmaktan öteye gidemez!
- Sofi, bu felsefe kursundan öğrenmeni umduğum tek bir şey varsa, o da hemen ve acele sonuçlara varmamandır.
- Pekâlâ, devam et.
- Hayır, ben devam etmeyeceğim. Senin "ben" olarak algıladığın şeyi Hume'un çözümleme yöntemini kullanarak sen araştırmalısın.
- O halde öncelikle kendime "ben" kavramının basit mi yoksa bileşik bir kavram mı olduğunu sormalıyım.
- Ve buna cevabın ne olur?
- İtiraf etmeliyim ki kendimi oldukça bileşik bir şey olarak görüyorum. Karamsar bir kişiliğim vardır örneğin. Ayrıca oldukça kararsız biriyimdir. Üstelik aynı kişiden hem hoşlanıyor, hem hoşlanmıyor olabilirim.
- Öyleyse "ben" kavramının "bileşik bir düşünce" olduğunu söyleyebiliriz.
- Tamam. Şimdi de kendi "ben"ime dair "bileşik bir izle-nim"im olup olmadığını sormalıyım. Sanırım var. Sanırım hep olagelmiş bir şey bu...
- Emin olamadığın şeyler mi var?
- Sürekli değişiyorum. Bugün, dört yaşımdaki kendimden bambaşka biriyim. Duygularım ve kendimi algılayışım andan ana değişiyor. Bazen de durup dururken kendimi "yepyeni bir insan" olarak gördüğüm oluyor.
- Demek ki insanın değişmez bir kişiliği olduğu düşüncesi yanlış bir düşünce. "Ben" kavramı gerçekte, hiçbir zaman hepsi birarada yaşanmamış, pek çok basit izlenimin oluşturduğu bir zincirdir. Ben, "birbirini sonsuz bir hızla izleyen, her an değişim ve hareket halinde olan bir algılar demetinden başka bir Şey değildir," der Hume. Bilinç "pek çok görüşün birbiri ardınca
309
SOPfNÎN DÜNYASI
HUME
kendini gösterdiği, geçip gittiği, tekrar geri döndüğü ve sayısız konum ve durumda iç içe geçtiği bir tiyatrodur," der. Hume, gelip giden bu görüşler ve duyguların altında ya da arkasında bir başka "kişiliğin" varolmadığını anlatmak ister. Sinema perdesindeki görüntülere benzetilebilir bu durum: Film kareleri perdede birbirini son derece hızlı bir biçimde izler. Öyle ki filmin aslında bu karelerin bir "bileşimi" olduğunu algılayanlayız. Kareler aslında birbirinden bağımsızdır. Film aslında bu kısa anların bir toplamıdır.
- Sanırım, pes etmek durumundayım.
- Kişiliğin değişmez bir şey olduğu düşüncesinden vazgeçtiğin anlamına mı geliyor bu?
- Galiba.
- Ve daha birkaç dakika önce bunun tam tersine inanıyordun! Bu arada şunu da eklemeliyim ki, Hume'un insan aklını çözümleyiş biçimini ve insan kişiliğinin değişmez bir şey olduğu görüşünü reddedişini, bundan 2500 yıl önce, dünyanın bam başka bir köşesinde bir kişi daha paylaşıyor.
- Kim bu kişi?
- Buddha. Hume ile Buddha'nın görüşlerindeki benzerlik neredeyse rahatsızlık verici boyutlardadır. Buddha'ya göre yaşam, insanı sürekli dönüştüren bir zihinsel ve fiziksel süreçler dizisidir. Çocuklukla büyüklük aynı şey değildir; dünkü benle bugünkü ben aynı şey değildir. "Hiçbir şeye bu 'benimdir' diyemem," der Buddha ve devam eder: "hiçbir şeye bu 'benim diyemem." Yani "ben" diye bir şeyden, değişmeyen ve hep aynı kalan bir kişilikten söz edilemez.
- Evet, tam da Hume'un dediklerine benziyor.
- Değişmeyen bir kişiliğin varolduğunu iddia eden.Usçula-rın çoğu, ölümsüz bir "ruh" olduğuna da inanıyorlardı.
- Ve bu da yanlış bir düşünceydi, öyle mi?
- Hume'a da, Buddha'ya da göre yanlış bir düşünceydi. Bu-
310
müritlerine ölmeden önce söylediği SQn söz ne oldu biliyor musun?
- Hayır, nereden bileyim.
- "Bileşik her şey yokolmaya mahkûmdur," demiştir. Hume da aynı şeyi söylerdi belki. Hattâ Demokritos da. Hume'un ruhun ölümsüzlüğünü ve Tann'nm varlığım ispatlamaya dair her türlü çabaya karşı çıktığını söyleyebiliriz en azından. Ama bu, onun ruhun ölümsüzlüğünü ve Tann'nın varlığını reddettiği anlamına gelmez. O dinsel inançların kanıtlanabileceğine dair inanışın Usçu saçmalıktan ibaret olduğunu söyler yalnızca. Hume Hıristiyan olmamasına rağmen tanrıtanımaz değildi. O, olsa olsa bir Bilinemezci idi.
- Ne demek "Bilinemezci"?
- "Bilinemezci" Tann'nın varolup olmadığını bilmeyen kişi demektir. Ölüm döşeğinde kendisini ziyaret eden bir arkadaşı Hume'a ölümden sonra bir hayat olduğuna inanıp inanmadığını sorar. Hume'un buna, "ateşe atılan bir kömür parçası yan-mayabilir de!" diye cevap verdiği söylenir.
- Ya, demek öyle?
- Bu yanıt onun sonsuz önyargısızlığına tipik bir örnektir. Hume, yalnızca varlığını kesin bir şekilde duyumsadığı şeylerin gerçek olduğuna inanırdı. Bunun dışındaki şeyler konusunda ise her şeye açıktı. Ne Hıristiyanlığı, ne de mucizeleri reddediyordu. Ancak ona göre bu iki şey tam da inançla ilgili, bilimle ya da akılla ilgisi olmayan şeylerdi. İnançla bilim arasındaki son bağın Hume'un felsefesiyle sona erdiğini de söyleyebiliriz.
- Mucizelerin varlığını başlangıçtan reddetmiyordu dedin...
- Evet ama bu, mucizelere inandığı anlamına gelmez. Hattâ tam tersi! Ancak o insanların, bugün bizim "doğaüstü" dediğimiz şeylere inanmaya büyük ihtiyaç duyduklarını vurgulamak istiyordu. Ve bu tür inançlarda ortak olan şey, anlatı-
311
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
HUME
lan bu mucizelerin hep eskiden, çok eskiden gerçekleşmiş olduğudur. Hume bunları reddeder, çünkü kendisi bunları bizzat yaşamamıştır. Öte yandan yaşamamış olması, bunların hiç olmamış ya da hiç olmayacağı anlamına gelmez.
- Bunu biraz daha açabilir misin?
- Hume'a göre mucize, doğa yasalarının ihlali anlamına gelir. Ancak doğa yasalarını bizzat duyumsadığımızı söylemek de anlamsızlık olur. Elimizden bıraktığımız bir taşın yere düştüğünü duyumsarız; yok eğer düşmeseydi, düşmediğini du-yumsamış olurduk.
- Bana göre bu bir mucize ya da doğaüstü bir şey olmuş olurdu.
- Demek "doğa" ve "doğaüstü" diye iki tür doğa olduğuna inanıyorsun. Usçu gevezeliklere yaklaşmış olmuyor musun böyle düşünerek?
- Olabilir, ama ben elden bırakılan taşın her zaman yere düşeceğine inanıyorum.
- Neden?
- Bence biraz gıcıklık ediyorsun şimdi.
- Gıcıklık etmiyorum. Bir filozof gıcıkbk olsun diye sormaz, ama daima soru sorar. Şu an belki de Hume'un felsefesinin en önemli noktasından bahsediyoruz. Şimdi yanıt ver: taşın her zaman yere düşeceğinden nasıl emin olabiliyorsun?
- Bunu öyle çok gördum ki, artık emin olabiliyorum.
- Hume bu konuda, taşın yere düşüşünü pek çok kere du-yumsamış olduğunu, ancak hep düşeceğini duyumsamamış olduğunu söylerdi. Taşın "yerçekimi yasası"ndan ötürü yere düştüğü söylenir. Oysa biz böyle bir yasayı hiçbir zaman duyumsa-mamışızdır. Biz yalnızca şeylerin yere düştüğünü duyumsarız.
- Bu ikisi aynı şey değil mi?
- Hayır, pek değil. Taşın yere düşeceğine inandığını, çünkü bunu pek çok kez gördüğünü söyledin. Hume'un altını çizmek
312
istediği nokta da tam bu noktadır. Bir şeyin bir başka şeyin sonucu olduğuna öyle alışmışsındır ki, artık elinden ne zaman bir taş bıraksan taşın hep yere düşmesini beklersin. "Karşı konulmaz doğa yasaları" dediğimiz kavram da böyle oluşmuştur.
- Hume yere atılan bir taşın yere düşmeyebileceğine inanıyor muydu gerçekten?
- Taşın her seferinde yere düşeceğinden en az senin kadar emindi kuşkusuz! Ancak o hiçbir zaman taşın niçin yere düştüğünü duyumsayamayacağımızı anlatmak istiyordu.
- Yine çocuklarla çiçeklerden iyice uzaklaşmıyor muyuz?
- Hayır, tam tersi! Hume'a göre gerçekliğin esas tanıkları çocuklardır. Bir taş bir-iki saat havada uçsa buna en çok kim şaşırırdı sence: sen mi yoksa bir yaşındaki bebek mi?
- Ben daha çok şaşırırdım.
- Neden Sofi?
- Herhalde bunun doğaya aykırı bir şey olduğunu bir bebekten daha çok anlayabildiğim için.
- Peki bunun doğaya aykırı bir şey olduğunu bir bebek niçin anlayamaz?
- Çünkü bebek henüz doğayı bilmiyordur.
- Ya da doğa onun için henüz bir alışkanlık olmamıştır.
- Nereye gelmek istediğini anlıyorum: Hume insanların , duygularını bilmelerini istiyordu.
- Öyleyse şu ödevi yanıtla: Sen ve bir bebek bir sihirbazın yaptığı numaralan, örneğin ağır bir şeyi hiç desteksiz havada tutuşunu izleseniz, hanginiz bunu daha ilginç bulurdu?
- Ben daha ilginç bulurdum herhalde.
- Neden?
- Bunun ne acayip bir şey olduğunu ben anlayabilirdim de ondan.
- Pekâlâ. Demek ki doğa yasalannı henüz öğrenmemiş bir bebek, bu yasalann ihlal edilmesini de ilginç bulamaz.
313
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Böyle de diyebilirsin.
- Hâlâ Hume'un felsefesinin en can alıcı noktasında bulunuyoruz. Hume, buna ek olarak bebeğin henüz alışkanlıktan doğan beklentilerin bir kölesi olmadığını, yani bebeğin senden çok daha önyargısız olduğunu da söylerdi. En büyük filozoflar çocuklardır belki de. Çocuklar her konuya tarafsız yaklaşırlar. Ve bu, sevgili Sofi, bir filozofun en önemli özelliğidir. Çocuklar dünyayı ne eksik ne de fazla, tam olduğu gibi algılarlar.
- Önyargılı olduğumu anladığım zaman bundan üzüntü duyuyorum.
- Hume alışkanlıkların gücünden bahsederken "nedensellik yasası" üzerinde yoğunlaşır. Bu yasaya göre her şeyin bir nedeni vardır. Hume iki bilardo topunu örnek olarak kullanır. Siyah bir bilardo topunu, hareketsiz durmakta olan beyaz bir bilardo topuna çarptırırsan ne olur?
- Beyaz top hareket etmeye başlar.
- Öyle mi? Peki neden?
- Siyah top ona çarptığı için.
- Bu durumda siyah toptan gelen çarpmanın, beyaz topun hareketinin nedeni olduğu söylenir. Ama yine ancak duyumsa-dığımız bir şeyin kesin olarak öyle olduğunu söyleyebileceğimizi anımsayalım.
- Ben bunu gerçekten pek çok kere duyumsadım. Jorün'le-rin bodrumunda bir bilardo masası var.
- Hume duyumsadığm yegâne şeyin, siyah topun beyaz topa çarptığı ve beyaz topun masada hareket etmeye başladığı olduğunu söyler. Beyaz topun hareket etme nedenini ise duyum-samazsın. Bir olayın bir süre sonra bir başka olayı izlediğini du-yumsarsın, ancak ikinci olayın birinci olaydan ötürü oluştuğunu duyumsamazsın.
- Bu biraz fazlaya kaçmak olmuyor mu?
- Hayır, önemli bir nokta bu. Hume, bir olayın bir diğerini
314